26 Aralık 2021 Pazar

Umudunu Yitiren Her Şeyini Yitirir!


 

Sabah pencereme vuran güneşin ışıklarıyla uyandım. Uyku mahmurluğuyla perdeyi aralayıp dışarıya bakayım derken, pencerenin  buğulu olduğunu fark ettim. Günlerdir süren yağmurlu ve soğuk hava yerini, güneşli ama yine soğuğa bıraktı. Güneş olmasına rağmen dışarı çıktığında buz gibi bir havayla karşılaşıyor insan. Kış kendini hissettirmeye başladı artık.

Yılın sonlarına geldiğimiz şu günlerde içimde bir burukluk hissediyorum. Kendi kendime acaba bitişler mi benim böyle hissetmeme sebep,  yoksa sürprizler mi? diye düşünmeden edemiyorum. Oysa bitişler hüzün verse de başlangıçlar heyecanlandırmalı, umutlandırmalı değil mi? Yeni başlangıç yeni umut demekti. Ama yok, hüzünle beraber huzursuzluk yaşama sevincimi azaltıyor. Buna rağmen umudumu kaybetmedim. Her ne yaşanırsa yaşansın nefes alıyorsa insan umut hep vardır felsefesine inananlardanım. Çünkü umudunu yitiren her şeyini yitirmiş demektir. Çıkmayan candan umut kesilmezmiş.

2021’in son demlerini yaşadığımız şu günlerde kendimle ilgili beni böyle hüzne sevk edecek bir iki önemli olayın dışında kayda değer pek bir şey olmadı hayatımda. Olan da tüm yaşamıma bedeldi. Daha fazla meraklandırmadan;  ilk olarak 2021 Mart ayında ailecek yakalandığımız Covit 19 hastalığını yine ailecek verdiğimiz bir mücadeleyle atlattık. Atlattık atlatmasına da etkisini pek o kadar kolay atamadık üzerimizden. Hep endişeli, hep korkuyla yaklaştık insanlara. Her şey öyle ani oldu ki hazırlıksız yakalandığımız bu illet tüm alışkanlıklarımızı alt üst etti. Bizde ne kültürel değerler, ne paylaşımcı yaklaşım ne vefa ne dostluk ne de arkadaşlık, ne akrabalık ilişkileri bırakmadı. Hepsini yerle bir etti. Yerine zaten var olan insanın sadece kendi çıkarını önemsediği, bencillik duygusunu başköşeye oturttu. Çünkü bu illet bir girdi mi, girdiği yeri alimallah talan ediyor. Orada kim var kim yok hepsini beraber alıp götürüyor. Hem de kimsenin gözünün yaşına bakmadan... Biz hayattayız ve bu belayı atlattık çok şükür. Ya atlatamayan genç yaşlı, binlerce, hatta yüz binlerce, milyonlarca insanın yaşam öyküsünü sonlandırıp bu hayattan koparması. Bununla da bitmiyor etkileri geride kalan sevenlerinin de yaşamını alt üst ediyor.  

Her karanlığın sonu aydınlık, her sıkıntının sonu ferahlıkmış ya hani. Nur içinde yatsın babaannem; “ acı, sıkıntı beraberinde gizli armağanla gelirmiş, sen acına sabret, vakti geldiğinde sıkıntın, armağanını bırakır ve gider.” demişti. Öyle de oldu. Nasıl mı? Elbette Covit 19 belası sürekli değiştirdiği varyantlarla dünyayı etkisi altına almaya can almaya devam ediyor. Bana sunduğu armağan şu; üç yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım ünlü şairimiz Orhan Veli'nin yaşam öyküsünü yazdığım Fırçadaki Son Şiir adlı kurmaca biyografik romanım temmuz gibi raflarda yerini aldı. Bu benim için inanılmaz bir sevinç ve mutluluk kaynağı oldu. Kitap çıkaranlar iyi bilir. Kitaplar yazarların çocukları gibidir. Benim için de öyle oldu... Bu heyecan ve sevinç 20-28 Kasım tarihleri arasında Mersin’de altıncısı yapılan CNR Kitap Fuarında da devam etti. Ancak 27 Kasım akşamı aldığımız acı haber hem şaşkınlığa hem de hüzne boğdu  bizi. Eşimin ablasını kaybettiğimizi öğrenmiştik. Hem de çağın vebası olan Covit 19 virüsü sebebiyle... Daha bu acıyı kabullenememişken hemen ertesi gün ablam gibi sevdiğim kuzenimin ölüm haberiyle sarsıldım.

Güzel ülkeme baktığımda ise benden pek farklı olmadığını görüyorum. O benden daha fazla buruk  ve hüzünlü hatta yaslı... Sebebi herkesçe malum... Kötü yönetim ve sonucunda ona reva görülenler... Mış gibi, mahsuzcuktan, evcilik oynar gibi, dostlar alış verişte görsün, kitabına uydurmakla, ben  yaptım oldu dayatmalarıyla gelinen nokta... Sonuç mu? Sonuç ortada güvensizlik, belirsizlik, umutsuzluk, mutsuzluk, işsizlik, açlık, sefillik perişanlık ve daha neler neler... Bir devletin varoluş garantisi, temeli olan ekonomi yönetimini “gözlerindeki ışıltı”yla çözüme kavuşacağına inanan bakanlar. Daha ne olsun pamuk ipliğine bağlı bir ekonomi, bir gecede yapılan açıklamalarla perişan edilen halk...  Bildiğiniz şeyi detaylandırmaya ne hacet... Deveye “boynun neden eğri”  diye sormuşlar. O da “nerem doğru ki?” diye yanıtlamış. Biz de öyle değil miyiz? Nereyi tutsak elimizde kalıyor... Ülkede sorun mu biter?

 Acaba diyorum üzerimize çöreklenen bu kara günler, babaannemin dediği gibi armağanını bırakarak bizi terkedecek mi? Ne dersiniz? Ben diyorum ki gitsin de armağanını bırakmasa da olur...

 

 Okurlarıma sevgilerimle,

 Hanife Mert

16 Kasım 2021 Salı

Orhan Veli Şiiri Aşık Olduğu Bir Kadını Sever Gibi Severdi!

Orhan Veli yaşamı boyunca yalnızlık, yoksunluk ve yoksulluk içinde parasızlıkla boğuşurken bile çok sevdiği şiirle soluklanmayı bilmiş, sevdasıyla yaşama tutunmayı başarmış bir şairdir.

Melih Cevdet’in deyimiyle Orhan Veli şiiri; “Âşık olduğu bir kadını sever gibi severdi...” işte usta şair sevdasını ve şiiri kendisiyle öylesine özdeşleştirmişti ki, şiirsiz Orhan Veli, Orhan Velisiz de şiir düşünülemezdi. O bazen yaşadığı gibi yazar, bazen de şiirlerinde yazdığı gibi yaşardı...
Otuz altı yıllık kısa yaşamında iki büyük savaşa, sayısız devrimlere tanıklık etmiş, birebir çalışmalarda bulunmuş, hatta kendisi de şiirde bir devrim yaparak, Köklü Türk şiir geleneğine hatırı sayılır bir yenilik getirmiştir.
Usta Şair, kısacık yaşamında sıradan mı sıradan, yoksul mu yoksul bir hayat yaşadı. Hayatın içinden ve yine hayatı anlatan şiirleriyle edebiyat dünyasını sarstı. O, şiiri anane şiir olmaktan, şairanelikten, belli kalıplardan ve burjuva sınıfının tekelinde duygusallıktan kurtarmış, gerçek halkla buluşturmuştur. Çocukluğundan ömrünün sonuna kadar yanında olan ve hiç ayrılmayan Oktay Rıfat, Melih Cevdet’le birlikte tüm çilelere göğüs gererek Garip Akımını gerçekleştirmişlerdir. Zamanın ünlü şairleri, edebiyatçılarına rağmen. Onlar yirmili yaşlarda pek çok kişinin cesaret edemeyeceği bir oluşuma önderlik etmişlerdi. Karşılarında çok donanımlı başarılı bir edebiyat ordusuna karşı, tek başlarına donanımlı bir ordu gibi karşılık vermişlerdir. Hakaretlere aşağılanmalara karşı, nazikçe kırmadan incitmeden nükteli sözlerle karşılık vermişlerdir. Zira Orhan Veli Orhan Akbal’a söylediği, “Aleyhimde söylenen sözlerin, lehimdekilerden çok olması beni mutlu eder.” sözüyle kendisine yapılanlara tepkisiz kalmış, gerektiği zaman nükteli sözlerle şiirlerini savunmuştur. İlk garip şiirlerini 1941 yılında çıkardıkları Garip adlı kitapla duyurmuşlardır. Orhan Veli adıyla çıkan kitap, Orhan Veli’nin yazdığı önsözle kitap olmaktan ziyade bir manifesto özelliğini taşımaktadır. Bu bağlamda;

Orhan Veli'ye göre şiir;

"İnsanları duygusallığa sevk eden ve belli bir kesime hitap eden sözcükleri; aruz- hece gibi ölçülerle; redif, kafiye, mısra gibi dayatmalarla ve ayrıca teşbih, teşhis gibi sanatlarla kurallara boğmaktan kurtarmak gerekiyordu. Şiir duyguya değil, akla hitap etmeliydi. Şiir sözcüklere yüklenen anlamlardan oluşmaktaydı. Bu nedenle sözcükler özgürleştirilmeli, duygular anlatılırken net ifadeler kullanılmalıydı. Şiir bir kesime değil, tüm halka mal edilmeliydi. Dağdaki çoban, şehirdeki memur, meyhanedeki sarhoş, sokaktaki satıcı, kerhanedeki hayat kadını, hapishanedeki kader mahkûmu da şiire konu edilmeli, onlar da şiir okuyabilmeliydi...”
Kendini doğruluğun ve samimiyetin emrine veren şair, bu düşüncesini gerçekleştirirken şiiri halka götürmüş, adına "halkça" dediği ve halkın da anlayabildiği bir dil kullanmıştır.
Orhan Veli tıpkı şiirlerinde kuralları kaldırıp sözcükleri özgürleştirdiği gibi, yaşamında da özgür olmayı seven bir insandı. Onun bohem hayat tarzı başta ailesi olmak üzere pek çok kişiye garip gelmiştir. Dost arkadaş canlısı bir insandı. Çocukluğundan beri; elleri nasırlı alnından şıpır şıpır ter akarak geçimini sağlamaya çalışan insanları çok sevmiştir. Bu insanları şiirlerinde görmek mümkündür. Örneğin Kitabe-i Sengi Mezar (Mezar yazıları) adlı şiirinde “...Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” diyerek ayağı nasırlaşmış halktan birini şiirine konu etmiştir.

Kitabe-i Sengi Mezar Şiiri Orhan Veli’nin yaşamında dönüm noktası olmuştur. Zira bu şiir dönemin kelli felli edebiyatçıları tarafından hakarete varacak şekilde eleştirilirken, halk tarafından kabul görmüş bir şiirdir. Orhan Veli’nin pek çok şiirinde benzer özelliklere rastlanır.
Orhan Veli’nin şiirlerinin temel özelliği, daha önce yayınlanmış şiirlere benzememesi, dönemin önemli şairlerinin şiirlerine benzememesi (Nâzım Hikmet, Yahya Kemal Beyatlı...) şiirlerinin kafiye, redif ve mısradan yoksun olması, duygusallıktan uzak, gerçekçi bir anlatımla düşüncenin direkt ifade edilmesi, konuşma diliyle yazıldığı için okuyucunun kolay anlaması, yazımının da kolay olacağı izlenimini vermesi gibi özellikleri taşıyordu.

Ünlü şairimiz Orhan Veli, gençliğinin baharında, 14 Kasım 1950 tarihinde otuz altı yaşında aramızdan ayrıldı. Ünlü şairimizi ölümünün 71. Yılında minnet ve şükranla anıyoruz. Ruhu şad olsun.

Toplum olarak bize düşen ünlü şairlerimize, edebiyat ve sanat insanlarımıza sahip çıkmak, onları iyi tanımak ve bizden sonraki kuşaklara tanıtmak en önemli görevimiz olmalı.



Muhabbetle

Hanife Mert

22 Ekim 2021 Cuma

Eskici

Eskiden yeterdim kendime,                                                                                                                                 
Artardım bile.

Şimdi ne yapsam nafile!

Ve

Kim demiş "can eskimez" diye

Bu can tedirgin tende

Can da eskimiş

Ben de...

Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Eskici adlı şiirinde ifade ettiği gibi her ne kadar kabul etmek istemese de insan, gençliğinde verdiği hayatta kalabilme var olabilme mücadelesi, onu ruhen ve bedenen yıpratmıştır. Artık gençlik günleri geride kalmış yorgun, yaşlı ve eskimiş bedeni sona yaklaşmış olmanın tedirginliğini hissetmektedir.
İnsanın en verimli üretken olduğu bir dönem vardır. Gençlik, hani kanının deli aktığı delikanlılık dönemi. Hani taşı sıksa suyunu çıkardığı, bastığı yerden ses getirdiği, her şeye herkese yetiştiği dönem... İşte gün gelir gençliğin elden gittiğini haber verir azaları. Saçlar beyazlar, derileri buruşur, ruhta ve bedende yorgunluklar baş gösterir.

Artık güç, kuvvet, anılar, yaşanmışlıklar birer birer rafa kalkar, geçmişe eskiler arasına saklanır. Bu habercilerin haberine kulak vermek istemez insan. Kendini gizlemenin yollarını arama gayretine girer. Eskimeyi yaşlanmayı kabullenmek istemez. Ama nafile...İstemese de can da tıpkı beden gibi hatıralar gibi tende eskir.

Ten kafesine sığamaz olur. Kendini eskilerde geçmişte mazide aratır hale gelir.
Maziyi hatırlamak bazen iyi gelir yüreğe. Eskiden yaşadığı tüm güzellikler çiçeklenir yeniden kalbinde. Uzun zamandır içinden çıkamadığı sorulardan sorunlardan, yoğunluktan olumsuzluklardan kurtulur anlık da olsa. Yüreğe iyi gelen bu küçük mutluluklar için eski olan her şeye bakmak yeterlidir. Kimi zaman gözlerde nemli yürekte hüzünlü bir hal yaşatsa da, eskiler güzeldir. Anlam doludur, hatıra doludur... Gelecek için umut olur eskimiş yüreklere...
Her yaşın kendine özgü bir güzelliği vardır. Aslolan yaşanılan anı farkına vararak yaşamaktır. Erdemli, ahlaklı, saygı ve sevgi ortamını içselleştiren, başkalarını ötelemeyen, kibir ve güç bataklığına saplanmadan örnek bir hayat yaşamanın önemini kavramalı.

Muhabbetle,

Hanife Mert



 

17 Ekim 2021 Pazar

SEMİR BOLAT İLE AKDENİZDEN DALGA DALGA HANİFE MERT



İÇEL Televizyonu Akdeniz'den Dalga Dalga Programına Semir Bolat'ın konuğu

olarak katıldım. Programda edebiyat, şiir ve sanat adına keyifli bir söyleşi yaptık.

Keyifle izlemenizi diliyorum.

25 Eylül 2021 Cumartesi

Neremiz Doğru ki?


 

Televizyondan akşam haberlerini izlemek benim için uzun zamandır vazgeçemediğim ve alışkanlık haline gelen bir durum oldu. Nur içinde yatsın dedem de babam da haberleri hiç kaçırmazdı. Çocukluğumun anıları arasında dedemin dişsiz ağzıyla bize "susun çocuklar, acans dinliyorum" diyen sesi kulaklarımda hâlâ. Belki de onlardan gelen bir alışkanlıktı bu.
Eşim ve kızlarımın, her fırsatta haberleri izlememem konusunda verdiği tepkiler etkisiz kalıyor. Çünkü ben  ısrarla izlemeye devam etmek istiyorum. Onların tepkisi benim üzülmemem  ve kendimi strese sokmamam içindi.
Güzel ülkemin durumu hepimizce malum. Hangi birini yazayım ki… Hani hepimiz biliriz deveye; “senin boynun neden eğri?  diye sormuşlar. O da  “nerem doğru ki?" diye yanıt vermiş.

     Bizde de öyle değil mi? Nereyi tutsak elimizde kalıyor. Her tarafımızdan bela musibet yağıyor. Her defasında son olur inşallah diye dileklerde bulunduğumuz, ama neredeyse her gün sessiz sedasız toprağa verdiğimiz gencecik fidanlarımız, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, hırsızlık olayları, haksızlık hukuksuzluk olayları, eğitimdeki çarpıklıklar, masum hayvanlara yapılan insanlık dışı zulümler, kavgalar, tacizler, tecavüzler, açlık, almış başını giden enflasyon, fakirleşen açlık sınırının altında yaşamaya çalışanlar, ne iş olursa yapmaya razı insanların olmasına rağmen, işsizliğin tavan yaptığı bir toplumda daha nelerden bahsedilir ki...

 İnsanların ötekileştirildiği, adam kayırmacılığın tavan yaptığı, hukukun kişilere göre işletildiği durumlarından bahsetmiyorum bile. Bir de söylemeden geçemeyeceğim. Covit 19 virüsünün hiçbir engel tanımadan önüne çıkanı kırıp geçirdiği, sürekli varyantların arttığı bir durumda, buna dur diyecek bir babayiğidin henüz çıkmadığını düşünürsek, söylenecek sözlerin ne kadar kifayetsiz kaldığı aşikâr...

   Haberleri elbette internette gazetelerden de okuduğum oluyor arada. Ama illaki televizyondan izlemek beni rahatlatıyor. Sanki bir şehit haberinde şehit yakınlarıyla birlikte üzülmek, annesi ölen bir çocuk için üzülmek,  yapılan bir haksızlığa birebir tepki vermek, kızmak hakaret etmek, eleştirmek, az da olsa güzel bir olaya sevinmek… Daha da önemlisi toplumun içinde olduğumu hissettirmekti. 
  Yaklaşık üç gün önce izlediğim bir haberden bahsetmek istiyorum. Daha önceden örneklerini çok gördük. İllaki hepimizce bilinen bir konu... Haberlerde; sokak aralarında, park köşelerinde, apartman boşluklarında, yıkık harabelerde dünyadan bihaber, yerlerde sere serpe yatan gençlerimizi gösteriyordu haber muhabiri. Bu çocukların durumu bir anne olarak  içimi  acıttı. Bu gençlerimize neden sahip çıkılmıyor? Devlet neden bunları koruma altına almıyor? diye hayıflandım kendi kendime. Sonra bu gençler üzerinden milyonlar kazananlara verdim veriştirdim. Hiç mi içiniz sızlamıyor? Bu gençler de ana kuzusu! Bir çocuk kolay yetişmiyor… Haber muhabiri bonzai illetini kullanma yaşının 10- 12 yaş gurubuna kadar indiğini söylüyordu. Çocukları; "Bir kereden bir şey olmaz!” diyerek kandırıyorlarmış. Ülkemizde yeşillikler yok edilerek  devasa AVM ler yapılıyor. Büyük iş merkezleri açılıyor. Açılsın elbette, denizde yüzen cami planları projeleri yapılıyor. Yapılsın ülkemiz güzelleşecekse, çağı yakalayacaksak olsun. Ama lütfen bu uyuşturucu tacirleri ile etkili mücadele yöntemleri de arttırılsın. Ayrıca uyuşturucu belasının kollarına atılmış bu gençlerimizi tedavi edecek rehabilitasyon merkezlerinin sayıları da arttırılsın. Toplum ve  aileler bu konularda bilinçlendirilsin. O gençlerin her biri bizim geleceğimizi inşa edecek toplumsal yapı harçlarımızdır. Sahip çıkılmalı...

Özetle “Bir kereden bir şey olmaz” demeyin. Bir anda hayalleriniz son bulur, düşler kabusa döner, umutlarınız yok olur, beklentileriniz biter, hayat hikayeniz son bulur... Kısaca bir kereden sayamayacağınız kadar çok şey olur.

Muhabbetle,

Hanife Mert

 

21 Eylül 2021 Salı

Eskiden mi Güzeldik? Yoksa Eskiler mi Güzeldi?


Her geçen gün geçmişe duyulan özlemimiz artıyor. Buna sebep içinde bulunduğumuz yaşam şartlarının günden güne zorlaşması olsa gerek. Bu durum insanların kabuğuna çekilmesine, kendinden başkasına ne olduğunun önemsenmemesine sebep olmakta. Yani insanları bencilleştiren, yalnızlaştıran bir yaşam tarzı benimsemesidir. 

Hal böyleyken sorunlarıyla kendi başına mücadele etmeye çalışan insan, geçmişin dayanışma, yardımlaşma, paylaşımcı, sevgi, saygı, dostluk duygularını ön plana alan bireylerin olduğu bir yaşama özlem duymakta. Maalesef bizler erdem sayılan bu güzel değerlerimize sahip çıkamadık. Onları ne bugüne ne de gelecek kuşaklara taşıyamadık. Gelecekte yaşayacak olanlar bu değerlerin varlığından habersiz bir yaşam tarzı benimseyeceklerdir belki de. Kim bilir...   

  Buna bir de yöneticiler tarafından yürütülen dengesiz, basiretsiz politikalarla toplumu oluşturan bireyler arasında adil olmayan bir gelir dağılımıyla geçim kaygısı eklenince yaşam çekilmez bir hal almakta. Kimi alabildiğince varlıklı şatafat içinde yaşarken, kimisi de yaşamını zorluklarla kazanarak günü kurtarma, karnını doyurma çabasında. Bu dengesizlik bireylerin yarınından umudunun azalmasına kiminin ise tamamen yok olmasına neden olmaktadır. Özetle  bakıldığında bu zorlu yaşam şartlarının bir sonucu olarak hayatından memnun olan yok. Kiminde gelecek kaygısı, kiminde günü kurtarma çabası, kimi de karnını doyurma derdinde.

Yaşadığım site ana cadde üzerinde. Günün her saatinde insanlar cadde ve sokakları dolduruyor. Geceleri de sokak lambasının ışığında canlılık devam ediyor...

  Sokak ve caddelerde oluşan çöp konteynerlerinin etrafında insanlar görüyorum. Her biri kendince o günkü rızkını çıkarmanın derdinde. Elleri yüzleri kirden siyahlaşmış, giysileri rengini kaybetmiş şekilde...  Bazısı da marketlerin pazarların önünde bekliyor. Bozulmaya yüz tutmuş sebzeleri meyveleri alarak o da o günkü rızkını elde etme düşüncesinde...
 

 Her nerede olursa olsun, çöp konteynerinde bulduğu ekmeği yemek durumunda kalan bir tek kişinin dahi olması, o toplumu yönetenlerin sosyal devlet olma işlevini yerine getirmediği ve  o toplumun da sosyal yardımlaşma dayanışma ruhunda bozulmanın olduğunun bir göstergesidir.

 Bizler çocukluğumuzda “komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” felsefesiyle yetiştik. Yardıma muhtaç insanlara yardım edilmesi gerektiği yönünde öğütler aldık. 

Annem; "göz hakkı olur" der evimizin önündeki tarlada yetişen sebze ve meyvelerden komşulara da verirdi. Hatta biz alışalım diye, komşuya bizimle gönderirdi. Sadece annem değildi, sokağımızda herkes benzer şekilde kendinde olanı paylaşırdı...   Ancak görünen o ki bizim kuşak ailemizden aldığımız güzel davranışları bugünlere taşıyamadık. İnsanın aklına eskiden mi güzeldik? Yoksa eskiler mi güzeldi? diye sorası geliyor. Eskiden bir toplulukta bulunan insanlar arasında yaşam kalitesi açısından bugünkü kadar fark yoktu. Dolayısıyla insan da düzende bozuk değildi. Hem eskiler hem de eskiden güzeldi her şey. İşte bu yüzdendir, bugün insanın düne özlem duyması...

Son söz olarak, dilerim en kısa zamanda toplumu oluşturan bireyler arasındaki ekonomik ve sosyal dengesizlikler düzelir, her birey milli gelirden eşit oranda adil bir biçimde pay alır, insanca yaşayabileceği saygın ve kaliteli bir yaşama kavuşturulur.

 


Muhabbetle,

Hanife Mert









9 Eylül 2021 Perşembe

Güzel Yaşamak İstemez misiniz?


Her ne kadar güzellik göreceli bir kavram olup kişiye göre farklılık gösterse de, insanın sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi için iç güzelliğine, ruh güzelliğine önem vermesi gerekmektedir. Ruhunu güzelleştiren ona uygun gıdalar veren kişi, yaratılan her şeyde güzeli arama, güzeli görme ve gördüğü çirkinlikleri güzelleştirme eğilimindedir.

İnsan her ne yaparsa yapsın illaki öncelikle sağlıklı bir ruh yapısına sahip olmalı. Bu durum kişinin kendi ile barışık yaşamasını, insanları, birlikte yaşamak zorunda olduğu diğer canlıları ve hayatı sevmesini, onlara karşı sorumlu, saygılı, dürüst şefkat ve merhametli davranmasını sağlar. Bunun için önce ön yargılarından kurtulmalı, olaylara karşı bakış açısını değiştirmeli, güzel düşünmeli, kendini çıkmaza sokacak eylemlerden uzak durmalı. Zira" Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayattan tat alır." demiş Mevlana.

Her insan huzur ve güven içinde yaşamak, dostluğun ve sevginin var olduğu ortamlarda olmak ister. Bulundukları yerlerde sevgi, saygı, huzur, mutluluk, barış, kardeşlik, hak ve adaletin özlemini duyar. Lakin özlediği bu ortamın oluşması yönünde kendisi gayret göstermek istemediği gibi, dostluğu, güler yüzü, güzel sözü karşısındaki kişilerden bekler ya da bu ortamları sağlayacak birilerinin çıkmasını bekler.

 

Bu yönüyle de insan toplumsal bir varlıktır. Yaşadığı toplumun olmazsa olmaz taşlarından biridir. Kendini yaşadığı toplumdan ve o toplumu ilgilendiren değerlerden soyutlayamaz. Hal böyleyken toplumun bir parçası konumunda olan her bireyin özlemini duyduğu değerlerin oluşması, yerleşmesi, gelişmesi ve devamlılığının sağlanması adına üzerine düşeni yapması gerekmez mi? Herkesin olanakları ölçüsünde büyük küçük, az çok yapabileceği mutlaka bir şeyler vardır. Bunun için biraz duyarlı olması yeterli.  

 

Örneğin,  bu sıcak yaz gününde açlıktan susuzluktan takati kesilmiş hayvanlar için evinin bir köşesine bir tabak yemek veya su koymak, yaşlı ve kimsesizleri ziyaret edip gönlünü almak, birilerine selam vermek, tebessüm etmek, insanlara iyi niyetli dürüst davranarak dostluk için küçük kapılar aralamak, birliği güçlendirmek, milli manevi değerlere sahip çıkılması yönünde önderlik ve örneklik ederek teşvik etmek, haksızlık karşısında onurlu ve dik duruşunu korumak, evinde sokağında, mahallesinde hoş olmayan göze hoş görünmeyen olumsuzlukları düzeltmek gibi yükte ağır pahada hafif erdem sayılan güzel davranışları sergilemek gibi.

 

Kolay değil elbet gönüller arasında pencere aralamak. Zira sevgi ve dostluk bağları kurmak emek ister, sabır ve özveri ister. Maalesef günümüzde bu değerler yeterince önemsenmiyor. İnsan için varsa yoksa kendi çıkarı ve kazanımı ön planda...

 

 Bir toplumda her birey sadece  kendi çıkarlarını, rahatını düşünerek hareket eder, konuşur ve kendi çıkarları doğrultusunda yaşarsa bencil, huzursuz, mutsuz, agresif insanlardan oluşan bir toplum halini alır. Böyle bir toplumda hak ve adaletten, birlikte huzur içinde yaşamaktan söz edilemez. Hak hukuk adaletin kişilere göre farklılık gösterdiği bozuk ve bozguncu bir düzen hakim olur.

 

Zira, toplumun yetiştirdiği her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcu vardır. Yaşadığı toplumu güzelleştirmek, temel değerlere sahip çıkmak, yaygınlaştırmak, geliştirmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve kendinden sonra gelecek kuşaklara en güzel şekilde bırakmak insanın asli görevidir. 

Oysa biz ney yapıyoruz? Kapitalist dünyanın aldatıcı büyüsüne kaptırdık kendimizi gidiyoruz. Her türlü kazanımlarımız "ben" merkezli... Hayatımızda yer eden her şeyi maddi bir değerle ölçüyor, her insana bir etiket yapıştırıyoruz. Son yılların iletişim ve teknoloji çılgınlığı, televizyonların ışıltılı dünyası da bizim maddeciliğimize çanak tutuyor. Pahalı en iyi son moda olan ne varsa alıyoruz, ve doymak bilmiyoruz. Hep bir tarafımız aç. Giderek hep tatminsiz, mutsuz ve yalnız insancıklar olduk. Bizler küçüldükçe faturalarımız büyüdü, borçlarımız kabardı ama biz hala küçücüğüz, büyüyemedik.

Biz bu yaşama alıştık veya alıştırıldık. Artık kazanmanın yerini emek sarf etmeden, alın teri dökmeden kolay yoldan kazanmak aldı. Güçsüzü ezmek, zalimi alkışlamak, güçsüzün kafasına vurup elinden ekmeğini almak, kolay kazanmak uğruna başkalarını kullanmak, kırmak başarılı akıllı insan oldu.

İçimizde büyüttüğümüz hırslarımız, bizi küçülttü. İnsanlığımızı, dostluğumuzu, dostlarımızı, saygınlığımızı, toplumsal benliğimizi kaybettirdi. Düzensiz, sistemsiz, kalitesiz bir yaşam sürmemize neden oldu. İnsana verilen değer neredeyse kalmadı. İnsanın kazandığı paranın değil, paranın kazandığı insanların değeri arttı. Araç amacın önüne geçti...

Gözlerin, kulakların zihinlerin açılması ve insanlığın kazandığı insani değerlerin artması, güzel görüp, güzeli düşüneceğimiz ve güzel yaşayacağımız günlerin gelmesi dileğiyle.

 

 Muhabbetle,

Hanife Mert


19 Ağustos 2021 Perşembe

Kibir Hırs ve Kıskançlık Cana Yüktür

 

Yıllar geçtikçe zaman  değişiyor. Buna parelel olarak insanlar değişiyor. Ardından ihtiyaçları, beklentileri, düşünceleri, istekleri, öncelikleri değişiyor. Bu değişim onun  hayat felsefesini yaşam biçimini de değiştiriyor.
Bu değişime farklı bir açıdan bakan Hüseyin Güzel Hocam der ki;“Yaşam kulvarında zaman en iyi yargıç olsa da akıllara gelen soru şu; insanlar neden değişiyor? İhtiyaçları, istekleri, hükmetme arzuları, zalimlikleri, yok etme girişimleri neden dur durak bilmiyor ve değişiyor?
Farklı düşüncede kulaç atanlar için değişimin ana sebeplerine verilecek cevaplar hiç kuşkusuz farklı olacaktır. Değişimin ana kumandasına bakıldığında karşımıza egemenler, emperyalistler, kapitalistler ve bu sistemden palazlanan piyonlar çıkıyor.” diyor.

 Bu bağlamda sermaye sahipleri kapitalist, emperyalist güçler ve bunların gücünden etkilenerek kendilerini köle yapanlar ve karşılarında el pençe divan durmaya çalışanların cehaleti de içler acısı...

Kibir ve bencilliğin tavan yaptığı bir zamanda yaşıyoruz. Bencillik o boyuta geldi ki bencil insan her şeyde “ben” diyor başka da bir şey demiyor. Ben bilirim, ben yaparım, ben haklıyım, ben doğruyum, ben yaparsam olur düşüncesi hükmetmiş vicdanına. Karşısındakine fırsat vermek şöyle dursun,  onu eleştiren, rencide eden, küçümseyen, ötekileştiren hatta onunla alay eden tavırlar bu insanlar arasında revaçta. Benciliğin ardından kibir de kendini göstermekten geri durmuyor.

Konuyla ilgili olduğunu düşündüğüm Mesnevi’den bir hikaye paylaşmak isterim. Mevlana Mesnevi’de şöyle bir hikaye anlatıyor;

“Kendini beğenmiş kibirli bir gramer (nahiv) bilgini, boğazdan karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve gururla oturdu yerine.
Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir insandı. Hiç ses çıkarmadan küreklere asılıyor, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmek ve üç beş kuruş kazanmak istiyordu.
Denizin orta yerine geldikleri sırada bilgin küçümser bir eda içinde sordu:
-Sen hiç gramer okudun mu? Dil biliminden anlar mısın?
Kayıkçı:
-Hayır efendim dedi, ben cahil bir kayıkçıyım, dediğiniz şeylerden hiç anlamam.
-Vah vah dedi bilgin, ömrünün yarısı boşa geçmiş!
Böyle bir süre ilerledikten sonra rüzgar şiddetini artırmaya, dalgalar büyümeye başladı. Denizde fırtına çıkmış, bilgin korkmaya başlamıştı.
Kayıkçı olağanüstü bir güçle kurtulmaya, sağ salim karşı kıyıya geçmeye çalışıyordu. Gördü ki artık kurtuluş ümidi yok, bilgine dönüp sordu:
-Efendim, yüzme bilir misiniz?
Bilgin:
-Ne yazık ki bilmiyorum diye inledi.
O zaman kayıkçı:
-Vah vah dedi, şimdi ömrünün hepsi boşa gidecek! Keşke gramer bileceğinize benim gibi yüzme bilseydiniz de canınızı kurtarsaydınız, der.
 

 Kibir ruhu kaplayan deridir.” der Nietzsche.  İnsanı alçak gönüllü olmaktan uzaklaştırır. İnsanın kibri arttıkça hırsı ve kıskançlığı da artıyor. Bu durumsa insanı mutsuz ediyor. Kibir, hırs ve kıskançlık insan ruhuna yüktür. Huzurlu ve mutlu bir yaşam düşleyen bu yükten kurtulmalıdır.

 

Muhabbetle,

Hanife Mert

 

 

 

 

 


13 Ağustos 2021 Cuma

KADIN VE KAYIP





İnsan kaybetmeye görsün. Bir yerden başladı mı, arkası çorap söküğü gibi gelir. Hızına yetişemezsin. Üzerine balyoz gibi inen kaybın etkisi  karşısında dizlerinin bağı çözülür, olduğun yere çöker kalırsın. Yüreğin yanıp kavrulurken, gözyaşların o yangını söndürmede yetersiz kalır.

Özellikle son günlerde çok kayıp verdik, çok... Hepimizce malum ormanlarımız, içinde yaşayan hayvan dostlarımız, evlerimiz,  canlarımız gitti. Günlerce endişeden korkudan nefesimiz tükendi. Biz bu kayıplarımıza ağlarken, duyduğumuz bir kayıp vardı ki tarif etmeye sözcükler yetmezdi. Yirmi bir yaşında  bir fidanımızı geleceğimizi kaybetmek bizi şaşkına çevirdi. Üzüntümüzü ifade etmeye sözcükler yetersiz kaldı. Üniversite öğrencisi Azra Gülendam Haytaoğlu adındaki kızımız hunharca canice öldürülmüştü. Sadece Azra değildi, ardından başka kadın cinayeti haberlerini okuduk öğrendik üzüldük, ağladık, ah vah ettik...  Ancak ah vah etmekle kadınlara reva görülenler çözüme kavuşturulmadı...

Maalesef ülkemizde kadınlar şiddet görüyor. Kimi sokak ortasında, kimi gizli bir köşede, kimi de çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine. Cani bir el son kez dokunarak onu bu hayattan koparıyor. 

Eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Bahane mi? Bahane çok,  kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor.

Oysa kadın değerlidir. Özünde koskoca bir dünyayı barındırır. İnsan olmanın en temel unsuru, en büyük mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, bacıdır, eştir, yardır.  O, Mustafa Kemal Atatürk'ün;" Dünyadaki her şey kadının eseridir." sözüyle taçlandırılarak yüceltilmiştir. Çünkü kadının değersizleştirilmesi toplumun hatta dünyanın değersizleştirilmesi demektir.

Kadın konusunda  çok fazla yazılıyor, konuşuluyor, sivil toplum örgütlerince çalışmalar yapılıyor. Hatta bir kadın olarak ben de bu konuda çok fazla yazdım, hala yazmaya devam ediyorum. Yetmedi iki tane de kitap yayımlattım. Ancak etkili olamadık... Kadın istismarı hızını kesmeden devam etti. Her zamanki gibi ateş düştüğü yerde kaldı. 
Bu da yetmezmiş gibi vahşeti, şiddeti, zulmü işleyen canilere hak ettikleri cezaların verilmemesi,  hakimlerimizin  ceza indirimine gitmesi yürekteki ateşi daha da körükledi.

Bu aşamadan sonra lafı daha fazla uzatmak yerine, yazımı yönetenlerden isteğimi tekrarlayarak bitirmek  istiyorum. İsteğim odur ki; bizi yönetenler toplumun bu önemli sorunu ciddiye alınmalı ve çözüme kavuşturulmalıdır. Öncelikle kadının eğitimine önem verilmeli. Çünkü kadın öğrenirse çocuklarına da öğretir. Kadının istihdam edilmesi için gerekli ortam hazırlanmalı. Çünkü kadın ekonomik açıdan özgür olursa, özgür çocuklar yetiştirir. Özgür çocuklar özgür ve güçlü toplum demektir.  Çocuklarımızı cinsiyet ayırımcılığından uzak tutmalı. Erkek çocuklarımıza annesine kız kardeşine saygılı olması gerektiği gibi onların dışındaki kadınlara kızlara da saygılı nazik olması öğretilmeli... 

Okurlarıma sevgilerle,

Hanife Mert












3 Ağustos 2021 Salı

Çaresizlik!

Çaresizlik nedir bilir misin? Çaresizlik,  insana en çok acı veren hislerden biridir kanımca. Çünkü canım dediğin, tüm gücünle bağlandığın, canını bile feda etmekten çekinmediğin en değerlin gözlerinin önünde cayır cayır yanarken, yok olurken sen elin kolun bağlı çaresiz onu izlemek durumunda kalırsın. Bu süreçte yüreğin daralır, nefesin kesilir, için cayır cayır yanar da o yangını söndürmek için elinden bir şey gelmez...

Ülkemizin özellikle kıyı bölgelerindeki ormanlarda başlayan ve pek çok şehirlerimize hatta köylerimize kadar yayılan yangın karşısındaki çaresizliğimiz gibi. Yaklaşık beş gündür söndürülemeyen yangın, ülke yönetiminde söz sahibi olan yöneticilerin yetersizliği nedeniyle, her birimizin yüreğinde farklı yangınlara ve acılara sebep olmaktadır.

Çaresizliğin ne kadar zor olduğunu anlamak için Manavgat Belediye Başkanı'nın elinde telefonuyla yere çöküp gözyaşı dökmesinden anlamak mümkün. Sadece belediye başkanı mı?  Evini, yuvasını ve geçim kaynağı hayvanlarını kaybeden insanların korkudan endişeden ve çaresizlikten yuvalarından fırlayacak gibi bakan yaşlı gözlerinden, yangından kaçamayan yanan canlıların kömür olmuş iskeletlerinden... Sırtına tonlarca ağırlıktaki ve metrelerce  uzunluktaki hortumu sırtlayarak yangın söndürmek için mücadele etmeye çalışan kadınlarımızın bakışlarındaki acıdan. İçindeki eşyalarıyla birlikte evi yanarak viraneye dönen eviyle birlikte anılarını, hayallerini, ümidini kaybeden genç kızımızın yanan göz nuru el emeği çeyizinin kül olması nedeniyle akıttığı gözyaşlarından.  Viraneye dönmüş evine bakarak: "Ben kanser hastasıyım, içeride eşyalarımla birlikte tedavi param da yandı kül oldu" diye ağlayan teyzenin gözlerine ve daha nice hikayelere bakmak lazım...

Bu ülke bu ulus tüm çaresizlikler içinde bile, kendine yeni çareler üreterek her defasında küllerinden doğarak yeniden ayağa kalkmıştır. O, bu gücü tarihinden, ulu önderi Mustafa Kemal Atatürk'ün kendine aşıladığı güçten ve ruhtan almıştır. Buna inancım sonsuzdur...

Yazımı kendilerini efendi, halkı ise maraba sanan ve öyle davranan, yangında her şeyini yitirmiş acılar içinde kıvranan vatandaşlara çay atan yöneticilere seslenerek bitirmek istiyorum. 

Ben bu yaşıma kadar onca terör eylemi, onca doğal afet, onca toplumsal olay gördüm. Ancak, böyle bir çaresizlik, böyle bir acizlik, böyle bir yetersizlik, böyle bir basiretsizce yönetilen bir yönetime tanıklık etmedim. Ülkenin onca olanakları varken, sudan bahanelerle kullanmadıkları için, çaresiz kalan halk, kendi devletinden değil, başka devletlerden yardım dilenmek zorunda bırakılmıştır. Onlara adeta yalvardık. Ne olur bizi kurtarın! diye haykırdık. Bu durumdan utanç duymayan bizi muhannete muhtaç eden bu ülkeyi yönetemeyen yöneticilere yazıklar olsun! diyorum.

Muhabbetle

Hanife Mert


24 Temmuz 2021 Cumartesi

Çıkmayan Candan Umut Kesilir mi?


  Sabah kahvaltısını çok severim. Sevmek ne kelime, asla es geçemeyeceğim bir öğün. Yok efendim sabahın köründe hiç canım istemez, yok efendim geç saatte yiyemem gibi mazeretim hiç olmadı. Hazır olsa sabah uyanır uyanmaz  yapacağım da... Çocukluğumdan gelme bir alışkanlık. Annem kahvaltı yapmadan asla okula göndermezdi. "Güçlü ve zinde olmak için bu şart " der ardından başarılı olmanın ilk ve önemli kuralı derdi. Çocuklarıma bu kuralı kavratamadım maalesef. Ben mi başarısızdım, yoksa üzerimde annemin ağırlığını daha fazla mı hissediyordum? Ben çözemedim...

  Önceki gün sabah kahvaltı hazırlarken ekmeğin olmadığını fark ettim. Evdeki herkes yatıyordu. Bayram bayram kimseyi rahatsız etmek istemedim. Üşenmeden üzerimi değiştirip maskemi de taktıktan sonra, sitemizin az ilerisinde pide pişirim fırınından sıcak pide almak için evden çıktım. Sitenin giriş kapısının önünde komşumla karşılaştım. İlk dikkatimi çeken dışarıda olmasına rağmen maskesiz olmasıydı. Beni maskeli görünce tedirgin olduğunu gözlerinden anladım. Bozuntuya vermedim mesafemi koruyarak bayramını kutladım.  O anlamıştı anlayacağını. Bazen sözün anlatamadığını gözler çok güzel anlatır... 

Komşumla ayak üstü biraz sohbet ettik. O üzgün ve endişeli gözüküyordu. Ona; " sabahın bu erken vaktinde burada ne yaptığını" sordum? "Hiç sorma" dedi, devam etti: "kafam çok karışık, canım sıkkın" dedi.  Komşumun kızı bu yıl üniversite sınavlarına girdi. Kızının sınavının iyi gitmediğini beklediği puanın gelemeyeceğini dolayısıyla da istediği bölüme yerleşmesinin neredeyse imkansız olduğunu söyledi. Ardından, benim için sorun değil. Ancak kızım çok kafasına takıyor. Zaten sınava girmeden önce psikolojik sorunlarımız vardı. Çocukta panik atak başlamıştı. Uzmandan yardım alıyorduk. Aynı hatta daha yoğun bir şekilde sıkıntılarımız devam ediyor." dedi. Çocuğunun dudaklarının morardığını, yüzünün sarardığını, sürekli bir panik  halinde olduğundan bahsetti.

 Komşumun söylediklerini dinlerken içim acıdı. Komşumdan çok gence gençlerimize üzüldüm. Yaz boz tahtasına çevrilen ve değişen  her milli eğitim bakanının sistemi beğenmeyip değiştirdiği eğitim sistemimizin ceremesini çocuklarımız, geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimiz çekiyordu. Endişeli, özgüveni olmayan, gelecek kaygısı taşıyan gençlerimizle geleceğimizi nasıl güvence altına alacağız ki? diye bir düşünce geçiverdi içimden.  Kaldı ki gerekli alt yapı sağlanmadan  Covit 19  nedeniyle okullar kapatılmış, eğitim online üzerinden yapılmıştı. Basında gördüğüm şekliye pek çok okul internet erişim sorunu yaşamışken, üniversite veya lise giriş sınavlarının yüz yüze yapıldığı yetmiyormuş gibi soruların yüz yüze eğitim verilmiş gibi zor sorulması da gençlerimizi ve ailelerini üzmüştür.  

Komşum kızını tekrar bir uzmana götüreceğini söyledi. Üzüldüm...  Geçmiş olsun dileklerimi ilettikten sonra yanından ayrıldım. Kafamın içinde düşünceler cirit atmaya başladı.

       Hiç şüphesiz her anne baba çocuklarının iyi bir hayat sürmesini, hayat standartlarının yüksek olmasını ister. Bunun için de elinden geleni de gelmeyeni de yapmak için canla başla mücadele eder. Bunun için en temel şey iyi kaliteli bir eğitim alması gerektiğini bilir. Daha okula başladığı andan itibaren başlar kaygısı. Hangi okul daha iyi, hangi öğretmen daha başarılı onun arayışına girer. O da yetmez hangi özel hoca, özel okul, özel etüt merkezi vs. göndermekten çekinmez. Hatırlıyorum da benim arkadaşım, emekli olduğunda aldığı emeklilik tazminatını kızına her dersten aldırdığı özel ders için kullanmıştı. İş sadece maddiyatla bitmiyor ki. Kalitesiz, plansız programsız yap boz tahtasına çevrilen eğitim sistemimizin çocuklarımızın sağlığının üzerinde yaptığı olumsuz etki hayatının her dönemini etkileyecek boyuta gelebiliyor.
 
 Çocukları yarış atı gibi gören, çocuğu sadece sınavlara hazırlayan ve sınavların bitmesiyle öğrenilen bilgilerin de son bulduğu garip bir eğitim sistemimiz var. Hal böyleyken, çocukluklarını yaşamayan,   sevgiden saygıdan yoksun, milli ve manevi değerlerinden uzak bir gençlikle karı karşıyayız. Bunu devlet ve aile olarak el birliğiyle başarıyoruz. Sonra da bize neler oluyor? diye yakınıyoruz.

      Günümüzde çocuk yetiştirmek  zor sanat. İlmek ilmek işlemek lazım hayatı. Sözcük sözcük öğretmeli zorlukları. Tüm bunları yaparken eğitime önce kendimizden başlamalı.  Çünkü kendi kabuğumuzdan çıkamıyoruz. Verdiğimiz ya da vermeye çalıştığımız eğitim kendi çocukluk dönemimizi yansıtan eğitimden ileri gidemiyor. "Ben sizin yaşınızdayken" cümlesiyle başladığımız anda kopuyor tüm ipler.  Gençler okul kaygısı, iş kaygısı, eş kaygısı derken kaygı yumağı içinde bocalamakta. Güvensiz, mutsuz, gergin bir gençlik; gergin, mutsuz, sorunlu bir topluma hazırlık demektir.
      
 Nereye el atsak elimizde kalan, sorun yumağına dönmüş bir toplumdan, sorunlarını asgariye indirmiş, kıyıdan köşeden huzura el atmış bir topluma dönüşür müyüz? Ben de bilmiyorum. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş... Tüm bunlardan sonra iştah mı kalır insanda..?

     Her şeye rağmen LGS, YKS sınavlarına giren gençlerimize başarılar diyor, her birinin istedikleri okullara yerleşmelerini diliyorum.


Muhabbetle,
Hanife Mert

 

20 Temmuz 2021 Salı

Bayram mı? Tatil mi?

Bayramlar bireylerin toplum olarak bir arada yaşamasına olanak sağlayan onlara paylaşmayı, yardımlaşmayı, saygı duymayı, sevmeyi, şefkat ve merhametli olmayı öğütleyen manevi harçlarımızdır. Bu harcı her yıl bir üst seviyeye çıkarmamız gerekirken, çıkarmak şöyle dursun onları her defasında göz ardı etmekten çekinmedik. Bayramları bayram tadında yaşamaktan uzaklaştık.

  Bayramlaşmak tek kişiyle yapılacak bir eylem değildir. Birbirimizle her birimizle ayrı ayrı bayramlaşarak, onun hazzını yaşayarak gerçekleştirilecek bir ibadettir. Bizler bu paylaşımdan tamamen uzak kendi halimizde, kendi derdimizde, telaşımızda etrafımızdan uzak yapayalnız kaldık. Bir de işin içine covit19 virüsü girince, bayram anlamını tamamen yitirdi. Hoş tek sebep covit19 virüsü değil, öyle olsaydı Bodrum, Marmaris, Alanya, Antalya gibi tatil beldelerimiz; sadece dokuz günlük kurban bayramı tatilini fırsat bilen tatilcilerin akınına uğramazdı. Bu şehirlerimiz kapasitelerinin iki katı bir kalabalığa sahip olmazdı. Neymiş, covit19, bayram bahane, tatil şahane felsefesi.

  Klişeleşmiş bir söz vardır, hani hepimizin geçmişe olan özlemini ifade etmek için kullanırız. ”Nerede o eski bayramlar” cümlesi ile başlayan; her birimizin hayalinde farklı anıları çağrıştıran bir söz. Biz bu özlemi dile getirirken, hiç birimiz eski bayramları bayram yapan o dönemlerde yaşayan insanımızın kültürel, milli ve manevi değerlere olan bağlığını sorgulamayız. 

 Elbette eski bayramlar çok güzeldi, çok heyecan vericiydi. Bayramdan bayrama alınan bayramlık elbiselerimizi başucumuzda saklar, heyecanla sabahın olmasını beklerdik. Annelerimizin babalarımızın gözünde hissederdik o heyecanı o telaşı... 

 Özellikle arefe günlerinde kıyasıya bir hazırlık yapılırdı. Onların heyecanı telaşı herkese her yere yansırdı. Çünkü o güzel insanların güzel düşünceleri ve güzel zihniyetleri ile güzelleşirdi eski bayramlar...

İnsanların düşünce ve hayat felsefeleri değiştikçe bayramların da ifade ettiği anlam değişime uğradı.

Bayramları bayram yapan örf ve adetlerimiz, aile sevgi ve bağlılığımız, konu komşu düşüncelerimiz ve en önemlisi dini emirleri göz ardı etmememiz iken, şimdi her şeye bir cevap bularak geçiştiriyoruz. Kurban kesmeyi hayvan eziyeti olarak görmek yada derin dondurucuları etle doldurup altı ay o eti yemek marifetmiş gibi, el öpme yerine cep telefonlarından gönderilen mesajlarla kutladığını sanmak, kafelerde oturma, tatile kaçma olarak algılıyoruz. 

 Her şeyi unuttuğumuz gibi bayram keyfini, sıcaklığını, samimiyetini, ruhani değerlerini unutup, geleceğe aktarmayı ihmal edip sonrada ''nerdeee o eski bayramlar'' diye yakınıyoruz. Kabahat kimde? Hızla koşan zamanda mı, o koşan zamanı yakalayacağım derken eldeki kuşu uçuran bizde mi?

Dileğim, her şeye rağmen bayramlarımızın özlemini çektiğimiz eski bayramların tadında sevincinde yaşanması, küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran, açları doyuran, savaşları sonlandıran, çocukları sevindiren, ülkeme, milletime tüm İslam ve insanlık alemine barış, sevgi, saygı, kardeşlik, güven, adalet, huzur ve mutluluğu hakim kılan bir dünyada bayramı yaşamaktır...

Tüm blog arkadaşlarımın Kurban Bayramı'nı kutluyorum.

 Muhabbetle,

Hanife Mert



 

 

3 Temmuz 2021 Cumartesi

Bir Yere Varmadan Önce Kendine Uğramalı İnsan!

 




Bulutların gölgelediği yıldızsız zifiri karanlık bir gecede, sokak lambalarının cılızca ışığı gibi bir ışık bekliyordu. Ona nefes aldıracak, az da olsa içine huzur serpiştirecek bir ışık... Bu ne mümkün... Sanki gizli bir el yüreğini sıktıkça sıkıyordu. Yüreği sıkıldıkça önüne set gerilmiş bir çağlayan gibi yaşlar göz pınarlarına doluşuyordu. Öyle ki biri dokunsa hemen ağlayacak gibiydi. Boğazı düğümleniyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. İç dünyasında tarif edemediği  sıkıntılar ve hüzünler yaşıyordu. Sanki hayat karabasan gibi  üzerine çöreklenmiş ve o  altında nefessiz kalmış gibiydi.  Kendini çaresiz mücadelesiz onca kalabalığın içinde yapayalnız hissediyordu.

İçinden bir ses her şeyi olduğu gibi bırakıp tanıyanı ve tanıdığı olmayan uzak diyarlara kaçmasını fısıldadı. Bu sesin ardından  tüm yaşanmışlıklar dikiliverdi karşısına...

 İnsan kaçabilir mi? Hem de her şeyi geride bırakarak? Bu mümkün mü? İnsan nereye giderse gitsin kendini geçmişiyle birlikte  götürmez mi gittiği yere? Hali hazırdaki sıkıntıları yetmiyormuş gibi bir de gittiği yerdeki sıkıntılar da eklenmez mi? Derdin birken bin olmaz mı? O halde kaçmak niye? Zira geçmişi  bir sırt çantası gibi sırtındayken... Hal böyleyken, insan kendinden kaçayım derken yine kendine gitmiş olmaz mı? Kaldı ki insanın bindiği gemi de vardığı liman da kendi yüreğinde demirlidir. Ragıp İsfani'nin “Bir yerlere varmak için önce kendine uğramalı insan. İnsanın gideceği bütün yollar kendinden geçer.” sözü sanırım sorumuza yanıt olacaktır.

Zaman zaman her birimiz benzer hisleri yaşarız. Kaçıp kurtulmak! Yok olmak gibi... İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, onun yaşadığı ortamda sürüklendiği algı yanılsamasının bir sonucu olsa gerek kanımca. Ruhun kendisine yabancılaşması, kendisini tanıyamaması da denebilir bu duyguya... Bireyleri bu çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı  toplumun dayattığı yaşam tarzı... Ve akabinde oluşan duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucu olsa gerek. Bu da  insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelmektedir. 

İnsanın bu denli olumsuzluklardan nasıl kurtulacağının yanıtı kendinde gizlidir. Kendine ulaşamamış, kendini bulamamış, kendini tanıyamamış her insan yalnızdır. Ve bu durum onu mutsuz etse de, birilerinden bekler yalnızlıktan kurtulmayı. O, bilemez tanımadığı bir "BEN" le nasıl baş edeceğini. Zira inmemiştir bir gün bile kendi derinine, yüreğine, vicdanının ona neler fısıldadığını duymamıştır. Bu günü de kurtardık mantığı, doğruyu ben bilirim ego tatmini ile iyi taraflarını el üstünde tutmuş, eksi, yanlış olan ne varsa görmezden gelmiştir, itelemiştir kendinden öteye... 

Biliriz ki insan yaratılış itibariyle en güzel şekilde kusursuz olarak yaratılmıştır. Dünya hayatı ile baş edebilmesi için gerekli olan her şey onda mevcuttur.  O, kendini tanıma zahmetinde bulunmadığı sürece, sahip olduğu cevherin farkında olmadan yaşamını mutsuz olarak sürdürecektir.  

Yaşamın getirdiği her türlü olumlu ya da olumsuzluklar  karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi için  önce insanın sağlıklı bir ruh yapısına sahip olması gerekmektedir. Sağlıklı bir ruh yapısı ise kendisiyle barışık, kendisini iyi tanıyan bir birey olmakla mümkündür. Tıpkı gönül ustası Mevlana'nın "İçindeki kapıyı çal; başka kapıyı değil.” sözünde ifade ettiği gibi önce kendi içine yönelmeli...  Kendini tanımaya bilmeye öğrenmeye çalışmalıdır.
Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Ayakları yere sağlam basar. Kendini bildikçe çoğalır. Kendini sevdikçe sevgiyi başkalarından dilenmez, zaten o sevginin kendisi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir. Kendini bildikçe haddini bilir...

  İnsanın kendi iç dünyasına yönelmesi onu dış dünyadan soyutlamaz, tam tersi tamamen yaratılan tüm varlıklara yaklaştırır. Çünkü kendini doğru tanıyan kişi, bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur. Bu açıdan bakınca, insan kendi dahil yaratılan her şeyin ortak bir amaç için tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını bilir. Yunus'un "Yaratılanı severim, Yaratandan ötürü" sözü gibi, yaratılan her şeye karşı sevgi, şefkat ve merhametle yaklaşır.

Okurlarıma sevgilerimle

Hanife Mert


 

 



30 Haziran 2021 Çarşamba

Fırçadaki Son Şiir Kitabım Çıktı!!!!


"Sabreden derviş muradına ermiş" diye bir atasözümüz vardır hani... Hepimiz biliriz... Büyük bir sabır ve özveriyle üç yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım "Fırçadaki Son Şiir" adlı Orhan Veli'ye ait biyografik romanım sabrım ve özverili çalışmamın bir sonucu olarak yayınlandı. Bu durumda derviş olmasam da muradına erenlerden oldum. 

  Bazen umutsuzluğa kapılıp yazmaktan vazgeçtiğim, değerli şairimiz Orhan Veli'yi okurlarıma anlatamama, tanıtamama endişesini duyduğum anlar oldu. Her umutsuzluğa kapıldığımda içimde beni kendine çeken, sakın vazgeçme diye fısıldayan bir umut ışığı belirdi. Ben de o ışığı takip ederek yazma serüvenimi sonuna kadar sürdürdüm. Kitabımı elime aldığımda; "iyi ki vazgeçmemişim" dedim. Umarım okurlarım da ; "Hanife Mert bu kitabı  iyi ki  yazmış" diye düşünürler.

  Bu kitabı okuyan herkes daha önce benzeri yayınlanmamış; Orhan Veli'nin çocukluk anılarından, halka olan sevgisine, şiire kattığı yenilikler karşısında dönemin usta edebiyat ve şairlerinin verdikleri tepkilere karşı mücadelesine, yasak ve platonik aşklarına kadar pek çok şey hakkında bilgi sahibi olacak.

   Fırçadaki Son Şiir kitabında okur, sadece Orhan Veli'nin yaşam öyküsünü  değil onun en yakınında olan Sait Faik Abasıyanık, Cahit SıtkıTarancı, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Sabahattin Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi dönemin ünlü edebiyat ve sanat insanlarının da kısa öykülerini bulacak.
   

 Özetle kitabımda; Orhan Veli'nin çocukluğuna ve gençliğine dair pek çok anı ve hüzünlü bir yaşam öyküsü okuyacaksınız... Sözü daha fazla uzatmadan kitabımın arka kapak yazısını okurlarımla paylaşmak istiyorum;

  Derler ki; “ Dünya sevgi üzerine kurulmuştur.” Sevgiyle yeşerir gönüllere ektiğimiz umutlar. Sevgiyle can bulur tüm evren. O öyle güçlü bir duygudur ki Şirin'ine kavuşmak için Ferhat’a dağları deldirmiş, Leyla’sını ararken Mecnun’a Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre’yi Hak ateşiyle diyar diyar gezdirmiş, Orhan Veli’ye de yüzyıllardır süregelen Türk şiir geleneğini kökünden sarsarak hatırı sayılır bir devrim yaptırmıştır.
Orhan Veli, yaşamı boyunca yalnızlık, yoksulluk ve parasızlıkla mücadele ederken bile çok sevdiği şiirle soluklanmayı bilmiş, sevdasıyla yaşama tutunmayı başarmış bir şairdir. O, şiiri yakın dostu Melih Cevdet’in deyimiyle; “âşık olduğu bir kızı sever gibi severdi...”
"Ölürsek biz de iyi adam oluruz." diyen Orhan Veli’nin ölümünün ardından Sabahattin Eyüboğlu’ya teslim edilen özel eşyaları hüzünlü yaşamının bir özetidir. Bunların arasında öyle bir parça vardır ki bu kitaba ilham kaynağı olmuştur.
Şair "Giderayak"/ yazdığı ancak tamamlayamadığı diş fırçasına sarılı “Aşk Resmî Geçidi" adlı son şiiriyle bu kitapta yaşayacaktır. Bu yaklaşımla Orhan Veli’yi bir de, “Hanife Mert’in gözüyle, onun hayal gücüyle ve bakış açısıyla okumaya, tanımaya, anlamaya var mısınız?

NOT: Kitabım şuan D&R, İdefix, BKM gibi pek çok internet sitesinde satışta...

Muhabbetle

Hanife Mert

17 Mart 2021 Çarşamba

Adımız "ANDIMIZ"dır

 

 

Her sabah günün ilk ışıklarıyla yavrularımızın kararlı, gururlu, coşkulu sesleri ile günaydın sevgili arkadaşlar diye başlayan; Türküm, doğruyum , çalışkanım… diye devam eden yaklaşık seksen küsür yıldır ilkokullarda çocuklarımızın okuduğu andımızı 23 Nisan 1933 yılında Türk çocuklarına armağan eden Dr. Reşit GALİP’dir.
Aynı zamanda dönemin Milli Eğitim Bakanı da olan Dr. Reşit Galip'in Türk çocuklarına armağan ettiği andımız; 30 Eylül 2013 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti' nin başbakanı tarafından demokratikleşme paketi adı altında yayınlanan paketin maddelerinden biri ile kaldırılmıştı. Görülen o ki, Türk çocuklarının büyük bir coşku ile verdiği söz and demokrasiye aykırı gelmiş.Yavrularımızın o küçücük yüreklerine zihinlerine ilmek ilmek işlenen andımızda , doğruluk, çalışkanlık, büyüklerini saymanın, küçüklerini sevmenin, vatanını canından aziz bilecek kadar kutsal olduğunu öğrenmesi, Atasının gösterdiği ilim ve irfan yolunda ilerlemesi için söz vermesi, and içmesi sağlanmakta idi. Bu Türk Milletinin yansıması olarak, Türk çocuğundan alınan sözün demokratikleşmeye aykırı olarak görülüp kaldırılması hepimizi derinden üzmüştü. Danıştay'ın Andımızı kaldıran yasayı iptal etmesine sevinmiştik ki sevincimiz kursağımızda kaldı. Danıştay'ın kararı başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, bazı vekiller tarafından tepkiyle karşılandı. Daha üzücü yanı ise kendisinden demokratik laik eğitim konusunda beklenti içine girdiğimiz Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kararın temyize götürülmüş olmasıydı.

MEB'in temyiz başvurusunun ardından "dosya Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun önüne geldi. Kurul da Andımız ile ilgili nihai kararı verdi. Buna göre Kurul, MEB'in itirazını oy çokluğu ile kabul ederek, Danıştay 8. Dairesi'nin yönetmeliği iptal eden kararını kaldırmış oldu. Karar uyarınca artık okullarda Andımız okunmayacak." diyorlar.

Her ne yaparlarsa yapsınlar; şu bilinmeli ki ben Türküm diyen kendini "TÜRK" gibi hisseden her "TÜRK", çocukluğunda verdiği anda söze, son nefesine kadar kadar sadık kalacak ve andını içinden de olsa haykırmaya  devam edecektir.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Hanife Mert

12 Mart 2021 Cuma

HIÇKIRIKLARDAN GERİYE KALAN



 

Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM)'nin  iki ayda bir çıkardığı İLESAM ilim ve Edebiyat Dergisi'nde yayınlanan yazımı paylaşmak istedim. Keyifli okumalar dostlar.

  Zehra kocasından boşandıktan sonra, daha doğrusu kocası olacak adam onu döverek üç defa boş ol! boş ol! boş ol! diyerek  sokağa attıktan sonra çaresiz, beş yaşındaki kızını ve kızından iki yaş büyük zihinsel engelli oğlunu alarak iki gözü iki çeşme baba evine döner.
Allah kimseyi çıktığı kapıya geri döndürmesin, çok zor. Bunu yaşayan bilir. Zehra burada bir yabancıdır. Diken üstünde oturuyormuş gibi batar her şey ona. Evlenmeden önce de annesi babası misafir gözüyle bakardı. Kız çocuğu değil mi, biri alıp götürecektir sonuçta. Zehra da öyle oldu. Daha on beşine girmemişti istendiğinde. "Bu adam seni istiyor kabul eder misin?" diye sorulmamıştı bile. Babası tamam dedikten sonra üzerine kimse laf söyleyemezdi. Kaldı ki babası yüklüce bir de para almıştı damadın ailesinden... Baba evinde misafir, koca evinde el kızı görülen Zehra, hiç bir zaman kendi olamadı kendini ait hissedeceği bir yer bulamadı. Aslında iki çocukla baba evine dönmezdi, dayaklara, hakaretlere, horlanmalara sabrediyordu. Hatta üzerine kuma getireceğini söyleyen kocasına bile karşı çıkamamıştı. Ta ki kocası tarafından öldüresiye dövülüp sokağa atılana kadar. Çaresizdi Zehra, nereye gideceğini bilmiyordu. Baba evine dönmeyi düşündü. Annesinin, daha gelinliğinin içinde evden çıkmadan önce bir köşeye çekip; aman kızım! larla başlayıp, " gelinlikle çıktığın bu eve, ancak kefeninle dönersin! le bitirdiği" sözünü hatırlamıştı. Zehra'nın olmayan özgürlüğüne daha en baştan ipotek koymuştu annesi. Eve dönemezdi, gidecek başka yeri de yoktu. Abla gibi sevdiği komşusu Nurten’in tavsiyesi üzerine devlete sığınmaya karar verdi. Devletin şefkatli kolları bizi de sarar dedi ve bulunduğu yerdeki Kadın Sığınma Evine sığındı. Oradaki kadınların durumunu görünce içini bir korku sarıverdi. Çünkü orada bulunan kadınların her biri diğerinden dertli, sorunlu, psikopatça tavırları vardı. Ne yapalım sabredeceğiz dedi çaresizce. Bir gece orada kaldı. Ertesi gün gördüğü manzara dehşete düşürmüştü Zehra'yı. Birilerinin gizli konuşmalarını duymuştu habersizce. Bir pazarlığa şahit olmuştu Zehra. Bu durum karşısında gördüklerine inanamamıştı. Çareyi evlatlarını alarak kimseye görünmeden oradan kaçmakta buldu. Doğruca baba evine gitti. Döndüğü için dayak da yese, eziyet de görse ailesiydi...

     Bir yanda ne olduğunu anlamayan çocuk yaşta dedesi, babası yaşında adamlarla evlenmeye zorlanan  evlendirilen çocuk gelinler, diğer yandan “töre” denen ortaçağ kalıntısı bir kültür anlayışı içinde bocalayan aileler aydınlanmanın önündeki engeldir... Bu engel kalkmadığı müddetçe gözü moraran, kaşı patlayan, saçları yolunan, cinayete kurban giden kadınlar, daha çok içimizi yakar.

 Daha birkaç gün önce kutladığımız dünya kadınlar gününde, iki kadın vahşice katledilmiş, bir kadın da sokak ortasında küçük kızının gözleri önünde yere yatırılıp tekmelendiğini hepimiz sosyal medyada izledik. Neredeyse her gün her yerde şiddete maruz kalan, taciz edilen, tecavüze uğrayan, öldürülen yetmedi kesilen yakılan, bıçaklanan, horlanan, aşağılanan, dışlanan hayatının baharında hayatına son verilen kadınların durumları ortada. Artık alışıldı. Sıradan bir olaymış gibi üzerinde bile durulmuyor. İlk duyulduğunda ah vah ediliyor, sonra unutuluyor. Ateş düştüğü yerde yanıp kalıyor.


Artık bu devleti yönetenler şunu iyi anlamalı;
 "kadınlar zulüm görüyor! öldürülüyor!  Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek, öldürülüyor.

Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor.

Oysa kadın değerlidir, kadın saygındır. Her şeyden önce o bir insandır. Kadın; adam olmadan önce insan olabilmenin en temel unsuru, var oluşumuzun ardındaki sır, hayatın can damarıdır. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En güzel şekilde yaratılmıştır. En büyük dertlerin çilelerin baş kahramanı. En büyük mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, bacıdır, eştir, yardır. O büyük bir nimettir tabi kıymetini bilene.

  Toplumun bu önemli sorunu bizi yönetenler tarafından ciddiye alınmalı ve çözüme kavuşturulmalı. Öncelikle kadının eğitimine önem verilmeli. Kadın öğrenirse çocuklarına da öğretir. Kadının istihdam edilmesi için gerekli ortam hazırlanmalı. Kadın ekonomik açıdan özgür olursa, özgür çocuklar yetiştirir. Özgür çocuklar özgür güçlü toplum demektir. Önce erkekler eğitilsin bilinçlensin dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız şuan için belki onların bilinçlenmesi zor gibi görünebilir. İpin ucu kaçmış olabilir. Ancak gelecek nesillerimizin bu hatalara düşmemesi için bu gerekli. Çocuklarımızı cinsiyet ayırımcılığından uzak tutmalı. Erkek çocuklarımıza annesine kız kardeşine saygılı olması gerektiği gibi onların dışındaki kadınlara da saygılı nazik olması öğretilmeli.
Muhabbetle
Hanife Mert

10 Şubat 2021 Çarşamba

Hayri Usta (KİTAP)


 Anne ve babamız yaşamımızın  en önemli değerleri, olmazsa olmazlarımız. Hangisini diğerinin yerine koyalım ki? Bu mümkün mü? Elbette değil. Baba sırtımızı yasladığımız varlığından güç aldığımız koca çınarımız. Annemiz de o çınarın gölgesinde nefeslendiğimiz içimize huzur yayan yaşama sevinci aşılayan her şey. Onlarsız hayat boş ve anlamsızdır. Yaşımız kaç olursa olsun her zaman yanımızda olmalarını isteriz. Ancak bu her zaman mümkün olmayabiliyor... 

İşte;  https://nurtendemirel.blogspot.com/ bloğunun yazarı sevgili Nurten Demirel arkadaşım, babasını anlatan  "Hayri Usta" adlı kitabını adıma imzalayarak göndermiş. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam.  Kitabın içeriği hüzün dolsa da  sevgili Nurten'in yüreğinden kopup gelen duygulardı sözcüklere dökülen. Nurten'in kalemini severim. Sade ve akıcı bir üslup kullanır yazılarında. Kitabında babasını anlatırken de aynı üslubu kullanmış. Öyle güzel anlatmış ki kitabı okurken ben de geçmişe yolculuk yaptım. Biz aynı kuşak olduğumuz için kitapta anlatılan  özellikle 70- 80 ve 90'lı yıllarda yaşadıklarımız neredeyse aynı. Çünkü o yıllarda ülkemin şehirleri, kasabaları ve köyleri birbirine yakın benzerlikler gösterirdi. Şimdi teknolojik gelişmeler öylesine yoğun ki bırakın şehri, kasabayı mahalleler arasında bile farklılıklar olabiliyor. Düşünüyorum da 70- 80 ve 90'lı yıllarda bu günkü gibi çok fazla kazanımlarmız olmasa da sahip olduğumuz şeylerle mutlu olmayı biliyorduk. 

Nurten'e öncelikle kitabını bana gönderdiği için çok teşekkür ediyorum. Hayri Amca'ya  Allah  rahmet etsin, kabri nur, cennet mekanı olmasını diliyorum.


Muhabbetle,

Hanife Mert


5 Ocak 2021 Salı

"ŞİDDET VE KADIN


“Sevginin bittiği yerde başlar şiddet.” Şiddet; güç ve baskı uygulayarak kimilerine göre stres atmak, kimilerine göre varlığını ispat etmek, kimine göre de öz güveni olmayanların baş vurduğu psikolojik bir durum. Sevginin olmadığı yerde çıkar ortaya. Hal böyle iken sevginin olmadığı yerde güzellik ve iyilikten bahsedilemez. Oysa sevgi öyle dolu bir şey ki hiç eksilmez. Verdikçe çoğalır. “ Seni seviyorum” cümlesi ne kadar güzel, öyle değil mi? Sevgi sözcüğünü duymak insanın içini ısıtıyor ne kadar mutlu ediyorsa, tersini duymak da o kadar gerer ve mutsuz eder. 

Ülkemizde kadınlar şiddet görüyor ve öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi yakılıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek öldürülüyor. Baba, kardeş, eş, evlat, sevgili, eski eş, hatta eski sevgili... Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, kimi parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu... Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor. Kadına reva görülen şiddet, vahşet, zulüm ve ölümler tavan yapmış durumda. 

 Malum bu konular çok fazla yazılıyor, konuşuluyor ancak bir sonuca bağlanmıyor. Her zamanki gibi ateş düştüğü yerde kalıyor ve sadece orayı yakıyor. Vahşeti, şiddeti, zulmü işleyenlere hak ettikleri cezalar verilmiyor. Cezaların caydırıcı özelliğinin olmayışı, hakimlerimizin de insiyatif kullanarak; suçu işleyenleri takım elbise giymesi, efendi  görünmesini kıstas alarak ceza indirimine gitmesi gibi nedenler kanımca şiddet meraklısı pek çok hasta ruhlu insanları harekete geçirmede etkendir. 

  Sebep ister psikolojik, ister sosyolojik, ister ekonomik, isterse toplumsal olsun. Toplumumuzun bu kanayan yarası ciddiyetle ele alınmalı ve çözüme kavuşturulmalı. Bu vesileyle kadınlara uygulanan şiddetin ve kadın ölümlerinin son bulduğu, kadın hak ve özgürlüklerinin tüm kadınlara tanındığı, kadına; anaya, eşe hak ettiği sevginin, saygınlığın, değerinin kazandırılması en öncelikli dileğim...


Muhabbetle,

Hanife Mert


Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...