Bu sitede yayınlanan öykü şiir ve makalelerimi izinsiz kopyalamak ve yayınlamak, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca suçtur!
hüzün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hüzün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
23 Ağustos 2020 Pazar
EYLÜL VE HÜZÜN
Hani bazen hayat üzerimize çöreklenir de nefes alamaz hale geliriz ya! Hani iç dünyamızı tarifsiz bir hüzün kaplar. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, güçsüz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz. Hani her şeyi olduğu gibi bırakıp, tanıyanı bileni olmayan bir yere gitmek ister, sonra da vazgeçeriz ya. İşte o, sonbaharın müjdecisi güz aylarının sarışın mahzunluğu, hüznün adresi Eylül'dendir.
Yazdan kalma duyguların, düşüncelerin, boşa geçen zamanların yorgunluğu içinde yeniden toparlanacak olan hayatın, hüzünle kaplı rengidir Eylül.
Hep bu ayda içimi tarifsiz bir hüzün kaplar. Etraf sessizliğe bürünür. Sıcak yaz günlerinin sona ermesiyle tatlı tatlı esen hazan rüzgarlarının sesinde duyarım geçmişin çığlığını. Sarının tonlarında kurarım geçmişle köprümü...
Oturduğum sandalyeden izliyorum pencereme vuran güneşi. İnce bir tül gibi üzerimize serilen Eylül’ün kadife sıcaklığını hissediyorum. Çokça sarı demektir eylül; biraz da o yüzden bu yürek burkulması. Çokça isyan taşır içinde, çokça yalnızlık, çokça hüzün; usulca gelen ilk habercisi güzün…
Şiirlere konu olmuş şaire ilham vermiş, adına romanlar yazılmış, hüzünlü şarkılar bestelenmiş, sonun başlangıca gebe olduğu aydır Eylül.
İlkbahar ve yaz aylarında yemyeşil tomurcuk iken etrafa canlılık güzellik katan yeşil yaprakların, Eylül'le birlikte hazana dönüşerek dalını terk etmesi üzer beni. Sanki sevdiğinden ayrılan, acısını ve gözyaşlarını yüreğine gömen bir sevgili görünümünde , çaresiz düşmesine boyun eğen dallar hüzünlendirir. Yaprağın kaderiymiş düşmek. Düşen ve hışırtılı sesleriyle sağa sola savrulan yapraklar bize neyi ima eder bilinmez...
Ancak bilinen bir şey var ki; o da hiç bir şeyin süreklilik göstermediğidir. Güzelliğin, mutluluğun, canlılığın, sağlığın, gençliğin ve hayatın bir gün son bulacağı gerçeği ile yüzleşmesidir.
Tatlı tatlı esen sonbahar rüzgarlarının ardından yağan yağmurlar da sona eren son bulan güzellikler için dökülen göz yaşını andırır. Doğanın bu sessiz çığlığı ne çok şey anlatır, anlamak isteyene…
İnsan da öyle değil mi? Ne zaman son bulacağı belli olmayan bu hayat yolculuğunda, yemyeşil bir yaprak gibi etrafa canlılık saçarken, ışık olur kimilerine, mutluluk huzur verir. Kimine rehber olur, sevgi tohumları eker sevgisiz gönüllere. Dost olur, yaren olur, kardeş olur kimine, kimine eş, kimine arkadaş olur. Kimine tutunacak bir dal olur... Ve bir gün gelir, kendinden gidenlerle kaybettikleriyle yüzleşir. Ne olduğunu anlamadan, tıpkı kuru bir yaprak gibi savrulup durur dünya denen bu alemde...
Hiç ummadığı bir anda acı acı verilen bir sela sesiyle irkilir. Hüzün dolu bir sesle sarsılır. Acı bir haber! Ölüm karşısında çaresizliği fısıldar habersiz yüreklere. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sözün bittiği yerdir burası…
Gidenin ardından çaresiz bakakalırız. Gönül gözümüzü açmak için bir çağrı mı sizce hazan mevsimi? Ölümü, yokluğu, çaresizliği, hiçliği çağrıştırması adına? Bilinmez ama Eylül hüzündür hep...
“Sonbahar Düşünceleri” adlı şiirinde Ümit Yaşar Oğuzcan;
“Sonbahar geldi yağmurla beraber
Boynu bükük duruyor kasımpatı
Ölümü düşündürür oldu geceler
Yaz güneşinde bıraktık hayatı
İnsan böylede mahzun olurmuş meğer
Ansızın silindi renk saltanatı
Yaz güneşinde bıraktık hayatı”
....
....
dizeleriyle ifade ettiği gibi...
Eylül İşte! hüznün ta kendisi... Bitişlerin başladığı, gidenlerin özlendiği, gelişinin beklendiği ay... Eylül bu acıtır... Acıtır da zamanla acıya alıştırır...
Muhabbetle,
Hanife Mert
31 Aralık 2019 Salı
YENİ YIL YENİ UMUT DEMEKTİR
Her bitiş yeni bir başlangıca gebedir. Bitişler hüzün, başlangıçlar ise umut ve sevinci müjdeler. Bu yeni bir gün, yeni bir yıl ve yeni bir umuttur. Her ne kadar bu eski yıl dünün yeni yılı olsa da... Umut hep vardır var olmaya devam edecektir. Bu düşünceyle tüm dostlarıma diyorum ki:
“Yeni yılda yeni umutlar yeşersin yüreğinizde, sağlık, huzur, mutluluk, dostluk, sevgi duyguları kök salsın gönlünüzde. Sevdiklerinizle birlikte, mutlu ve umutlu yıllar gezinsin ömrünüzde.”
Özellikle ülkemiz ve insanlık alemine; göz yaşlarının son bulduğu, acıların, zulmün, tacizin, tecavüzün, haksız yere ölümlerin, savaşların, yolsuzlukların, yoksullukların, haksızlıkların son bulduğu; huzur ve güvenin, adaletin sağlandığı, sevgi, barış ve kardeşliğin hakim olduğu bir dünya diliyorum.
Yeni Yılınız Kutlu Olsun.
Muhabbetle,
Hanife Mert
20 Mayıs 2018 Pazar
DOKSANLARA DOKUNDUM
Önce derin bir iç geçirir, sonra da "hey gidi günler hey!" deriz dünü anlatırken. Dudak kıvrımlarımıza yarı tebessüm yerleşir, nemleniverir gözlerimiz, dalar gider uzaklara. Yüreğimize de hüzün çöküvermiştir. Sonra pişmanlıklar, keşkeler sarıverir zihnimizi bir sarmaşık gibi. Hayıflanırız kendi kendimize, elinden oyuncağı alınmış bir çocuk edasıyla... Ne yazık ki artık dün geçmiş ve yerini bugüne bırakmıştır. Dün ister bir gün, isterse bir, on, yirmi... yıl olsun geçmiş ve gitmiştir. Giderken de yürekte, zihinde ve gözlerde imzasını bırakmıştır.
Her bitiş yeni başlangıçlara gebedir. Bitişler hüzünlendirse de başlangıçlar umut ve sevinci müjdeler... Yeniler umutlandırır beni, umutlarım sevinci ve mücadele gücümü arttırır... Zira karanlık korkutur, aydınlık ise huzur verir bana...
1990 yılı ve sonrası, ülkemin üzerine bir balyoz gibi inen 12 Eylül 1980 karanlığı son bulmuş, aydınlanma çabalarının sonuç vermeye başladığı, ancak izlerinin tamamen silinmediği bir dönemdir. Umutlu ancak temkinli bir ilerleyişti...
Yıllar geçtikçe zaman değişiyordu. Buna bağlı olarak insanların ihtiyaçları, beklentileri, düşünceleri, istekleri, öncelikleri değişmeye başladı. Bu değişim onun hayat felsefesini ve yaşam biçimini de etkiliyordu. Dolayısıyla bu etki toplumun sosyo- kültür ve sosyo- ekonomik yapısı üzerinde yavaş yavaş hissediliyordu...
Sevginin, saygının, samimiyetin, vefanın, hatırın, gönül almanın önemini yitirmediği bir dönemdi 90'lar. Yardımlaşmanın, komşuluk, arkadaşlık ilişkilerinin saflığını ve samimiyetini bozmadığı, büyüklerin sayılıp, küçüklerin sevildiği dönemdi. "Önce selam eder ellerinizden öperim" diye başladığımız ve cevabını heyecanla beklediğimiz mektuplarımızın, özenle seçip, büyük bir özlemle uzaktaki akrabalarımıza, arkadaşlarımıza gönderdiğimiz bayram ve yılbaşı tebrik kartlarının olduğu bir dönemdi. Telefon kulübelerinden jetonla, sonra kartla ve tuşlu telefonlarla sevgimizi, özlemimizi ilettiğimiz, yüreğimizdeki yangına su serpiştirdiğimiz dönemdi...
90'ların sonlarına doğru el telsizini andıran cep telefonlarıyla tanıştığımız, herkesin birbirine caka sattığı dönemdi. " O aldıysa ben neden almayayım" rekabetinin yapıldığı dönemdi... Japonların görüntülü telefon ürettiğini duyup da "hadi canım, daha neler" dediğimiz dönemdi 90'lar... Gazetelerin satış tirajını arttırmak için kuponla bir kısmının ansiklopedi, kitap, yabancı dil eğitim seti verirken, bazı gazetelerin ise tencere, tava, tabak, çanak, bardak gibi mutfak eşyasını verdiği dönemdi.
Ansiklopedi, kitap, yabancı dil eğitim setini kabul etmek mümkünken, tencere tavanın veriliş sebebinin tüketimi arttırmak, insanları tüketmeye teşvik etmek adına yapılmış bir eylem olduğunu düşünmeden edemiyorum... Bu konudaki yorumu okuyucuya bırakıyorum...
Merdaneli çamaşır makinelerinin yerini otomatik çamaşır makinelerin aldığı, renkli televizyonların TRT 1-2-3 kanallarının dışında Star, Star1 gibi özel televizyon kanallarının hayatımıza girmeye başladığı dönemdi...
Aile bireylerini bir araya toplayan ilgi odağımız haline gelen "Yalan Rüzgarı, Rosalinda gibi pembe dizilerin hayranı olduğumuz, "Kara Şimşek", "Alf" gibi daha pek çok yabancı dizilerle; soluksuz izlediğimiz "Bizimkiler", Süper Baba", "İkinci Bahar" gibi bizi esir alan Türk dizilerinin kaçırılmadığı bir dönemdi. Aslında bu diziler bizi bir araya toplarken özümüzde yalnızlaştırıyor muydu? Belki de o dönemlerde temeli atıldı bu günkü yalnızlığımızın, kim bilir...
Salonun ortasına kurulan ve gürül gürül yanarak iliklerimze kadar ısıtan, üzerinde kestane pişirdiğimz, ekmek kızarttığımız, çayımızı demlediğimiz büyük kuzuneli sobaların yerine, gaz sobası, katalitik, elektirik sobası gibi yandığında sadece kendi çevresini bile zor ısıtan sobalarla tanıştığımız dönemdi... Evlerimizin en fazla iki, üç, dört katlı olduğu, çok katlı devasa binaların olabileceğini hayal bile edemediğimiz bir dönemdi... Arnavut kaldırımı sokaklarımızın, asfalt yolla değiştirildiği dönemdi. Bakkalların işlevlerini yavaş yavaş market, süper market, hiper marketlerin aldığı dönemdi 90'lar.
Dershanesiz sınavların kazanıldığı, Milli Eğitim Sistemimizin şimdiki gibi yap boz tahtasına çevrilmediği, siyasetin, ekonominin takibinin seçilmiş hükümetlere, vekillere, bıraktığımız dönemdi.
Davranışlarımızın özel hafiyesi evde, sokakta, gezmede, okulda ve işte hareketlerimizi adım adım izleyen, her yanlışımızda içimize korkular salan "el alem ne der?" endişesinin etkili olduğu, özgürlüğümüzün mahalle sakinleri eliyle kısıtlandığı bir dönemdi 90'lar. O zamanlarda bize olmadık zulüm yaşatan o "el alem" el mi değiştirdi? Şimdilerde görmek pek mümkün değil de...
Dini bayramlarda büyüklerin ziyaret edildiği ellerinin öpüldüğü, evlerimizin ziyaretçi akınına uğradığı bir dönemdi 90'lar...
İçimize yavaş yavaş girmesine rağmen hızla adapte olduğumuz değişim rüzgarı bizi tüketime doğru itiyordu hiç fark ettirmeden. Rahatı sevdik, konforu sevdik, üretmeden tüketmeyi çok sevdik. Bu uğurda bizi biz yapan bir çok değeri kurban etmekten çekinmedik. Bu gün her birimiz onca kalabalıklar içinde yapayalnız gezen, en yakınından bile haberi olmayan fertler haline gelişimiz, bu kurban ettiğimiz değerlerin bir sonucu olsa gerek...
Muhabbetle,
Hanife Mert
4 Haziran 2014 Çarşamba
Son pişmanlık fayda etmez!
Bu gün işten biraz erken çıktı. Anlam veremediği bir sıkıntı peydah olmuştu yüreğinde. "Dinlenmeliyim, yarın büyük gün" diye geçirdi içinden. Hiç bir yere uğramadan direk eve geldi. Üzerini değiştirmeden somyanın üzerine uzandı. Bir müddet hareketsiz yattı. Beynini kemiren düşünceler huzur vermiyordu. İçini hüzün birazda kasvetle karışık bir his sarmıştı. Yüreği sıkılıyor, sanki kalbinin üzerinde tonlarca ağırlıkta bir yük vardı. Nefes almakta zorluk çekiyordu. Yattığı yerden kalktı. Ağır ağır mutfağa doğru yürüdü. Mutfak tezgahının köşesinde ki, ağzı kapatılmış kabın içinden tabağa bir dilim beyaz peynir, yanına biraz nane, biraz roka ve biraz da maydanoz koydu. Su şişesi ile birlikte iki tane ince belli uzun su bardağı ve camekanlı dolaptan da bir büyük rakı şişesini aldı, oturma odasında ki küçük masanın üzerine koydu.
Müzik olmazsa olmaz dedi ve pikaba somyanın üzerine dağıttığı plaklardan Suat
Sayın'ın "nereden sevdim o zalim kadını" isimli plağı yerleştirdi
çalmaya başladı.
Nereden sevdim o zâlim
kadını
Bana zehr etti hayâtın tadını
Sormayın söylemem asla adını
Bana zehr etti hayâtın tadını
Bana zehr etti hayâtın tadını
Sormayın söylemem asla adını
Bana zehr etti hayâtın tadını
Şarkının
da etkisiyle biraz çakır keyif olmak istedi. Son dönemde yaşadıkları iyiden
iyiye bunaltmıştı. Deşarj olmaya ihtiyacı vardı. Gittikçe artan heyecanla
karışık hisler ve beynini kemiren düşünceler, vicdanını sızlatan
sorumluluk duygusu karabasan gibi sarmıştı tüm bedenini. Kendini o karanlıktan
kurtarmak nefes almak istiyordu. Dayanacak gücü kalmamıştı. "Ne olacaksa
olsun artık" diye haykırdı.
Zaman bir hayli
ilerlemişti. İçkinin ve Suat Sayın'ın buğulu sesi ile söylediği şarkı ile
biraz gevşemiş rahatlamıştı. Masadan kalkmaya çalıştı kalkamadı. Başı
döndü olduğu yere oturuverdi. İkinci hamlede kalkmayı başardı. Kendine güldü. "Ey koca kurt yaşlandın gari, dertler seni senden etti. Bir duble de yerinden
kalkamaz oldun", dedi. Pencerenin önüne doğru yavaş yavaş yürüdü. Pencereyi
açtı. Temiz hava ve hafif esen rüzgarı ciğerlerine çekti. Başını pencereden
dışarı çıkarıp gökyüzüne baktı. Koyu bir karanlıkta yanıp sönen yıldızları
seyretti. Bir müddet öylece gökyüzüne baktı. Hava serindi üşüdüğünü hissetti. Pencereyi
kapatıp masasına döndü. Masanın üzerinde duran sigara paketinin içine baktı.
Paket boştu. Eliyle buruşturup, içi sönmüş sigara izmaritleri ile dolmuş kül
tablasının içine koydu.
Ablası Melek'in anlattıkları aklından çıkmıyordu.
Zeynep'in hayali gözünde belirdikçe pişmanlığı ve suçluluk duygusunun sardığı
vicdan azabı canını acıtıyordu. Ben sebep oldum, benim yüzümden o duruma düştü
diyordu. İnsanın öyle düşünceleri ve hisleri vardır ki, kendinden bile gizler. İşte Hasan da alkolün etkisi ile olacak ki,sürekli reddettiği, kabul etmediği
kusurlarını kendine itiraf etmeye başlamıştı. Lakin bu itiraf bir işe yaramadı.
Zira olan olmuştu, artık hüküm verilmişti. Son pişmanlık fayda vermez olmuştu.
Bir bir gözünün önünden geçti, Zeynep'le ilk tanışmaları ve sonrasında birlikte geçirdikleri bir ömre bedel altı yıl... Onda kısa süreli mutluluk, uzun süreli ömrünün sonuna kadar izi geçemeyecek acıyı hem yaşamış hem de yaşatmışlardı...
"Şu hale bak
durumumuz içler acısı. Ben kaybedenlerden oldum. Ne yuvasına ve nur topu gibi
yavrularına sahip çıkabilmiş bir baba, ne de Zeynep'e layık bir koca
oldum" dedi.
Zira, Zeynep'i
akıl hastanesine, Mustafa ve Savaş'ı kara toprağa gönderdim. Elif ise;
dedesinin babaannesinin yanında sığıntı gibi hayata tutunmaya çalışıyordu yavrucak. Kime kızayım kime
sitem edeyim diye hayıflanıyordu.
Her
şeyi bir kenara bırakıp yuvasını kurtarmayı düşündü... Bu fikirden vaz geçti:
"
Bu asla mümkün olmaz" dedi. Zira talak ile boşadı. Tekrar kabul etmesi çok
zordu... Sonra Mustafa geldi gözünün önüne, paytak paytak koşuyordu
kollarını açarak ardından, çok fazla tanıyamadan kara toprağa verdiği Savaş,
simsiyah gözleri ile bakıyordu. Ardından Elif'in mahzun bakışı geçti gözünün
önünden... Gözleri nemlendi. Yaşlar göz pınarlarından yanaklarına doğru akmaya
başladı. Kendine hakim olamıyordu. Hıçkırdığını fark etti. Engel olmadı...
Zaman bir hayli
ilerlemişti. İçinde yaşadığı bu gel- gitlere bir son vermeli idi. Rakının da
etkisi ile iyice dağıtmıştı kendini. Hafif hafif başı dönüyordu. Başını
masanın boş yerine koydu ve orada sızmıştı.
Hayat kararlardan ibarettir ve verdiğiniz kararlar doğrultusunda şekillenir. Hayat hata kabul etmez. Doğru yerde ve doğru zamanda verilen doğru kararlar kişileri mutlu ederken, düşünmeden, bencilce ve güdük verilmiş yanlış kararlar ise, sonu gelmeyen pişmanlıklara ve keşkelerle örülü bir hayal dünyasında mutsuzluğa mahkum eder...
Kararlarınız mutluluk getirsin...
Muhabbetle
Hanife Mert
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Utanmayı Unuttuk mu?
Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...
-
TÜRKÜ SÖZÜ Bin cefâlar etsen almam üstüme Gayet şirin geldi dillerin dostum Varıp yad ellere meyil verirsen Kış ola...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Derdim çoktur hangisine yanayım Yine tazelendi yürek yarası Ben bu derde nerden derman bulayım Meğer şah elinden ola çar...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Ela Gözlüm Ben Bu Elden Gidersem, Zülfü Perişanım Kal Melül Melül. Kerem Et, Aklından Çıkarma Beni, Ağla Göz Yaşı...