dost etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dost etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Temmuz 2020 Cuma

Evlilik bir ast - üst ilişkisi değildir!


  Hiç kimse boşanmak için evlenmez. Zira her genç kızın hayalidir beyaz gelinlik içinde dünya evine girmek. Aynı zamanda genç erkeğin de sevdiği bir kadınla hayatını birleştirmek. Masum niyetlerle kendilerinde var olduğuna inandıkları üstün meziyetlerle baş tacı edileceğini umarak evlilik hayallerini gerçekleştirmek isterler. Çoğu zaman severek ve anlaşarak kurulur yuvalar.

Niyetler güzel, başlangıçlar güzel ya sonra? Nasıl oluyor da mutluluk coşkusu, huzursuzluk kabusuna, eşler birden kurt adama dönüşüveriyor? Aile nasıl psikolojik bir savaş ortamına sokuluyor? Eşler birbirine öyle davranışlar sergiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan bile günün birinde eşine “Seni hiç tanıyamamışım.” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz ya da mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz! Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler…

Hiç şüphesiz bir aileyi ayakta tutan, onun uzun ömürlü, mutlu ve huzurlu bir yuva olmasını sağlayan en önemli etken; eşlerin birbirine sevgiyle bakması ve sevgi ile bakan gözlerin birbirine güven duymasıdır. Sevgi ve güvenin olduğu yerde saygı olmaz mı hiç? Elbette olur.

Boşanmaların hızla arttığı günümüzde, sayıları az da olsa uzun yıllar mutlu bir şekilde evliliklerini sürdürmüş nice insanlar tanıyorum. Onlara uzun süren evliliğin sırrını sorduğumda aldığım yanıt; yüreklerini sıcacık yapan ve hiç tüketemedikleri “sevgi” birbirlerine karşı duydukları “güven” ve “saygı” olduğudur. Bu üç sac ayağı, devamında uzun süren bir evliliği beraberinde getirecektir.

Sevginin açamadığı kapı var mıdır? Elbette yoktur. Günümüzde yaşanan en büyük zulümlerin, gözyaşının sebebi değil midir sevgisizlik?

Buraya kadar güzel. Peki birbirine deli divane olan, büyük bir aşkla severek evlenen eşleri çıkmaza sürükleyen ve boşanmaya kadar götüren sebep nedir? Yanıt çok basit: Ekonomik, psikolojik, sosyolojik, felsefik sebeplerin yanında, bana göre en önemlisi; yüreklerinde var olan sevgiyi kurutmaları… Besleyip büyütememeleri, yok etmeleri... Şiddete kapı aralamalarıdır...

Bunun için sebep çok; arayana bahane mi yok? Evlenmeden önce aile bireylerinin çocuklarına; “kendini ezdirme, idareyi elinde tut. “Evde senin sözün geçsin” gibi telkinlerde bulunması. Acemi bireylerin bu telkinleri gerçekleştirme arzuları. Başkalarıyla kendini mukayese etmek: Başkaları üzerinden kendi ilişkilerini yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağıdır aslında. Üzerinden yıllar geçse de bu unutulmuyor.

Örnek mi, buyurun: Yeni doğan çocuğa isim verme meselesi, doğum yaptığında altın takılmaması, eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması, bazı kocaların ev işlerine yardım edip bazılarının etmemesi, çocukların derslerine yardımcı olmama, gezmeye götürmeme vs.

Diğer yandan bizim gibi ataerkil toplumlara has bir kültür olan, erkek çocuklarının kızlardan farklı yetiştirilmesi… Bu şu demektir: Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiririz. Böyle bir ortamda yetişen erkek, doğal olarak evinde eşinden de benzer ilgiyi bekleyecektir. Sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı konmaması, işten eve döndüğünde beklediği karşılamanın yapılmaması, kadının çok konuşuyor olması, kadının evde özensiz, çekicilikten uzak olduğu gibi bahaneler silsilesi... Aldatma gibi ciddi sebepler...

Öncelikle şu unutulmamalı ki; Evlilik bir ast- üst ilişkisi değildir.

Aile, kar amacı güden bir şirket değildir. Dolayısıyla eşler de birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan yöneticiler değildir. Bu bağlamda eşler bir elmanın iki yarısı gibi birbirini destekleyen, birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Zira onlar kurulan yuvanın sürekliliğini sağlamak için bu uğurda birlikte mücadele eden, sabır gösteren iki dost olmalıdır.

Ailede huzurun temini ve devamlılığının sağlanması, eşlerin birbirini ast, üst olarak değil, candan bir dost olarak görmesi ile mümkün olacaktır.


Muhabbetle,

Hanife Mert




17 Mayıs 2019 Cuma

NEDEN HABER VERMEDİN Kİ

Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti, İyi İnsanlar iyi atlara binip gitti. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Aynada ki Yalan” isimli romanının başkahramanı Naci’nin arayış içerisinde olduğu bir dönemde kendisine “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti” cevabı verilir ve şöyle bir hikâye anlatılır: “Bir gün cins at meraklısı bir adam, cins atlarıyla meşhur bir yere gidiyor. Tanıdıklarından kimi sorsa “Öldü!” cevabını alıyor. Ya şu ağa, ya bu ağa..? Göçtü..! Ya filan atın soyu, ya filan kısrağın dölü..? Kurudu…! Sonunda at meraklısına şu karşılığı veriyorlar: “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti?

   Üstad ne güzel söylemiş. İyi insanlar, ardında bıraktıkları güzel isimleri ile bir bir hayata veda edip gidiyor. Tıpkı son dönemde ülkemiz için canını feda eden aziz şehitlerimiz ve değerli hizmetleriyle bu milletin gönlünde taht kurmuş sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının çok değerli insanlarının ardında gözü yaşlı sevenlerini bırakarak veda etmesi gibi... Onlara Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum.
Her ne kadar dünyanın cezbedici süsüne kendimizi kaptırarak; bizim için kaçınılmaz son olan ölüm gerçeğini gündemde tutmak istemesek de, o hayatımızın bir parçasıdır. Biz onu unutsak da o bizi hiç unutmaz. Vakti geldiğinde kapımızı çalar. Ölümden korkmak veya korkulacak bir şey gibi görmek, içimizdeki iman eksikliğinin bir sonucu olsa gerek. insanca ve İslamca bir hayat sürmek ölümün korkulacak bir şey olmadığını anlamamızı kolaylaştırır.

Cahit Sıtkı Tarancı "yaş otuz beş" şiirinde;

…Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.

Dizeleri ile ölümün zamanı ve yeri belli olmayan bir anda herkesin başına gelebileceğini ifade etmekte.

Ölüm dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. İnsanlar ölüm ve ölüm sonrası hayatın mahiyetini bilemediği için, hayatın bu dönüm noktasını soğuk ve itici bulur...
Ondan kaçmak imkansız. Nerede olursak olalım o bizi mutlaka bulur. Kutsal kitabımızda yüce Allah “her nefis ölümü tadacaktır.”(Al-i İmran 3/185) buyurarak yaratılan her canlının ölümü mutlaka tadacağını haber vermektedir.
Ölüm kaçınılmaz son. Lakin ölüm doğal olmalı. Allah’ın verdiği canı zalim almamalı. Ölüm gerçeği insanları can yakmaktan, can almaktan, hak yemekten, adaletsizlikten, yetim malı yemekten, suç işlemekten, savaşlardan alı koymalı. Her insanın barış içinde, huzurlu, mutlu kendini güvende hissedebileceği bir dünyada yaşamak en doğal insani hakkıdır…
Sadi Şirazi Gülistan isimli eserinde bir hikaye anlatır. Hikaye şöyle başlıyor; adamın biri yıkılan evinin karşısına geçmiş bir yandan ağlıyor, diğer yandan da: "Ah evim! Çökmeden evvel bari bir haber verseydin de ona göre tedbir alsaydım" diye söylenip duruyormuş.
Birden o harabeden bir ses yükselmiş; "Be adam!.. Ben yıllardır sana, çatlayan duvarlarım ve dökülen sıvalarımla çöküyorum diye haber veriyordum. Fakat sen, her defasında bir avuç toprak ile çıka geliyor ve o çatlakları örterek verdiğim haberi adeta ağzıma tıkıyordun" demiş.
Hikaye manidardır. Çünkü bizim hayat evimizde de hızla tahripler, çatlaklar oluşmakta ve ömür binamızdan her geçen gün bir taş daha düşmektedir. Çok insaflıdır ölüm... Gelmeden önce nice haberler gönderir de, biz bir türlü dönüp bakmayız o ikazlara...Her birine bir bahane bulur , "hastalıktır geçer" der, önemsemeyiz.
Günbegün tükenip gittiğimizi görmeyiz... Ömür, bitmeyecek bir hazine gibi görünür gözümüze; Oysa her şeyin bir sona mahkum olduğuna inanmak istemeyiz. Aldanırız, ama kabul edemeyiz bunu bir türlü...
Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza... Şaşırır ve endişeli soru veririz; "Neden haber vermedin ki?"
Cevap vermek zorunda mıdır ölüm... Zira o, haberini çoktan vermiştir...

Muhabbetle,
Hanife Mert

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...