...Sonbahar son günlerinin keyfini çıkarıyordu adeta. Ardı arkası kesilmeyen yağmur ve fırtına insanları evlerine hapsetmişti sanki. Yollar tamamen boşalmış, yerini arada sırada tek tük geçen arabalara, şiddetli yağmura, rüzgara ve soğuğa bırakmıştı. Evlerin önündeki dut, erik, kayısı, elma, şeftali ağaçları ile damlardaki asmalar da sarı kızıl renk tonlarının hakim olduğu yapraklarını tutamaz olmuş, hoyratça esen rüzgara, şiddetli yağan yağmura teslim etmişti.
Pencereleri sımsıkı kapanmış, perdeleri çekilmiş, kapıları kilitlenmiş evler derin bir sessizliğe bürünmüştü. Tek tük tüten bacalardan çıkan dumanlar simsiyah kümelenmiş bulutlara ulaşmak istermişçesine salınarak gökyüzüne yükseliyorlardı.
Evde her zamanki yerimde oturmuş, dışarıyı seyrediyor bir taraftan da düşünüyordum. Buraya geleli tam iki ay olmuştu. Bütün hayatımı derinden etkileyen, her şeyimi yerle bir eden iki ay... İnsan yarın ne yaşayacağını, başına ne geleceğini, onu bekleyen sürprizleri önceden kestiremiyordu.Tıpkı sonbaharda şiddetli yağan yağmurun esen rüzgarın doğa üzerindeki yok edici etkisi gibi. Oysa bir müddet sonra ilkbaharda her şey yeniden hayat bulacak ve doğa tekrar canlanacaktı. Ya bizim hayatımız?.. Temelden sarsılan bu canlar, doğa gibi bir müddet sonra düzene girip tekrar can bulacak mıydı? Bunu zaman gösterecekti...
Düşünüyorum da, bir insan nasıl bu kadar değişebilirdi, anlamış değildim. Eskiden yaz tatillerinde ailecek izne geldiğimizde ne kadar sevecen davranırdı bize. Ağustosun yakıcı sıcağında evin önündeki dut ağacının altına koyduğumuz tahta divanın üzerine oturur, yol kenarındaki küçük kanaldan akan buz gibi suyun etkisiyle serinlerdik. Orada kimi zaman mahalledeki kızlarla birlikte annemin ören bayan ipliğinden başladığı danteli, radyoda çalan dinleyici istekleri programı eşliğinde örerdik. O zamanlar günler ne de güzel geçerdi, anlamazdık. Kimi zaman da anneannemle dedemin anılarını dinler, onların birbirleriyle takışmalarını seyrederdik. Anneannem biraz huysuzdu. Hemen küsü verirdi. Bazen günlerce küstükleri olurdu. "Anneanne neden böyle yapıyorsunuz, niye basit bir şey için küsüyorsunuz?" diye sorduğumuzda, dedemi sanki azıcık küçümser gibi; "kızım haddini bilsin, ben ağa kızıydım. O kim ki, babamın yanında çalışan bir işçinin oğlu" derdi. Sonra babasından bahsederdi:
"Benim babam adı şanı tüm köylere nam salmış zengin bir ağaydı. Emrinde çalışan işçisi, amelesi, hizmetçisinin haddi hesabı yoktu. Evimizde ocaktan yemek kazanı hiç inmezdi. Zengini fakiri yemeden gitmezdi. Babamın eli çok açık, çok yardım severdi. Düşküne, fakire, yetime, öksüze, dula, yolda kalmışa yardım etmeyi çok severdi" der sonra dedemle nasıl evlendiklerini anlatırdı. Dedemi göstererek;
"Bunun babası bizim işçimiz di. Babasının yanına gidip gelirken bana gönlü düşmüş. Bir iki derken, yalnız bulduğu bir yerde beni sıkıştırdı. Niyetini açıkladı. Ben, yok olmaz, babam beni sana vermez dediysem de vazgeçiremedim. Dedem hemen araya girer: "ya ya öyle, yalan söyleme çocuklara! senin de gönlün vardı da söyleyemezdin, istemem yan cebime koy misali... derdi.
Dedemle anneannem geçmişlerini yad ederken sık sık takışırlardı. Anneannem babasının zenginliği ile övünür, dedemi küçümserdi. Anneannemin tavırlarından bir insanın mizacının kolay kolay değişmediğini anlamıştım. Hani derler ya, "bir insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur" bu söz çok doğruydu.
Not; Yeni kitap çalışmam "Bakış Acısı"ndan bir bölüm...
Muhabbetle,
Hanife Mert