28 Eylül 2022 Çarşamba

Üç Kuruşluk Çıkar İçin Heba Ettiğimiz Değerler




Bir toplumun yetiştirdiği her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcunun olduğunu savunanlardanım. Bu anlayışla, yaşadığı toplumu güzelleştirmek temel değerlerine sahip çıkmak, onları yaygınlaştırmak, geliştirmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve kendinden sonra gelecek kuşaklara en güzel şekilde bırakmak onun asli görevidir.

Kaldı ki dünya değişim ve gelişim çağındadır.  Bu değişime paralel olarak  teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle  insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. Bu değişim insanı asli görevinden uzaklaştırmakta hatta unutturmaktadır.

 Özellikle son yıllarda toplumumuzda yaşanan örnekler alışılagelmiş bazı değerlerimizin göz ardı edildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir. Nasıl mı? Örnek çok.  Örneğin; artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle, hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor da... Hal böyle iken bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz dediğimiz  değerlerin yerini mevki - makam, para ve güç almış durumda.  Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen değme keyfine, el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani nitelikleri üstünde taşı, ağzınla kuş tut, eğer paran yoksa hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde. Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor. Kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..

Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki, bütün değer yargıları;  şekil, görünüş ve madde üzerine kurulmuş durumda. Şeklin güzelse değerlisin, paran varsa saygınsın, zenginsen önemlisin, mevki makam sahibi isen adamsın gibi..

  Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, hak, adalet, güzel ahlak ve edeple inşa edilmiştir. 

   Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.   İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, ötekileştirme diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. Güçsüz insanlara reva görülen zulümleri, haksız yere cana kıyanları, çocuklara yapılan eziyetleri, hayvanlara, doğaya yapılanları söylemiyorum bile...

Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz. İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz. 

Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve sevgim onlara. Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil.

 

Hanife Mert


21 Eylül 2022 Çarşamba

Umut Ne Zaman Ölür?

Sabahları çok erken kalkarım. Öyle ona on ikiye kadar uyuduğum pek görülmemiştir. Çalıştığım yıllardan kalma bir alışkanlık...

 Bu sabah da erken saatte pencereme vuran sabah güneşinin ışıklarıyla uyandım. Uyku mahmurluğuyla perdeyi aralayıp dışarıya bakarken, pencerenin aralığından içeriye girmeye çalışan sabah yelinin yüzüme hafif hafif dokunuşuyla, içime huzur yayılıverdi.

 Sonbaharın ılık günlerini yaşadığımız bugünlerin tadını çıkarmalıyız diye düşündüm. Zira “bu kış zor geçecek söylemleri” nedeniyle dondurucu soğuğuyla kış kapıda...

Yeni bir güne, yeni bir haftaya, yeni bir mevsime veya yeni bir yıla başlamak beni her zaman heyecanlandırır. Çünkü bitişler hüzün verse de, yeni başlangıçlar yeni heyecan, yeni umut demekti... Toplum olarak, dünya insanlık ailesi olarak en çok ihtiyacımız olan şeydir;“Umut”

Umut nedir diye hiç düşündünüz mü? Umut hakkında pek çok yazı yazdım ve çoğunlukla çeşitli sosyal medya hesaplarımda paylaştım. Hatta son kitap projemin konusu da umut. “Umut fakirin ekmeği, çıkmayan candan umut kesilmez” gibi söylemlerde bulunmuş atalarımız. Nefes alıyorsan umut etmeye devam etmelisin. Zira umudunu yitiren her şeyini yitirir...

Her ne kadar Friedrich Nietzsche “Umut en büyük kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır.” diye tanımlasa da, ben umudun yaşamla ölüm arasında bir köprü olduğuna inanırım. Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla desteklenerek hayat bulur.

  İnsan ne zaman umutsuzluğa düşer? Kendisine umut vadedenin sözünde durmaması, vadettiği şeyi yerine getirmemesi insanın umudunu kaybetmesine neden olur. Umudunu kaybeden de her şeyini kaybeder.

Yazıma konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir hikayeyle devam etmek istiyorum.

Ülkenin birinde bir kral dondurucu bir kış mevsiminde gecenin soğuğunda nöbet tutan muhafıza sorar:

– Üşümüyor musun?

Muhafız:

– "Alışığım sayın kralım" diye yanıtlar.

Kral:

– "Olsun, sana sıcak tutacak elbise getirmelerini emredeceğim" der ve gider. Gidiş o gidiş.

Bir süre sonra içeri girdiğinde emri vermeyi unutur...

Ertesi gün duvarın yanında muhafızın soğuktan donmuş cesedini görürler, duvarın üzerinde de bir yazı vardır: "Soğuğa alışkındım; fakat senin sıcak elbise vaadin beni öldürdü..."

 Türlü türlü vaatlerle insanları bekleterek onları bir umuda bağlayarak kesinlikle bir kazanç sağlamaya çalışmayın. Çünkü insan, bekledikçe değişir. Beklettiğiniz kişi hakkınızda telafisi imkânsız olumsuz düşüncelere girer. Kendisine umut verip de sözünüzü yerine getirmediğiniz kimsenin önce umudunu öldürürsünüz, ardından sevgi, saygı, güven ölür, dostluk ölür, muhabbet ölür. Sonra insanlık ölür.

Hanife Mert

 

 


 

15 Nisan 2022 Cuma

OHAN VELİ 108 YAŞINDA



1914 yılının, Nisan ayının on üçünde sabaha karşı bir Orhan Veli geldi bu dünyaya. O, Mehmet Veli Bey ve Fatma Nigar Hanım’ın ilk göz ağrısı, Adnan Veli ve fırfırcığım diye sevdiği kız kardeşi Firuzan Yolyapan’ın çok sevdikleri ağabeyiydi…

Orhan Veli aynı zamanda lise sıralarında iken her teneffüste; "Oktay teneffüsü gavur etmeyelim, şiir konuşalım” dediği Oktay Rıfat Horozcu ve aynı kıza âşık olduğu Melih Cevdet Anday’ın en yakın dostuydu. İleriki yaşlarında Türk şiirine hatırı sayılır bir yenilik getirecek olan şiirimizin bu üçlü sacayağı, bütün boş vakitlerini şiir ve edebiyat konuşarak araştırarak geçirmiştir. Ayrıca bu üçlü yirmili yaşlarına ve dönemin usta yazarlarına ve şairlerine rağmen, şiirde kafiye, redif, mısra, hece vezin gibi kuralları kaldırarak şiirimizde bir devrim yapmışlardır. Cemal Süreya’nın deyimiyle “Orhan Veli şiire kasket giydirdi. Onu sivilleştirdi...”

Orhan Veli şairliğinin yanında, bir dost arkadaş canlısıydı. Dönemin pek çok ünlü edebiyatçılarıyla yakın dostluk kurmuştur. Ancak bunlardan Sait Faik Abasıyanık’la olan dostluğu farklıdır.. Pek çok ortak noktaları vardı. Ruh ikizi gibiydiler... Orhan Veli Sait Faik'in şair, Sait Faik ise Orhan Veli'nin öykücü haliydi....

Bu iki yakın dostla ilgili bir anıyı paylaşmak istiyorum.

İstanbul Kasımpaşa'daki Deniz Hastanesi'nde yatan Melih Cevdet'i ziyaret etmek için Oktay Rıfat'la birlikte İstanbul'a gelen Orhan, ziyaretin ardından hastaneden ayrıldıktan sonra yakın dostu Sait'le buluşur. İstanbul'a kadar gelip de sevgili dostunu görmeden Ankara'ya dönmek olmazdı. Buluştuklarında Sait Faik:

-Orhan içimden geldi. Gel bugün seni ben yemeğe davet ediyorum, dedi. Zamansız bu davet Orhan Veli’yi şaşırtmıştı. Her zamanki muzip dalgacı tavrıyla:

-Hayırdır, hangi dağda kurt öldü? Böyle durup dururken?”

Orhan'ın tavrı Sait'i kızdırmıştı:

-Ulan içimizden geldi davet ettik. Vazgeçtim, yok davet mavet. Unut, dediklerimi, dese de Orhan'ın mazlum, muzip bir çocuk edasıyla ısrarına dayanamadı ve birlikte Mustafa'nın meyhanesine gittiler. Meşrutiyet Caddesi’nde, İngiliz Konsolosluğu'ndan Tepebaşı’na giden yolun solunda bulunan meyhane Sait'in keşfettiği ve zaman zaman da yalnız gittiği bir meyhaneydi.

Masaları donatılmış, şaraplarını yudumlarken, Sait rahat durmuyordu. Orhan'ı kızdırmak en büyük zevklerindendi.

- Orhan, dedi.

Orhan seslenmedi, sadece yüzüne baktı. Sait muzipçe gülüşünü gizlemeye çalışarak baktı Orhan'ın yüzüne. Gecenin ilerleyen saatleriydi. Şarabın etkisiyle ikisi de gevşemişti. Bugün Sait'in muzipliği üzerindeydi tekrar:

-Orhan, dedi

Orhan tam sigarasından bir nefes çekmiş, ardından da şarap bardağını ağızına götürürken baktı Sait'e, bardağı ağzında tuttu:

“Gene ne oldu?” dedi.

Sait :

-Sence en büyük şair kimdir?

Orhan Veli düşünmeden:

-Fuzuli, dedi.

Sait Faik alaylı, muzip gülüşüyle sakin sakin demleniyordu. Orhan farkındaydı, Sait'in kendini

tongaya düşüreceğinin. Şarapları bitmişti. Sait eliyle işaret etti.

-Mustafa! hadi bakalım masayla ilgilenin! dedi.

Masa temizlendi, şarap ve meze geldi. Sait Faik yerinde duramıyordu. İkinci şişenin ikinci bardağını içerken Orhan'a tekrar sordu:

-Sonra? dedi.

Orhan Veli Sait Faik'in ne sorduğunu unutmuş izlenimi verir gibi:

-Azizim sonra ne?

Sait: -Fuzuli'den sonra kim?

Orhan Sait'in pes etmeyeceğini anlamıştı. Kısa kesmek için:

-Fuzuli mi dedim? Yok canım Fuzuli de kimmiş? O da avuç açanlardan, dedi.

Sait Faik:

-Öyle mi? Peki bana göre en büyük şair kim öğrenmek ister misin? diye sordu.

Orhan Veli merakla:

-Kim?

Sait Faik alaylı gülümsemesini bozmadan,

-Sen! Benim için en büyük şair sensin, dedi.

İşte Orhan, Sait'in bu alaylı cevabına öfkelenmişti. Elindeki bardağı sinirlice masaya bıraktı.

Kaşlarını çattı, gözlerini kısarak,

-Hadi oradan it! dedi.

Sait Faik söylediğinde samimiydi, ancak amacına ulaşmanın zevkini yaşıyordu.

-Ömründe hiç küfür etmemiş Çelebi Orhan Veli'yi kızdırdım! diye nara attıktan sonra bir kahkaha patlattı. Keyfine diyecek yoktu.

Edebiyatımızda Garip Hareketi ( Birinci Yeniler) olarak bilinen hareketin öncülerinden olan ve 36 yıllık kısacık yaşam öyküsünü araştırıp kitap haline getirerek okurlarıma sunmaktan büyük mutluluk duyduğum Ünlü Şair Orhan Veli’yi saygı ve rahmetle anıyorum. İyi ki doğdu ve iyi ki bu dünyadan bir Orhan Veli geçti. Ruhu şad olsun.



Hanife Mert

8 Nisan 2022 Cuma

Halimiz Ortada!

Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kaptırdık ki; ne eş-dost -arkadaş, ne akraba, ne yaşlı, ne büyük- küçük umurumuzda bile olmuyor artık. Umurumuzda olmuyor derken yanlış anlaşılmasın. Kendimizi yaşam denilen bu keşmekeşte öylesine kaybettik ki, akıl edemiyoruz  diyelim sadece.  Hoş aklımıza gelse de ruhen ve bedenen öylesine sardı ki benliğimizi, kimseyi düşünecek takatimiz kalmıyor... Konumuz bu değil tabii.

Sevdiğim bir arkadaşımdı arayan kişi. Geçmişe dair pek çok güzel anılarımız vardı. Üniversitede birlikte okuduk. Aşağı yukarı aynı dönemde çalışma hayatına başladık, aynı dönemde evlendik ve yaklaşık aynı dönemde de emekli olduk. 

Arkadaşımın sohbetini severim. Hani, "Gönül ne kahve ister, ne kahvehane. Gönül sohbet ister, kahve bahane." cinsinden, sohbet etmesini iyi bilen biri. O, hem konuşmasını hem de dinlemesini bilir. Yani, her lafa maydanoz olan, fikri olsa da olmasa da konuşmaya çalışan, ancak karşıdakini dinlemeye tahammülü olmayan, yalnızca ben konuşayım, beni dinlesinler mizacında olanlardan, değil.

Sohbet kısa bir hal hatırın ardından, yönünü direkt tüm sohbetlerin ortak noktası olan ekonomiye çevirdi. Artık kimse öyle iyi misin? Hoş musun? Derdin sıkıntın var mı? diye sormuyor. Öyle laf lafı da açmıyor artık. Çünkü sorun tek ve ortak... Konu,  sebze- meyve fiyatları, et fiyatları, elektrik –doğal gaz faturaları, benzine-mazota- motorine gelen zamlar ve enflasyonun hız kesmeyen yükselişi... Doğal olarak da yılbaşında aldığı zammın aynı ay içinde erittiği  cebindeki paradan dert yanmaya başlıyor insan.

Artık günümüzde ekonomist olmak için öyle yıllarca üniversitelerin iktisat- işletme fakültelerinde dirsek çürütmeye gerek kalmadı. Türkiye'de yaşamanız yeterli... Şartlar size kafanıza vura vura öğretir ekonomiyi...

Arkadaşımla geçmişle bugünü karşılaştırdık. Emekli olduğumuz dönemlerde aldığımız emeklilik tazminatıyla rahatlıkla orta halli bir ev ve ikinci el bir de araba alınırdı. Şimdi öyle mi? Eşimden biliyorum, Ağustosta emekli oldu. Aldığı tazminatla bunların hiç birinin yanına bile yaklaşılmadı...

Arkadaşım çok endişeliydi. Çünkü onun bu sorunlarının yanında bir de üniversitede okuyan bir oğlu vardı. Eşiyle birlikte aldığı pula dönen emekli maaşıyla nasıl zorlandığını ve zaman içinde nasıl zorlanacağını düşünüyordu kara kara. O haklıydı... İlkokul, ortaokul ve lisede bile çok zorken, üniversitede çocuk okutmak ailelerin iyice belini kıracağa benziyor... 

Bu sorunları aşıp okulu bitirse bile karşılığında işsizler ordusuna dahil olduktan sonra, ne kıymeti var diyesi geliyor insanın. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş. Bizler elimizden geldiği hatta gelmediği kadar bile olsa mücadeleye devam etmek zorundayız. Pes etmek bize yakışmaz.

Arkadaşımla uzun ancak keyifli demeyim de kaliteli bir dertleşme yaptık. Yine de laf lafı açtı. Eee sorun ortak. Çözüm olamasak da sıkıntımızı paylaştık. Eskilerin dediği gibi, sıkıntılar paylaşılırsa hafiflermiş ya...

Zaten bizde sorun bitmez. Hani deveye sormuşlar; "Neden boynun eğri?" diye, o da "nerem doğru ki?" demiş ya, işte öyle bir şey bizde haller durumlar.

Okurlarıma sevgilerimle,

Hanife Mert

 Not: Görsel pinterest sitesinden alıntı.

 


4 Nisan 2022 Pazartesi

Kitap Önerisi: Fırçadaki Son Şiir/ Turgay Aksoy


Kitap yazan ve yayımlatanlar iyi bilir. Yazarları en mutlu eden şeylerden biri de kitabının tanıdığı, yakın arkadaşları ve dostları tarafından okunup yorumlanmasıdır diye düşünüyorum. Benim de kitaplarım blog arkadaşlarım tarafından yorumlandı. Öncelikle https://bucurukveben.blogspot.com/ bloğunun yazarı sevgi Müjde'm üç kitabımı da okudu ve yorumladı. Yine https://huseyinguzel.blogspot.com/ bloğunun yazarı Hüseyin Güzel Hocam da kitaplarımı yorumladı. Şuan aklıma gelenler bunlar. Başka okuyan ve yorumlayanlar da olmuştur illaki.

Son olarak https://turgayaksoy.blogspot.com/ bloğunun yazarı Turgay Bey'le instagram hesabı üzerinden konuştuk. Kendisi son kitabım Ünlü Şair Orhan Veli'nin yaşam öyküsünü yazdığım Fırçadaki Son Şiir adlı kitabımı edindiğini ve okumaya başladığını söylemişti. Çok mutlu oldum. Turgay Bey kitabı okumuş ve blog sayfasında da harika yorumunu  yayınlamış. Kendisine çok ama çok teşekkür ediyorum. Umarım onun vesilesiyle kitabım çok fazla okura ulaşır. Ünlü Şairlerimizin yazarlarımızın nasıl yaşayıp, hangi aşamalardan geçtiğine ve bugüne kadar nasıl geldiğini öğrenmemiz ve onları kendimize örnek almamız açısından gerekli diye düşnüyorum.

Lafı daha fazla uzatmadan Turgay Aksoy Bey'in "Fırçadaki Son Şiir/ Bir Orhan Veli" adlı kitabımın yorumunu okumanızı öneriyorum. Keyifli okumalar diliyorum.


Yorumu okumak için tıkla  


Hanife Mert


17 Mart 2022 Perşembe

Çanakkale Zaferi'nin 108. Yılı Kutlu Olsun

           

  Çanakkale zaferi; çelikleşmiş millet iradesinin, vatan, millet, bayrak aşkının, geleceğe olan güvenin, hürriyet sevdasının, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde eriyle, komutanıyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, kızıyla topyekün tek bir vücut halinde yazdığı şanlı bir yeniden dirilişin destanıdır. Türk milletinin bir diriliş mücadelesidir! Bu destan artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni ve güçlü bir filizin doğmasıyla sonuçlanmıştır. 

Yüz binlerin kanıyla vatan yapılan bu topraklarda, Türk ve dünya tarihinde benzersiz bir deniz ve kara savaşlarının yapıldığı yerdir Çanakkale. Hepsinden önemlisi, bir milletin kutsal saydığı değerler ve vatan toprağını savunmada gösterdiği eşsiz bir kahramanlık mücadelesidir. 
… “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı 
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.” 
Bastığımız bu topraklar ki birçok destana, zorlu mücadelelere şahitlik etmiştir. Bu topraklar ki her metre karesi aziz şehitlerimizin kanıyla sulanmış, yüz binlerce vatansevere mezar olmuştur. Bu topraklar ki yedi düvele meydan okumuş halkımızın mertliği, yiğitliği, hak ve adaleti, sabrı, insani duyguları ile harmanlanmış kutsal topraklardır. Bu topraklar ki insan olmanın, zor şartlarda topyekün mücadelenin, insanlık derslerinin örneklerinin verildiği topraklardır. Bu örneklerden yüreğimi burkan birini paylaşmak istiyorum. 

   Kocadere Köyü'nde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfa'lı, kimi Bosna'lı, kimi Adıyaman'lı, kimi Gürün'lü, kimi Halep'li çok sayıda yaralı getiriliyor...
Bunlardan biri Lapseki'nin Beybaş Köyü'ndendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.
"Ölme ihtimalim çok fazla. Ben bir pusula yazdım arkadaşıma ulaştırın..."
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: "Ben... Ben köylüm Lapseki'li İbrahim Onbaşıdan 1 Mecid borç aldıydım... Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin."
"Sen merak etme evladım" der komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de
"Söyleyin hakkını helal etsin" olur...

  Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yıkılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine ne de gözyaşlarına engel olamaz...
Pusuladaki not: "Ben, Beybaş Köyü'nden arkadaşım Halil'e 1 Mecid borç
verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız.
Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim." 

   Bugün Çanakkale Savaşı'nın ulusumuz için ne anlam ifade ettiği vatan, bayrak, din, devlet sevgisinin ve bağımsızlığın ne anlama geldiği, Çanakkale ruhunun özünün ne demek olduğu yeni nesillere ve bu ruhtan bihaber olanlara iyi anlatılmalı ve kavratılmalıdır... 
Bu duygu ve düşüncelerle , cennet vatanımız ve kutsal değerlerimiz uğruna canlarını feda eden Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve tüm şehitlerimizi rahmetle ve minnetle anıyorum. Ruhları şad olsun.

Çanakkale Zaferi'nin 108. yılı kutlu olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

25 Şubat 2022 Cuma

Savaşın Kazananı Olmaz!




Uzun süredir ara verdiğim bloğumda, içinde bulunduğumuz zamlı elektrik, doğal gaz faturalarını, zamları, üç haneli olan enflasyonu, işsizliği, coviti düşünmeyi bir kenara bırakıp bir nebze de olsa kendimizi stresten soyutlayacak bir yazı yazmayı düşünmüştüm. Bu mümkün mü?  Masum insanların katledildiği, yerinden yurdundan edildiği bir günde böyle bir yazıyı hazırlamaya vicdanım el vermedi. Ben de dilim döndüğünce sözüm yettiğince savaşın insanlığa ve tüm canlılara olan olumsuz etkilerinden bahsetmeye çalıştım.

Derler ki; "Yaşadığın yeri; cennet yapamadığın müddetçe, kaçtığın her yer cehennemdir." sözünden yola çıkarak yaşadığı yeri güzelleştirmek için yaratılan insan, var oluşundan beri kendini hep bir mücadelenin içinde bulmuştur. Bu mücadele; yaşanılan yere, zamana ve gelişen şartlara göre değişiklik gösterse de çoğu zaman güç savaşına dönüşmüştür. Yaratılışı aynı olmasına rağmen kendinden daha zayıf, daha güçsüz, daha farklı olanı ezerek, ötekileştirerek, onun varlığını yok etme pahasına, kendi varlığını ortaya koyma savaşını vermektedir.

Hepimizin bildiği gibi dünyada rahat ve huzur yok. Dünyayı yaşanmaz kılan insanların huzurunu bozan ve onu yaşamdan koparan yine insan değil mi? Buna sebep onun cahilce tutum ve davranışlardır.

Her ne kadar yıllar, yüzyıllar geçse ve bilim ilerlese de; atların, eşeklerin, develerin yerini arabalar, trenler, uçaklar alsa da; bilgisayar, internet, bilgi çağında olsak da; insanların eğitim seviyeleri yükseltilip zihniyetleri değişmediği için sorunların çözümünde bir arpa boyu yol alınamamıştır. Geçmişte yaşananlardan ders alınmamış ve tarih her daim tekerrür ettirilmiştir.

Şu an olduğu gibi ortalık yangın yerine döndürülmüştür. Her yerden kan, irin, kin, nefret, zulümler, ölümler fışkırmaktadır. Nehirlerden su yerine kan akmaktadır. Sabi sübyan ne olduğunu anlamadan, dünyayı tanımadan, hayatı anlamadan katledilmekte... İşkenceler, tacizler, tecavüzler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, saygısızlıklar, sevgisizlik, güvensizlik sonucunda; karamsarlık, umutsuzluk ve korku sarmış bedenleri... Açlık, sefalet, ihanet, vicdansızlık karartmış yürekleri.

Sebep tıpkı Rusya’nın Ukrayna’ya yaptığı saldırı gibi amacı gücü kaybetmeme, tekelinde bulundurma tek adamlık çabasında olanların dünya ve insanlık üzerindeki etkileri...

Savaşın kazananı yoktur. Kendisi de bir asker ve cephelerde savaş yöneten bir komutan olan Baş Komutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Millet hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa, savaş bir cinayettir.” Sözüyle savaşa karşı çıkmıştır. O, ” Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Millet hayatı tehlikeye girmedikçe, çıkarılan savaş savaş değil, cinayettir, öyleyse esas barıştır. “ diyerek savaşın kötü yüzünü göstermeye çalışmıştır, günümüzde savaşarak onca masum insanı canlıyı hayattan koparan canilere.

Ancak akıl tutulması yaşayan kendi egolarını tatmin etmeye çalışan kibir abidesi gözünü hırs bürümüş diktatörler bu düşünceden yoksundur. "Okuyun, okuyun çünkü mürekkebin akmadığı yerden, kan akıyor" diyerek insanlığın kurtuluş reçetesini vermiş sosyolog Ali Şeriati. Hal böyleyken, ben/ biz ne yapabiliriz? Demeden eli kalem tutan, fikir üreten her fert dili döndüğünce, bilgisi yettiğince elinden geleni yapmalı. Sait Faik Abasıyanık'ın "dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözünde ifade ettiği gibi güzelleştirelim etrafımızı... Unutmayalım ki insan düzelirse dünya düzelir. Toplumları bir kurt gibi kemirip yok etmeyi hedefleyen cehaletin pan zehiri olan eğitimin kalitesinin yükseltilmesi, bilim ve aydınlanmanın ışığında çağdaş seviyeye çıkarılması ile istenen hedefe ulaşılması sağlanmalı. Bataklıklar kurutulmalı...

Dileğim Rusya’nın aklını başına alması ve yaptığı hatanın farkına varması ve bir an önce Ukrayna’ya yaptığı saldırıyı durdurmasıdır...

Muhabbetle,

Hanife Mert

 

 

5 Ocak 2022 Çarşamba

Kaldığımız Yerden Devam!




Eski yılı geride bırakarak, yeni yıla yeni umutlarla ve yeni heyecanlarla başladık. Görünürde değişen pek bir şey yok gibi düşünülse de aslında çok şey değişti. Yeni bir yıla girdik. Bununla birlikte eski sorunlar çözüm bulmasa da, sorunların çözüleceğine dair içimizde bir umut ışığı belirdi...

Biten şey hüzünlendirir, başlayansa umutlandırır ve heyecanlandırır insanı. Bu umut ve heyecanla beklentilerimiz de değişime uğramaktadır. Bize düşen geçmişin keşke’lerine takılmadan kendimizi yeni yıla odaklandırmalıyız. Aksi halde geçmişin sorunlarıyla uğraşırken bu yılın güzelliklerini ıskalamamış oluruz. Çünkü geçmişte yaşanan her neyse yaşanmış ve bitmiştir. Bize düşen geçmişin muhasebesini iyi yapıp ondan dersler alarak bu güne bu yıla odaklanmaktır.

Şu an pek çok şey belirsiz gibi gözükse de umutla beklemek ve yeni kararlarla yeni yol haritası belirleyerek yola devam edilmeli. Umutlu olmak onu kaybetmemek çok önemli. Zira umudunu kaybeden hayallerini, beklentilerini kısaca her şeyini tüm yaşam enerjisini kaybeder. Bu ise insanı yaşayan ölüden farksız eder.

Umut bizim gelecekle; hayallerimizle, özlemlerimizle ve beklentilerimizle kurduğumuz bir köprüdür. Bu köprüyü sağlamlaştırmak elimizdedir. Çünkü umudunu güçlendiren, inançla güçlenir. İnanç umudun, umut ise mutluluğun kaynağıdır.

Yine yeniden ulusça çözüm bekleyen sorun yumağıyla başladık yeni yıla. Ancak bu sorunlar ne kadar büyük olursa olsun, bir gün mutlaka biteceğine dair umutlarımızla ve dahi inancımızla üstesinden gelecek umut ışığı içimizde yanmaktadır...

Hem her türlü zorluğu aşarak bu günlere gelen bu ulus bunun da üstesinden gelecektir. Tıpkı bundan yüz yıl önce 3 Ocak 1922 yılında Fıransız’ların işgal ettiği Mersin’i destanlar yazarak kurtardığı gibi...

Bu bağlamda Ulu Önder Atatürk’ün “
Mersinliler, Mersin’e Sahip Çıkınız” sözünden yola çıkarak; atalarımızın bize bıraktığı bu güzel Akdeniz’in incisi Mersin’i birlik ve beraberlik içerisinde sahip çıkmaya onu daha da geliştirip güzelleştirmeye gayret etmeliyiz.
Bu duygu ve düşüncelerle başta cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere; onun silah arkadaşlarını ve kurtuluş mücadelesinde destanlar yazarak bu vatana sahip çıkan tüm gazi ve şehitlerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz.

3 Ocak Mersin’in Kurtuluş Günü tüm Mersinlilere kutlu olsun.

Okurlarıma sevgiler,

Hanife Mert

NOT: Görsel netten alıntı.






Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...