Sabahın mahmurluğunu
üzerinden atamamıştı gökyüzü evden çıktığımızda. Geç bir saat olmasına rağmen
hava bulutluydu. Aydınlıkla karanlık arasında bir görünüme sahipti. Sanki
aydınlanmak istemiyor gibiydi. Kararsızdı... "Sen kararını veremeyeceksen
ben de yağarım" der gibi yağmaya başlamıştı yağmur. Sicim gibi bardaktan
boşanırcasına... Oysa evden çıkarken bir damla yaş yoktu yerde. Yağmur öyle
hızlandı ki silecekler çift çalışmasına rağmen etkisiz kalıyordu. Buna bir de
çalışanların mesaisine yetişme telaşı da eklenince trafik felç. Arabada eşime;
"burası da İstanbul trafiğini aratmayacak hale gelmeye başladı dediğimde,
bana "daha o kadar değiliz, ancak yaklaştık."dedi. Eşim haklıydı.
Nüfusumuz İstanbul kadar olmasa da insanımızın kuralsız kendi kurallarını
kullanarak araç sürmesi trafiği felç ediyordu. Biraz ilerlediğimizde önümüzde
hurdaya dönmüş bir araç, etrafında trafik polisleri, korkudan ne yapacağını
bilmez halde duran insanlar vardı. Trafiğin bu kadar ağır işlemesinin sebebi
anlaşılmıştı.
Biz yolumuza devam ettik. Sanki az evvel kaza yapmış araca
ve etrafındaki endişeli korku içinde bekleyen insanlara rastlamamış gibi
sürücüler; yine hatalı sollama, makas atma, hız gibi kuralsız sürüyordu
araçlarını. Bunlara insan; " ne diyeyim ben size? Nasihatten almıyorsunuz
bari müsibeti önemseyin" diye kızası geliyor.
Sabah erken saatte başlayan ve en fazla on dakika sürmesi
gereken yere yaklaşık kırk dakikada geldik. Bu defa da park sorunu vardı.
Eşim;"sen gir içeri ben arabayı park edip geliyorum" dedi. İçeri
girdiğimde kayıt bölümünde sonunu kestiremediğim bir kuyrukla karşılaştım.
Orada hep söylediğim sözü hatırladım;" Bilim ne kadar ilerlerse de,
bilgisayar çağında, teknolojik gelişmeleri yakalasak da zihniyetlerimiz
değişmediği müddetçe, bir arpa boyu yol alamayız" dedim yine kendime.
Bizim kuşak özellikle seksenli yılları hatırlayanlar kuyruğu iyi bilir...
Böyle, insanların kalabalık olduğu yerlerde uzaktan izlerim
onları. Gergin, stresli, solgun ve yorgun bir hali vardı sırada
bekleyenlerin. Buna sebep, kuyrukta önden sıra kapabilmek için sabahın köründe
gelmiş olmalarıydı belki de... Görevli memurun da hastalardan pek farkı yoktu.
Onun da stresli yorgun bir hali vardı. Zira kayıt yaparken hastalarla anlaşmada
sıkıntı yaşıyor karşılıklı ağız dalaşı yapıyorlardı... Sonunda sıra bana
gelmişti. Kaydımı yaptırıp ilgili servisin kapısının önüne geldim. Bu defa
kuyruk olmasa da kimi koltuklarda oturmuş, kimi de kapının önünde dağınık bir
şekilde bekliyordu. Onları gören, muayene başlamış zannediyordu. Oysa daha
doktor bile gelmemişti. Gözüm, kapının üzerindeki bilgisayar monitöründe kayan
adlara takıldı. Ara, ara kendi adımı
buldum sonunda.
Bir vakit sonra doktor geldi. Biz kenarda beklerken
içeri bir grup girdi. Kim bunlar?diye yanımdaki hastalarla birbirimize sorduk.
Biraz sonra içeriden hemşire çıktı."İlaç yazdıracaklar girsin" diye
yüksek sesle bağırdı. Peki içeri girenlerin numarası kaçtı? Kimler girmişti
içeriye? Meçhul!!! bilmiyoruz. Hemşireye;"bizim sıra ne zaman
gelecek?" diye sorduğumda, "bekle sıran gelince ben çağıracağım"
dedi. Peki bu numaraları neden veriyorlardı ki? Madem sıraya onlar koyacaktı?
Neden ilaç yazdıracaklara ayrı numara, sonuç gösterecek olanlara ayrı, muayane
olacaklara ayrı numara vermezler ki? herkes yerini bilirdi diye bir düşünce
geçti içimden. Neyse ki zamanını bilmediğim bir anda ismimin söylendiğini
işittim. Hemen içeri girdim, selam verdim. Ben, doktorun bir hafta önce
istediği efor testini çektirmiş ve sonucunu göstermek için bunca zorluğa
katlandım. Doktor sonuca baktı. "Zorlandınız mı?" diye
sordu. "Evet" dedim... Doktor Hanım; "Bu durumda anjiyo yapmamız
gerekecek" dediğinde şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim."Karar
verince haber ver"dedi. "Peki dedim" odadan çıktım. Eşimle
görüştüğümde o da şaşırdı. İnternetten araştırmaya başladık. Korkulacak bir şey
olmadığını, on on beş dakikalık bir operasyon olduğunu öğrendik.
Bizim çocuklar sağlık
konusunda çok hassaslar. Onlara nasıl söyleyeceğimizi düşünürken, durumumdan
haberdar olan arkadaşlarım aradılar. Sonucu öğrenince onlar da şaşırdı. Benden
hemen karar vermememi, başka doktorlara da görünmemi istediler. Ben, beni
tedavi eden doktora haksızlık olur düşüncesiyle önce kabul etmek istemedim.
Eşim, kızlarım ve arkadaşlarım ısrarcıydı. Hatta bana önerdikleri doktorun
adını verdiler. Randevu aldım arkadaşlarımın önerdiği doktora da muayene oldum.
Devlet hastanesinin doktoru bana hiper tansiyon, kalp kapakçığında kayma
teşhisiyle anjiyo yapılması gerektiğini ısrarla söylerken, özel hastanedeki
doktor; ne kalp kapakçığı, ne de tansiyonla ilgili bir sorunumun olmadığını
söylediğinde çok şaşırmıştım. Devlet hastanesi doktoru bana kalp ve tansiyon
ilacı da vermişti. Akıllılık edip ilacın prospektüsünü okuduğumda çok fazla yan
etkilerinin olduğunu gördüm ve ilacı içmedim. Çünkü ben de bir yanlışlık
olduğunu düşündüm. Zira tansiyonumun hiper olacak şekilde yükseldiğini hiç hatırlamıyordum.
Eşimle ve kızımla "verilmiş sadakamız varmış. İyi ki
ilaçları içmemişim" diye sevinerek eve geldik.
Nefes almada sıkıntım
vardı. Ara ara nefesim sıkışıyordu. Bu şikayetle gittiğim devlet hastanesinden
kalp hastası ve hiper tansiyonlu biri olarak çıktım. Peki biz kime güveneceğiz?
Özel doktora gitme şansı olmayan insanımız, olmadığı bir hastalığın tedavisini
mi görecek? Bu durumu kim düzeltecek.?
Her şeye rağmen nur içinde
yatsın babaannemin dediği gibi " Allah oraya kimseyi düşürmesin, oranın da
yokluğunu göstermesin" diyor sağlıklı huzurlu günler diliyorum
herkse.
Muhabbetle,
Hanife Mert