31 Aralık 2019 Salı

YENİ YIL YENİ UMUT DEMEKTİR


Her bitiş yeni bir başlangıca gebedir. Bitişler hüzün, başlangıçlar ise umut ve sevinci müjdeler. Bu yeni bir gün, yeni bir yıl ve yeni bir umuttur. Her ne kadar bu eski yıl dünün yeni yılı olsa da... Umut hep vardır var olmaya devam edecektir. Bu düşünceyle tüm dostlarıma diyorum ki:

“Yeni yılda yeni umutlar yeşersin yüreğinizde, sağlık, huzur, mutluluk, dostluk, sevgi duyguları kök salsın gönlünüzde. Sevdiklerinizle birlikte, mutlu ve umutlu yıllar gezinsin ömrünüzde.”

Özellikle ülkemiz ve insanlık alemine; göz yaşlarının son bulduğu, acıların, zulmün, tacizin, tecavüzün, haksız yere ölümlerin, savaşların, yolsuzlukların, yoksullukların, haksızlıkların son bulduğu; huzur ve güvenin, adaletin sağlandığı, sevgi, barış ve kardeşliğin hakim olduğu bir dünya diliyorum.

Yeni Yılınız Kutlu Olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

22 Aralık 2019 Pazar

DÜNYAYI SEVGİ KURTARACAK


  


"Yaşadığın yeri; cennet yapamadığın müddetçe, kaçtığın her yer cehennemdir."(La edri)

Yaşadığı yeri güzelleştirmek için yaratılan insan, var oluşundan beri kendini hep bir mücadelenin içinde bulmuştur. Bu mücadele; yaşanılan yere, zamana ve gelişen şartlara göre değişiklik gösterse de çoğu zaman güç savaşına dönüşmüştür.
Yaratılışı aynı olmasına rağmen kendinden daha zayıf, daha farklı olanı ezerek, ötekileştirerek, onun varlığını yok etme pahasına, kendi varlığını ortaya koyma savaşını yapmaktadır.

Her ne kadar yıllar, yüzyıllar geçse ve bilim ilerlese de; atların, eşeklerin, katırların yerini arabalar, trenler, uçaklar alsa da; bilgisayar, internet icat edilse, bilgi çağına girmiş olsak da; insanların eğitim seviyeleri yükseltilip zihniyetleri değişmediği için sorunların çözümünde bir arpa boyu yol alınamamıştır. Tarih daima tekrarlanmıştır. ne kadar yıllar, yüzyıllar

Herkesçe bilindiği üzere dünyada rahat yok. Ortalık yangın yerine döndürülmüştür. Her yerden kan, irin, kin, nefret, zulümler fışkırmaktadır. Nehirlerden su yerine kan akmaktadır. Sabi sübyan ne olduğunu anlamadan, dünyayı tanımadan, hayatı anlamadan katledilmekte... İşkenceler, tacizler, tecavüzler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, saygısızlıklar, sevgisizlik, güvensizlik sonucunda; karamsarlık, umutsuzluk ve korku sarmış bedenleri... Açlık, sefalet, ihanet, vicdansızlık karartmış yürekleri.

Sebep, gücü kaybetmeme, tekelinde bulundurma çabasında olanların dünya ve insanlık üzerindeki etkileri... Düzeltmek için parmağını dahi kıpırdatmayanlar yüzünden dünya cehenneme çevrilmiş durumda...

"Okuyun, okuyun çünkü mürekkebin akmadığı yerden, kan akıyor" diyor şair. Hal böyle iken, ben/ biz ne yapabiliriz? demeden eli kalem tutan, fikir üreten her fert dili döndüğünce, bilgisi yettiğince elinden geleni yapmalı. Sait Faik Abasıyanık'ın "dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözünde ifade ettiği gibi güzelleştirelim etrafımızı... Unutmayalım ki insan düzelirse dünya düzelir.

Toplumları bir kurt gibi kemirip yok etmeyi hedefleyen cehaletin panzehiri olan eğitimin kalitesinin yükseltilmesi, bilim ve aydınlanmanın ışığında çağdaş seviyeye çıkarılması ile istenen hedefe ulaşılması sağlanılmalı. Bataklıklar kurutulmalı...

Bu anlayış çerçevesinde insanın kendini tanıması, bilimin ışığında eğitmesi, çağdaş bir birey haline getirmesi etkili bir yöntem olmakla birlikte; hayatımıza anlam katan varlığımızın sebebi olan sevginin yüreklerde filizlenmesi, ruhun manevi anlamda doyuma ulaştırılması kısaca sevginin yaygınlaştırılması bir çok sorunun önüne geçecektir. Dünyayı sevgi kurtaracak, insanı ve yaratılanı sevmekle başlayacak herşey.
Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizlik yatmaktadır. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Tıpkı Erich Fromm’un "Sevme sanatı" isimli kitabında ifade ettiği gibi "doktorluğu, mühendisliği, öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor.

Sevginin hakim olduğu, insanlar arasında güvenin sağlandığı, vicdanların rahat ve huzurlu olduğu, tüm kötülüklerin yok olduğu bir dünyada yaşamak dileğiyle...

Muhabbetle
Hanife Mert

9 Aralık 2019 Pazartesi

KADIN ROMANCI HANİFE MERT


  Gerek üzerinde çalıştığım yeni kitap projem ve gerekse buyıl 5. si yapılan CNR 5. Mersin Kitap Fuarı dolayısıyla uzun süredir blogumla ilgilenemedim. Ara ara girsem de her hangi bir paylaşım yapamadım. Artık fuar bitti. Fırsat buldukça bloğumda paylaşımlarımı sürdürmek istiyorum. İlk olarak bir söyleşi- tanıtım yazısı ile merhaba demek istiyorum.

 Mersin Gazetesi yazarlarından Bekir Zorba Bey'le yaptığımız söyleşiye istinaden, yazarı bulunduğu bazı bölgesel gazetelerde, köşesinde tanıtım yazısı yayınlamış. Kendisine teşekkür ediyorum.
 21 Kasım 2019 tarihli tanıtım yazısını beni tanımak ve hakkımda bilgi sahibi olmak isteyen blog dostlarımla paylaşmak istedim. Keyifli okumalar diliyorum.


KADIN ROMANCI HANİFE MERT
“ Atacağı adımı bilemeyen, geçmişteki ayak izine bakmalı.” H. Mert

Eğer edebi ölçü söz konusu ise ‘kadın yazar, erkek yazar’ ayrımı ne kadar anlamlıdır? Ancak toplumsal zihniyet bakımından kimi zaman bu bir zorunluluktur. Kanaatimce, pozitif ayrımcılık yapmak ve rol model yaratma adına kadın yazarlar öne çıkartılmalı. Kadın kahramanlar, kadın yazarlar, kadına şiddetin ve ayrımcılığın sıkça görüldüğü günümüzde bir duyarlığın temsilcisi, öncüsüdürler. Kadınlar hakkında onca ahkam kesenler, kadın yazarları okumadan kadınlar için ne diyebilirler ki? Türk toplumunda alışkanlık haline gelmiş ve hatta genel kabul görmüş bir yargıdır. ‘Erkek yazar kadın okur’. Fakat günümüzde bu yargıyı usul usul da olsa tersine çeviren kadın yazarlarımız var. Konuğum Hanife Mert de onlardan biridir.

Hanife hanım, MEŞYAD basın ödülünü aldığım gün ‘Düş Batımı’ adlı ilk romanını imzalayarak bana ulaştırma nezaketi göstermişti. Düş Batımı romanı, kadını merkeze oturtarak parçalanmış bir aile dramını konu ediyor. Kadın yazar olmak bütün haksızlıklara gözünü açmak demektir. Erkek egemen toplumun aldırış etmediklerini, kadın hissiyatı ve gözüyle açığa çıkartmak demektir.

1963 Samsun doğumlu Mert, sadece roman yazarı değildir. Hatta diyebilirim ki onun denemeci yanı roman yazarlığından da ileridedir. Yerel basında, sosyal medyada iki yüze yakın yazısı çıkmıştır. Ağırlıkla felsefe, ilahiyat, sosyoloji ve psikoloji konularında yazmaktadır. Özlü sözler yazmak da ayrı bir uğraşıdır onun için. O, yazarken sorgular. Toplumu, yaşadığımız dünyayı, çelişkileri, olumsuzlukları sorgularken…Aynı zamanda kendi içine doğru bir yolculuk yapmaktadır. Kendini tanımak peşindedir. Çünkü “ Kendini tanıyan, kendini bilendir. Kendini bilen insan kendiyle barışıktır. Dolayısıyla umutludur, hayata olumlu yaklaşır” demektedir. Yaşam felsefesini de şu sözlerle açıklıyor yazarımız: “ Bir yere varmak için insan önce kendine uğramalı, bütün yollar insanın içinden geçer.”

Amatörce yazdığı şiirleri de bulunan Mert, sevginin gücüne yürekten inanır. Sevgisiz hiçbir şeyin yeşermeyeceğini, sevgisiz yüreğin çorak topraktan farksız olduğunu iyi bilir.

Hanife Mert Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. Eğitimli bir insan olarak eğitime, özellikle kız çocuklarının eğitimine büyük önem verir. O bakımdan kızlarının iyi eğitim almalarını sağlamış, ikisinin de üniversite mezuniyetlerine fedakarca katkı sunmuş. Ona göre, toplumun yarısını oluşturan kadının kendi ayakları üzerinde durması, ekonomik bağımsızlığı yaşamsaldır. “ Özgür kadın özgür çocuklar yetiştirir. Özgür çocuklar ise özgür toplum demektir” sözüyle bu konudaki duyarlılığını anlatıyor.

Yurdun kuzey ucu Samsun’da başlayan yaşam yolculuğu Muş, Elbistan, İstanbul ve Anamur’un ardından, 1987 yılından itibaren yurdun güney ucu Mersin’de devam ediyor. 2008 yılında Mersin Deniz Ticaret Odası’ndan emekli oldu ve yazılarına daha fazla zaman ayırmaya başladı. İlk romanı ‘Düş Batımı’ 2015’te, ikinci romanı ‘Bakış Acısı’ 2017 yılında yayımlandı.

Mert, bu günlerde iddialı, iddialı olduğu kadar da zor bir proje üzerinde çalışıyor. Hummalı çaba içinde, üçüncü kitabı ünlü şair Orhan Veli’nin biyografik romanını hazırlıyor. Bu konuda Veli’nin yakınlarına ulaştı, nadir bulunan eserlerden faydalandı, kapsamlı araştırmalar yaptı. Hanife Mert’in heyecanından anlıyorum ki çalışması, Türkiye çapında ses getirecek potansiyele sahip. Ulusal çapta bir başarı hikayesine çok ihtiyacımız var. Neden bu çıkışı Hanife hanımla yakalamayalım?

Kendimden biliyorum. Yazarlık bir kere kanınıza girerse dur- durak tanımazsınız. Yeni eserler, projeler zihninizi sürekli meşgul eder. Yazarımız için de bu farklı değildir. Dördüncü kitabının, konusunu şimdiden belirlemiş bile. Yayımlanmış denemelerinden kişisel gelişim alanına giren yazılardan bir seçki yaparak, okurlarının beğenisine sunmak istiyor. Uzun soluklu, zorlu yolculuğunda başarılar diliyorum. Okuru bol olsun!

Gazeteci Yazar Bekir Zorba Bey'e bir kez daha teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyorum.

Muhabbetle,
Hanife Mert


http://www.inovatifhaber.com/yazar-kadin-romanci-hanife-mert-2681.html
https://www.sokaktanhaber.com/2019/11/kadin-romanci-hanife-mert/
www.mersinsonhaber

29 Ekim 2019 Salı

KUTLU OLSUN CUMHURİYET BAYRAMIMIZ

Cumhuriyet, Türk milletinin yüzyıllar boyunca, özgürlük ve bağımsızlığı uğruna çektiği acıların ve topyekün verdiği mücadelenin sonucunda kazandığı zaferin ürünüdür. 1923 yılında ona en uygun olan, ona yakışan yaraşan bir yönetim biçimi olan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Cumhuriyet bir yaşam biçimidir. Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmada bir köprüdür. O bir Fazilettir, erdemdir, bağımsızlıktır. Atatürk'ün bize armağanı, gözümüz gibi sahiplenebileceğimiz bir emanettir.

Bütün çekilen çilelerin, yapılan fedakârlıkların bilincinde olmalı ve Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet yaşamasını sağlamak için var gücümüzle mücadele etmeli. Bu sorumluluğu bizden sonraki nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcu olmalıdır.

Bu vesileyle Cumhuriyeti kurarak bize özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı hediye eden, başta Gazi Mustafa kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile, canını, malını, varlığını bu vatana feda eden tüm şehit ve gazilerimizi minnet ve şüranla anıyoruz.

Cumhuriyetimizin 96. yılı hepimize kutlu olsun.️

7 Ekim 2019 Pazartesi

Sahi Neydi Umut Dediğimiz Şey




 
Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne  alev alev vuran yakıcı güneş ışığının etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu. Lakin derenin kenarındaki dut ağacının yapraklarının hışırtısı, dalların arasından dalga dalga  yayılan ışık huzmesi ile masmavi gökyüzü, ruhu dinginleştiriyordu. Küme halinde uçan serçelerin cıvıltıları ve çekirgelerin sesi insana yaşama sevinci aşılıyordu.
   Her zamanki gibi yine bebeğini kucağına alıp derenin kıyısına, dut ağacının dibine oturdu kadın. Öyle dalgındı ki etrafını kuşatan  güzelliklerin farkında bile değildi. Çünkü onun aklı çok uzaklardaydı… Derenin kıyısında dizlerini bükmüş, sol elini çenesine yaslamış bir vaziyette otururken,  sağ eliyle de çocuğunu kucaklamıştı... Başını önüne  eğdiğinde bendini aşmış, önüne çıkan her şeyi alıp götüren, gürül gürül akan nehiri fark etti. Bakışlarını akan suyun  binlerce metre derinindeki bir noktaya sabitledi. Gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu çileli hayatı. Birden şerit kopuvermiş, film bitmişti. Başını kaldırdı, dalgın gözlerini zorla  çekti akan sudan... Önce beyaz kundakta sarılı yavrusunun üzüm karası gözlerinin ta içine, sonra da masmavi ufka baktı:
-Sanırım bugün de gelmeyecek! dedi. Sanki bebek ne dediğini anlamış da " Kim" diye sormuşcasına cevap verdi.
-Baban, dedi sanırım artık gelmez…
Sonra tekrar gürül gürül  akan berrak suya  baktı dalgın dalgın... Uzaktan gelen minibüsün korna sesi ile irkildi. Bebeğini kucağına aldı, bir taraftan saçından düşen yazmasını acelece düzeltti. Yokuş toprak tepenin üzerinden koşarak  yola çıktı. Minibüs tam da kadının önünde durdu. Kadın kenara çekilerek inenlere baktı soran gözlerle… Artık son kişi de inmişti. Minibüste şöförden başka kimse kalmamıştı. Çekinerek kapının yanına geldi. Şoföre baktı, umutla…Sadece baktı...
Şoför:
-Yok bacım, kocan bu gün de yok! dedi...
  İstanbul’a çalışmaya gitmişti kocası. Para kazanacak, ev tutacak ve sonra gelip bebeği ile birlikte onları da götürecekti. Gidiş o gidiş... Bir daha haber alamamıştı kocasından... O, her şeye rağmen umudunu yitirmeden, sabırla çaresiz bekleyişini sürdürüyordu. Gelmeyeceğini bile bile...
Onu çaresizlik içinde her gün yavrusu ile birlikte, dere kenarına getiren, içinde kaybetmediği umuttu.
   Neydi umut dediğimiz şey? Çıkmayan candan vazgeçilmeyen inanç mı? Ya da aza kanaat eden fakirin sofrasındaki katık mı? Yoksa gelmeyecek kocasını bekleyen kadının yuvasındaki saadet miydi?
  Umut çıkmayan canda saklı olan sabırdı, mücadeleydi, heyecandı, hüzündü, inanmaktı, hayal etmekti, istemekti, beklemekti. Kısaca insanı hayata bağlayan ölüm ile hayat arasındaki uzunca köprüydü.
  Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla, inançla desteklenerek hayat bulur. Kimi zaman bir fakirin sofrasındaki çorbada, kimi zaman zenginin bankadaki hesabında, bir hastanın ilacındaki şifada, bir öğrencinin notunda, bir gencin geleceğinde, bir aşığın vuslatında, bir memurun emeklisinde, bir kuşun kanadında, bir toplumun savaşsız, barış, kardeşlik sevgi duyguları ile bezenmiş çağdaş uygarlığı yakalamasında, soğukta titreyen evsiz bir yetimin sıcacık huzurlu bir evinde, huzuru tüketmiş bir ailenin saadetinde, haksızlığa uğramış bir mazlumun adaletinde gizli..
  İnsan umuda en fazla çaresizliğin pençesinde çabalarken ihtiyaç duyar. Çünkü umut çaresizliğin girdabında çabalarken anlamlıdır. Umut öyle bir şey ki, çaresiz kaldığın en zor anlarda görülen küçük bir ışığa, tıpkı pervanenin ateşe koştuğu gibi koşmaktır.
Yapmak istediklerinizin peşine düşmek. Bu uğurda zorluklar, engeller, önünüze çıkan her ne varsa umutla, sabırla, kararlılıkla, azimle ve inançla mücadele etmek…
Bu çok kolay değil elbet… Hatta hiç kolay değil. Zaten önemli olan zoru başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen hedefe ulaşıldığında duyulan mutluluğu tarif edebilmek mümkün mü? Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o istediğiniz şeye ulaşmanın kıymetini anlayabilir miydiniz? Her karşılaşılan engelde, zorlukta vazgeçmek yerine umudunu güçlendirerek “olay daha bitmedi” diyerek mücadeleye ve yola yeniden devam etmek. Yılmadan, yorulmadan…
  Kimi zaman da umut eder, hayal eder, sabreder, mücadele eder ama istediğimize ulaşamayabiliriz. Karamsarlığa kapılıp umuttan, hayalden vazgeçmek yaşamaktan vazgeçmek demek değil midir? Çünkü insan umut ettiği ölçüde yaşar. Aydınlık karanlığın bittiği yerdedir.
   Yaşamınızda umut ışığınız hiç sönmesin…!
Muhabbetle,
Hanife MERT


11 Eylül 2019 Çarşamba

Değer mi Hiç



Dünya değişim ve gelişim çağında.  Zaman değişiyor buna paralel olarak  teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle,  insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. 
 Özellikle son yıllarda toplumumuzda yaşanan örnekler alışılagelmiş bazı değerlerimizin göz ardı edildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir. 
Nasıl mı? Örnek çok.  Örneğin; artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle ,hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor da. Hal böyle iken, bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz dediğimiz  değerlerin yerini mevki - makam, para ve güç almış durumda.
   Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen değme keyfine el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani vasıfları üstünde taşı, ağzınla kuş tut. Eğer paran yoksa, hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde...
Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor.
 Kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları;  şekil, görünüş ve madde üzerine kurulmuş durumda. Şeklin güzelse değerlisin, paran varsa saygınsın, zenginsen önemlisin, mevki makam sahibi isen adamsın gibi..
  Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, adalet, güzel ahlak, haya ve edeple inşa edilmiştir. 
   Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.    İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. Güçsüz insanlara reva görülen zulümleri, haksız yere cana kıyanları, çocuklara yapılan eziyetleri, hayvanlara, doğaya yapılanları söylemiyorum bile...
Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz.
 Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen kimseye yardım etmek yerine, cep telefonuyla videosunu çekip sosyal medya hesaplarında paylaşarak takipçi ve beğeni sayısını arttırmanın, o insanın canından daha önemli olduğu, gözler önünde  bir cani tarafından hayatına kastedilen bir insanın kurtarılması için çaba sarf etmek yerine izlemekle yetinenleri görüyoruz. İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin... birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz.
   Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve sevgim onlara... Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil...

Değer mi hiç, üç kuruşluk kazanç için onca değerlerimizi heba etmeye?

Muhabbetle
Hanife Mert

18 Ağustos 2019 Pazar

BAKIŞ ACISI KİTAP YORUMU

 Sevgili mavi_kitapkulesi ne bu çok değerli yorumu, harika görseli ve önerisi için çok teşekkür ediyorum. Umarım onun önerisiyle pek çok kişiye ulaşabiliriz. Yüreğine ve okuyan gözlerine sağlık..

Muhabbetle,
Hanife Mert

4 Ağustos 2019 Pazar

Kendini Tanıyamamış Her İnsan Yalnızdır


  Hani bazen hayat üzerimize çöreklenir de nefes alamaz hale geliriz ya. Her şey üst üste gelmiş, iç dünyamızda tarif edemediğimiz sıkıntılar, hüzünler yaşarız. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz... Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani.Tanıyanı bileni olmayan bir yere kaçıp gizlenmek isteriz, kendimizden kaçmak...
İnsan kendinden kaçabilir mi? Nereye giderse gitsin kendini geçmişiyle birlikte götürmez mi gittiği yere?
Yine benzer şekilde Can Yücel de "Gitmek" isimli şiirinde;

Bu günlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.

Kiminle konuşsam aynı şey...
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle ''yanına almak istediği üç şey'' falan yok.

Bir kendisi. Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan...
"


Oysa insan nereye giderse gitsin geçmişini bir sırt çantası gibi taşır omzunda. Hal böyle iken insan, kendinden kaçıp yine kendine gitmiş olmaz mı? Zira insanın bindiği gemi de vardığı liman da kendi yüreğinde demirlidir.

İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, onun yaşadığı ortamda sürüklendiği algı yanılsamasının bir sonucu olsa gerek. Ruhun kendisine yabancılaşması, kendisini tanıyamaması da denebilir bu duyguya. Bireyleri bu çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı toplumun dayattığı yaşam biçimi ve akabinde oluşan duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucu olsa gerek. Bu da insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelmektedir.
    İnternette dolaşırken A. Tolga Akpınar'a ait olan bir söz okudum. Tolga Akpınar şöyle diyordu; "Bir yere varmak için önce kendine uğramalı insan… İnsanın gideceği bütün yollar kendinden geçer.” söz benim de yazımın ana temasını oluşturuyordu. Ne demekti insanın kendine uğraması?

    Kendine ulaşamamış, kendini bulamamış, kendini tanıyamamış her insan yalnızdır. Ve bu durum onu mutsuz etse de, birilerinden bekler yalnızlıktan kurtulmayı. O bilemez tanımadığı bir "BEN" le nasıl baş edeceğini. Zira inmemiştir bir gün bile kendi derinine, yüreğine,vicdanının ona neler fısıldadığını duymamıştır. Bu günü de kurtardık mantığı, doğruyu ben biliyorum ego tatmini ile iyi taraflarını el üstünde tutmuş, eksi, yanlış olan ne varsa görmezden gelmiştir, itelemiştir kendinden öteye...
İnsan bir cevherdir. Yaratılış itibariyle en güzel şekilde kusursuz olarak yaratılmıştır. Dünya hayatı ile baş edebilmesi için gerekli olan her şey onda mevcuttur. O kendini tanıma zahmetinde bulunmadığı için sahip olduğu cevherin de, farkında olmadan yaşar.

İnsanın hayatın getirdiği her türlü iyi ya da kötülükler karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi, onun sağlıklı bir ruh yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi için, insanın önce kendi iç dünyasına yönelmesi gerekmektedir. Tıpkı Gönül Ustası Mevlana'nın "içindeki kapıyı çal; başka kapıyı değil.” sözünde ifade ettiği gibi önce kendi içine yönelmeli...
Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça, önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Ayakları yere sağlam basar. Kendini bildikçe çoğalır. Kendini sevdikçe sevgiyi dilenmez, zaten o sevgi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir.Kendini bildikçe haddini bilir...
   İnsanın kendi iç dünyasına yönelmesi onu dış dünyadan soyutlamaz, tam tersi tamamen yaratılan tüm varlıklara yaklaştırır. Çünkü kendini doğru tanıyan kişi, bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur. Bu açıdan bakılınca, insan kendi dahil yaratılan her şeyin ortak bir gaye için tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını bilir. Yunus'un "yaratılanı severim, Yaratan'dan ötürü" sözü gibi, yaratılan her şeye karşı sevgi ve merhametle yaklaşır.
Muhabbetle,
Hanife Mert

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Utanmaktan Utanılır mı?



Bir Hint atasözü; “bir gün mutlu olmak isterseniz yeni bir elbise giyinin, bir yıl mutlu olmak isterseniz evlenin, bir ömür boyu mutlu olmak isterseniz, namuslu olun.” der.
Hintlilere hak vermemek mümkün mü? Yaşadığımız dünyada utanmasını, hayasını yitiren insanlığın dramı ortada iken...
Utanma, sıkılma, ar, namus anlamına gelen haya canlılar içinde sadece insanlara bahşedilmiş bir özellik bir duygudur. O da küçük yaştan itibaren öğrenilir.

Utanmayan insan her şeyi yapar. “Utanmıyorsan dilediğini yap!” ikazını büyüklerimizden duymuşuzdur. Çünkü utanmayan insan her türlüğü kötülüğü, edepsizliği, vicdansızlığı yapmaktan çekinmez. Bu duruma toplum da kayıtsız kalıyor bana değmesin de ne yaparsa yapsın felsefesi ile yaklaşıyorsa artık çirkinliklerin önü alınmaz bir duruma gelmiş demektir. Haksız yere öldürülen, istismar edilen savunmasız, zavallı çocuklar, kadınlar, yaşlılar. Çöp kutularına atılan bebekler. Üç kuruşluk altını için öldürülen yaşlılar. Gözler önünde kaza geçirip acı içinde kıvranan insanları bırakıp, karşısına geçerek video çekip sosyal medya hesaplarında paylaşmak ya da başım belaya girer endişesi ile o halde bırakıp gitmek, hayvanlara eziyet etmek ve bundan zevk almak, yetim hakkı, kul hakkı yemek vs... vs....

Toplumumuzda daha nice tüyler ürperten, kanımızı donduran olaylara şahit oluyoruz ki bu toplum nereye gidiyor, sonumuz ne olacak? demekten kendimizi alamıyoruz. Görünen o ki toplum hiç de iyi bir geleceğe gitmiyor.
Oysa insanın en güzel süsüdür utanması, utancından dolayı yüzünün kızarması.İnsan olduğunun göstergesi. Utanmak insanın kalitesini gösteren bir güzelliktir. Utanan insan saygılıdır, edeplidir, güzel ahlaklıdır. Vicdan merhamet sahibidir. İnsana, hayvana, doğaya karşı merhametlidir. Emek vermediği şeye sahip olmak istemez. Hakkı ve halkı korur gözetir. Erdemli haya sahibidir.
Son zamanlarda maalesef bu güzel değerler önemsenmeyerek utanılacak ve unutulacak bir duruma getirilmek isteniyor. Üstat Necip Fazıl'ın yıllar önce Kahraman Maraş'ta yaptığı bir konuşmada;"“Pek yakında utanmaktan utanan bir nesil gelecektir.” sözünde ifade ettiği gibi artık utanmaktan utanan bir nesil yetişiyor.Utanması gerekenden utanmayan, ama utanmaması gerekenden utanan bir nesil…
Oysa medeniyetimiz haya üzerine kurulmuştur. Bu topraklar nakış nakış haya ve edeple inşa edilmiştir. Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, haya etmekten utanmaktan utanan, her türlü hayasızlığı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız.

Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık. İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya,adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk.

Toplum olarak öylesine kanıksadık öylesine kabullendik ki utanmak, yüzümüzün kızarması şöyle dursun, görmezden anlamazdan geliyoruz çoğu şeyi.. Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor.

Bedirhan Gökçe'nin Beyaz Menekşe isimli şiirinde ifade ettiği gibi;

..."Eskiden utanınca yüzü kızarırdı tüm ergenlik kızların
Şimdi yüzü kızarınca utanır oldularsa suçu kimde bunların...!
Kuzum değişmeyen neydi? eskiyen ne?
zaman mıydı değişen? Yoksa değişmek, kirlenmek için bahane miydi?
Biz mi büyüdük ? Ar yıkanmaz mı utançla?
Geç mi kaldık? Yoksa geç mi kaldık,
avuçlarımızdan kayıp giden sabahla"

Peki sizce suç kimde?

Muhabbetle

Hanife Mert

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Dünyanın Çivisi Çıkmış

6 Ekim 2015 Salı günü yayınladığım yazımda "Dünyanın Çivisi mi Çıkmış?" diye sormuş devamında da;
  
  "Halk arasında sıra dışı gerçekleşen olayları anlatmak için "bu dünyanın çivisi çıkmış" deyimi kullanılır. İnsanlığın geldiği noktaya baktığımızda halka hak vermemek ne mümkün? 
 Zira nereyi tutsak elimizde kalıyor. İnsanlığın ele alınacak bir yanı kalmamış. Her yerden bela musibet yağıyor. Yaşadığımız dünyada ne düzen intizam, ne hak hukuk adalet, ne ahlak, edep, ne insana saygı, ne vicdan, merhamet, ne hoş görü... kalmamış. "İnsanlık" insanı terk etmiş, vesselam!..

   Şu içinde yaşadığımız ve burada kalışımız belirlenen bir vakitle sınırlı olan dünyada öyle olaylar yaşanıyor ve öylesine şahit oluyoruz ki; bırakın dudak uçuklamayı, içimizde öyle derin yaralar açıyor ki hafsalamız almıyor, kanımızı donduruyor, yaşama sevincimizi  bitiriyor adeta.

  Güzel ülkem yangın yerine çevrilmişken, neredeyse her gün gencecik yiğitlerimiz kalleşçe şehit edilirken, toplum suni sebeplerle birbirinden ayrıştırılmaya çalışılırken, ülkeyi yönetenler koltuk derdine düşmüşken, dolardaki kontrolsüz yükselişler sonucunda s.o.s veren ekonomik gelişmeler sonucunda kriz kapıda beklerken, güzel ülkemde hak, hukuk, adalet  kişilere göre farklılık gösterirken, kadına şiddet, çocuğa şiddet, öğretmene şiddet, doktora şiddet, olmadı gazeteciye şiddet derken şiddet toplumu oluverdik     Kimse kimseyi dinlemiyor, anlamıyor. Ben haklıyım, ben doğruyum, ben bilirim, ben söylerim ben yaparım olur, ısrarında "benlik" mücadelesine girmişken. İnsanın insana, insanın hayvana, insanın doğaya sevgisi, saygısı, hoşgörüsü, vefası... kalmamışken.  Konan kanunlara yasalara kurallara uymak yerine kendi kurallarını uygulayan insanların sayısı her geçen gün artarken, haklı olarak halkı gelecek kaygısı, hatta  günü yaşama kaygısı  sarmakta...

  Kurallar insanların huzur içinde yaşamaları için konur. Bu konuda öyle uzun bir yol katettik ki bırakın konulan kurallara uymayı adeta kendimiz kural koyar olduk. Sonrası malumunuz kazalar, ölümler, yaralanmalar. Gün geçmiyor ki trafik kazası ya da sıradan sebeplerle çekip silahı ateşleyen insanların haberlerini duymayalım...

 Hal böyle iken yana yakıla insanlığı arar durur, nerede bu insanlık! diye sorarız da çözümün kendimizde olduğunun farkına varmayız. Durumumuz umutsuz gibi gözükse de çözümsüz değil. İnsan kendindeki cevherin farkına varmalı. Özüne dönmeli, yaratılış gayesini hatırlamalı, "oku"malı, "düşünmeli", "akletmeli" "sorgulamalı" ki kaybettiği insanlığı ve onun erdemine tekrar kavuşabilsin. 

Kavuşabilmeli ki  kendinden sonra gelecek nesillerin  bu topraklarda huzur, barış, kardeşlik, sevgi, hak, adalet ve güven içinde yaşamalarına imkan sağlamalı." cümlesiyle yazımı bitirmişim. 
  Yazının üzerinden tamı tamına üç yıl dokuz ay geçmiş. Bu süreçte ülkemizde ve dünyada yaşananları şöyle bir gözden geçirdiğimizde, hiç bir sorunun bitmediğini hatta artarak çoğaldığını söylersek yanlış söylememiş oluruz. Bu durumda sorumun yanıtını veriyorum gerçekten "Dünyanın Çivisi çıkmış." Sizce de öyle değil mi?

Muhabbetle,

Hanife Mert

17 Temmuz 2019 Çarşamba

Sevgi Öğretilebilir mi






  Yaşadığımız dünyada insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şeydir sevgi. Zira insanın mayası, ruhunun gıdasıdır. İnsan olduğunu hissettiren, hayatına anlam katan bir duygudur. Sevgi özünde güven, saygı, şefkat, merhamet gibi insanı insan yapan erdemleri barındırır. Böyle olmasına rağmen, yüreklerden sözcüklere inmiştir... Anlam değişikliğine uğramıştır...

  Sevgiyi yüreğinde hissedemeyen insanlar, sevginin özünü oluşturan güzelliklerden uzak kalmış demektir. Sevgisiz insanlar yüreklerinde yalnızlık, değersizlik, kin, nefret ve kıskançlık duygularının kıskacında bocalar dururlar. Böyle insanların hata yapma eğilimi yüksektir.

  Ruhun gıdasıdır dedim ya sevgiyi tanımlarken. Biraz açmak gerekirse, nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir süre sonra biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz olur. Ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.

  Böyle bir durumda Dostoyevski'nin "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya. Böyle insanların çokluğu savaşların ,haksız yere ölümlerin,tacizlerin tecavüzlerin, adaletsizliğin, haksızlığın, açlığın, sefaletin yoğun yaşandığı bir dünyaya ortam hazırlar. Ülkemizde de yaşanan kadın çocuk cinayetlerinin, tacizlerin, tecavüzlerin, hayvanlara yapılan insanlık dışı zulümlerin çirkinliklerin temel sebebi sevgisizlik olsa gerek. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; "pişman mısın? " diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerede, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

  Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un Sevme Sanatı isimli kitabında ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekmektedir.

  Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Muhabbetle
Hanife Mert

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Lokmalar Boğazımda Dizildi Kaldı


Her ne kadar "nerede o eski ramazanlar, eski bayramlar." diye klişe sözlerle eskiye olan özlemimizi dile getirsek de kendi adıma, çocukluğumdan kalma anı kırıntılarını hatırlayarak onları günümüze taşımaya gayret ediyorum.

  Eski ramazanlara ait hatırladığım; top atılmasına bir kaç dakika kala yer sofrasında, çinko taslara bol soğanlı taneli mercimek çorbasını ve yine çinko tabaklara sebze yemeğini, zeytin kasesini, annemin yaptığı baklava tabağını siniye koyduktan sonra, kardeşlerimle birlikte dışarı çıkar, evimizin merdiveninin basamaklarına oturur, kimi balkonda, kimi pencereden başını uzatmış komşularımızla birlikte heyecanla topun atılmasını beklerdik. Sonra top atılır büyük bir mutlulukla sofraya koşardık...

Bu güne kadar aynı heyecanı ailemle birlikte diri tutmaya çalıştık. İstedim ki çocuklarım da aynı heyecanı hissetsin ve ileride çocuklarına aktarabilsin. Çocuklarım aynı heyecanı duyar da çocuklarına yansıtır mı, bilemem. Lakin bildiğim bir şey var ki benim gibi düşünenlerin sayısının pek fazla olmadığıdır.

Bir kaç gün önceydi. İftar vakti yakındı. Yemekleri hazırladım. Bir koşu fırından pide almak için dışarı çıktım. Pideyi alıp eve dönerken, gözüm sitemizin girişinde bulunan çöp kovalarına takıldı. Çöp kovasının önünde biri oturuyordu. Önce kağıt toplayanlardan biri galiba diye düşündüm. Yaklaştıkça onlardan olmadığını fark ettim. Böyle durumlarda yolda gerçekleşen sıra dışı olaylarda önce oradan geçen insanların tepkileri dikkatimi çeker. Çöp kovasının yanında oturan kadından ziyade, kadının yanından geçen insanlara baktım. Kadın kimsenin umurunda değildi. Bakmıyorlardı bile... Ayaklarım beni çöp kovasının yanına doğru götürdü. Orada eski bir pazar arabası, yanında da yaşlı bir kadın yere oturmuş bir şeyler yapıyordu. Yanına iyice yaklaştım, " sen burada ne yapıyorsun?" diye soramadım. O kadın bakışımdan anlamıştı sanki. Yanında mavi bir naylon poşetin içinden çıkardığı, kiminin kenarları delinmiş, kiminin ortası yanmış asma yapraklarını düzelttikten sonra başka bir poşete yerleştiriyordu . Bir taraftan da bana açıklama yapıyordu. "Marketten aldım, bak bu yapraklar sarılabilir." dedi. Muhtemelen bu yapraklar, marketin çöpe attığı veya çöpe atacağı vakit, yaşlı kadının "çöpe atma bana ver" demiş olabileceği yapraklar diye bir düşünce geçti zihnimden.
Yaşlı kadın konuşurken, düşüncelerim lüks saraylarda çok çok yıldızlı otellerde adını bile telaffuz edemediğimiz yemeklerle verilen iftar sofralarında dolaştı. Daha nerelerde dolaştım bir bilseniz...
Düşüncelerimden sıyrılıp tekrar yaşlı teyzeye döndüm. Kadın mahcup bakışlarıyla, çöpe atılacak olan ekmekleri beklediğini söyledi. Bu ifade iyice perişan etmişti beni. Sanırım utandığı için olacak; ardından hemen açıklama yaptı. "Ben çöpe atılan ekmekleri sütçülere satıyorum karşılığında süt alıyorum, evde felçli bir kocam var ona bakıyorum. İnan kızım yalan söylemiyorum...", dedi.

Yaşlı teyze belki doğru belki de yalan söylüyordu bilemem. Lakin benim ona söyleyebileceğim bir şey yoktu. Sadece arabaların vızır vızır geçtiği ve daha birkaç ay önce orada büyük kazanın olduğu ve 3-4 kişinin feci bir şekilde can verdiği bir yerde oturuyordu. Sadece ona, biraz geri çekilmesini söyleyebildim. Benim söyleyebilecek bir şeyim yoktu, sustum. Peki ya söyleyecek sözleri olanlar neden susuyordu. Neden yaşlı kadın gibi daha nice çöpten yemek ekmek artıklarıyla hayatta kalmaya çalışanlara suskundular... Anlayan zaten anladı...

Ben seslenmeden yaşlı kadının yanından ayrıldım. Eve geldiğimde ezan okunmuş iftar sofrasına oturmuştuk. Sonra ne mi oldu? Lokmalar boğazımda dizildi kaldı yutamadım...

Muhabbetle
Hanife Mert

17 Mayıs 2019 Cuma

NEDEN HABER VERMEDİN Kİ

Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti, İyi İnsanlar iyi atlara binip gitti. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Aynada ki Yalan” isimli romanının başkahramanı Naci’nin arayış içerisinde olduğu bir dönemde kendisine “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti” cevabı verilir ve şöyle bir hikâye anlatılır: “Bir gün cins at meraklısı bir adam, cins atlarıyla meşhur bir yere gidiyor. Tanıdıklarından kimi sorsa “Öldü!” cevabını alıyor. Ya şu ağa, ya bu ağa..? Göçtü..! Ya filan atın soyu, ya filan kısrağın dölü..? Kurudu…! Sonunda at meraklısına şu karşılığı veriyorlar: “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti?

   Üstad ne güzel söylemiş. İyi insanlar, ardında bıraktıkları güzel isimleri ile bir bir hayata veda edip gidiyor. Tıpkı son dönemde ülkemiz için canını feda eden aziz şehitlerimiz ve değerli hizmetleriyle bu milletin gönlünde taht kurmuş sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının çok değerli insanlarının ardında gözü yaşlı sevenlerini bırakarak veda etmesi gibi... Onlara Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum.
Her ne kadar dünyanın cezbedici süsüne kendimizi kaptırarak; bizim için kaçınılmaz son olan ölüm gerçeğini gündemde tutmak istemesek de, o hayatımızın bir parçasıdır. Biz onu unutsak da o bizi hiç unutmaz. Vakti geldiğinde kapımızı çalar. Ölümden korkmak veya korkulacak bir şey gibi görmek, içimizdeki iman eksikliğinin bir sonucu olsa gerek. insanca ve İslamca bir hayat sürmek ölümün korkulacak bir şey olmadığını anlamamızı kolaylaştırır.

Cahit Sıtkı Tarancı "yaş otuz beş" şiirinde;

…Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.

Dizeleri ile ölümün zamanı ve yeri belli olmayan bir anda herkesin başına gelebileceğini ifade etmekte.

Ölüm dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. İnsanlar ölüm ve ölüm sonrası hayatın mahiyetini bilemediği için, hayatın bu dönüm noktasını soğuk ve itici bulur...
Ondan kaçmak imkansız. Nerede olursak olalım o bizi mutlaka bulur. Kutsal kitabımızda yüce Allah “her nefis ölümü tadacaktır.”(Al-i İmran 3/185) buyurarak yaratılan her canlının ölümü mutlaka tadacağını haber vermektedir.
Ölüm kaçınılmaz son. Lakin ölüm doğal olmalı. Allah’ın verdiği canı zalim almamalı. Ölüm gerçeği insanları can yakmaktan, can almaktan, hak yemekten, adaletsizlikten, yetim malı yemekten, suç işlemekten, savaşlardan alı koymalı. Her insanın barış içinde, huzurlu, mutlu kendini güvende hissedebileceği bir dünyada yaşamak en doğal insani hakkıdır…
Sadi Şirazi Gülistan isimli eserinde bir hikaye anlatır. Hikaye şöyle başlıyor; adamın biri yıkılan evinin karşısına geçmiş bir yandan ağlıyor, diğer yandan da: "Ah evim! Çökmeden evvel bari bir haber verseydin de ona göre tedbir alsaydım" diye söylenip duruyormuş.
Birden o harabeden bir ses yükselmiş; "Be adam!.. Ben yıllardır sana, çatlayan duvarlarım ve dökülen sıvalarımla çöküyorum diye haber veriyordum. Fakat sen, her defasında bir avuç toprak ile çıka geliyor ve o çatlakları örterek verdiğim haberi adeta ağzıma tıkıyordun" demiş.
Hikaye manidardır. Çünkü bizim hayat evimizde de hızla tahripler, çatlaklar oluşmakta ve ömür binamızdan her geçen gün bir taş daha düşmektedir. Çok insaflıdır ölüm... Gelmeden önce nice haberler gönderir de, biz bir türlü dönüp bakmayız o ikazlara...Her birine bir bahane bulur , "hastalıktır geçer" der, önemsemeyiz.
Günbegün tükenip gittiğimizi görmeyiz... Ömür, bitmeyecek bir hazine gibi görünür gözümüze; Oysa her şeyin bir sona mahkum olduğuna inanmak istemeyiz. Aldanırız, ama kabul edemeyiz bunu bir türlü...
Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza... Şaşırır ve endişeli soru veririz; "Neden haber vermedin ki?"
Cevap vermek zorunda mıdır ölüm... Zira o, haberini çoktan vermiştir...

Muhabbetle,
Hanife Mert

14 Mayıs 2019 Salı

Sevgisizliktir En Büyük Engel

  Doğuştan görme engelli olan bir adam zifiri karanlık bir gece yarısında, engelinden dolayı kazanmış olduğu ezbere yol bulabilme yeteneğini kullanarak yürümeye devam ediyordu. Görme derecesi sıfır olduğu halde elinde yanmakta olan bir fener taşımaktaydı. Karşıdan gelmekte olan şahıs ile yüz yüze geldiklerinde, kendisini tanıyan bu şahıs, “Bre kör, sen zaten görmüyorsun ki, o fener ne işine yarayacak” demekten kendini alamamıştı. Bu ifade üzerine görme engelli adamın cevabı manidardır:” 
“Feneri kendim için değil, senin gibiler için taşıyorum ki ben onları görmesem de onlar beni görsün ve böylelikle çarpışmamış olalım. Benim gözüm kör ama senin kalbin körmüş. Yani asıl kör olan ben değilim, sensin.” der.

Etrafımıza hep bakarız ama bazen gördüğümüz baktığımız değildir.  Çünkü bakmak ve görmek birbirinden ayrı şeylerdir. Bakmak sadece vücut gözü ile yüzeysel olurken, görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun birlikte bakmasıyla, karar vermesi ile olur.  Her birimiz  gün boyunca yakınımıza, uzağımıza, çevremize bakıp dururuz. Hepimiz aynı yere aynı yerden baksak bile farklı şeyler görürüz muhtemelen. Çünkü bakmak yetmiyor her zaman, görmeyi de bilmek gerekiyor…Tabii ki önce nereye nasıl bakacağımız önemli, ondan sonra neyi göreceğimiz görmek istediğimiz..
 
  Olayları ya da kişileri gördüğümüz ya da olmasını düşündüğümüz yönüyle değerlendirir, net ve kesin bir tavırla yargılama hatta mahkum etme yolunu seçeriz. Yanılabileceğimizi, hata yapma ihtimalini düşünemiyoruz maalesef. 

“Gönül gözü görmeyen,  Can gözünü neylesin”
demişler ya hani; hikayede de bu durumu açıkça görmek mümkün. Etrafımızda herhangi bir engelinden dolayı, bakışlarıyla, tavırlarıyla, hatta; “bre kör, bre topal, bre deli...,” gibi onur incitici, aşağılayıcı, dışlayıcı söz ve davranışta bulunanları görmekteyiz. 
Şunu unutmamak gerekir ki insan hayatı tek düze değildir. Sağlık da, varlık da, darlık da  sonsuza kadar sürmez. İncittiğimiz yerden incinmemiz olasıdır...

Böyle insanlara,  kişilere gönül gözüyle bakmalarını önerirken, merhum Aşık Veysel’in;.

Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım?

Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım?
 dizeleriyle yanıt vermek istiyorum. Farklılıklarımız bizi asla farklı yapmaz. Zira gelişimiz de gidişimiz de aynı yere olduktan sonra...
   Her insan kendi içinde koskoca bir kainat barındırır. Buna rağmen hiç kimse diğer kimselerin iç dünyasını yeterince görüp bilemez. Bunun nedeni, dışımızda ki olaylara kişilere yeterince ilgi duymayışımız ve duyarsız olmamızdan kaynaklanmaktadır. İnsanların gönüllerine girmeyi başarabilsek, o gönlü feth edebilsek,

Yunus Emre’nin;

“Hakk bir gönül verdi bana,
Ha demeden hayran olur” 
dediği gibi hayran kalmayacağımız bir insan olmazdı. Böylelikle yine

Yunus’un,

“Yunus Emre der: Hoca,
   İstersen bin var hacca,
   Hepsinden iyice,
   Bir gönle girmektir.” 
   
  Dizelerinde ifade ettiği gibi en makbul ibadetlerden birisini de yerine getirmiş olurduk. Eğer girebilseydik karşımızdakinin gönül kapısından, dert ortağı olurduk. Dertleri paylaşır, paylaştıkça azaltırdık derdini ve sevgileri paylaşır, paylaştıkça çoğaltırdık. Kırık kalplere derman olabilirdik belki. Belki onara bilirdik yıkılıp harap olmuş gönülleri. 
Gerçek dostlukların kurulması da gönül ziyaretleriyle başlamıyor mu? İnsanların birbirlerinin gönüllerinde kurdukları sevgi köşkleriyle perçinlenmiyor mu gerçek dostluklar?
Görmesini bilemeyen, dostunun gönlünü kırmaktan çekinmeyen kişiler ; “Ben kainata sığmam ama insanın kalbine sığarım” diyen Yüce Yaratıcı'nın  o güzel mekanını harap etmiş olmaz mı? 
Oysa, 
 “Eğer gönül kırdın ise, Bu kıldığın namaz değil.” dizeleri ve 
     Hz Ömer’in
    “Ey Kabe! Seni bin kere yıksam tekrar yapabilirim, fakat kırılan bir kalbi asla...’’
         Bu ifadeler gönül kırmanın insanı ne büyük bir külfete soktuğunun göstergesi değil mi?

  “En büyük engel sevgisizliktir” onları incitmeyelim diyor, Allah'ın yarattığı her canlıyı sevgiyle kucaklaya bilmemiz, karşılaştığımız tüm insanları gönül gözü ile görmemiz ve gönül kapılarını çalabilmemiz, gönüllerini feth edebilmemiz  dileklerimle; Dünya Engelliler Günü'nü kutluyorum.

Muhabbetle,
Hanife Mert





1 Mayıs 2019 Çarşamba

TÜRKİYE’DE 1 MAYIS

1890 yılından sonra 1 Mayıs, bütün ülkelerde uluslararası işçi bayramı olarak kutlanmaya başlandı. Birçok ülkede 1 Mayıs, tatil günü olarak kabul edildi. 1919 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) kuruluş kongresinde 8 saatlik işgünü karara bağlandı. İşçilerin işgünü savaşı kanlı fakat büyük bir mücadelenin sonunda zaferle sonuçlanmış oldu. TÜRKİYE'DE AMELE BAYRAMI Dünya'da yaşanan tüm bu olaylardan sonra Türkiye'de 1 Mayıs ilk olarak 'Amele Bayramı' adıyla 1921 yılında kutlandı. İstanbul'un işgal edildiği yıllarda kutlanan 1 Mayıs, 1923 İktisat Kongresi'nde "1 Mayıs Amele Bayramı" adıyla yasalaştı. 1 Mayıs 'Amele Bayramı' olarak kabul edilmesine rağmen 1925 yılındaki kutlamalarda dağıtılan bir bildiri gerekçe gösterilerek yasaklandı ve gösteriyi düzenlenler tutuklanmaya başladı. 1935 yılına gelindiğinde "1 Mayıs Amele Bayramı" ismi "Bahar Bayramı" olarak değiştirilerek genel tatil ilan edildi. 2008 Nisan'ında ise "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilmiştir. 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmiştir.
Ancak 21. yüzyıl Türkiye’sinde bile hala yüz binlerce çocuk, 19. yüzyıl Avrupa’sının koşullarında çalıştırılıyor. Özelleştirilen limanlarda birbiri ardından ölümcül kazaya uğrayan işçilerin çalıştırıldığı insanlık dışı koşullar, 1885’te ABD’de, 1889’da İngiltere’de greve başlayan “docker”lardan farklı değil. Umarım 1 Mayıslar işçinin emeğinin karşılığını aldığı, gerçek bir bayram havasında kansız ve şiddetsiz kutlanır, bu durum ise insanlığın gerilemesine değil, ilerlemesine yol açar.
Bu vesileyle 1 Mayıs (AMELE) İşçi ve Emekçi bayramınız ve benim doğum günüm kutlu olsun...

Muhabbetle,
Hanife Mert

5 Nisan 2019 Cuma

Kibir Hırs ve Kıskançlık İnsana Yüktür


                        

“İnsanoğlu dünyayı zincirleyen bütün güçlerden, iradesini kazandığında kurtulur.”  Goethe
 Hiç şüphesiz insan  şerefli, onurlu ve değerli bir biçimde yaratılmıştır. Onurlu olarak yaratılan insanı onurlu veya onursuz kılan temel ölçü ise, onun iradesini kullanış biçimi olan davranışlarıdır. İradesini olumlu yönde kullanan insan onurlu, uyumlu, mutlu, olgun aranılan insan olurken, olumsuz davranışlar sergileyen kimse ise, toplum dışı sevilmeyen, istenmeyen biri oluverir
 Her ne kadar son dönemlerde toplumumuzda, onursuzca davranışlar sergileyenler  kabul görmüş, baş tacı edilmiş gibi gözükse de, onursuzluk yapmaktan uzak değildir.  Hal böyle iken, insanı toplum dışı yapan olumsuz davranışların başında  kendini beğenme, büyüklenme, kendini diğer insanlardan üstün görme ve üstün tutma olarak tanımlanan çağımızın hastalığı olan kibir gelmektedir. Kibirli insan özünde mücadele edemeyen, sevgiden, merhametten, şefkatten yoksun, bencil, çıkarcı, kıskanç, ben bilirim, benim dediğim doğru gibi egosunu ön plana çıkaracak düşüncelere sahip biridir. Bu haliyle kibir kişinin iradesini doğru kullanma ve olgunlaşmasındaki en büyük engeldir. Kibirli olan insan  eksik ve yanlışlarını  görmek ve onlarla  yüzleşmek yerine karşısındaki insanların eksik ve yanlışlarına müdahil olarak kendi yanlışlarından kaçar. Sevgi, saygı, tevazu, vefa,  şefkat, hoş görü   gibi erdemlerden   tamamen uzaktır. Temelde bakıldığında kibir, hırs ve kıskançlık öz güven eksikliği ve irade zayıflığının bir sonucudur.
  Kibri artan insanın hırsı da artmaktadır. Kibir ve hırs  para, makam ve gücün getirdiği davranış bozukluklarının başında gelir. Kibirli insanların sözlerine güvenilmez. Yalan ve riya ile elde ettiği başarısı bir de kabul görürse değme keyfine... Kibrini, hırsını arttırdıkça arttırır. Kendince geliştirdiği güya akılcı ve alçak gönüllülük de yine kibrin bir parçasıdır. Bu kendine karşı dürüst olamayıp kendi ile yüzleşemeyenlerin giydiği bir  kılıftır. 

 Günümüzde de hırs, kibir ve  kıskançlık yüzünden; savaşlar, ölümler, zulümler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, cinayetler, tacizler gibi insan onuruna haysiyetine yakışmayan suçlar işlenmektedir.
 Nietzsche'nin  dediği gibi; “Kibir ruhu kaplayan deridir.” Bu yönüyle gerçekten tamamen uzak ve habersizdir. 
    
Özetle unutulmaması gereken bir konu var ki, hangi makama gelirsek gelelim, ne kadar çok maddi kazanımlarımız olursa olsun bunlar büyüklenecek kibirlenecek şeyler değildir. Hepimiz insanız yaratılış itibariyle üstünlüğümüz yoktur. Önemli olan hoşgörülü mütevazi olmak ve öyle yaşamımızı sürdürmektir. İnsan olmanın insanca yaşamanın gereği bu olsa gerek. Aksi halde kibir hırs ve kıskançlık insan ruhuna yüktür. İnsanı mutsuz ve huzursuz eder. Huzurlu ve mutlu bir yaşam düşleyen kibir hırs ve kıskançlık yükünden  uzak durmalıdır.

Muhabbetle,
Hanife MERT



17 Mart 2019 Pazar

Çanakkale Zaferi'nin 104. Yılı Kutlu Olsun



“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!
 Düşün altında binlerce kefensiz yatanı...”

Bastığımız bu topraklar ki birçok destana, zorlu mücadelelere şahitlik etmiştir. Bu topraklar ki her metre karesi aziz şehitlerimizin kanıyla sulanmış, yüz binlerce vatansevere mezar olmuştur. Bu topraklar ki yedi düvele meydan okumuş halkımızın mertliği, yiğitliği, hak ve adaleti, sabrı, insani duyguları ile harmanlanmış kutsal topraklardır. Bu topraklar ki insan olmanın, zor şartlarda top yekün mücadelenin, insanlık derslerinin örneklerinin verildiği topraklardır.

Aşağıdaki örnek sadece bir tanesidir;

Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:

- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
-"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün".
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..."

Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları komutanı.

Çanakkale zaferi; çelikleşmiş bir millet iradesinin, vatan, millet, bayrak aşkının, geleceğe olan güvenin, hürriyet sevdasının, Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde eriyle, komutanıyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, kızıyla top yekün olarak yazdığı şanlı bir yeniden dirilişin destanıdır. Türk milletinin bir diriliş mücadelesidir! Bu destan artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni ve güçlü bir filizin doğmasıyla sonuçlanmıştır.

Yüz binlerin kanıyla vatan yapılan bu topraklarda,Türk ve dünya tarihinde benzersiz bir deniz ve kara savaşlarının yapıldığı yerdir Çanakkale. Hepsinden önemlisi, bir milletin kutsal saydığı değerler ve vatan toprağını savunmada gösterdiği eşsiz bir kahramanlık mücadelesidir.

Her karesi buram buram kahramanlık, mertlik, insanlık, vefa kokan Çanakkale Zaferinin milletimiz için ne anlam ifade ettiği,vatan, bayrak, devlet sevgisinin ve bağımsızlığın önemi iyi idrak edilmeli. Çanakkale ruhu yeniden canlandırılmalı gençlerimize ve bu ruhtan bihaber insanlarımıza iyi anlatılmalı...
 Destanlar yazarak zafer kazanan Cennet vatanımız ve kutsal değerlerimiz uğruna canlarını feda eden, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyoruz. Ruhları şad olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

14 Mart 2019 Perşembe

Çıkmayan Candan Umut Kesilmez

       Sabah kahvaltısını çok severim. Sevmek ne kelime, asla es geçemeyeceğim bir öğün. Yok efendim sabahın köründe hiç canım istemez, yok efendim geç saatte yiyemem gibi mazeretim hiç olmadı. Hazır olsa sabah uyanır uyanmaz  yapacağım da... Çocukluğumdan gelme bir alışkanlık. Annem kahvaltı yapmadan asla okula göndermezdi. "Güçlü ve zinde olmak için bu şart " der ardından başarılı olmanın ilk ve önemli kuralı derdi. Çocuklarıma bu kuralı kavratamadım maalesef. Ben mi başarısızdım, yoksa üzerimde annemin ağırlığını daha fazla mı hissediyordum? Ben çözemedim...

  Önceki gün sabah kahvaltı hazırlarken ekmeğin olmadığını fark ettim. Evdeki herkes yatıyordu. Bayram bayram kimseyi rahatsız etmek istemedim. Üşenmeden üzerimi değiştirip maskemi de taktıktan sonra, sitemizin az ilerisinde pide pişirim fırınından sıcak pide almak için evden çıktım. Sitenin giriş kapısının önünde komşumla karşılaştım. İlk dikkatimi çeken dışarıda olmasına rağmen maskesiz olmasıydı. Beni maskeli görünce tedirgin olduğunu gözlerinden anladım. Bozuntuya vermedim mesafemi koruyarak bayramını kutladım.  O anlamıştı anlayacağını. Bazen sözün anlatamadığını gözler çok güzel anlatır... 

Komşumla ayak üstü biraz sohbet ettik. O üzgün ve endişeli gözüküyordu. Ona; " sabahın bu erken vaktinde burada ne yaptığını" sordum? "Hiç sorma" dedi, devam etti: "kafam çok karışık, canım sıkkın" dedi.  Komşumun kızı bu yıl üniversite sınavlarına girdi. Kızının sınavının iyi gitmediğini beklediği puanın gelemeyeceğini dolayısıyla da istediği bölüme yerleşmesinin neredeyse imkansız olduğunu söyledi. Ardından, benim için sorun değil. Ancak kızım çok kafasına takıyor. Zaten sınava girmeden önce psikolojik sorunlarımız vardı. Çocukta panik atak başlamıştı. Uzmandan yardım alıyorduk. Aynı hatta daha yoğun bir şekilde sıkıntılarımız devam ediyor." dedi. Çocuğunun dudaklarının morardığını, yüzünün sarardığını, sürekli bir panik  halinde olduğundan bahsetti.

 Komşumun söylediklerini dinlerken içim acıdı. Komşumdan çok gence gençlerimize üzüldüm. Yaz boz tahtasına çevrilen ve değişen  her milli eğitim bakanının sistemi beğenmeyip değiştirdiği eğitim sistemimizin ceremesini çocuklarımız, geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimiz çekiyordu. Endişeli, özgüveni olmayan, gelecek kaygısı taşıyan gençlerimizle geleceğimizi nasıl güvence altına alacağız ki? diye bir düşünce geçiverdi içimden.  Kaldı ki gerekli alt yapı sağlanmadan  Covit 19  nedeniyle okullar kapatılmış, eğitim online üzerinden yapılmıştı. Basında gördüğüm şekliye pek çok okul internet erişim sorunu yaşamışken, üniversite veya lise giriş sınavlarının yüz yüze yapıldığı yetmiyormuş gibi soruların yüz yüze eğitim verilmiş gibi zor sorulması da gençlerimizi ve ailelerini üzmüştür.  

Komşum kızını tekrar bir uzmana götüreceğini söyledi. Üzüldüm...  Geçmiş olsun dileklerimi ilettikten sonra yanından ayrıldım. Kafamın içinde düşünceler cirit atmaya başladı.

       Hiç şüphesiz her anne baba çocuklarının iyi bir hayat sürmesini, hayat standartlarının yüksek olmasını ister. Bunun için de elinden geleni de gelmeyeni de yapmak için canla başla mücadele eder. Bunun için en temel şey iyi kaliteli bir eğitim alması gerektiğini bilir. Daha okula başladığı andan itibaren başlar kaygısı. Hangi okul daha iyi, hangi öğretmen daha başarılı onun arayışına girer. O da yetmez hangi özel hoca, özel okul, özel etüt merkezi vs. göndermekten çekinmez. Hatırlıyorum da benim arkadaşım, emekli olduğunda aldığı emeklilik tazminatını kızına her dersten aldırdığı özel ders için kullanmıştı. İş sadece maddiyatla bitmiyor ki. Kalitesiz, plansız programsız yap boz tahtasına çevrilen eğitim sistemimizin çocuklarımızın sağlığının üzerinde yaptığı olumsuz etki hayatının her dönemini etkileyecek boyuta gelebiliyor.
 
 Çocukları yarış atı gibi gören, çocuğu sadece sınavlara hazırlayan ve sınavların bitmesiyle öğrenilen bilgilerin de son bulduğu garip bir eğitim sistemimiz var. Hal böyleyken, çocukluklarını yaşamayan,   sevgiden saygıdan yoksun, milli ve manevi değerlerinden uzak bir gençlikle karı karşıyayız. Bunu devlet ve aile olarak el birliğiyle başarıyoruz. Sonra da bize neler oluyor? diye yakınıyoruz.

      Günümüzde çocuk yetiştirmek  zor sanat. İlmek ilmek işlemek lazım hayatı. Sözcük sözcük öğretmeli zorlukları. Tüm bunları yaparken eğitime önce kendimizden başlamalı.  Çünkü kendi kabuğumuzdan çıkamıyoruz. Verdiğimiz ya da vermeye çalıştığımız eğitim kendi çocukluk dönemimizi yansıtan eğitimden ileri gidemiyor. "Ben sizin yaşınızdayken" cümlesiyle başladığımız anda kopuyor tüm ipler.  Gençler okul kaygısı, iş kaygısı, eş kaygısı derken kaygı yumağı içinde bocalamakta. Güvensiz, mutsuz, gergin bir gençlik; gergin, mutsuz, sorunlu bir topluma hazırlık demektir.
      
 Nereye el atsak elimizde kalan, sorun yumağına dönmüş bir toplumdan, sorunlarını asgariye indirmiş, kıyıdan köşeden huzura el atmış bir topluma dönüşür müyüz? Ben de bilmiyorum. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş... Tüm bunlardan sonra iştah mı kalır insanda..?

     Her şeye rağmen LGS, YKS sınavlarına giren gençlerimize başarılar diyor, her birinin istedikleri okullara yerleşmelerini diliyorum.


Muhabbetle,
Hanife Mert

11 Mart 2019 Pazartesi

Hıçkırıklardan Geriye Kalan



  Zehra kocasından boşandıktan sonra, daha doğrusu kocası olacak adam onu döverek üç defa boş ol! boş ol! boş ol! deyip sokağa attıktan sonra çaresiz, beş yaşındaki kızını ve kızından iki yaş büyük zihinsel engelli oğlunu alarak iki gözü iki çeşme  baba evine döner.

 Allah kimseyi çıktığı kapıya geri döndürmesin, çok zor. Bunu yaşayan bilir. Zehra burada bir yabancıdır. Diken üstünde oturuyormuş gibi batar her şey ona. Evlenmeden önce de annesi babası misafir gözüyle bakardı. Kız çocuğu değil mi,  biri  alıp götürecektir sonuçta. Zehra da öyle oldu. Daha on beşine girmemişti istendiğinde. Bu adam seni istiyor kabul eder misin? diye sorulmamıştı bile. Babası tamam dedikten sonra üzerine kimse laf söyleyemezdi. Kaldı ki babası yüklüce bir de para almıştı damadın ailesinden... Baba evinde misafir, koca evinde el kızı  görülen Zehra,  hiç bir zaman kendi olamadı kendini  ait hissedeceği bir yer bulamadı. Aslında iki çocukla baba evine dönmezdi, dayaklara, hakaretlere, horlanmalara sabrediyordu. Hatta üzerine kuma getireceğini söyleyen kocasına bile karşı çıkamamıştı. Ta ki kocası  tarafından öldüresiye dövülüp  sokağa atılana kadar. Çaresizdi Zehra nereye gideceğini bilmiyordu. Baba evine dönmeyi düşündü. Annesinin,  daha gelinliğinin içinde evden çıkmadan önce bir köşeye çekip; aman kızım'larla başlayıp, " gelinlikle çıktığın bu eve, ancak kefeninle dönersin’le bitirdiği" sözünü hatırlamıştı. Zehra'nın olmayan özgürlüğüne daha en baştan ipotek koymuştu annesi. Eve dönemezdi, gidecek başka yeri de yoktu. Abla gibi sevdiği komşusu Nurten’in tavsiyesi üzerine devlete sığınmaya karar verdi. Devletin şefkatli kolları bizi de sarar dedi ve bulunduğu yerdeki Kadın Sığınma Evine sığındı. Oradaki kadınların durumunu görünce içini bir korku sarıverdi. Çünkü orada bulunan kadınların her birinin diğerinden dertli, sorunlu, psikopatça tavırları vardı. Ne yapalım sabredeceğiz dedi çaresizce. Bir gece orada kaldı. Ertesi gün gördüğü manzara dehşete düşürmüştü Zehra'yı. Birilerinin gizli konuşmalarını duymuştu habersizce. Bir pazarlığa şahit olmuştu Zehra. Bu durum karşısında gördüklerine inanamamıştı. Çareyi evlatlarını alarak kimseye görünmeden oradan kaçmakta buldu. Doğruca  baba evine gitti. Dayak da yese, eziyet de görse  ailesiydi...

  Hikayemizde anlatılan olayın benzeri, maalesef ülkemizde çokça yaşanıyor. Bu uğurda yuvalar yıkılıyor, çocuklar anneli babalı öksüz- yetim kalıyor. Hatta sebepli sebepsiz kadınlar öldürülüyor.
   Bir yandan çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ya da evlendirilen, o yaşta sorumluluk almaya çalışan kız çocukları, diğer yandan “töre” denen ortaçağ kalıntısı bir kültür anlayışı içinde bocalayanlar. Gözü moraran, kaşı patlayan, saçları yolunan, cinayete kurban gidenler.
Kadını aşağılayan, şiddet uygulayan, hatta en kutsal hak olan yaşama hakkını elinden alma hakkını kendinde bulan, kadını el kiri gören, saçı uzun aklı kısa, karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin  gibi kadını hor gören özellikler daha çok  erkek egemen toplumlarda görülmektedir.  Bu  zihniyetteki toplumlarda kadın alabildiğine değersiz ve yok hükmündedir. Yaşadığımız bu çağda, 21. yüzyılda kadının insan olup olmadığının fütursuzca  tartışma konusu yapıldığı  toplumlardır.  Ortaçağın karanlık zihniyetinden cehaletinden kendini soyutlayamayan bu toplumlar tarihte kız çocuklarını diri diri toprağa gömmüş, kız çocuğu babası olmayı  utanç kaynağı saymıştır.

 Kadınları köleleştiren mal gibi alıp satan zihniyet, bugün de güncelliğini korumaktadır.

  Ülkemizde de kadınlar zulüm görüyor, öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek, öldürülüyor. 
 Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor.   Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor. 

Bu ülkede "Adın Kadın" olunca her türlü çileye, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe gebesin... Şamar oğlanına çevirirler alimallah.

 Oysa Gazi Mustafa Kemal Atatürk; "Dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının eseridir.” sözüyle kadının ne kadar değerli ve önemli olduğunu göstermektedir.
Kadın değerlidir, kadın saygındır. Her şeyden önce o bir insandır.  Kadın; adam olmadan önce insan olabilmenin en temel unsuru, var oluşumuzun ardındaki sır, hayatın can damarıdır. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En güzel şekilde yaratılmıştır. En büyük dertlerin çilelerin baş kahramanı. En büyük mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, bacıdır, eştir, yardır.  O büyük bir nimettir tabi kıymetini bilene.
    Toplumun bu önemli sorunu bizi yönetenler tarafından ciddiye alınmalı ve çözüme kavuşturulmalı. Öncelikle kadının eğitimine önem verilmeli. Kadın öğrenirse çocuklarına da öğretir. Kadının istihdam edilmesi için gerekli ortam hazırlanmalı. Kadın ekonomik açıdan özgür olursa, özgür çocuklar yetiştirir. Özgür çocuklar özgür güçlü toplum demektir. Önce erkekler eğitilsin bilinçlensin dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız şuan için belki onların bilinçlenmesi zor gibi görünebilir. İpin ucu kaçmış olabilir. Ancak gelecek nesillerimizin bu hatalara düşmemesi için bu gerekli. Çocuklarımızı cinsiyet ayırımcılığından uzak tutmalı. Erkek çocuklarımıza annesine kız kardeşine saygılı olması gerektiği gibi onların dışındaki kadınlara kızlara da saygılı nazik olması öğretilmeli. Kadın saygınlığını eğitimle taçlandırmalıdır.

Muhabbetle
Hanife Mert
 



18 Şubat 2019 Pazartesi

Biliyorsan konuş, bilmiyorsan sus!

Konuşmayı ne çok severiz. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, bilsek de bilmesek de, fikrimiz olsa da olmasa da... Konuşmalarımız eleştirilerimiz başkaları hakkındadır. Yapıcı değil yıkıcıdır çoğu zaman. Hele de son zamanlarda gerek etrafımızda diyalog halinde olduğumuz kimseler ve özellikle sosyal medyada ne çok karşılaşıyoruz. İnsanlar birbirini görmüyor tanımıyor diye ağzına geleni yazıyor... Takdir edip teşvik etmeyi unuttuk maalesef.  Bir konu, meydana getirilmiş bir eser ya da karşı bir fikir hakkında illaki eleştiri olacak, olmalı da. Karşıdakinin bakış açısını değiştirecekse, göremediği bir durumu göstermek adına eleştiri olmalı. Bu yapıcı eleştiridir. Lafı uzatmadan, bu yazıyı yazma  amacım, okuduğum bir hikayeyi sizlerle paylaşmak ve bu konudaki görüşlerinizden faydalanmak istememden başka bir şey değil. Hikaye şöyle başlıyor;

Hindistan'da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz bulup çok beğenirmiş. Ona 'Renklerin Ustası' anlamına gelen Ranga Çeleri adını takmışlar. Ama, kısaca Ranga Guru derlermiş. Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş; ondan resmini değerlendirmesini istemiş.
Ranga Guru, "Sen artık ressam sayılırsın Raciçi. Senin resmini halk değerlendirecek" diyerek, resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. "Yanına kırmızı bir kalem bırak; halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymasını rica eden bir yazıyı da yanına iliştir" demiş.
Raciçi denileni yapmış ve birkaç gün sonra bakmaya gittiğinde görmüş ki, bütün resim çarpılar içinde. Çok üzülmüş. Emeğini ve yüreğini koyarak meydana getirdiği tablo kıpkırmızı çarpılarla doluymuş. Gene Ranga Guru'yu ziyaret etmiş. Ne kadar müteessir olduğunu ona iletmiş.
Ranga Guru, üzülmemesini, resim yapmaya devam etmesini tavsiye etmiş. Raciçi yeni bir resim yapmış ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya ve birkaç fırça ile birlikte... "İnsanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazıyı resmin yanına koy" demiş. Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış; fırçalar da, boyalar da kullanılmamış. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş.
Ranga Guru olayı şöyle yorumlamış:
"Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda, onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarına fırsat verdin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi. Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma."

Muhabbetle,
Hanife Mert

14 Şubat 2019 Perşembe

Sevmek yürek işi bilek işi değil

Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygu. O öyle bir duygu ki paylaşıldıkça azalmaz. Aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Onun yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır. Zira hayatın anlamı,ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir. Öyle güçlü bir duygu ki; Şirinine kavuşmak için Ferhat'a dağları deldirmiş, Leyla'sını ararken çöllere düşen mecnuna Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre'yi hak ateşiyle coşturup diyar diyar gezdirmiş, Mevlana'yı cezbeden asıl güneşin Şems kılığına bürünmüş halidir sevgi.
 Tüm bunları biliyordu. "Peki ben neden yıllarca özene bezene yüreğimde büyüttüğüm sevgimi ona söyleyemiyorum. Neden ben de bir Ferhat  olamıyorum" diyor içten içe kendine kızıyordu. Aynı sokakta aynı okulda olmak da kolaylaştırmıyordu işini. Gizliden gizliye platonik bir sevda yüreğini yakıp kavuruyordu. Artık bu sevgiyi tek başına taşımaktan yaşamaktan bıkmıştı. Ağır geliyordu yüreğine. Paylaşmalıydı... Bilmek onun da hakkıydı. Bir kaç kere teşebbüs etmiş, hatta bir defasında mektup yazmış arkadaşı ile göndermeyi düşünmüştü. Bu durumdan başkaları haberdar olur, hakkımızda dedi kodu çıkar. Ona zarar gelebilir düşüncesi ile yazdığı bu mektup da diğerleri gibi çöp kutusundaki yerini almıştı.
 Karar vermişti,kendisi söyleyecekti. Neler söyleyeceğinin provasını da yapmıştı. Kararlıydı... Ama olmadı. Karşısına geldiğinde boğazı düğümlenmiş, dili tutulmuştu yine, elleri ayakları titremişti. Yüzü kızarmıştı bir suçlu gibi. Unutmuştu  yazılıya çalışır gibi ezberlediği sözlerini... Olmadı, bu defada beceremedi. Olsun dedi, asla onu sevmekten vazgeçmeyeceğim, yapamam istemem de... Nasılsa o gün gelecek diyordu. Ümidini kaybetmemeliydi asla..
 Lise bitmişti. Artık ikisi de üniversiteli olmuştu. Farklı şehirlerde aynı bölümü okuyorlardı. Farklılıklar arasında bir ortak yönü bulmuştu. Aynı bölüm okuyordu. Bu kaderin cilvesi mi diye düşündü. Günden güne sevgisi büyümüş ve tutku haline gelmişti...
 Bir kerecik yüzünü görebilmek, sesini duyabilmek umuduyla,tek katlı müstakil beyaz badanalı evlerinin önünden geçerken aşındırdığı parke yollar, evinin duvarları, sabahlara kadar gözlerini alamadığı tavan şahitti sevgisinin büyüklüğüne. Artık onlar da harekete geçmesini istiyordu.
  Sabahtan beri, bahar havası gibi etrafı ısıtan güneş biranda kaybolmuş, yerini siyah ve kurşuni renge bürünmüş bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağıp yağmamakta kararsızdı. Hava bir açıyor bir kapatıyordu. Rüzgar da çıkmıştı. Uğultular etrafı sarmıştı. Havada hüzünlü hatta kasvetli bir hal vardı. Okuduğu magazin dergisinden; ondört Şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti. Ülkemizde yeni kutlanmaya başlanmış olması sebebiyle, kimse bilmiyordu. Tarih on dört şubattı neden olmasın, tam sırası diye düşündü. Kırtasiyeden aldığı kenarları gül, karanfil ve  kalp resimleriyle süslenmiş pembe kağıda ona olan sevgisini yıllarca sabırla yüreğinde nasıl besleyip büyüttüğünü, artık tek başına taşıyamadığını yazacaktı. Yazdı da... Sıra mektubu vermeye gelmişti. Kendisi veremezdi. Cesareti yoktu. Gözü koltuğun üzerinde işlengi işleyen kız kardeşine ilişti. Beyninde şimşekler çakmıştı. "İşte kız kardeşimden başkası olamaz!" dedi. Ona bunu kabul ettirmek de zordu. Çekinerek kız kardeşinin yanına geldi. Yüzüne bakıyordu masum masum  Sonra yanağına bir öpücük kondurdu. Kardeşi şaşırmadı. Kendisinden bir şey isteyeceğini anlamıştı."Söyle bakalım ne istiyorsun?" dedi. Elindeki zarfı göstererek "bunu ona götürmeni" dedi. Kardeşi önce reddetti. "Ben yapamam, kızın annesi burada yok. Duyarsa  kızar. Hem arkadaşımla aram açılır. Vazgeç bu sevdadan ağabey. Bu sevdanın  sonunu iyi görmüyorum. Yol yakınken vazgeç" dedi. Lakin ağabeyinin kararlılığı karşısında direnemedi. Çaresiz mektubu aldı elinden. Arkadaşına ağabeyinin mektubunu vermek üzere evden çıktı.

 Kız evde yalnızdı. Çayını demlemiş, tek katlı evlerinin yola bakan odasının penceresinin önündeki kanepeye oturmuş, radyoda istekleri dinliyordu. Radyoda da çalan şarkı manidardır. "Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, hiç karşılık vermez misin komşu kızı..." şarkısı çalıyordu." Şarkıyı dinlerken, bir ses duydu. Kulak kesildi kapı çalıyordu. Kapıyı açtığında karşısında arkadaşı duruyordu. Kız, şarkının da etkisiyle heyecanlanmıştı. İçeri davet etti. Birlikte şarkı eşliğinde havadan sudan sohbet ettiler. Sohbet güzel de orada bulunmasının asıl sebebi sohbet değildi. Ağabeyinin gönderdiği mektubu vermesi gerekiyordu. Zaman zaman vermekten vazgeçmeyi düşünüyordu. "Ağabeyime ne derim? bana kızar" düşüncesi vazgeçmesini engelliyordu. Heyecandan ellerinin içi terliyor, ateş basıyor, yüzü kızarıyordu. Artık sona gelmişti. Nereye kadar sohbet edecekti... "Kalkmam lazım arkadaşım, evden beklerler"diyerek izin istedi. Birlikte kapıya geldiklerinde, ceketinin iç cebine koyduğu mektubu çıkardı. " Bunu sana ağabeyim gönderdi. İçinde ne yazıyor bilmiyorum." deyip gitmekti amacı. Kız mektubu aldı. O anda arkadaşının "içinde ne yazdığını  bilmiyorum" cümlesini hatırladı. Arkadaşını içeri davet etti. "Gel birlikte öğrenelim," dedi. Kız zarfı açtığında elleri titremeye başlamıştı. Dili dolaşıyordu. Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmişti.
  Kenarları gül ve kalp figürleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektuptu. Kağıdın sağ üst köşesinde:
"Her halinle her şeyinle güzelsin,
hata bulmak kusur bulmak güç sende" dizeleri yazıyordu. Devamında da ona olan sevgisinden, sevgisinin büyüklüğünden bahsediyordu. Sevgisini yüzüne söyleyecek cesaretinin olmadığından, niyetinin ciddiliğinden ve hayatının geri kalanını birlikte geçirmek istediğinden bahsediyordu...

 Kız mektubu okurken duygularını gizlese de şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Mektubun tamamını okuyamadı. Mektubu tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi arkadaşına uzattı "biz onunla sadece arkadaşız, bu mektubu sen kendisine ver" dedi.
 Arkadaşı mahcup olmuştu, üzülmüştü ... O da kızdan böyle bir davranış  beklemiyordu belli ki. Seslenmeden oradan ayrıldı.
 Kız her ne kadar mektupla gelen teklifi reddetse de etkilenmişti. Zira o da erkeğe karşı bir şeyler hissediyordu.    Evlerinin önünden gelip geçtikçe, okulda gördükçe heyecanlanıyordu. Bu teklif onun iyice karma karışık bir ruh haline bürünmesine sebep olmuştu. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki? Lakin yapamazdı... O, sevgi denen bu asil, güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı... İçinde aşamadığı bir korku vardı. Annesi ve babası birbirini deli gibi severken sonları hüsran olmuştu. Acı ve göz yaşına maruz kalmıştı. Kendisinin sonunun da aynı olacağı endişesi engelliyordu kızı... Kendini şartlandırmıştı. Daha çok erkendi...
 Reddedildiğini öğrenen genç çok şaşırmıştı. Yıllarca yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgisi karşılık bulmamıştı. Üzülmüştü, taş kalpli, kalpsiz diye isyan etti. Kardeşinin elinden aldığı duygu yüklü mektubu, evin orta yerinde yanan sobanın içine attı ve evden çıktı...
  Kız pencerenin önüne oturmuş onun geçmesini bekliyordu... Pişman olmuştu... İş işten geçmişti artık. Kendince bahaneler üretiyordu. Neden diyordu? Neden kendisi gelmedi? Sevgisini ifade etmek için neden bir aracıya gerek duydu?..
 Erkek de mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Kızı üzdüğü için kendini affedemiyordu. Kızla bir kez de kendisi görüşmeyi düşündü,bunu yapamadı. İkinci kez reddedilmeyi yüreği kaldıramazdı. O kendini inandırmıştı, bu sevdadan hayır yoktu. Vazgeçmeliydi. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptı. Pılını pırtısını toplamış ve bir daha dönmemek üzere memleketini terk etmişti...
 

 Hikayemizde okuduğumuz gibi kız da erkeği sevmesine rağmen gerek aile ve gerekse toplum baskısı yüzünden sevdiğinin sevgisine karşılık verememiş, belki de kurulacak olan mutlu bir yuva engellenmiştir.   

   Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle, dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizliğin yattığını söylüyor uzmanlar. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Tıpkı Erich Fromm’un "Sevme sanatı" isimli kitabında ifade ettiği gibi, "doktorluğu, mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor.

Yazımı  Sait Faik Abasıyanık'ın " Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözüyle bitirmek istiyorum. Bu vesileyle Dünya sevgililer ve dünya öykü gününüz kutlu olsun..

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...