Sabahları çok erken kalkarım. Öyle ona on ikiye kadar uyuduğum pek
görülmemiştir. Çalıştığım yıllardan kalma bir alışkanlık...
Bu sabah da erken saatte
pencereme vuran sabah güneşinin ışıklarıyla uyandım. Uyku mahmurluğuyla perdeyi
aralayıp dışarıya bakarken, pencerenin aralığından içeriye girmeye çalışan
sabah yelinin yüzüme hafif hafif dokunuşuyla, içime huzur yayılıverdi.
Sonbaharın ılık günlerini
yaşadığımız bugünlerin tadını çıkarmalıyız diye düşündüm. Zira “bu kış zor
geçecek söylemleri” nedeniyle dondurucu soğuğuyla kış kapıda...
Yeni bir güne, yeni bir haftaya, yeni bir mevsime veya yeni bir
yıla başlamak beni her zaman heyecanlandırır. Çünkü bitişler hüzün verse de,
yeni başlangıçlar yeni heyecan, yeni umut demekti... Toplum olarak, dünya
insanlık ailesi olarak en çok ihtiyacımız olan şeydir;“Umut”
Umut nedir diye hiç düşündünüz mü? Umut hakkında pek çok yazı
yazdım ve çoğunlukla çeşitli sosyal medya hesaplarımda paylaştım. Hatta son
kitap projemin konusu da umut. “Umut fakirin ekmeği, çıkmayan candan umut
kesilmez” gibi söylemlerde bulunmuş atalarımız. Nefes alıyorsan umut etmeye
devam etmelisin. Zira umudunu yitiren her şeyini yitirir...
Her ne kadar Friedrich Nietzsche “Umut en büyük kötülüktür, çünkü
işkenceyi uzatır.” diye tanımlasa da, ben umudun yaşamla ölüm arasında bir
köprü olduğuna inanırım. Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut
ışığı hep yanacaktır, yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile
sabırla desteklenerek hayat bulur.
İnsan ne zaman umutsuzluğa düşer? Kendisine
umut vadedenin sözünde durmaması, vadettiği şeyi yerine getirmemesi insanın
umudunu kaybetmesine neden olur. Umudunu kaybeden de her şeyini kaybeder.
Yazıma konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir hikayeyle devam
etmek istiyorum.
Ülkenin birinde bir kral dondurucu bir kış mevsiminde gecenin soğuğunda
nöbet tutan muhafıza sorar:
– Üşümüyor musun?
Muhafız:
– "Alışığım sayın kralım" diye yanıtlar.
Kral:
– "Olsun, sana sıcak tutacak elbise getirmelerini emredeceğim"
der ve gider. Gidiş o gidiş.
Bir süre sonra içeri girdiğinde emri vermeyi unutur...
Ertesi gün duvarın yanında muhafızın soğuktan donmuş cesedini görürler,
duvarın üzerinde de bir yazı vardır: "Soğuğa alışkındım; fakat senin sıcak
elbise vaadin beni öldürdü..."
Türlü türlü vaatlerle insanları
bekleterek onları bir umuda bağlayarak kesinlikle bir kazanç sağlamaya
çalışmayın. Çünkü insan, bekledikçe değişir. Beklettiğiniz kişi hakkınızda
telafisi imkânsız olumsuz düşüncelere girer. Kendisine umut verip de sözünüzü
yerine getirmediğiniz kimsenin önce umudunu öldürürsünüz, ardından sevgi,
saygı, güven ölür, dostluk ölür, muhabbet ölür. Sonra insanlık ölür.
Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti, İyi İnsanlar iyi atlara binip gitti. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Aynada ki Yalan” isimli romanının başkahramanı Naci’nin arayış içerisinde olduğu bir dönemde kendisine “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti” cevabı verilir ve şöyle bir hikâye anlatılır: “Bir gün cins at meraklısı bir adam, cins atlarıyla meşhur bir yere gidiyor. Tanıdıklarından kimi sorsa “Öldü!” cevabını alıyor. Ya şu ağa, ya bu ağa..? Göçtü..! Ya filan atın soyu, ya filan kısrağın dölü..? Kurudu…! Sonunda at meraklısına şu karşılığı veriyorlar: “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti?
Üstad ne güzel söylemiş. İyi insanlar, ardında bıraktıkları güzel isimleri ile bir bir hayata veda edip gidiyor. Tıpkı son dönemde ülkemiz için canını feda eden aziz şehitlerimiz ve değerli hizmetleriyle bu milletin gönlünde taht kurmuş sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının çok değerli insanlarının ardında gözü yaşlı sevenlerini bırakarak veda etmesi gibi... Onlara Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum.
Her ne kadar dünyanın cezbedici süsüne kendimizi kaptırarak; bizim için kaçınılmaz son olan ölüm gerçeğini gündemde tutmak istemesek de, o hayatımızın bir parçasıdır. Biz onu unutsak da o bizi hiç unutmaz. Vakti geldiğinde kapımızı çalar. Ölümden korkmak veya korkulacak bir şey gibi görmek, içimizdeki iman eksikliğinin bir sonucu olsa gerek. insanca ve İslamca bir hayat sürmek ölümün korkulacak bir şey olmadığını anlamamızı kolaylaştırır.
Cahit Sıtkı Tarancı "yaş otuz beş" şiirinde;
…Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Dizeleri ile ölümün zamanı ve yeri belli olmayan bir anda herkesin başına gelebileceğini ifade etmekte.
Ölüm dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. İnsanlar ölüm ve ölüm sonrası hayatın mahiyetini bilemediği için, hayatın bu dönüm noktasını soğuk ve itici bulur...
Ondan kaçmak imkansız. Nerede olursak olalım o bizi mutlaka bulur. Kutsal kitabımızda yüce Allah “her nefis ölümü tadacaktır.”(Al-i İmran 3/185) buyurarak yaratılan her canlının ölümü mutlaka tadacağını haber vermektedir.
Ölüm kaçınılmaz son. Lakin ölüm doğal olmalı. Allah’ın verdiği canı zalim almamalı. Ölüm gerçeği insanları can yakmaktan, can almaktan, hak yemekten, adaletsizlikten, yetim malı yemekten, suç işlemekten, savaşlardan alı koymalı. Her insanın barış içinde, huzurlu, mutlu kendini güvende hissedebileceği bir dünyada yaşamak en doğal insani hakkıdır…
Sadi Şirazi Gülistan isimli eserinde bir hikaye anlatır. Hikaye şöyle başlıyor; adamın biri yıkılan evinin karşısına geçmiş bir yandan ağlıyor, diğer yandan da: "Ah evim! Çökmeden evvel bari bir haber verseydin de ona göre tedbir alsaydım" diye söylenip duruyormuş.
Birden o harabeden bir ses yükselmiş; "Be adam!.. Ben yıllardır sana, çatlayan duvarlarım ve dökülen sıvalarımla çöküyorum diye haber veriyordum. Fakat sen, her defasında bir avuç toprak ile çıka geliyor ve o çatlakları örterek verdiğim haberi adeta ağzıma tıkıyordun" demiş.
Hikaye manidardır. Çünkü bizim hayat evimizde de hızla tahripler, çatlaklar oluşmakta ve ömür binamızdan her geçen gün bir taş daha düşmektedir. Çok insaflıdır ölüm... Gelmeden önce nice haberler gönderir de, biz bir türlü dönüp bakmayız o ikazlara...Her birine bir bahane bulur , "hastalıktır geçer" der, önemsemeyiz.
Günbegün tükenip gittiğimizi görmeyiz... Ömür, bitmeyecek bir hazine gibi görünür gözümüze; Oysa her şeyin bir sona mahkum olduğuna inanmak istemeyiz. Aldanırız, ama kabul edemeyiz bunu bir türlü...
Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza... Şaşırır ve endişeli soru veririz; "Neden haber vermedin ki?"
Cevap vermek zorunda mıdır ölüm... Zira o, haberini çoktan vermiştir...
Zehra
kocasından boşandıktan sonra, daha doğrusu kocası olacak adam onu döverek üç defa
boş ol! boş ol! boş ol! deyip sokağa attıktan sonra çaresiz, beş yaşındaki kızını
ve kızından iki yaş büyük zihinsel engelli oğlunu alarak iki gözü iki çeşme baba evine döner.
Allah kimseyi çıktığı kapıya
geri döndürmesin, çok zor. Bunu yaşayan bilir. Zehra burada bir yabancıdır. Diken
üstünde oturuyormuş gibi batar her şey ona. Evlenmeden önce de annesi babası
misafir gözüyle bakardı. Kız çocuğu değil mi, biri alıp
götürecektir sonuçta. Zehra da öyle oldu. Daha on beşine girmemişti
istendiğinde. Bu adam seni istiyor kabul eder misin? diye sorulmamıştı bile.
Babası tamam dedikten sonra üzerine kimse laf söyleyemezdi. Kaldı ki babası
yüklüce bir de para almıştı damadın ailesinden... Baba evinde misafir, koca evinde el
kızı görülen Zehra, hiç bir zaman kendi olamadı kendini ait
hissedeceği bir yer bulamadı. Aslında iki çocukla baba evine dönmezdi,
dayaklara, hakaretlere, horlanmalara sabrediyordu. Hatta üzerine kuma
getireceğini söyleyen kocasına bile karşı çıkamamıştı. Ta ki kocası
tarafından öldüresiye dövülüp sokağa atılana kadar. Çaresizdi Zehra
nereye gideceğini bilmiyordu. Baba evine dönmeyi düşündü. Annesinin, daha
gelinliğinin içinde evden çıkmadan önce bir köşeye çekip; aman kızım'larla
başlayıp, " gelinlikle çıktığın bu eve, ancak kefeninle dönersin’le
bitirdiği" sözünü hatırlamıştı. Zehra'nın olmayan özgürlüğüne daha en
baştan ipotek koymuştu annesi. Eve dönemezdi, gidecek başka yeri de yoktu. Abla
gibi sevdiği komşusu Nurten’in tavsiyesi üzerine devlete sığınmaya karar verdi.
Devletin şefkatli kolları bizi de sarar dedi ve bulunduğu yerdeki Kadın Sığınma
Evine sığındı. Oradaki kadınların durumunu görünce içini bir korku sarıverdi.
Çünkü orada bulunan kadınların her birinin diğerinden dertli, sorunlu,
psikopatça tavırları vardı. Ne yapalım sabredeceğiz dedi çaresizce. Bir gece
orada kaldı. Ertesi gün gördüğü manzara dehşete düşürmüştü Zehra'yı.
Birilerinin gizli konuşmalarını duymuştu habersizce. Bir pazarlığa şahit
olmuştu Zehra. Bu durum karşısında gördüklerine inanamamıştı. Çareyi
evlatlarını alarak kimseye görünmeden oradan kaçmakta buldu.
Doğruca baba evine gitti. Dayak da yese, eziyet de görse
ailesiydi...
Hikayemizde anlatılan olayın benzeri, maalesef
ülkemizde çokça yaşanıyor. Bu uğurda yuvalar yıkılıyor, çocuklar anneli babalı
öksüz- yetim kalıyor. Hatta sebepli sebepsiz kadınlar öldürülüyor.
Bir
yandan çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ya da evlendirilen, o yaşta sorumluluk
almaya çalışan kız çocukları, diğer yandan “töre” denen ortaçağ
kalıntısı bir kültür anlayışı içinde bocalayanlar. Gözü moraran, kaşı patlayan,
saçları yolunan, cinayete kurban gidenler.
Kadını aşağılayan, şiddet
uygulayan, hatta en kutsal hak olan yaşama hakkını elinden alma hakkını
kendinde bulan, kadını el kiri gören, saçı uzun aklı kısa, karnından sıpayı
sırtından sopayı eksik etmeyeceksin gibi kadını hor gören özellikler daha çok erkek egemen toplumlarda görülmektedir. Bu zihniyetteki toplumlarda kadın
alabildiğine değersiz ve yok hükmündedir. Yaşadığımız bu çağda, 21. yüzyılda
kadının insan olup olmadığının fütursuzca tartışma konusu yapıldığı
toplumlardır. Ortaçağın karanlık zihniyetinden cehaletinden kendini
soyutlayamayan bu toplumlar tarihte kız çocuklarını diri diri toprağa gömmüş, kız
çocuğu babası olmayı utanç kaynağı saymıştır.
Kadınları köleleştiren mal gibi alıp satan
zihniyet, bugün de güncelliğini korumaktadır.
Ülkemizde de kadınlar
zulüm görüyor, öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri
önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir
köşede işkence edilerek, öldürülüyor.
Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta
eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı,
kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler,
yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı
elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor.Kadın cinayetlerinin ardı arkası
kesilmiyor.
Bu ülkede "Adın
Kadın" olunca her türlü çileye, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe
gebesin... Şamar oğlanına çevirirler alimallah.
Oysa Gazi Mustafa Kemal
Atatürk; "Dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının eseridir.” sözüyle
kadının ne kadar değerli ve önemli olduğunu göstermektedir.
Kadın
değerlidir, kadın saygındır. Her şeyden önce o bir insandır. Kadın; adam
olmadan önce insan olabilmenin en temel unsuru, var oluşumuzun ardındaki sır, hayatın can damarıdır. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En güzel
şekilde yaratılmıştır. En büyük dertlerin çilelerin baş kahramanı. En büyük
mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, bacıdır, eştir, yardır. O
büyük bir nimettir tabi kıymetini bilene.
Toplumun bu önemli sorunu bizi yönetenler tarafından ciddiye alınmalı ve çözüme
kavuşturulmalı. Öncelikle kadının eğitimine önem verilmeli. Kadın öğrenirse
çocuklarına da öğretir. Kadının istihdam edilmesi için gerekli ortam hazırlanmalı.
Kadın ekonomik açıdan özgür olursa, özgür çocuklar yetiştirir. Özgür çocuklar
özgür güçlü toplum demektir. Önce erkekler eğitilsin bilinçlensin dediğinizi
duyar gibiyim. Haklısınız şuan için belki onların bilinçlenmesi zor gibi
görünebilir. İpin ucu kaçmış olabilir. Ancak gelecek nesillerimizin bu hatalara
düşmemesi için bu gerekli. Çocuklarımızı cinsiyet ayırımcılığından uzak
tutmalı. Erkek çocuklarımıza annesine kız kardeşine saygılı olması gerektiği
gibi onların dışındaki kadınlara kızlara da saygılı nazik olması öğretilmeli. Kadın saygınlığını
eğitimle taçlandırmalıdır.
Atamızın 78. ölüm yıl dönümü nedeniyle hazırladığımız anma etkinliğinde yaptığım konuşmayı sizlerle de paylaşmak istedim... Uzun zamandır bu konuşma üzerinde çalışıyor olmam nedeniyle bloguma pek giremedim...
Çok yönlü ve üstün kişiliğe sahip
bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk’ün, aramızdan ayrılışının üzerinden tam 78
yıl geçti. Her fani gibi, o da payına düşeni yaşadı. O, kısacık hayatında, bir
milletin kötü talihini yenmesini sağladı ve dünya tarihinde de benzeri
görülmemiş izler bırakarak bu dünyadan göçtü.
Mensubu olduğu Türk Milleti'ni sonsuz bir
aşkla seven Atatürk, milleti için her türlü zorluğa katlanmış ve kendini ona
adamıştır. Onun "Ben, gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk
milletine canımı vereceğim"(Trabzon, 11.6.1937.) sözü, milletini ne
kadar çok sevdiğini göstermektedir.
Hiç şüphesiz Türk Milleti de Atasını çok sever. Zira daha küçücük bir
çocukken anne babamızın kucağında katıldığımız törenlerde kazındı ismi
beyinlerimize…
Okulda, ders işlerken
sınıflarımızda, karşımızda duran resmiyle yüreğimize düştü sevgisi.
Okulda öğretmenlerimizin, onun başarılarını, ilkelerini, devrimlerini, vatan,
millet, bayrak aşkını; evde büyükannemizin büyükbabamızın anlattıkları
kahramanlık öyküleriyle de ilmek ilmek işlendi yüreğimize Atatürk sevgisi.
Atamızı hepimiz severiz. Severiz sevmesine de
acaba bu sevginin hakkını verebiliyor muyuz?. Peki nasıl olmalı Atatürk'ü
sevmek? On kasımlarda, bayramlarda resmini, rozetini yakamızda
taşımakla mı, duygu yüklü şiirler okumakla mı, yoksa Atam sen
olmazsan biz olmayız, gene gel kurtar bizi demekle mi? Olmaz arkadaşlar! Olmaz
! Atatürk sevgisi böyle olmaz. ya nasıl olmalı?
Gelin bunu kendinden öğrenelim:
1-Atatürk'e göre ASIL SEVGİ
Atatürk’ün en büyük zevki, toplantılarda
rastladığı herhangi birine ani bir soru sormak ve alacağı cevaba göre o şahsın
bilgisini takdir etmekti. Bir cumhuriyet balosunda yaverlerden Nihat Bey’e şu
soruyu sorar:
'Ben ölürsem, ne yaparsın?'
Nihat Bey:
'Ben de ölürüm Paşam, cevabını verir.
'Atatürk aldığı cevaptan memnun kalmamıştır.
Sert bir ifadeyle şunları söyler:
'Eğer beni hakikaten seviyorsan, ölmemen lazım. Yaşamalısın ve benim telkin
ettiğim ideallerin benden sonra da gerçekleşmesine, yaşamasına çalışmalısın. İşte
gerçek sevgi budur.' der.
2-Sen Güreş Bilir misin?
Sevilmek ve ilgi görmek isteği insanın doğasında
vardır. Yaşamdaki mücadelenin belki de birinci nedeni insanların kendilerine
yönelik ilgiyi artırma isteğidir. Bu nedenle sevilmek kadar sevmenin de önemli
olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Ailelerinden uzakta vatani görevlerini yapan
Mehmetçiklerin, ilgiye herkesten daha fazla ihtiyaçları vardır. Onlar bu
ihtiyaçlarını komutanlarından görecekleri sevgi ve şefkat ile giderirler. İnsan
doğasındaki bu ihtiyaçtan dolayıdır ki; ATATÜRK yaşamı süresince karşılaştığı
her Mehmetçikle ilgilenmiştir. O gücünü korkudan değil, paylaşıldıkça artan ve
kalpleri fetheden sevgiden almıştır. Bunun en anlamlı kanıtı Mehmetçiğin
aşağıdaki anekdotta yer alan, ‘’ ATA’m senin sırtını yedi düvel yere
getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?‘’ sözüdür. Burada işaret edilen
sevginin yenilmezliğidir:
Bir seyahatinde, Kolordu binasının kapısında aslan
yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu:
-Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği
güreştirdi.
Genç asker daima galip geliyordu. Çok neşelendi, ayağa
fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
-Haydi, bir de benimle güreş!
Saf ve temiz Anadolu çocuğu ATA’sının yüzüne hayranlıkla
baktı:
-Atam, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi.
Bir Mehmet mi bu işi başarır?
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
3-Atatürk’ün kitap okumaya verdiği önem ile
ilgili anı
Atatürk, kitap okumayı, araştırma yapmayı, fikir ve düşüncelerini insanlarla
paylaşmayı pek seven bir liderdi. Onun, henüz okul çağlarında başlayan kitap
okuma alışkanlığı, savaş zamanında bile devam etmiş, cumhuriyet yıllarında ise
daha da artmıştır.
Cumhuriyet döneminde büyük bir kütüphaneye sahip olan Atatürk, okumuş olduğu
yerli ve yabancı birçok eser sayesinde geniş bir kültüre de sahipti.
Büyük Önder Atatürk’ün hizmetinde bulunanlardan Cemal Granada anlatıyor:
“Bir gün Atatürk, tarihle ilgili bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini
görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken devlet başkanının kendini
kitaba vermesi Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olmalı ki Atatürk’e şöyle
dediğini duydum:
- Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma… 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a
çıktın?
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu içten yakınmasına
gülümseyerek şöyle karşılık verdi:
- Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim.
Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım, dedi.
Atatürk’ün hayatı boyunca 3997 adet kitapokuduğu
bilinmektedir.
Atatürk,toplumun
her kesimini kucaklayan bir halk adamıydı. Köylüye, askere, polise, öğretmenlere,
sanatçılara, sporculara, Türk kadınına, çocuk ve gençlere. kısacası toplumun
tüm kesimlerine değer vermiş ve destek olmuştur. O bir halk adamıdır; çünkü hep
halkı için uğraşmış, halktan birisi gibi davranmıştır. Onun ”Benim için en
büyük makam ve ödül, Türk milletinin bir ferdi olarak yasamaktır.”sözü de bunu
kanıtlar. Atatürk eğitim, bilim,fen, sanat, spor ve kültüre çok önem vermiştir.”
4-Mustafa Kemal’in (Tiyatro) ile ilgili
anısı
Muhsin Ertuğrul, bugünkü adıyla İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Genel sanat
yönetmenidir. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk de Dolmabahçe’de
kalmaktadır o günlerde…
Bir gece Gazi’nin oyun izlemeye geleceği duyurulur Muhsin Ertuğrul’a. Herkes
telaş içindedir. Çünkü oyunun başlama saati gelmiştir ancak Mustafa Kemal
gecikmiştir.Ne olacaktır şimdi? Muhsin Ertuğrul tam saatinde başlatır oyunu. Bir
süre sonra Gazi gelir.Yanındakiler korkarak oyunun başlatıldığını haber verirler
Gazi’ye. “Ya, öyle mi? Bitimde görüşürüz Muhsin Ertuğrul’la..” der ve
locaya girip oyunu izler. Oyunun bitiminde beğeniyle alkışlamaktadır aktörleri.
Muhsin Ertuğrul Gazinin yanına girer. Gazi ayağa kalkar: “Sizi kutlarım..” der.
“İşinizle ilgili ciddiyetiniz, ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı da
gösterir. Biz geç geldik. Oysa böyle bir kurum perdesini zamanında açmak
zorundadır. Görevinizi yaptığınız için özellikle kutlarım sizi..” der.
Muhsin Ertuğrul’a böyle söylediği için kimse şaşırmamalı…
Çünkü daha ileriki yıllarda yanındaki yönetici takımını “Efendiler! Bakan,
Başbakan hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz… Ancak sanatçı olamazsınız!”diye
uyaracak kadar yanında olacaktır sanatçının ve sanatın…
5-
Atatürk ve Edebiyat
Dilimize büyük önem vererek Türk Dil Kurumu’nu kurdurması ve bu bağlamda kendisinin de çalışması bir yana, yazarları da olumlu anlamda yönlendirmiştir Atatürk… Bunun örneğine geçmeden önce 1923-1924 yıllarında “irtica” sözcüğünü nasıl tanımladığına bakmak gerekir Gazi’nin… “Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her yararlı şey karşısında, onu ortadan kaldıracak bir güç belirir. Bizim dilimizde buna “irtica” derler. İyi bir şey yaptınız mı biliniz ki bunu ortadan kaldırmak için karşınıza muhalif, gerici bir güç çıkacaktır. Bundan dolayı bu iyi işi yapmadan önce, karşınıza dikilecek kara gücün de ortadan kaldırılması önlemini almak gerekir. Halkımız güven içinde ve huzurlu olsun ki, bugünkü devrimi yapanlar ve bu devrimi tamamlamaya karar verenler, karşılarına çıkacak bu tür gerici güçleri, tam da çıktığı noktada ezebilecek güç, yetenek ve önlemi almaya maliktirler.Bizi yanlış yola yönlendiren soysuzlar, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, tutsak eden, perişan eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok uzaktır. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka yerlerde sahne arasınlar. Geçmişin dalgınlıkları, paslı durgunlukları, Türkiye halkının belleğinden silinmiş olduğunda, kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Eriştiğimiz mutlu durumdan bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye bile yetkili olmadığı kesin bir gerçektir.” Kuşkusuz Gazi bunları söylemekle kalmamış, edebiyatın gücünü bildiği için büyük romancımız Reşat Nuri Güntekin’i, romanımızın doruklarından Yeşil Gece’yi yazması için özendirmiştir de… Kuşkusuz bunu buyruk verir gibi değil de “Yobazlığı yeren, Cumhuriyeti savunan bir roman yazar mısın?” yaklaşımıyla gerçekleştirmiştir… Üstelik bunu ne zaman ve nasıl yapmıştır? Tam da Sayın Güntekin, Emile Zola’nın “Hakikat”(bugünkü deyişle “Gerçek” ) adlı romanını çevirdikten sonra… “Devrimimizi halka anlatmak için dünya yazarlarından da yararlanalım ancak esas olan, ulusal edebiyat’ta da anlatılması/yazılmasıdır bu tür gerçeklerin…”yaklaşımıyla. Kaldı ki eşsiz yapıtı Nutuk (Söylev), neredeyse, belgesel roman kurgusuyla yazılmış bir baş yapıttır. Yazarız diye geçinen bizim gibi birçok edebiyat adamının, onun eşsiz üslubundan/anlatımından öğrenecek çok şeyimiz var…
6-Ölüden Medet Ummayın
İnsanların sıkıntılarının ve geri kalmışlıklarının gerçek nedenini; hoşgörü ve yaratıcılığı reddeden hurafelerin etkisinden kurtulup, akıl ve bilimin gücünden yararlanma refleksini gösterememiş olmalarında gören Atatürk; ülkede şeyhlik ve dervişlik iddiasında bulunup halkın bilincini sömürenlere asla izin vermemiştir. Tanrı ile kul arasına girerek inançların sömürüsünü yapmaktan başka mesleği olmayan asalakların uygar dünyada yeri olmamalı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir.
- Atatürk'ten Sakal Üzerine
Atatürk, Amasya ziyaretinde. Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;Kimdir bu? Vali yanıt verir;Efendim kendisi Şıh'tir. Yörede çok hatırlısı vardır. Atatürk, Şıh'ı yanına çağırır ve; "Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Sunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan" der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir. Şıh; "Emrin olur Paşam" diyerek yerine çekilir.Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk, Amasya'daki Şıh'i hatırlar ve Valiyi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'in sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazirini çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata’yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış... Şıh gelir Ata’nın karsısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet bastan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar; "Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? " Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp; "Dün aksam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim" der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp, nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır; "İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince; bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarin başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...
7- Türk Milletini Uyandırmak Atatürk derin derin düşünürken İnönü’ye bakıyor, “bunca senelik dostumsun, cephelerde çarpıştık, zorluklarla mücadele ettik, yılmadık ama bana bugüne kadar karşılaştığın en zor şey nedir diye hiç sormadın Paşa” diyor. "Haklısınız" diyor İnönü, hafif bir tebessümle, "gerçekten, neydi karşılaştığınız en büyük zorluk?" Gülümseme sırası o çakmak gözlü güzel insandadır, “uyandırmak Paşa” diyor. “Türk halkını uyandırmaktı en zor olan!" "Haklısınız" diyor İnönü. Atatürk devam ediyor, “pekiyi ondan daha da zor olan neydi bilir misin?” diye soruyor. Şaşırıyor İnönü. "Türk halkını uyandırmaktan daha zor olan nedir ki?" diyor. Yine gülümseyen Atatürk, “uyandıktan sonra şaha kalkan Türk halkını durdurmak Paşa!” diyor.
Üzerinde yaşadığımız bu vatan, bağımsızlığımızın simgesi ay yıldızlı bu bayrağımız, Cumhuriyetimiz kolay kazanılmadı. Her birimizin atası, dedesi adı bile duyulmamış cepheleri kanlarıyla sulamıştır.
Çoğunun mezar taşı dahi yoktur hatta şehit düştüğü yer bile bilinmez...
Bütün çekilen çilelerin, yapılan fedakârlıkların bilincinde olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet yaşamasını sağlamak için var gücümüzle mücadele etmeli. Bu sorumluluğu bizden sonraki nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcu olmalıdır. Bu Millet üzerine düşen sorumluluğun bilinci ile gerektiğinde yine şaha kalkacak ve gereğini yapacaktır... 8-Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini Kurtuluş Savaşı yıllarında, Milli mücadele sırasında Ankara’da kurulan mecliste, bir toplantıda Bursa Mebusu Dr.Baha Bey meclis kürsüsünden;
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini? " Namık Kemal'in bu iki dizesini okur... Bunun üzerine Mustafa Kemal'in yanıtı şöyle olmuştur; "Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!" Geçmişte olduğu gibi bu günde, düşman vatanın bağrına hançerini dayamış durumda, acaba bunun farkında mıyız! Büyük Atatürk, 10. Yıl Nutkunda; “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diyor. Elbette dünyada en önemli aydınlatıcı gücün, yüksek Türk Medeniyeti olduğuna işaret ediyor ve reçeteyi de kendi Türk kültür dünyamızda aramamız gerektiğine dikkat çekmektedir. Büyük Atatürk, Türk Milletine hedef olarak da, muasır(çağdaş) medeniyet seviyesinin üzerine çıkma azim ve iradesini göstermektedir.
Büyük Önderimizi andığımız bugünde O’nu yas tutarak değil, yapmamız gereken şeyleri ne ölçüde gerçekleştirdiğimizi, eksiklerimizi nasıl gidereceğimizi tartışarak anmak en doğru yol olacaktır. Atatürk’ün fikir ve düşüncelerini iyi anlayıp uygulamaya koymak, bu vatanda yaşayan her Türk evladının en asli vazifesi olmalıdır.
Bu vesileyle çeşitli kaynaklardan faydalanarak, Atatürk'ten Türk Gençliğine unutulmaz anılardan küçük bir demet sundum. Gençlik Ata'sının anılarını okumalı öğrenmeli, ondan feyz almalı. O'nun gösterdiği çağdaş uygarlık yoldan ayrılmadan, üzerimizde kara bulutların dolaştığı ağır bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde her zamankinden daha fazla, Ata'sına ve onun emanet ettiği cumhuriyete, ilke ve inkılaplarına, vatana, bayrağa sahip çıkmalıyız. Farklılıkları bir kenara bırakarak her zamankinden daha fazla birlik ve beraberlik şuru ile hareket etmeliyiz. Bu ülke bu millet sana minnetardır, büyük Atatürk... Her insan doğar, büyür ve ölür. Kalıcı olan bıraktığı emanettir. Millet olarak bize bıraktığın emaneti canımız pahasına koruyacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Silah arkadaşlarınla beraber kurduğun Cumhuriyet'inle kalbimizde yaşayacaksın.. Ruhun şad olsun.
Muhabbetle Hanife Mert
KAYNAKLAR 1- Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul 1973, s. 98.
2- Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul 1961, s. 307–308.
3-Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009
4-Atatürk ve Sanat Yazar Tuncer Cücenoğlu Sayfa 2 of 2 5-H.R. SOYAK, Atatürk’ten Hatıralar, s.268