11 Şubat 2020 Salı

Kime Güveneceğiz?



  
   Sabahın mahmurluğunu üzerinden atamamıştı gökyüzü evden çıktığımızda. Geç bir saat olmasına rağmen hava bulutluydu. Aydınlıkla karanlık arasında bir görünüme sahipti. Sanki aydınlanmak istemiyor gibiydi. Kararsızdı... "Sen kararını veremeyeceksen ben de yağarım" der gibi yağmaya başlamıştı yağmur. Sicim gibi bardaktan boşanırcasına... Oysa evden çıkarken bir damla yaş yoktu yerde. Yağmur öyle hızlandı ki silecekler çift çalışmasına rağmen etkisiz kalıyordu. Buna bir de çalışanların mesaisine yetişme telaşı da eklenince trafik felç. Arabada eşime; "burası da İstanbul trafiğini aratmayacak hale gelmeye başladı dediğimde, bana "daha o kadar değiliz, ancak yaklaştık."dedi. Eşim haklıydı. Nüfusumuz İstanbul kadar olmasa da insanımızın kuralsız kendi kurallarını kullanarak araç sürmesi trafiği felç ediyordu. Biraz ilerlediğimizde önümüzde hurdaya dönmüş bir araç, etrafında trafik polisleri, korkudan ne yapacağını bilmez halde duran insanlar vardı. Trafiğin bu kadar ağır işlemesinin sebebi anlaşılmıştı.

  Biz yolumuza devam ettik. Sanki az evvel kaza yapmış araca ve etrafındaki endişeli korku içinde bekleyen insanlara rastlamamış gibi sürücüler; yine hatalı sollama, makas atma, hız gibi kuralsız sürüyordu araçlarını. Bunlara insan; " ne diyeyim ben size? Nasihatten almıyorsunuz bari müsibeti önemseyin" diye kızası geliyor. 

 Sabah erken saatte başlayan ve en fazla on dakika sürmesi gereken yere yaklaşık kırk dakikada geldik. Bu defa da park sorunu vardı. Eşim;"sen gir içeri ben arabayı park edip geliyorum" dedi. İçeri girdiğimde kayıt bölümünde sonunu kestiremediğim bir kuyrukla karşılaştım. Orada hep söylediğim sözü hatırladım;" Bilim ne kadar ilerlerse de, bilgisayar çağında, teknolojik gelişmeleri yakalasak da zihniyetlerimiz değişmediği müddetçe, bir arpa boyu yol alamayız" dedim yine kendime. Bizim kuşak özellikle seksenli yılları hatırlayanlar kuyruğu iyi bilir... 
  Böyle, insanların kalabalık olduğu yerlerde uzaktan izlerim onları. Gergin, stresli, solgun ve yorgun bir hali vardı sırada bekleyenlerin.  Buna sebep, kuyrukta önden sıra kapabilmek için sabahın köründe gelmiş olmalarıydı belki de... Görevli memurun da hastalardan pek farkı yoktu. Onun da stresli yorgun bir hali vardı. Zira kayıt yaparken hastalarla anlaşmada sıkıntı yaşıyor karşılıklı ağız dalaşı yapıyorlardı... Sonunda sıra bana gelmişti. Kaydımı yaptırıp ilgili servisin kapısının önüne geldim. Bu defa kuyruk olmasa da kimi koltuklarda oturmuş, kimi de kapının önünde dağınık bir şekilde bekliyordu. Onları gören, muayene başlamış zannediyordu. Oysa daha doktor bile gelmemişti. Gözüm, kapının üzerindeki bilgisayar monitöründe kayan adlara takıldı. Ara, ara  kendi adımı buldum sonunda.
  Bir vakit sonra doktor geldi.  Biz kenarda beklerken içeri bir grup girdi. Kim bunlar?diye yanımdaki hastalarla birbirimize sorduk. Biraz sonra içeriden hemşire çıktı."İlaç yazdıracaklar girsin" diye yüksek sesle bağırdı. Peki içeri girenlerin numarası kaçtı?         Kimler girmişti içeriye? Meçhul!!! bilmiyoruz. Hemşireye;"bizim sıra ne zaman gelecek?" diye sorduğumda, "bekle sıran gelince ben çağıracağım" dedi. Peki bu numaraları neden veriyorlardı ki? Madem sıraya onlar koyacaktı? Neden ilaç yazdıracaklara ayrı numara, sonuç gösterecek olanlara ayrı, muayane olacaklara ayrı numara vermezler ki? herkes yerini bilirdi diye bir düşünce geçti içimden. Neyse ki zamanını bilmediğim bir anda ismimin söylendiğini işittim. Hemen içeri girdim, selam verdim. Ben, doktorun bir hafta önce istediği efor testini çektirmiş ve  sonucunu göstermek için bunca zorluğa katlandım. Doktor sonuca baktı. "Zorlandınız mı?" diye sordu. "Evet" dedim...  Doktor Hanım; "Bu durumda anjiyo yapmamız gerekecek" dediğinde şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim."Karar verince haber ver"dedi. "Peki dedim" odadan çıktım. Eşimle görüştüğümde o da şaşırdı. İnternetten araştırmaya başladık. Korkulacak bir şey olmadığını, on on beş dakikalık bir operasyon olduğunu öğrendik.
  Bizim çocuklar sağlık konusunda çok hassaslar. Onlara nasıl söyleyeceğimizi düşünürken, durumumdan haberdar olan arkadaşlarım aradılar. Sonucu öğrenince onlar da şaşırdı. Benden hemen karar vermememi, başka doktorlara da görünmemi istediler. Ben, beni tedavi eden doktora haksızlık olur düşüncesiyle önce kabul etmek istemedim. Eşim, kızlarım ve arkadaşlarım ısrarcıydı. Hatta bana önerdikleri doktorun adını verdiler. Randevu aldım arkadaşlarımın önerdiği doktora da muayene oldum. Devlet hastanesinin doktoru bana hiper tansiyon, kalp kapakçığında kayma teşhisiyle anjiyo yapılması gerektiğini ısrarla söylerken, özel hastanedeki doktor; ne kalp kapakçığı, ne de tansiyonla ilgili bir sorunumun olmadığını söylediğinde çok şaşırmıştım. Devlet hastanesi doktoru bana kalp ve tansiyon ilacı da vermişti. Akıllılık edip ilacın prospektüsünü okuduğumda çok fazla yan etkilerinin olduğunu gördüm ve ilacı içmedim. Çünkü ben de bir yanlışlık olduğunu düşündüm. Zira tansiyonumun hiper olacak şekilde yükseldiğini hiç hatırlamıyordum. 
 Eşimle ve kızımla "verilmiş sadakamız varmış. İyi ki ilaçları içmemişim" diye sevinerek eve geldik.
    Nefes almada sıkıntım vardı. Ara ara nefesim sıkışıyordu. Bu şikayetle gittiğim devlet hastanesinden kalp hastası ve hiper tansiyonlu biri olarak çıktım. Peki biz kime güveneceğiz? Özel doktora gitme şansı olmayan insanımız, olmadığı bir hastalığın tedavisini mi görecek? Bu durumu kim düzeltecek.?

  Her şeye rağmen nur içinde yatsın babaannemin dediği gibi " Allah oraya kimseyi düşürmesin, oranın da yokluğunu göstermesin" diyor sağlıklı huzurlu günler diliyorum herkse. 

Muhabbetle,
Hanife Mert

7 Şubat 2020 Cuma

Kibirli !

Burnu Kafdağı'nda
Düşse, eğilmez almaya
Yüreğinde kibri çok,
Bilmez ki izin yok
Burada sürekli kalmaya.

Cehalet kalp gözünü kör etmiş,
Aydınlığı karanlığa terk etmiş.
Kendini sözleri ile nesh etmiş
Nereye kadar bu aldanış,
Nereye bu kaçış?

Ömür dediğin nedir ki?
Dün ile yarın arasında
bilmece.
Nedenlerle, niçinlerle,
Sorgulanan bin bir hece.

Vazgeçeceksin   Kafdağı'ndan
Gideceksin öncekiler gibi sen de
Bilinmez bir geleceğe…


Hanife MERT
NOT: Görsel netten alıntı

4 Şubat 2020 Salı

Nerede İnsanlık?

 

Gökyüzünde sis var, dağlarda duman.
Beklemekten yorulduk, kalmadı derman.
Acı, ölüm, gözyaşı, kin, nefret, kan,
İnletti semayı, feryat ve figan


İnsanoğlu nefsine esir olmuş,
Gözünü hırs, kin ve nefret bürümüş
Kendinden başkasını görmez olmuş
Zalimler, zulümlerle abad olmuş


Ahlak, edep, adalet hak getire,
Yalan, dolan, riya olmuş baş tacı,
Helal haram düşünmek kimin harcı?
Mazlumun yüreğine çöreklenmiş  sancı


Haksız cana kıyanın sonu olur hüsran.
İnsan olan insana nasıl olur düşman?
Geç olmadan çıkmalı zulüm deryasından
Saplanıp kalmadan cehalet batağından

Nerde kaldı insanlığı getiren kervan?

Gelmedi, insanlığı getiren kervan.
Geçmeden iş işten sen var farkına!
Kime faydası var biriktirdiğin meta'ın
Kara toprak değil mi? Sonunda yatağın.



Hanife MERT

Not: Görsel, netten alıntıdır.

Abat: Huzura kavuşmak, bayındır, mutlu olmak demek. Zalimlerin zulüm ederek mutlu refaha kavuşması zengin olması


14 Ocak 2020 Salı

BLOGDA NİYE Mİ YAZIYORUM

    Bu  günlerde  çok farklı bir ruh hali  içerisindeyim. Havadan mı, sudan mı, topraktan mı, mevsimden mi?  Bilmiyorum... Ancak bildiğim bir şey var ki hiç bir konuda yazamadığım,yazdıklarımı tamamlayamadığımdır.  İstekli bir şekilde bilgisayarın başına geçiyorum, ya okuduğum bir haber, ya da izlediğim bir video bütün yazma isteğimi bir anda yok ediyor. Yazıyı tamamlamadan yarıda bırakıp bilgisayarı kapatıp çıkıyorum. Şuan taslaklar bölümünde tam 9 adet yazı tamamlanmayı bekliyor. 
   Bir çok etkenle birlikte asıl ve önemli sebep hepimizce malum. Son dönemde Ülkemizin içinde bulunduğu kaos ortamı! Bu durum bizi  gelecek kaygısına, belirsizlikler umutsuzluğa ve dolaysıyla da huzursuzluğa ve mutsuzluğa sevk etmektedir. 
    Herkes gibi ben de; gelecek günlerin ülkemize, milletimize ve devletimize hayırlı, güzel günlere vesile olmasını canı gönülden diliyorum.... 
   Madem yeni bir yazı yazamıyorum ya da yazmaya başladığım yazılarımı tamamlayamıyorum. Ben de ilk paylaştığım yazılara ve dolayısıyla da geçmişi yad etmeye karar verdim. Ne çok şeyler paylaşmışım... "Nereden nereye" dedim. 
   İlk olarak 9 Mart 2010 yılında  "he-m" ismi ile blogcuyla tanıştım. Orada çok güzel seviyeli değerli dostlarım dostluklarım oldu. Hiç birinin yüzünü görmeden sadece paylaştıkları ile gönüller arasında bir köprü kuruyor dostluk temelleri atılıyordu. Her biri seviyeli saygılı kendi çapında değerli dostlardı. Orada sorun yaşamadım. Daha sonra bazı teknik nedenlerden dolayı blog ismimi "yaren-1" olarak değiştirdim. 
  Blogcuda  genellikle okuyup beğendiğim ve başkasına da faydalı olacağına inandığım yazarların, şairlerin  yazılarını şiirlerini  alıntılayarak paylaştım. 

  Blogcuda  beni oradan hatırlayanlar bilir. Paylaşımlarımın önemli bölümünü  ilahiyat ağırlıklı konular oluşturdu. Bunun sebebi bu konulara duyduğum aşırı ilgiden kaynaklanıyordu.   Zira  inanıyorum ki; İnsan eş, anne, baba, arkadaş dost, amir, memur, patron, işçi, vali, doktor avukat, hakim, savcı, milletvekili, bakan, cumhurbaşkanı...olabilir. Bu bağlamda her ne olursa olsun aynı zamanda İllaki kuldur.   Kime kul? "Ancak ve ancak sadece Allah'a kul.Başka şeylere kul olanlar benim ilgi alanımın dışındadır. Dolayısıyla bize yüklenen misyonlar  dinimizi öğrenmeye engel değildir. Zira   bu anlayış çerçevesinde kul olma bilincinin idrak edilmesi kişiyi  daha başarılı, daha huzurlu, daha çalışkan, daha adil, daha erdemli bir insan olmasına büyük katkı sağlayacaktır... Hal böyle iken İlgilisi için paylaşmayı gerekli buldum. Zira insan neye ihtiyaç duyarsa onu arar, arayan da bulurmuş...
   Diğer taraftan felsefe, sosyal ve toplumsal içerikli konular paylaştım. Bu bağlamda öncelikle her insanın bir hayat felsefesi olması gerektiğine inanan biri olarak, insan öncelikle, kendini çok iyi tanımalı. İç dünyasını irdelemeli. Zira her şeyin çözümü kendi iç dünyasında ruhunda, yüreğinde gizli. Aslolan o yüreği kullanabilmeli...Diğer yandan, insanı insan yapan onu erdemli, saygın kılan bazı değerler vardır. Dostluk, vefa, hatır, gönül, doğruluk,adalet, edep,ahlak,haya, sevgi, saygı, vicdan, merhamet gibi değerlerin önemini  yitirdiği günümüzde okuyucuya hatırlatma babından içerikler bu bölümün konusunu oluşturdu.
  Ayrıca toplumsal içerikli, milli ve manevi değerleri öne çıkarmayı amaçlayan yazılar da paylaşımımın konusunu oluşturmaktaydı. 
   Tam blogcuya alışmışken, profil sayfamla ilgili her türlü değişikliği yapabilecek konuma gelmişken blogcu yönetimi ve biz blogcularla aramızda çıkan sorun yüzünden oradan ayrıldık. Topluca blogspota taşıdık paylaşımlarımızı. Burada yabancılık çekmedim. Zira blogcu bizim için bir basamak, bir staj yeri oldu. 
  28.01.2012 den beri de "yaren" isimli, ağırlığı kendi yazılarıma, yazmakta olduğum romanlarımın bazı bölümleri ve bazen de amatörce yazmaya çalıştığım deneme şiirlere yer verdiğim bloğumda paylaşımlarıma devam ediyorum. 

  Ayrıca 08.06.2012 den beri değerli Hüseyin Hocamın tavsiyesi ile blog.milliyet.com.tr de de yazılarımı paylaşıyorum. Orada da çok değerli, seviyeli, saygın dostlarım oldu.
  
 Yazamama konusu geçici bir durum olduğunu biliyorum. Bir müddet sonra her şey normale döner buna inanıyorum. Ancak  beni endişelendiren zaman zaman da karamsarlığa sevk eden, canım cennet kadar güzel ülkem ve güzel ülkemin güzel insanlarına reva görülen olumsuzlukların bir an önce son bulması ve özlediğimiz güzel günlerin tekrar bizimle olması dileğim...

 Bazen geçmişe yolculuk iyi gelir yüreğe. Canlanır gözünde filizlenen tomurcukların güle dönüşü...  

  Şöyle geçmişe bakıyorum da bu blog herkes gibi bana çok güzel şeyler katmış. Hala görüşmeyi sürdürdüğüm çok değerli dostlar, yazma ve okuma alışkanlığımı geliştirdiğim, çok faydalı yeni bilgiler öğrendiğim, en önemlisi de bu sayede iki tane kitabımı da okuyucularla  buluşturma, yeni bir kitap projesi üzerinde çalışma olanağı sağladı. 

  Eskiden olduğu kadar aktif olamasam da ara ara paylaşımlarda bulunuyor ve değerli blog arkadaşlarımın yazılarını okumaya zaman ayırabiliyorum. Mutluyum bu anlamda...

Sevgi  ve muhabbetle,
Hanife Mert

13 Ocak 2020 Pazartesi

Verme Çocuğa Kurabiyeyi Yer Çocuk Kurabiyeyi




Bir ara eşim bir tekerleme söylerdi. Tekerleme şöyleydi; "Verme çocuğa kurabiyeyi, yer çocuk kurabiyeyi." der güler ve susardı. Çocuklarla birlikte saatlerce düşünür kafa yorardık. Bir anlam çıkaramazdık. Tekerlemenin anlamını eşime sordum. "Bu tekerlemede ne demek istiyor ?" Eşim gülümsedi ve ardından şu hikayeyi anlatmaya başladı.
"Hindistan'da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz bulup çok beğenirmiş. Ona 'Renklerin Ustası' anlamına gelen Ranga Çeleri adını takmışlar. Ama, kısaca Ranga Guru derlermiş. Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş; ondan resmini değerlendirmesini istemiş.
Ranga Guru, "Sen artık ressam sayılırsın Raciçi. Senin resmini halk değerlendirecek" diyerek, resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. "Yanına kırmızı bir kalem bırak; halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymasını rica eden bir yazıyı da yanına iliştir" demiş.
Raciçi denileni yapmış ve birkaç gün sonra bakmaya gittiğinde görmüş ki, bütün resim çarpılar içinde. Çok üzülmüş. Emeğini ve yüreğini koyarak meydana getirdiği tablo kıpkırmızı çarpılarla doluymuş. Gene Ranga Guru'yu ziyaret etmiş. Ne kadar müteessir olduğunu ona iletmiş.
Ranga Guru, üzülmemesini, resim yapmaya devam etmesini tavsiye etmiş. Raciçi yeni bir resim yapmış ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya ve birkaç fırça ile birlikte... "İnsanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazıyı resmin yanına koy" demiş. Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış; fırçalar da, boyalar da kullanılmamış. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş.
Ranga Guru olayı şöyle yorumlamış:

"Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda, onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarına fırsat verdin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi. Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma."

Eşim, haklıydı. Konuşmayı çok seven bir toplumuz. Yeter ki fırsat verilsin. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, bilsek de bilmesek de, fikrimiz olsa da olmasa da kendimizi o alanda otorite sayar sonra başlarız konuşmaya eleştirmeye. Mangalda kül bırakmayız...
Konuşmalarımız eleştirilerimiz başkaları hakkındadır. Yapıcı değil, yıkıcıdır çoğu zaman. Takdir edip teşvik etmeyi unuttuk maalesef. Bir anda o eser için verilen emekler, gösterilen çabalar, mücadeleler görünmez göze. Eline fırsat geçmiştir ya ha babam konuşur.

Bir konu, meydana getirilmiş bir eser ya da karşı bir fikir hakkında illaki eleştiri olacak, olmalı... Karşıdakinin bakış açısını değiştirecekse, göremediği bir durumu göstermek adına eleştiri olmalı. Bu yapıcı eleştiridir... Sakın emeğinizi değerini bilmeyenlere sunmayın ve asla bilmeyenle tartışmayın da benden söylemesi...

Her hikaye/ öykü özünde bir kıssa barındırır. Maharet o kıssadan hisse alabilmektir. Tabi almayı bilirsen...

Muhabbetle,
Hanife Mert

10 Ocak 2020 Cuma

İKİ DÜŞÜN BİR KONUŞ


 Şüphesiz insan düşünen bir varlıktır. Onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği düşünmesi fikir sahibi olmasıdır. Ünlü Fransız filozof Descartes'in "düşünüyorum öyleyse varım" sözünden yola çıkarak; var olmanın ve insanı yaratılmış diğer canlılardan ayıran özelliğinin düşünmesi olduğunu anlamak yanlış olmasa gerek.Var olan yaşayan insan aynı zamanda düşünebilen akıllı insandır.
Basit anlamıyla düşünmek; sorgulamak, incelemek, düşünce üretmek, fikir etmek, aklından geçirmek, zihninde göz önüne getirmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamıyla baktığımızda toplumumuzda elbette düşünebilen fikir üretebilen, kafa yoran ve çok başarılı işler ortaya koyanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Medyada pek gündem olmasa da...
    İnsan, aklı ve düşünmesi sayesinde iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydayı zarardan ayırt eder. Çevresinde olup bitenleri anlar ve değerlendirir. Olaylar arasında neden –sonuç ilişkisini kurar. Karşılaştığı güçlüklere çözümler üretir, böylece yeni şartlara uyum sağlayarak yaşamını kolaylaştırır.
     Buna rağmen; aklını kullanmayan, düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen, kolaycılığa kaçan, okumayan, araştırmayan, insanların sayılarının da günden güne arttığını yaşanan akıllara zarar olarak değerlendirdiğimiz olaylardan anlamak zor değil...
     Toplum olarak rahatı, ağzımıza geleni söylemeyi severiz. Severiz sevmesine de bir de dinlemeyi, konuşulanı anlamayı, anladığımızı idrak etmeyi bilsek. Belki de bir çok sorunumuz hallolacak ama nerede!! Dinlemeye sabrımız yok. Buna karşın konuşmaya mecalimiz hep var. Yerli yersiz gerekli gereksiz hep konuşuyoruz. Konuşmuş olmak için, laf ebeliği yapmak için, söylenen sözün altında kalmamak için konuşuyoruz...
   Fikir üretmek, bilgi üretmek yerine laf üretiyoruz. Hani ağzı olan konuşuyor derler ya! Benim doğrum senin doğrundan üstün, benim sözüm doğru... Kimi zaman da bir yerde söylediğimiz sözü, bir başka yerde inkar edebiliyoruz. Çevir gazı yanmasın...
     Konuşabilme yeteneği insana yaratılışıyla birlikte verilmiş ve onu diğer canlılara üstün kılmış en önemli özelliklerinden biridir. İnsan elbette konuşmalı. Zira konuşarak kendini ifade eder. Kişiliğini bu şekilde ortaya koyar. Çünkü kişiliği konuşmasında gizlidir. Bu demek değildir ki hep konuş ama boş konuş...
   özellikle son dönemlerde yaşadığımız onca haksızlıklara, olumsuzluklara, adaletsizliklere, yolsuzluklara, yoksulluklara, yoksunluklara, zulümlere, ölümlere, tacizlere, tecavüzlere karşı hep sustuk. Asıl konuşulması, neler oluyor? diye yetkililerden yetkisizlerden hesap sorulması gerekirken, sesimiz soluğumuz kesildi. Konuşamaz olduk. Belki korktuk, ürktük. Bana dokunmasınlar da, işime aşıma, kurduğum düzene zarar gelmesin de... Bana değmeyen yılan bin yaşasın gibi felsefelerle kabuklarımıza çekildik. Bireysel çıkarlarımız her zaman toplumsal çıkarlarımızın önüne geçti.
      Bu durumlar karşısında susan ağzımız, göz göre göre insan onur ve haysiyetini zedeleyen kadın programlarını, yarışma programlarını, Türk aile yapısı ile uzaktan yakından alakası olmayan yemek programlarını, dizileri, kime ne yakışır gibi anlamsız faydasız programları ve gazetelerin magazin sayfalarını konuştu. Bu programlar vaktimizi ve zihnimizi meşgul etti. Düşünme üretme yetisi devre dışı kaldı.
    Neredeyse her gün gelen şehit haberleri, şiddete uğrayarak canından olan kadınlarımız, tecavüz edilerek öldürülen çocuklarımız, açlık sınırının da altında olan ve çareyi intiharda bulan insanlarımız, yetim hakkı yiyenlerin, haksızlık, yolsuzluk yapanların, adaleti kişiye göre işletenlerin durumu  milli ve manevi değerlerimize, saldırılar, dışarıda aç ve perişan durumda olanların durumları yukarıda saydıklarım kadar insanımızın zihnini meşgul etmedi...
 
   Sözün özü; zalimin zulmünün susturulduğu, hakkın, doğrunun, sevginin, barışın, kardeşliğin, özgürlüğün, insan haklarının, kadın haklarının, hayvan haklarının insanca yaşamın konuşturulduğu; düşündürüldüğü, sorgulandığı  yeni bir dünyada yaşamak dileğiyle...


Muhabbetle,
Hanife Mert

31 Aralık 2019 Salı

YENİ YIL YENİ UMUT DEMEKTİR


Her bitiş yeni bir başlangıca gebedir. Bitişler hüzün, başlangıçlar ise umut ve sevinci müjdeler. Bu yeni bir gün, yeni bir yıl ve yeni bir umuttur. Her ne kadar bu eski yıl dünün yeni yılı olsa da... Umut hep vardır var olmaya devam edecektir. Bu düşünceyle tüm dostlarıma diyorum ki:

“Yeni yılda yeni umutlar yeşersin yüreğinizde, sağlık, huzur, mutluluk, dostluk, sevgi duyguları kök salsın gönlünüzde. Sevdiklerinizle birlikte, mutlu ve umutlu yıllar gezinsin ömrünüzde.”

Özellikle ülkemiz ve insanlık alemine; göz yaşlarının son bulduğu, acıların, zulmün, tacizin, tecavüzün, haksız yere ölümlerin, savaşların, yolsuzlukların, yoksullukların, haksızlıkların son bulduğu; huzur ve güvenin, adaletin sağlandığı, sevgi, barış ve kardeşliğin hakim olduğu bir dünya diliyorum.

Yeni Yılınız Kutlu Olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

22 Aralık 2019 Pazar

DÜNYAYI SEVGİ KURTARACAK


  


"Yaşadığın yeri; cennet yapamadığın müddetçe, kaçtığın her yer cehennemdir."(La edri)

Yaşadığı yeri güzelleştirmek için yaratılan insan, var oluşundan beri kendini hep bir mücadelenin içinde bulmuştur. Bu mücadele; yaşanılan yere, zamana ve gelişen şartlara göre değişiklik gösterse de çoğu zaman güç savaşına dönüşmüştür.
Yaratılışı aynı olmasına rağmen kendinden daha zayıf, daha farklı olanı ezerek, ötekileştirerek, onun varlığını yok etme pahasına, kendi varlığını ortaya koyma savaşını yapmaktadır.

Her ne kadar yıllar, yüzyıllar geçse ve bilim ilerlese de; atların, eşeklerin, katırların yerini arabalar, trenler, uçaklar alsa da; bilgisayar, internet icat edilse, bilgi çağına girmiş olsak da; insanların eğitim seviyeleri yükseltilip zihniyetleri değişmediği için sorunların çözümünde bir arpa boyu yol alınamamıştır. Tarih daima tekrarlanmıştır. ne kadar yıllar, yüzyıllar

Herkesçe bilindiği üzere dünyada rahat yok. Ortalık yangın yerine döndürülmüştür. Her yerden kan, irin, kin, nefret, zulümler fışkırmaktadır. Nehirlerden su yerine kan akmaktadır. Sabi sübyan ne olduğunu anlamadan, dünyayı tanımadan, hayatı anlamadan katledilmekte... İşkenceler, tacizler, tecavüzler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, saygısızlıklar, sevgisizlik, güvensizlik sonucunda; karamsarlık, umutsuzluk ve korku sarmış bedenleri... Açlık, sefalet, ihanet, vicdansızlık karartmış yürekleri.

Sebep, gücü kaybetmeme, tekelinde bulundurma çabasında olanların dünya ve insanlık üzerindeki etkileri... Düzeltmek için parmağını dahi kıpırdatmayanlar yüzünden dünya cehenneme çevrilmiş durumda...

"Okuyun, okuyun çünkü mürekkebin akmadığı yerden, kan akıyor" diyor şair. Hal böyle iken, ben/ biz ne yapabiliriz? demeden eli kalem tutan, fikir üreten her fert dili döndüğünce, bilgisi yettiğince elinden geleni yapmalı. Sait Faik Abasıyanık'ın "dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözünde ifade ettiği gibi güzelleştirelim etrafımızı... Unutmayalım ki insan düzelirse dünya düzelir.

Toplumları bir kurt gibi kemirip yok etmeyi hedefleyen cehaletin panzehiri olan eğitimin kalitesinin yükseltilmesi, bilim ve aydınlanmanın ışığında çağdaş seviyeye çıkarılması ile istenen hedefe ulaşılması sağlanılmalı. Bataklıklar kurutulmalı...

Bu anlayış çerçevesinde insanın kendini tanıması, bilimin ışığında eğitmesi, çağdaş bir birey haline getirmesi etkili bir yöntem olmakla birlikte; hayatımıza anlam katan varlığımızın sebebi olan sevginin yüreklerde filizlenmesi, ruhun manevi anlamda doyuma ulaştırılması kısaca sevginin yaygınlaştırılması bir çok sorunun önüne geçecektir. Dünyayı sevgi kurtaracak, insanı ve yaratılanı sevmekle başlayacak herşey.
Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizlik yatmaktadır. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Tıpkı Erich Fromm’un "Sevme sanatı" isimli kitabında ifade ettiği gibi "doktorluğu, mühendisliği, öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor.

Sevginin hakim olduğu, insanlar arasında güvenin sağlandığı, vicdanların rahat ve huzurlu olduğu, tüm kötülüklerin yok olduğu bir dünyada yaşamak dileğiyle...

Muhabbetle
Hanife Mert

9 Aralık 2019 Pazartesi

KADIN ROMANCI HANİFE MERT


  Gerek üzerinde çalıştığım yeni kitap projem ve gerekse buyıl 5. si yapılan CNR 5. Mersin Kitap Fuarı dolayısıyla uzun süredir blogumla ilgilenemedim. Ara ara girsem de her hangi bir paylaşım yapamadım. Artık fuar bitti. Fırsat buldukça bloğumda paylaşımlarımı sürdürmek istiyorum. İlk olarak bir söyleşi- tanıtım yazısı ile merhaba demek istiyorum.

 Mersin Gazetesi yazarlarından Bekir Zorba Bey'le yaptığımız söyleşiye istinaden, yazarı bulunduğu bazı bölgesel gazetelerde, köşesinde tanıtım yazısı yayınlamış. Kendisine teşekkür ediyorum.
 21 Kasım 2019 tarihli tanıtım yazısını beni tanımak ve hakkımda bilgi sahibi olmak isteyen blog dostlarımla paylaşmak istedim. Keyifli okumalar diliyorum.


KADIN ROMANCI HANİFE MERT
“ Atacağı adımı bilemeyen, geçmişteki ayak izine bakmalı.” H. Mert

Eğer edebi ölçü söz konusu ise ‘kadın yazar, erkek yazar’ ayrımı ne kadar anlamlıdır? Ancak toplumsal zihniyet bakımından kimi zaman bu bir zorunluluktur. Kanaatimce, pozitif ayrımcılık yapmak ve rol model yaratma adına kadın yazarlar öne çıkartılmalı. Kadın kahramanlar, kadın yazarlar, kadına şiddetin ve ayrımcılığın sıkça görüldüğü günümüzde bir duyarlığın temsilcisi, öncüsüdürler. Kadınlar hakkında onca ahkam kesenler, kadın yazarları okumadan kadınlar için ne diyebilirler ki? Türk toplumunda alışkanlık haline gelmiş ve hatta genel kabul görmüş bir yargıdır. ‘Erkek yazar kadın okur’. Fakat günümüzde bu yargıyı usul usul da olsa tersine çeviren kadın yazarlarımız var. Konuğum Hanife Mert de onlardan biridir.

Hanife hanım, MEŞYAD basın ödülünü aldığım gün ‘Düş Batımı’ adlı ilk romanını imzalayarak bana ulaştırma nezaketi göstermişti. Düş Batımı romanı, kadını merkeze oturtarak parçalanmış bir aile dramını konu ediyor. Kadın yazar olmak bütün haksızlıklara gözünü açmak demektir. Erkek egemen toplumun aldırış etmediklerini, kadın hissiyatı ve gözüyle açığa çıkartmak demektir.

1963 Samsun doğumlu Mert, sadece roman yazarı değildir. Hatta diyebilirim ki onun denemeci yanı roman yazarlığından da ileridedir. Yerel basında, sosyal medyada iki yüze yakın yazısı çıkmıştır. Ağırlıkla felsefe, ilahiyat, sosyoloji ve psikoloji konularında yazmaktadır. Özlü sözler yazmak da ayrı bir uğraşıdır onun için. O, yazarken sorgular. Toplumu, yaşadığımız dünyayı, çelişkileri, olumsuzlukları sorgularken…Aynı zamanda kendi içine doğru bir yolculuk yapmaktadır. Kendini tanımak peşindedir. Çünkü “ Kendini tanıyan, kendini bilendir. Kendini bilen insan kendiyle barışıktır. Dolayısıyla umutludur, hayata olumlu yaklaşır” demektedir. Yaşam felsefesini de şu sözlerle açıklıyor yazarımız: “ Bir yere varmak için insan önce kendine uğramalı, bütün yollar insanın içinden geçer.”

Amatörce yazdığı şiirleri de bulunan Mert, sevginin gücüne yürekten inanır. Sevgisiz hiçbir şeyin yeşermeyeceğini, sevgisiz yüreğin çorak topraktan farksız olduğunu iyi bilir.

Hanife Mert Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. Eğitimli bir insan olarak eğitime, özellikle kız çocuklarının eğitimine büyük önem verir. O bakımdan kızlarının iyi eğitim almalarını sağlamış, ikisinin de üniversite mezuniyetlerine fedakarca katkı sunmuş. Ona göre, toplumun yarısını oluşturan kadının kendi ayakları üzerinde durması, ekonomik bağımsızlığı yaşamsaldır. “ Özgür kadın özgür çocuklar yetiştirir. Özgür çocuklar ise özgür toplum demektir” sözüyle bu konudaki duyarlılığını anlatıyor.

Yurdun kuzey ucu Samsun’da başlayan yaşam yolculuğu Muş, Elbistan, İstanbul ve Anamur’un ardından, 1987 yılından itibaren yurdun güney ucu Mersin’de devam ediyor. 2008 yılında Mersin Deniz Ticaret Odası’ndan emekli oldu ve yazılarına daha fazla zaman ayırmaya başladı. İlk romanı ‘Düş Batımı’ 2015’te, ikinci romanı ‘Bakış Acısı’ 2017 yılında yayımlandı.

Mert, bu günlerde iddialı, iddialı olduğu kadar da zor bir proje üzerinde çalışıyor. Hummalı çaba içinde, üçüncü kitabı ünlü şair Orhan Veli’nin biyografik romanını hazırlıyor. Bu konuda Veli’nin yakınlarına ulaştı, nadir bulunan eserlerden faydalandı, kapsamlı araştırmalar yaptı. Hanife Mert’in heyecanından anlıyorum ki çalışması, Türkiye çapında ses getirecek potansiyele sahip. Ulusal çapta bir başarı hikayesine çok ihtiyacımız var. Neden bu çıkışı Hanife hanımla yakalamayalım?

Kendimden biliyorum. Yazarlık bir kere kanınıza girerse dur- durak tanımazsınız. Yeni eserler, projeler zihninizi sürekli meşgul eder. Yazarımız için de bu farklı değildir. Dördüncü kitabının, konusunu şimdiden belirlemiş bile. Yayımlanmış denemelerinden kişisel gelişim alanına giren yazılardan bir seçki yaparak, okurlarının beğenisine sunmak istiyor. Uzun soluklu, zorlu yolculuğunda başarılar diliyorum. Okuru bol olsun!

Gazeteci Yazar Bekir Zorba Bey'e bir kez daha teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyorum.

Muhabbetle,
Hanife Mert


http://www.inovatifhaber.com/yazar-kadin-romanci-hanife-mert-2681.html
https://www.sokaktanhaber.com/2019/11/kadin-romanci-hanife-mert/
www.mersinsonhaber

29 Ekim 2019 Salı

KUTLU OLSUN CUMHURİYET BAYRAMIMIZ

Cumhuriyet, Türk milletinin yüzyıllar boyunca, özgürlük ve bağımsızlığı uğruna çektiği acıların ve topyekün verdiği mücadelenin sonucunda kazandığı zaferin ürünüdür. 1923 yılında ona en uygun olan, ona yakışan yaraşan bir yönetim biçimi olan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Cumhuriyet bir yaşam biçimidir. Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmada bir köprüdür. O bir Fazilettir, erdemdir, bağımsızlıktır. Atatürk'ün bize armağanı, gözümüz gibi sahiplenebileceğimiz bir emanettir.

Bütün çekilen çilelerin, yapılan fedakârlıkların bilincinde olmalı ve Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet yaşamasını sağlamak için var gücümüzle mücadele etmeli. Bu sorumluluğu bizden sonraki nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcu olmalıdır.

Bu vesileyle Cumhuriyeti kurarak bize özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı hediye eden, başta Gazi Mustafa kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile, canını, malını, varlığını bu vatana feda eden tüm şehit ve gazilerimizi minnet ve şüranla anıyoruz.

Cumhuriyetimizin 96. yılı hepimize kutlu olsun.️

7 Ekim 2019 Pazartesi

Sahi Neydi Umut Dediğimiz Şey




 
Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne  alev alev vuran yakıcı güneş ışığının etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu. Lakin derenin kenarındaki dut ağacının yapraklarının hışırtısı, dalların arasından dalga dalga  yayılan ışık huzmesi ile masmavi gökyüzü, ruhu dinginleştiriyordu. Küme halinde uçan serçelerin cıvıltıları ve çekirgelerin sesi insana yaşama sevinci aşılıyordu.
   Her zamanki gibi yine bebeğini kucağına alıp derenin kıyısına, dut ağacının dibine oturdu kadın. Öyle dalgındı ki etrafını kuşatan  güzelliklerin farkında bile değildi. Çünkü onun aklı çok uzaklardaydı… Derenin kıyısında dizlerini bükmüş, sol elini çenesine yaslamış bir vaziyette otururken,  sağ eliyle de çocuğunu kucaklamıştı... Başını önüne  eğdiğinde bendini aşmış, önüne çıkan her şeyi alıp götüren, gürül gürül akan nehiri fark etti. Bakışlarını akan suyun  binlerce metre derinindeki bir noktaya sabitledi. Gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu çileli hayatı. Birden şerit kopuvermiş, film bitmişti. Başını kaldırdı, dalgın gözlerini zorla  çekti akan sudan... Önce beyaz kundakta sarılı yavrusunun üzüm karası gözlerinin ta içine, sonra da masmavi ufka baktı:
-Sanırım bugün de gelmeyecek! dedi. Sanki bebek ne dediğini anlamış da " Kim" diye sormuşcasına cevap verdi.
-Baban, dedi sanırım artık gelmez…
Sonra tekrar gürül gürül  akan berrak suya  baktı dalgın dalgın... Uzaktan gelen minibüsün korna sesi ile irkildi. Bebeğini kucağına aldı, bir taraftan saçından düşen yazmasını acelece düzeltti. Yokuş toprak tepenin üzerinden koşarak  yola çıktı. Minibüs tam da kadının önünde durdu. Kadın kenara çekilerek inenlere baktı soran gözlerle… Artık son kişi de inmişti. Minibüste şöförden başka kimse kalmamıştı. Çekinerek kapının yanına geldi. Şoföre baktı, umutla…Sadece baktı...
Şoför:
-Yok bacım, kocan bu gün de yok! dedi...
  İstanbul’a çalışmaya gitmişti kocası. Para kazanacak, ev tutacak ve sonra gelip bebeği ile birlikte onları da götürecekti. Gidiş o gidiş... Bir daha haber alamamıştı kocasından... O, her şeye rağmen umudunu yitirmeden, sabırla çaresiz bekleyişini sürdürüyordu. Gelmeyeceğini bile bile...
Onu çaresizlik içinde her gün yavrusu ile birlikte, dere kenarına getiren, içinde kaybetmediği umuttu.
   Neydi umut dediğimiz şey? Çıkmayan candan vazgeçilmeyen inanç mı? Ya da aza kanaat eden fakirin sofrasındaki katık mı? Yoksa gelmeyecek kocasını bekleyen kadının yuvasındaki saadet miydi?
  Umut çıkmayan canda saklı olan sabırdı, mücadeleydi, heyecandı, hüzündü, inanmaktı, hayal etmekti, istemekti, beklemekti. Kısaca insanı hayata bağlayan ölüm ile hayat arasındaki uzunca köprüydü.
  Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla, inançla desteklenerek hayat bulur. Kimi zaman bir fakirin sofrasındaki çorbada, kimi zaman zenginin bankadaki hesabında, bir hastanın ilacındaki şifada, bir öğrencinin notunda, bir gencin geleceğinde, bir aşığın vuslatında, bir memurun emeklisinde, bir kuşun kanadında, bir toplumun savaşsız, barış, kardeşlik sevgi duyguları ile bezenmiş çağdaş uygarlığı yakalamasında, soğukta titreyen evsiz bir yetimin sıcacık huzurlu bir evinde, huzuru tüketmiş bir ailenin saadetinde, haksızlığa uğramış bir mazlumun adaletinde gizli..
  İnsan umuda en fazla çaresizliğin pençesinde çabalarken ihtiyaç duyar. Çünkü umut çaresizliğin girdabında çabalarken anlamlıdır. Umut öyle bir şey ki, çaresiz kaldığın en zor anlarda görülen küçük bir ışığa, tıpkı pervanenin ateşe koştuğu gibi koşmaktır.
Yapmak istediklerinizin peşine düşmek. Bu uğurda zorluklar, engeller, önünüze çıkan her ne varsa umutla, sabırla, kararlılıkla, azimle ve inançla mücadele etmek…
Bu çok kolay değil elbet… Hatta hiç kolay değil. Zaten önemli olan zoru başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen hedefe ulaşıldığında duyulan mutluluğu tarif edebilmek mümkün mü? Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o istediğiniz şeye ulaşmanın kıymetini anlayabilir miydiniz? Her karşılaşılan engelde, zorlukta vazgeçmek yerine umudunu güçlendirerek “olay daha bitmedi” diyerek mücadeleye ve yola yeniden devam etmek. Yılmadan, yorulmadan…
  Kimi zaman da umut eder, hayal eder, sabreder, mücadele eder ama istediğimize ulaşamayabiliriz. Karamsarlığa kapılıp umuttan, hayalden vazgeçmek yaşamaktan vazgeçmek demek değil midir? Çünkü insan umut ettiği ölçüde yaşar. Aydınlık karanlığın bittiği yerdedir.
   Yaşamınızda umut ışığınız hiç sönmesin…!
Muhabbetle,
Hanife MERT


11 Eylül 2019 Çarşamba

Değer mi Hiç



Dünya değişim ve gelişim çağında.  Zaman değişiyor buna paralel olarak  teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle,  insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. 
 Özellikle son yıllarda toplumumuzda yaşanan örnekler alışılagelmiş bazı değerlerimizin göz ardı edildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir. 
Nasıl mı? Örnek çok.  Örneğin; artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle ,hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor da. Hal böyle iken, bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz dediğimiz  değerlerin yerini mevki - makam, para ve güç almış durumda.
   Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen değme keyfine el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani vasıfları üstünde taşı, ağzınla kuş tut. Eğer paran yoksa, hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde...
Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor.
 Kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları;  şekil, görünüş ve madde üzerine kurulmuş durumda. Şeklin güzelse değerlisin, paran varsa saygınsın, zenginsen önemlisin, mevki makam sahibi isen adamsın gibi..
  Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, adalet, güzel ahlak, haya ve edeple inşa edilmiştir. 
   Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.    İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. Güçsüz insanlara reva görülen zulümleri, haksız yere cana kıyanları, çocuklara yapılan eziyetleri, hayvanlara, doğaya yapılanları söylemiyorum bile...
Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz.
 Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen kimseye yardım etmek yerine, cep telefonuyla videosunu çekip sosyal medya hesaplarında paylaşarak takipçi ve beğeni sayısını arttırmanın, o insanın canından daha önemli olduğu, gözler önünde  bir cani tarafından hayatına kastedilen bir insanın kurtarılması için çaba sarf etmek yerine izlemekle yetinenleri görüyoruz. İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin... birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz.
   Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve sevgim onlara... Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil...

Değer mi hiç, üç kuruşluk kazanç için onca değerlerimizi heba etmeye?

Muhabbetle
Hanife Mert

18 Ağustos 2019 Pazar

BAKIŞ ACISI KİTAP YORUMU

 Sevgili mavi_kitapkulesi ne bu çok değerli yorumu, harika görseli ve önerisi için çok teşekkür ediyorum. Umarım onun önerisiyle pek çok kişiye ulaşabiliriz. Yüreğine ve okuyan gözlerine sağlık..

Muhabbetle,
Hanife Mert

4 Ağustos 2019 Pazar

Kendini Tanıyamamış Her İnsan Yalnızdır


  Hani bazen hayat üzerimize çöreklenir de nefes alamaz hale geliriz ya. Her şey üst üste gelmiş, iç dünyamızda tarif edemediğimiz sıkıntılar, hüzünler yaşarız. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz... Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani.Tanıyanı bileni olmayan bir yere kaçıp gizlenmek isteriz, kendimizden kaçmak...
İnsan kendinden kaçabilir mi? Nereye giderse gitsin kendini geçmişiyle birlikte götürmez mi gittiği yere?
Yine benzer şekilde Can Yücel de "Gitmek" isimli şiirinde;

Bu günlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.

Kiminle konuşsam aynı şey...
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle ''yanına almak istediği üç şey'' falan yok.

Bir kendisi. Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan...
"


Oysa insan nereye giderse gitsin geçmişini bir sırt çantası gibi taşır omzunda. Hal böyle iken insan, kendinden kaçıp yine kendine gitmiş olmaz mı? Zira insanın bindiği gemi de vardığı liman da kendi yüreğinde demirlidir.

İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, onun yaşadığı ortamda sürüklendiği algı yanılsamasının bir sonucu olsa gerek. Ruhun kendisine yabancılaşması, kendisini tanıyamaması da denebilir bu duyguya. Bireyleri bu çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı toplumun dayattığı yaşam biçimi ve akabinde oluşan duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucu olsa gerek. Bu da insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelmektedir.
    İnternette dolaşırken A. Tolga Akpınar'a ait olan bir söz okudum. Tolga Akpınar şöyle diyordu; "Bir yere varmak için önce kendine uğramalı insan… İnsanın gideceği bütün yollar kendinden geçer.” söz benim de yazımın ana temasını oluşturuyordu. Ne demekti insanın kendine uğraması?

    Kendine ulaşamamış, kendini bulamamış, kendini tanıyamamış her insan yalnızdır. Ve bu durum onu mutsuz etse de, birilerinden bekler yalnızlıktan kurtulmayı. O bilemez tanımadığı bir "BEN" le nasıl baş edeceğini. Zira inmemiştir bir gün bile kendi derinine, yüreğine,vicdanının ona neler fısıldadığını duymamıştır. Bu günü de kurtardık mantığı, doğruyu ben biliyorum ego tatmini ile iyi taraflarını el üstünde tutmuş, eksi, yanlış olan ne varsa görmezden gelmiştir, itelemiştir kendinden öteye...
İnsan bir cevherdir. Yaratılış itibariyle en güzel şekilde kusursuz olarak yaratılmıştır. Dünya hayatı ile baş edebilmesi için gerekli olan her şey onda mevcuttur. O kendini tanıma zahmetinde bulunmadığı için sahip olduğu cevherin de, farkında olmadan yaşar.

İnsanın hayatın getirdiği her türlü iyi ya da kötülükler karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi, onun sağlıklı bir ruh yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi için, insanın önce kendi iç dünyasına yönelmesi gerekmektedir. Tıpkı Gönül Ustası Mevlana'nın "içindeki kapıyı çal; başka kapıyı değil.” sözünde ifade ettiği gibi önce kendi içine yönelmeli...
Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça, önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Ayakları yere sağlam basar. Kendini bildikçe çoğalır. Kendini sevdikçe sevgiyi dilenmez, zaten o sevgi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir.Kendini bildikçe haddini bilir...
   İnsanın kendi iç dünyasına yönelmesi onu dış dünyadan soyutlamaz, tam tersi tamamen yaratılan tüm varlıklara yaklaştırır. Çünkü kendini doğru tanıyan kişi, bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur. Bu açıdan bakılınca, insan kendi dahil yaratılan her şeyin ortak bir gaye için tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını bilir. Yunus'un "yaratılanı severim, Yaratan'dan ötürü" sözü gibi, yaratılan her şeye karşı sevgi ve merhametle yaklaşır.
Muhabbetle,
Hanife Mert

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Utanmaktan Utanılır mı?



Bir Hint atasözü; “bir gün mutlu olmak isterseniz yeni bir elbise giyinin, bir yıl mutlu olmak isterseniz evlenin, bir ömür boyu mutlu olmak isterseniz, namuslu olun.” der.
Hintlilere hak vermemek mümkün mü? Yaşadığımız dünyada utanmasını, hayasını yitiren insanlığın dramı ortada iken...
Utanma, sıkılma, ar, namus anlamına gelen haya canlılar içinde sadece insanlara bahşedilmiş bir özellik bir duygudur. O da küçük yaştan itibaren öğrenilir.

Utanmayan insan her şeyi yapar. “Utanmıyorsan dilediğini yap!” ikazını büyüklerimizden duymuşuzdur. Çünkü utanmayan insan her türlüğü kötülüğü, edepsizliği, vicdansızlığı yapmaktan çekinmez. Bu duruma toplum da kayıtsız kalıyor bana değmesin de ne yaparsa yapsın felsefesi ile yaklaşıyorsa artık çirkinliklerin önü alınmaz bir duruma gelmiş demektir. Haksız yere öldürülen, istismar edilen savunmasız, zavallı çocuklar, kadınlar, yaşlılar. Çöp kutularına atılan bebekler. Üç kuruşluk altını için öldürülen yaşlılar. Gözler önünde kaza geçirip acı içinde kıvranan insanları bırakıp, karşısına geçerek video çekip sosyal medya hesaplarında paylaşmak ya da başım belaya girer endişesi ile o halde bırakıp gitmek, hayvanlara eziyet etmek ve bundan zevk almak, yetim hakkı, kul hakkı yemek vs... vs....

Toplumumuzda daha nice tüyler ürperten, kanımızı donduran olaylara şahit oluyoruz ki bu toplum nereye gidiyor, sonumuz ne olacak? demekten kendimizi alamıyoruz. Görünen o ki toplum hiç de iyi bir geleceğe gitmiyor.
Oysa insanın en güzel süsüdür utanması, utancından dolayı yüzünün kızarması.İnsan olduğunun göstergesi. Utanmak insanın kalitesini gösteren bir güzelliktir. Utanan insan saygılıdır, edeplidir, güzel ahlaklıdır. Vicdan merhamet sahibidir. İnsana, hayvana, doğaya karşı merhametlidir. Emek vermediği şeye sahip olmak istemez. Hakkı ve halkı korur gözetir. Erdemli haya sahibidir.
Son zamanlarda maalesef bu güzel değerler önemsenmeyerek utanılacak ve unutulacak bir duruma getirilmek isteniyor. Üstat Necip Fazıl'ın yıllar önce Kahraman Maraş'ta yaptığı bir konuşmada;"“Pek yakında utanmaktan utanan bir nesil gelecektir.” sözünde ifade ettiği gibi artık utanmaktan utanan bir nesil yetişiyor.Utanması gerekenden utanmayan, ama utanmaması gerekenden utanan bir nesil…
Oysa medeniyetimiz haya üzerine kurulmuştur. Bu topraklar nakış nakış haya ve edeple inşa edilmiştir. Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, haya etmekten utanmaktan utanan, her türlü hayasızlığı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız.

Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık. İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya,adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk.

Toplum olarak öylesine kanıksadık öylesine kabullendik ki utanmak, yüzümüzün kızarması şöyle dursun, görmezden anlamazdan geliyoruz çoğu şeyi.. Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor.

Bedirhan Gökçe'nin Beyaz Menekşe isimli şiirinde ifade ettiği gibi;

..."Eskiden utanınca yüzü kızarırdı tüm ergenlik kızların
Şimdi yüzü kızarınca utanır oldularsa suçu kimde bunların...!
Kuzum değişmeyen neydi? eskiyen ne?
zaman mıydı değişen? Yoksa değişmek, kirlenmek için bahane miydi?
Biz mi büyüdük ? Ar yıkanmaz mı utançla?
Geç mi kaldık? Yoksa geç mi kaldık,
avuçlarımızdan kayıp giden sabahla"

Peki sizce suç kimde?

Muhabbetle

Hanife Mert

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Dünyanın Çivisi Çıkmış

6 Ekim 2015 Salı günü yayınladığım yazımda "Dünyanın Çivisi mi Çıkmış?" diye sormuş devamında da;
  
  "Halk arasında sıra dışı gerçekleşen olayları anlatmak için "bu dünyanın çivisi çıkmış" deyimi kullanılır. İnsanlığın geldiği noktaya baktığımızda halka hak vermemek ne mümkün? 
 Zira nereyi tutsak elimizde kalıyor. İnsanlığın ele alınacak bir yanı kalmamış. Her yerden bela musibet yağıyor. Yaşadığımız dünyada ne düzen intizam, ne hak hukuk adalet, ne ahlak, edep, ne insana saygı, ne vicdan, merhamet, ne hoş görü... kalmamış. "İnsanlık" insanı terk etmiş, vesselam!..

   Şu içinde yaşadığımız ve burada kalışımız belirlenen bir vakitle sınırlı olan dünyada öyle olaylar yaşanıyor ve öylesine şahit oluyoruz ki; bırakın dudak uçuklamayı, içimizde öyle derin yaralar açıyor ki hafsalamız almıyor, kanımızı donduruyor, yaşama sevincimizi  bitiriyor adeta.

  Güzel ülkem yangın yerine çevrilmişken, neredeyse her gün gencecik yiğitlerimiz kalleşçe şehit edilirken, toplum suni sebeplerle birbirinden ayrıştırılmaya çalışılırken, ülkeyi yönetenler koltuk derdine düşmüşken, dolardaki kontrolsüz yükselişler sonucunda s.o.s veren ekonomik gelişmeler sonucunda kriz kapıda beklerken, güzel ülkemde hak, hukuk, adalet  kişilere göre farklılık gösterirken, kadına şiddet, çocuğa şiddet, öğretmene şiddet, doktora şiddet, olmadı gazeteciye şiddet derken şiddet toplumu oluverdik     Kimse kimseyi dinlemiyor, anlamıyor. Ben haklıyım, ben doğruyum, ben bilirim, ben söylerim ben yaparım olur, ısrarında "benlik" mücadelesine girmişken. İnsanın insana, insanın hayvana, insanın doğaya sevgisi, saygısı, hoşgörüsü, vefası... kalmamışken.  Konan kanunlara yasalara kurallara uymak yerine kendi kurallarını uygulayan insanların sayısı her geçen gün artarken, haklı olarak halkı gelecek kaygısı, hatta  günü yaşama kaygısı  sarmakta...

  Kurallar insanların huzur içinde yaşamaları için konur. Bu konuda öyle uzun bir yol katettik ki bırakın konulan kurallara uymayı adeta kendimiz kural koyar olduk. Sonrası malumunuz kazalar, ölümler, yaralanmalar. Gün geçmiyor ki trafik kazası ya da sıradan sebeplerle çekip silahı ateşleyen insanların haberlerini duymayalım...

 Hal böyle iken yana yakıla insanlığı arar durur, nerede bu insanlık! diye sorarız da çözümün kendimizde olduğunun farkına varmayız. Durumumuz umutsuz gibi gözükse de çözümsüz değil. İnsan kendindeki cevherin farkına varmalı. Özüne dönmeli, yaratılış gayesini hatırlamalı, "oku"malı, "düşünmeli", "akletmeli" "sorgulamalı" ki kaybettiği insanlığı ve onun erdemine tekrar kavuşabilsin. 

Kavuşabilmeli ki  kendinden sonra gelecek nesillerin  bu topraklarda huzur, barış, kardeşlik, sevgi, hak, adalet ve güven içinde yaşamalarına imkan sağlamalı." cümlesiyle yazımı bitirmişim. 
  Yazının üzerinden tamı tamına üç yıl dokuz ay geçmiş. Bu süreçte ülkemizde ve dünyada yaşananları şöyle bir gözden geçirdiğimizde, hiç bir sorunun bitmediğini hatta artarak çoğaldığını söylersek yanlış söylememiş oluruz. Bu durumda sorumun yanıtını veriyorum gerçekten "Dünyanın Çivisi çıkmış." Sizce de öyle değil mi?

Muhabbetle,

Hanife Mert

17 Temmuz 2019 Çarşamba

Sevgi Öğretilebilir mi






  Yaşadığımız dünyada insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şeydir sevgi. Zira insanın mayası, ruhunun gıdasıdır. İnsan olduğunu hissettiren, hayatına anlam katan bir duygudur. Sevgi özünde güven, saygı, şefkat, merhamet gibi insanı insan yapan erdemleri barındırır. Böyle olmasına rağmen, yüreklerden sözcüklere inmiştir... Anlam değişikliğine uğramıştır...

  Sevgiyi yüreğinde hissedemeyen insanlar, sevginin özünü oluşturan güzelliklerden uzak kalmış demektir. Sevgisiz insanlar yüreklerinde yalnızlık, değersizlik, kin, nefret ve kıskançlık duygularının kıskacında bocalar dururlar. Böyle insanların hata yapma eğilimi yüksektir.

  Ruhun gıdasıdır dedim ya sevgiyi tanımlarken. Biraz açmak gerekirse, nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir süre sonra biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz olur. Ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.

  Böyle bir durumda Dostoyevski'nin "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya. Böyle insanların çokluğu savaşların ,haksız yere ölümlerin,tacizlerin tecavüzlerin, adaletsizliğin, haksızlığın, açlığın, sefaletin yoğun yaşandığı bir dünyaya ortam hazırlar. Ülkemizde de yaşanan kadın çocuk cinayetlerinin, tacizlerin, tecavüzlerin, hayvanlara yapılan insanlık dışı zulümlerin çirkinliklerin temel sebebi sevgisizlik olsa gerek. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; "pişman mısın? " diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerede, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

  Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un Sevme Sanatı isimli kitabında ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekmektedir.

  Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Muhabbetle
Hanife Mert

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Lokmalar Boğazımda Dizildi Kaldı


Her ne kadar "nerede o eski ramazanlar, eski bayramlar." diye klişe sözlerle eskiye olan özlemimizi dile getirsek de kendi adıma, çocukluğumdan kalma anı kırıntılarını hatırlayarak onları günümüze taşımaya gayret ediyorum.

  Eski ramazanlara ait hatırladığım; top atılmasına bir kaç dakika kala yer sofrasında, çinko taslara bol soğanlı taneli mercimek çorbasını ve yine çinko tabaklara sebze yemeğini, zeytin kasesini, annemin yaptığı baklava tabağını siniye koyduktan sonra, kardeşlerimle birlikte dışarı çıkar, evimizin merdiveninin basamaklarına oturur, kimi balkonda, kimi pencereden başını uzatmış komşularımızla birlikte heyecanla topun atılmasını beklerdik. Sonra top atılır büyük bir mutlulukla sofraya koşardık...

Bu güne kadar aynı heyecanı ailemle birlikte diri tutmaya çalıştık. İstedim ki çocuklarım da aynı heyecanı hissetsin ve ileride çocuklarına aktarabilsin. Çocuklarım aynı heyecanı duyar da çocuklarına yansıtır mı, bilemem. Lakin bildiğim bir şey var ki benim gibi düşünenlerin sayısının pek fazla olmadığıdır.

Bir kaç gün önceydi. İftar vakti yakındı. Yemekleri hazırladım. Bir koşu fırından pide almak için dışarı çıktım. Pideyi alıp eve dönerken, gözüm sitemizin girişinde bulunan çöp kovalarına takıldı. Çöp kovasının önünde biri oturuyordu. Önce kağıt toplayanlardan biri galiba diye düşündüm. Yaklaştıkça onlardan olmadığını fark ettim. Böyle durumlarda yolda gerçekleşen sıra dışı olaylarda önce oradan geçen insanların tepkileri dikkatimi çeker. Çöp kovasının yanında oturan kadından ziyade, kadının yanından geçen insanlara baktım. Kadın kimsenin umurunda değildi. Bakmıyorlardı bile... Ayaklarım beni çöp kovasının yanına doğru götürdü. Orada eski bir pazar arabası, yanında da yaşlı bir kadın yere oturmuş bir şeyler yapıyordu. Yanına iyice yaklaştım, " sen burada ne yapıyorsun?" diye soramadım. O kadın bakışımdan anlamıştı sanki. Yanında mavi bir naylon poşetin içinden çıkardığı, kiminin kenarları delinmiş, kiminin ortası yanmış asma yapraklarını düzelttikten sonra başka bir poşete yerleştiriyordu . Bir taraftan da bana açıklama yapıyordu. "Marketten aldım, bak bu yapraklar sarılabilir." dedi. Muhtemelen bu yapraklar, marketin çöpe attığı veya çöpe atacağı vakit, yaşlı kadının "çöpe atma bana ver" demiş olabileceği yapraklar diye bir düşünce geçti zihnimden.
Yaşlı kadın konuşurken, düşüncelerim lüks saraylarda çok çok yıldızlı otellerde adını bile telaffuz edemediğimiz yemeklerle verilen iftar sofralarında dolaştı. Daha nerelerde dolaştım bir bilseniz...
Düşüncelerimden sıyrılıp tekrar yaşlı teyzeye döndüm. Kadın mahcup bakışlarıyla, çöpe atılacak olan ekmekleri beklediğini söyledi. Bu ifade iyice perişan etmişti beni. Sanırım utandığı için olacak; ardından hemen açıklama yaptı. "Ben çöpe atılan ekmekleri sütçülere satıyorum karşılığında süt alıyorum, evde felçli bir kocam var ona bakıyorum. İnan kızım yalan söylemiyorum...", dedi.

Yaşlı teyze belki doğru belki de yalan söylüyordu bilemem. Lakin benim ona söyleyebileceğim bir şey yoktu. Sadece arabaların vızır vızır geçtiği ve daha birkaç ay önce orada büyük kazanın olduğu ve 3-4 kişinin feci bir şekilde can verdiği bir yerde oturuyordu. Sadece ona, biraz geri çekilmesini söyleyebildim. Benim söyleyebilecek bir şeyim yoktu, sustum. Peki ya söyleyecek sözleri olanlar neden susuyordu. Neden yaşlı kadın gibi daha nice çöpten yemek ekmek artıklarıyla hayatta kalmaya çalışanlara suskundular... Anlayan zaten anladı...

Ben seslenmeden yaşlı kadının yanından ayrıldım. Eve geldiğimde ezan okunmuş iftar sofrasına oturmuştuk. Sonra ne mi oldu? Lokmalar boğazımda dizildi kaldı yutamadım...

Muhabbetle
Hanife Mert

17 Mayıs 2019 Cuma

NEDEN HABER VERMEDİN Kİ

Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti, İyi İnsanlar iyi atlara binip gitti. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Aynada ki Yalan” isimli romanının başkahramanı Naci’nin arayış içerisinde olduğu bir dönemde kendisine “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti” cevabı verilir ve şöyle bir hikâye anlatılır: “Bir gün cins at meraklısı bir adam, cins atlarıyla meşhur bir yere gidiyor. Tanıdıklarından kimi sorsa “Öldü!” cevabını alıyor. Ya şu ağa, ya bu ağa..? Göçtü..! Ya filan atın soyu, ya filan kısrağın dölü..? Kurudu…! Sonunda at meraklısına şu karşılığı veriyorlar: “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti?

   Üstad ne güzel söylemiş. İyi insanlar, ardında bıraktıkları güzel isimleri ile bir bir hayata veda edip gidiyor. Tıpkı son dönemde ülkemiz için canını feda eden aziz şehitlerimiz ve değerli hizmetleriyle bu milletin gönlünde taht kurmuş sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının çok değerli insanlarının ardında gözü yaşlı sevenlerini bırakarak veda etmesi gibi... Onlara Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum.
Her ne kadar dünyanın cezbedici süsüne kendimizi kaptırarak; bizim için kaçınılmaz son olan ölüm gerçeğini gündemde tutmak istemesek de, o hayatımızın bir parçasıdır. Biz onu unutsak da o bizi hiç unutmaz. Vakti geldiğinde kapımızı çalar. Ölümden korkmak veya korkulacak bir şey gibi görmek, içimizdeki iman eksikliğinin bir sonucu olsa gerek. insanca ve İslamca bir hayat sürmek ölümün korkulacak bir şey olmadığını anlamamızı kolaylaştırır.

Cahit Sıtkı Tarancı "yaş otuz beş" şiirinde;

…Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.

Dizeleri ile ölümün zamanı ve yeri belli olmayan bir anda herkesin başına gelebileceğini ifade etmekte.

Ölüm dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. İnsanlar ölüm ve ölüm sonrası hayatın mahiyetini bilemediği için, hayatın bu dönüm noktasını soğuk ve itici bulur...
Ondan kaçmak imkansız. Nerede olursak olalım o bizi mutlaka bulur. Kutsal kitabımızda yüce Allah “her nefis ölümü tadacaktır.”(Al-i İmran 3/185) buyurarak yaratılan her canlının ölümü mutlaka tadacağını haber vermektedir.
Ölüm kaçınılmaz son. Lakin ölüm doğal olmalı. Allah’ın verdiği canı zalim almamalı. Ölüm gerçeği insanları can yakmaktan, can almaktan, hak yemekten, adaletsizlikten, yetim malı yemekten, suç işlemekten, savaşlardan alı koymalı. Her insanın barış içinde, huzurlu, mutlu kendini güvende hissedebileceği bir dünyada yaşamak en doğal insani hakkıdır…
Sadi Şirazi Gülistan isimli eserinde bir hikaye anlatır. Hikaye şöyle başlıyor; adamın biri yıkılan evinin karşısına geçmiş bir yandan ağlıyor, diğer yandan da: "Ah evim! Çökmeden evvel bari bir haber verseydin de ona göre tedbir alsaydım" diye söylenip duruyormuş.
Birden o harabeden bir ses yükselmiş; "Be adam!.. Ben yıllardır sana, çatlayan duvarlarım ve dökülen sıvalarımla çöküyorum diye haber veriyordum. Fakat sen, her defasında bir avuç toprak ile çıka geliyor ve o çatlakları örterek verdiğim haberi adeta ağzıma tıkıyordun" demiş.
Hikaye manidardır. Çünkü bizim hayat evimizde de hızla tahripler, çatlaklar oluşmakta ve ömür binamızdan her geçen gün bir taş daha düşmektedir. Çok insaflıdır ölüm... Gelmeden önce nice haberler gönderir de, biz bir türlü dönüp bakmayız o ikazlara...Her birine bir bahane bulur , "hastalıktır geçer" der, önemsemeyiz.
Günbegün tükenip gittiğimizi görmeyiz... Ömür, bitmeyecek bir hazine gibi görünür gözümüze; Oysa her şeyin bir sona mahkum olduğuna inanmak istemeyiz. Aldanırız, ama kabul edemeyiz bunu bir türlü...
Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza... Şaşırır ve endişeli soru veririz; "Neden haber vermedin ki?"
Cevap vermek zorunda mıdır ölüm... Zira o, haberini çoktan vermiştir...

Muhabbetle,
Hanife Mert

14 Mayıs 2019 Salı

Sevgisizliktir En Büyük Engel

  Doğuştan görme engelli olan bir adam zifiri karanlık bir gece yarısında, engelinden dolayı kazanmış olduğu ezbere yol bulabilme yeteneğini kullanarak yürümeye devam ediyordu. Görme derecesi sıfır olduğu halde elinde yanmakta olan bir fener taşımaktaydı. Karşıdan gelmekte olan şahıs ile yüz yüze geldiklerinde, kendisini tanıyan bu şahıs, “Bre kör, sen zaten görmüyorsun ki, o fener ne işine yarayacak” demekten kendini alamamıştı. Bu ifade üzerine görme engelli adamın cevabı manidardır:” 
“Feneri kendim için değil, senin gibiler için taşıyorum ki ben onları görmesem de onlar beni görsün ve böylelikle çarpışmamış olalım. Benim gözüm kör ama senin kalbin körmüş. Yani asıl kör olan ben değilim, sensin.” der.

Etrafımıza hep bakarız ama bazen gördüğümüz baktığımız değildir.  Çünkü bakmak ve görmek birbirinden ayrı şeylerdir. Bakmak sadece vücut gözü ile yüzeysel olurken, görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun birlikte bakmasıyla, karar vermesi ile olur.  Her birimiz  gün boyunca yakınımıza, uzağımıza, çevremize bakıp dururuz. Hepimiz aynı yere aynı yerden baksak bile farklı şeyler görürüz muhtemelen. Çünkü bakmak yetmiyor her zaman, görmeyi de bilmek gerekiyor…Tabii ki önce nereye nasıl bakacağımız önemli, ondan sonra neyi göreceğimiz görmek istediğimiz..
 
  Olayları ya da kişileri gördüğümüz ya da olmasını düşündüğümüz yönüyle değerlendirir, net ve kesin bir tavırla yargılama hatta mahkum etme yolunu seçeriz. Yanılabileceğimizi, hata yapma ihtimalini düşünemiyoruz maalesef. 

“Gönül gözü görmeyen,  Can gözünü neylesin”
demişler ya hani; hikayede de bu durumu açıkça görmek mümkün. Etrafımızda herhangi bir engelinden dolayı, bakışlarıyla, tavırlarıyla, hatta; “bre kör, bre topal, bre deli...,” gibi onur incitici, aşağılayıcı, dışlayıcı söz ve davranışta bulunanları görmekteyiz. 
Şunu unutmamak gerekir ki insan hayatı tek düze değildir. Sağlık da, varlık da, darlık da  sonsuza kadar sürmez. İncittiğimiz yerden incinmemiz olasıdır...

Böyle insanlara,  kişilere gönül gözüyle bakmalarını önerirken, merhum Aşık Veysel’in;.

Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım?

Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım?
 dizeleriyle yanıt vermek istiyorum. Farklılıklarımız bizi asla farklı yapmaz. Zira gelişimiz de gidişimiz de aynı yere olduktan sonra...
   Her insan kendi içinde koskoca bir kainat barındırır. Buna rağmen hiç kimse diğer kimselerin iç dünyasını yeterince görüp bilemez. Bunun nedeni, dışımızda ki olaylara kişilere yeterince ilgi duymayışımız ve duyarsız olmamızdan kaynaklanmaktadır. İnsanların gönüllerine girmeyi başarabilsek, o gönlü feth edebilsek,

Yunus Emre’nin;

“Hakk bir gönül verdi bana,
Ha demeden hayran olur” 
dediği gibi hayran kalmayacağımız bir insan olmazdı. Böylelikle yine

Yunus’un,

“Yunus Emre der: Hoca,
   İstersen bin var hacca,
   Hepsinden iyice,
   Bir gönle girmektir.” 
   
  Dizelerinde ifade ettiği gibi en makbul ibadetlerden birisini de yerine getirmiş olurduk. Eğer girebilseydik karşımızdakinin gönül kapısından, dert ortağı olurduk. Dertleri paylaşır, paylaştıkça azaltırdık derdini ve sevgileri paylaşır, paylaştıkça çoğaltırdık. Kırık kalplere derman olabilirdik belki. Belki onara bilirdik yıkılıp harap olmuş gönülleri. 
Gerçek dostlukların kurulması da gönül ziyaretleriyle başlamıyor mu? İnsanların birbirlerinin gönüllerinde kurdukları sevgi köşkleriyle perçinlenmiyor mu gerçek dostluklar?
Görmesini bilemeyen, dostunun gönlünü kırmaktan çekinmeyen kişiler ; “Ben kainata sığmam ama insanın kalbine sığarım” diyen Yüce Yaratıcı'nın  o güzel mekanını harap etmiş olmaz mı? 
Oysa, 
 “Eğer gönül kırdın ise, Bu kıldığın namaz değil.” dizeleri ve 
     Hz Ömer’in
    “Ey Kabe! Seni bin kere yıksam tekrar yapabilirim, fakat kırılan bir kalbi asla...’’
         Bu ifadeler gönül kırmanın insanı ne büyük bir külfete soktuğunun göstergesi değil mi?

  “En büyük engel sevgisizliktir” onları incitmeyelim diyor, Allah'ın yarattığı her canlıyı sevgiyle kucaklaya bilmemiz, karşılaştığımız tüm insanları gönül gözü ile görmemiz ve gönül kapılarını çalabilmemiz, gönüllerini feth edebilmemiz  dileklerimle; Dünya Engelliler Günü'nü kutluyorum.

Muhabbetle,
Hanife Mert





1 Mayıs 2019 Çarşamba

TÜRKİYE’DE 1 MAYIS

1890 yılından sonra 1 Mayıs, bütün ülkelerde uluslararası işçi bayramı olarak kutlanmaya başlandı. Birçok ülkede 1 Mayıs, tatil günü olarak kabul edildi. 1919 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) kuruluş kongresinde 8 saatlik işgünü karara bağlandı. İşçilerin işgünü savaşı kanlı fakat büyük bir mücadelenin sonunda zaferle sonuçlanmış oldu. TÜRKİYE'DE AMELE BAYRAMI Dünya'da yaşanan tüm bu olaylardan sonra Türkiye'de 1 Mayıs ilk olarak 'Amele Bayramı' adıyla 1921 yılında kutlandı. İstanbul'un işgal edildiği yıllarda kutlanan 1 Mayıs, 1923 İktisat Kongresi'nde "1 Mayıs Amele Bayramı" adıyla yasalaştı. 1 Mayıs 'Amele Bayramı' olarak kabul edilmesine rağmen 1925 yılındaki kutlamalarda dağıtılan bir bildiri gerekçe gösterilerek yasaklandı ve gösteriyi düzenlenler tutuklanmaya başladı. 1935 yılına gelindiğinde "1 Mayıs Amele Bayramı" ismi "Bahar Bayramı" olarak değiştirilerek genel tatil ilan edildi. 2008 Nisan'ında ise "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilmiştir. 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmiştir.
Ancak 21. yüzyıl Türkiye’sinde bile hala yüz binlerce çocuk, 19. yüzyıl Avrupa’sının koşullarında çalıştırılıyor. Özelleştirilen limanlarda birbiri ardından ölümcül kazaya uğrayan işçilerin çalıştırıldığı insanlık dışı koşullar, 1885’te ABD’de, 1889’da İngiltere’de greve başlayan “docker”lardan farklı değil. Umarım 1 Mayıslar işçinin emeğinin karşılığını aldığı, gerçek bir bayram havasında kansız ve şiddetsiz kutlanır, bu durum ise insanlığın gerilemesine değil, ilerlemesine yol açar.
Bu vesileyle 1 Mayıs (AMELE) İşçi ve Emekçi bayramınız ve benim doğum günüm kutlu olsun...

Muhabbetle,
Hanife Mert

5 Nisan 2019 Cuma

Kibir Hırs ve Kıskançlık İnsana Yüktür


                        

“İnsanoğlu dünyayı zincirleyen bütün güçlerden, iradesini kazandığında kurtulur.”  Goethe
 Hiç şüphesiz insan  şerefli, onurlu ve değerli bir biçimde yaratılmıştır. Onurlu olarak yaratılan insanı onurlu veya onursuz kılan temel ölçü ise, onun iradesini kullanış biçimi olan davranışlarıdır. İradesini olumlu yönde kullanan insan onurlu, uyumlu, mutlu, olgun aranılan insan olurken, olumsuz davranışlar sergileyen kimse ise, toplum dışı sevilmeyen, istenmeyen biri oluverir
 Her ne kadar son dönemlerde toplumumuzda, onursuzca davranışlar sergileyenler  kabul görmüş, baş tacı edilmiş gibi gözükse de, onursuzluk yapmaktan uzak değildir.  Hal böyle iken, insanı toplum dışı yapan olumsuz davranışların başında  kendini beğenme, büyüklenme, kendini diğer insanlardan üstün görme ve üstün tutma olarak tanımlanan çağımızın hastalığı olan kibir gelmektedir. Kibirli insan özünde mücadele edemeyen, sevgiden, merhametten, şefkatten yoksun, bencil, çıkarcı, kıskanç, ben bilirim, benim dediğim doğru gibi egosunu ön plana çıkaracak düşüncelere sahip biridir. Bu haliyle kibir kişinin iradesini doğru kullanma ve olgunlaşmasındaki en büyük engeldir. Kibirli olan insan  eksik ve yanlışlarını  görmek ve onlarla  yüzleşmek yerine karşısındaki insanların eksik ve yanlışlarına müdahil olarak kendi yanlışlarından kaçar. Sevgi, saygı, tevazu, vefa,  şefkat, hoş görü   gibi erdemlerden   tamamen uzaktır. Temelde bakıldığında kibir, hırs ve kıskançlık öz güven eksikliği ve irade zayıflığının bir sonucudur.
  Kibri artan insanın hırsı da artmaktadır. Kibir ve hırs  para, makam ve gücün getirdiği davranış bozukluklarının başında gelir. Kibirli insanların sözlerine güvenilmez. Yalan ve riya ile elde ettiği başarısı bir de kabul görürse değme keyfine... Kibrini, hırsını arttırdıkça arttırır. Kendince geliştirdiği güya akılcı ve alçak gönüllülük de yine kibrin bir parçasıdır. Bu kendine karşı dürüst olamayıp kendi ile yüzleşemeyenlerin giydiği bir  kılıftır. 

 Günümüzde de hırs, kibir ve  kıskançlık yüzünden; savaşlar, ölümler, zulümler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, cinayetler, tacizler gibi insan onuruna haysiyetine yakışmayan suçlar işlenmektedir.
 Nietzsche'nin  dediği gibi; “Kibir ruhu kaplayan deridir.” Bu yönüyle gerçekten tamamen uzak ve habersizdir. 
    
Özetle unutulmaması gereken bir konu var ki, hangi makama gelirsek gelelim, ne kadar çok maddi kazanımlarımız olursa olsun bunlar büyüklenecek kibirlenecek şeyler değildir. Hepimiz insanız yaratılış itibariyle üstünlüğümüz yoktur. Önemli olan hoşgörülü mütevazi olmak ve öyle yaşamımızı sürdürmektir. İnsan olmanın insanca yaşamanın gereği bu olsa gerek. Aksi halde kibir hırs ve kıskançlık insan ruhuna yüktür. İnsanı mutsuz ve huzursuz eder. Huzurlu ve mutlu bir yaşam düşleyen kibir hırs ve kıskançlık yükünden  uzak durmalıdır.

Muhabbetle,
Hanife MERT



Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...