19 Eylül 2020 Cumartesi

Eskiyi Hatırlamak Bazen İyi Gelir


      Eskiden yeterdim kendime
Artardım bile
Şimdi ne yapsam nafile!
Ve
Kim demiş ´can eskimez´ diye
Bu can tedirgin tende
Can da eskimiş
Ben de...

Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Eskici adlı şiirinde ifade ettiği gibi her ne kadar kabul etmek istemese de insan gençliğinde verdiği hayatta kalabilme var olabilme mücadelesi, onu ruhen ve bedenen yıpratmıştır. Artık gençlik günleri geride kalmış yorgun, yaşlı ve eskimiş bedeni sona yaklaşmış olmanın tedirginliğini hissetmektedir.
İnsanın en verimli üretken olduğu bir dönem vardır. Gençlik, hani kanının deli aktığı delikanlılık dönemi. Hani taşı sıksa suyunu çıkardığı, bastığı yerden ses getirdiği, her şeye herkese yetiştiği dönem... İşte gün gelir gençliğin elden gittiğini haber verir azaları. Saçlar beyazlar, derileri buruşur, ruhta ve bedende yorgunluklar baş gösterir. Artık güç, kuvvet, anılar, yaşanmışlıklar birer birer rafa kalkar, geçmişe eskiler arasına saklanır. Bu habercilerin haberine kulak vermek istemez insan. Kendini gizlemenin yollarını arama gayretine girer. Eskimeyi yaşlanmayı kabullenmek istemez. Ama nafile...İstemese de can da tıpkı beden gibi hatıralar gibi tende eskir. Ten kafesine sığamaz olur. Kendini eskilerde geçmişte mazide aratır hale gelir.
Maziyi hatırlamak bazen iyi gelir yüreğe. Eskiden yaşadığı tüm güzellikler çiçeklenir yeniden kalbinde. Uzun zamandır içinden çıkamadığı sorulardan sorunlardan, yoğunluktan olumsuzluklardan kurtulur anlık da olsa. Yüreğe iyi gelen bu küçük mutluluklar için eski olan her şeye bakmak yeterlidir. Kimi zaman gözlerde nemli yürekte hüzünlü bir hal yaşatsa da, eskiler güzeldir. Anlam doludur, hatıra doludur... Gelecek için umut olur eskimiş yüreklere...
Her yaşın kendine özgü bir güzelliği vardır. Aslolan yaşanılan anı farkına vararak yaşamaktır. Erdemli, ahlaklı, saygı ve sevgi ortamını içselleştiren, başkalarını ötelemeyen, kibir ve güç bataklığına saplanmadan örnek bir hayat yaşamanın önemini kavramalı.
Muhabbetle
Hanife Mert
Eskiden yeterdim kendime
Artardım bile
Şimdi ne yapsam nafile!
Ve
Kim demiş ´can eskimez´ diye
Bu can tedirgin tende
Can da eskimiş
Ben de...
Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Eskici adlı şiirinde ifade ettiği gibi;
her ne kadar kabul etmek istemese de insan gençliğinde verdiği hayatta kalabilme var olabilme mücadelesi, onu ruhen ve bedenen yıpratmıştır. Artık gençlik günleri geride kalmış yorgun, yaşlı ve eskimiş bedeni sona yaklaşmış olmanın tedirginliğini hissetmektedir.
İnsanın en verimli üretken olduğu bir dönem vardır. Gençlik, hani kanının deli aktığı delikanlılık dönemi. Hani taşı sıksa suyunu çıkardığı, bastığı yerden ses getirdiği, her şeye herkese yetiştiği dönem... İşte gün gelir gençliğin elden gittiğini haber verir azaları. Saçlar beyazlar, derileri buruşur, ruhta ve bedende yorgunluklar baş gösterir. Artık güç, kuvvet, anılar, yaşanmışlıklar birer birer rafa kalkar, geçmişe eskiler arasına saklanır. Bu habercilerin haberine kulak vermek istemez insan. Kendini gizlemenin yollarını arama gayretine girer. Eskimeyi yaşlanmayı kabullenmek istemez. Ama nafile...İstemese de can da tıpkı beden gibi hatıralar gibi tende eskir. Ten kafesine sığamaz olur. Kendini eskilerde geçmişte mazide aratır hale gelir.
Maziyi hatırlamak bazen iyi gelir yüreğe. Eskiden yaşadığı tüm güzellikler çiçeklenir yeniden kalbinde. Uzun zamandır içinden çıkamadığı sorulardan sorunlardan, yoğunluktan olumsuzluklardan kurtulur anlık da olsa. Yüreğe iyi gelen bu küçük mutluluklar için eski olan her şeye bakmak yeterlidir. Kimi zaman gözlerde nemli yürekte hüzünlü bir hal yaşatsa da, eskiler güzeldir. Anlam doludur, hatıra doludur... Gelecek için umut olur eskimiş yüreklere...
Her yaşın kendine özgü bir güzelliği vardır. Aslolan yaşanılan anı farkına vararak yaşamaktır. Erdemli, ahlaklı, saygı ve sevgi ortamını içselleştiren, başkalarını ötelemeyen, kibir ve güç bataklığına saplanmadan örnek bir hayat yaşamanın önemini kavramalı.
Muhabbetle
Hanife Mert
Fotoğraf açıklaması yok.
Nurcan Öztemel Dağ, Nejmiye Duru ve 34 diğer kişi
27 Yorum
1 Paylaşım
Beğen
Yorum Yap
Paylaş

23 Ağustos 2020 Pazar

BİR GÜN DAHA BİTMEDEN


Bu gün de akşam oldu. 
Bir günün daha geldik sonuna. 
Ufukta güneşin kızıllığını saklarken bulutlar, 
Bir gün daha bitmeye hazırlanıyor 
Belki de hayattaki son günümüz! 
Zamanın hızlı çarkında kaybolup gidiyor ömrümüz. 
Yapamadıklarımızı yapmak ve keşkeler için ek süre yok! 

Geç olmadan tutunmalı hayata, 
Bulutun maviliğini, güneşin kızıllığını, 
ayın parlaklığını fark etmeli. 
Yıldızların güzelliğini, denizin serinliğini, 
yeşilin huzurunu çekmeli içimize 
Sevginin yüceliğini, dostluğun değerini, 
vefanın güzelliğini bilmeli bildirmeli herkese. 

Çaresizlere çare, dertliye derman, 
Mazlumun yüreğinde umut, 
Zalimin tepesinde yumruk olmalı 
Kuşların kanadına yazmalı 
barış, sevgi, kardeşlik türküsünü 
ulaştırmalı herkese... 

Bir gün daha bitmeden... 
Yaşamalı bu günü, yarına gitmeden 
Yaşamalı... Bu gün bitmeden... 

Muhabbetle 
Hanife MERT 


EYLÜL VE HÜZÜN


  Hani bazen hayat üzerimize çöreklenir de nefes alamaz hale geliriz ya! Hani iç dünyamızı tarifsiz bir hüzün kaplar. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, güçsüz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz. Hani her şeyi olduğu gibi bırakıp, tanıyanı bileni olmayan bir yere gitmek ister, sonra da vazgeçeriz ya. İşte o, sonbaharın müjdecisi güz aylarının sarışın mahzunluğu, hüznün adresi Eylül'dendir.

Yazdan kalma duyguların, düşüncelerin, boşa geçen zamanların yorgunluğu içinde yeniden toparlanacak olan hayatın, hüzünle kaplı rengidir Eylül.


Hep bu ayda içimi tarifsiz bir hüzün kaplar. Etraf sessizliğe bürünür. Sıcak yaz günlerinin sona ermesiyle tatlı tatlı esen hazan rüzgarlarının sesinde duyarım geçmişin çığlığını. Sarının tonlarında kurarım geçmişle köprümü...
Oturduğum sandalyeden izliyorum pencereme vuran güneşi. İnce bir tül gibi üzerimize serilen Eylül’ün kadife sıcaklığını hissediyorum. Çokça sarı demektir eylül; biraz da o yüzden bu yürek burkulması. Çokça isyan taşır içinde, çokça yalnızlık, çokça hüzün; usulca gelen ilk habercisi güzün…
Şiirlere konu olmuş şaire ilham vermiş, adına romanlar yazılmış, hüzünlü şarkılar bestelenmiş, sonun başlangıca gebe olduğu aydır Eylül.
İlkbahar ve yaz aylarında yemyeşil tomurcuk iken etrafa canlılık güzellik katan yeşil yaprakların, Eylül'le birlikte hazana dönüşerek dalını terk etmesi üzer beni. Sanki sevdiğinden ayrılan, acısını ve gözyaşlarını yüreğine gömen bir sevgili görünümünde , çaresiz düşmesine boyun eğen dallar hüzünlendirir. Yaprağın kaderiymiş düşmek. Düşen ve hışırtılı sesleriyle sağa sola savrulan yapraklar bize neyi ima eder bilinmez...
Ancak bilinen bir şey var ki; o da hiç bir şeyin süreklilik göstermediğidir. Güzelliğin, mutluluğun, canlılığın, sağlığın, gençliğin ve hayatın bir gün son bulacağı gerçeği ile yüzleşmesidir.
Tatlı tatlı esen sonbahar rüzgarlarının ardından yağan yağmurlar da sona eren son bulan güzellikler için dökülen göz yaşını andırır. Doğanın bu sessiz çığlığı ne çok şey anlatır, anlamak isteyene…


İnsan da öyle değil mi? Ne zaman son bulacağı belli olmayan bu hayat yolculuğunda, yemyeşil bir yaprak gibi etrafa canlılık saçarken, ışık olur kimilerine, mutluluk huzur verir. Kimine rehber olur, sevgi tohumları eker sevgisiz gönüllere. Dost olur, yaren olur, kardeş olur kimine, kimine eş, kimine arkadaş olur. Kimine tutunacak bir dal olur... Ve bir gün gelir, kendinden gidenlerle kaybettikleriyle yüzleşir. Ne olduğunu anlamadan, tıpkı kuru bir yaprak gibi savrulup durur dünya denen bu alemde...

Hiç ummadığı bir anda acı acı verilen bir sela sesiyle irkilir. Hüzün dolu bir sesle sarsılır. Acı bir haber! Ölüm karşısında çaresizliği fısıldar habersiz yüreklere. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sözün bittiği yerdir burası…

Gidenin ardından çaresiz bakakalırız. Gönül gözümüzü açmak için bir çağrı mı sizce hazan mevsimi? Ölümü, yokluğu, çaresizliği, hiçliği çağrıştırması adına? Bilinmez ama Eylül hüzündür hep...

“Sonbahar Düşünceleri” adlı şiirinde Ümit Yaşar Oğuzcan;


“Sonbahar geldi yağmurla beraber
Boynu bükük duruyor kasımpatı
Ölümü düşündürür oldu geceler
Yaz güneşinde bıraktık hayatı
İnsan böylede mahzun olurmuş meğer
Ansızın silindi renk saltanatı
Yaz güneşinde bıraktık hayatı”

....
....
dizeleriyle ifade ettiği gibi...

Eylül İşte! hüznün ta kendisi... Bitişlerin başladığı, gidenlerin özlendiği, gelişinin beklendiği ay... Eylül bu acıtır... Acıtır da zamanla acıya alıştırır...

Muhabbetle,
Hanife Mert











9 Temmuz 2020 Perşembe

Güven ve İnsan

Derler ki; "Yaşadığın yeri cennet yapamadığın sürece, kaçtığın her yer cehennemdir." Bu sözden yola çıkarak insanın öncelikli görevinin; hayatı yaşanılır kılmak,huzur içinde, barış içinde, adil bir biçimde, insanca yaşamasına olanak sağlamak olmalıdır. Bu durum sağlanmadığında ise, toplumda huzursuzluk, güvensizlik, mutsuzluk, sevgisizlik, gerilim, hakim olacaktır. Bu bağlamda toplumda çıkar kargaşası yaşanması, şahsi çıkarların toplumsal çıkarların önüne geçmesi de kaçınılmaz bir hal alacaktır. Devamında da " BEN" merkezli bir hayat felsefesi benimsenmiş, ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım düşüncesi hükmetmiş durumda vicdanlara...
   Hiç şüphesiz insan güvende olmak güvenmek ister. Zira yaradılışı gereği kendini güvende hissedeceği ortam ve etrafında güvenebileceği insanları görmek ister. İnsanlar arasında olması gereken en önemli ve en kuvvetli duygudur güven duygusu.İnsan ilişkilerini doğrudan etkileyen, yaşantısına direk etki eden bir durumdur. Yaşam ve toplum güven üzerine kurulmuştur.
    Tarif etmesi zor olan bu duyguyu yaşadığımız toplumda ne kadar hissedebiliyoruz? Hangimiz etrafımızdaki insanlara yüzde yüz güvene biliyoruz? Bu soruya evet demek neredeyse imkansız. Öyle olmasaydı toplumda birlik sağlanırdı. Öyle olmasaydı hak hukuk kişilere göre farklılık göstermezdi, öyle olmasaydı bize reva görülenler yaşanmazdı. Zulümler olmazdı. Birlikten kuvvet doğar sözünün gereği sağlanırdı. Verilen sözler tutulur, saymakla bitiremeyeceğim sorunlar yaşanmazdı.

    Konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir Nasrettin Hoca fıkrasını paylaşmak istiyorum;
Akşehir çevresini mesken tutmuş olan Timur bu bölgeye beraberinde bir de fil getirmiş. Başıboş bırakılan fil bağlara, bahçelere ve ekili tüm alanlara zarar vermeye başlamış. Yaşanan durumdan bezdir kalan Akşehir halkı çareyi Nasreddin Hoca’ya başvurmakta bulmuş. Demişler ki: Hoca, bu Timur denilen adam senin sözünü dinler. Şu filin bir çaresine baksan, anamızı ağlattı.
   Hoca bu teklifi kabul etmiş ve yarın hep birlikte Timur’un huzuruna varalım, derdimizi anlatalım demiş. Ertesi gün buluşmuşlar. Nasrettin  Hoca önde, Akşehir halkı arkasında Timur’a gitmek üzere yola çıkmışlar. Her yol ayrımında gruptan birileri kopuyormuş. Nasreddin Hoca Timur’un karşısına geldiğinde bir de bakmış ki yanında kimsecikler kalmamış. Duruma fena halde bozulan Hoca "Akşehirlilere bir ders vereyim" diye düşünmüş ve Timur’a:
  -Efendim, biz Akşehirliler olarak getirmiş olduğunuz fili çok sevdik. Fakat hayvancağız yalnızlıktan olsa gerek çok huzursuz görünüyor. Akşehir halkı bu filin eşini de getirmenizi istiyor, der. Timur bu sözlerden hoşlanır ve Akşehir'lilerin isteğini yerine getireceğini söyler. Timur’un yanından ayrılan Nasrettin Hoca kendisini beklemekte olan ahalinin yanına geldiğinde halk merakla ne yaptığını sorar. Hoca gülerek cevap verir: 

-Müjdeler olsun! Belanın dişisi de geliyor.
  Yaşadığımız ortamlarda benzer olaylara şahitlik etmişizdir. Kendilerine güven telkin ederek bir işi yerine getirmesi için görevlendirdiğimiz kimseleri yarı yolda bırakmak insanlığa sığmaz...


Muhabbetle,
Hanife Mert

3 Temmuz 2020 Cuma

Evlilik bir ast - üst ilişkisi değildir!


  Hiç kimse boşanmak için evlenmez. Zira her genç kızın hayalidir beyaz gelinlik içinde dünya evine girmek. Aynı zamanda genç erkeğin de sevdiği bir kadınla hayatını birleştirmek. Masum niyetlerle kendilerinde var olduğuna inandıkları üstün meziyetlerle baş tacı edileceğini umarak evlilik hayallerini gerçekleştirmek isterler. Çoğu zaman severek ve anlaşarak kurulur yuvalar.

Niyetler güzel, başlangıçlar güzel ya sonra? Nasıl oluyor da mutluluk coşkusu, huzursuzluk kabusuna, eşler birden kurt adama dönüşüveriyor? Aile nasıl psikolojik bir savaş ortamına sokuluyor? Eşler birbirine öyle davranışlar sergiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan bile günün birinde eşine “Seni hiç tanıyamamışım.” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz ya da mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz! Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler…

Hiç şüphesiz bir aileyi ayakta tutan, onun uzun ömürlü, mutlu ve huzurlu bir yuva olmasını sağlayan en önemli etken; eşlerin birbirine sevgiyle bakması ve sevgi ile bakan gözlerin birbirine güven duymasıdır. Sevgi ve güvenin olduğu yerde saygı olmaz mı hiç? Elbette olur.

Boşanmaların hızla arttığı günümüzde, sayıları az da olsa uzun yıllar mutlu bir şekilde evliliklerini sürdürmüş nice insanlar tanıyorum. Onlara uzun süren evliliğin sırrını sorduğumda aldığım yanıt; yüreklerini sıcacık yapan ve hiç tüketemedikleri “sevgi” birbirlerine karşı duydukları “güven” ve “saygı” olduğudur. Bu üç sac ayağı, devamında uzun süren bir evliliği beraberinde getirecektir.

Sevginin açamadığı kapı var mıdır? Elbette yoktur. Günümüzde yaşanan en büyük zulümlerin, gözyaşının sebebi değil midir sevgisizlik?

Buraya kadar güzel. Peki birbirine deli divane olan, büyük bir aşkla severek evlenen eşleri çıkmaza sürükleyen ve boşanmaya kadar götüren sebep nedir? Yanıt çok basit: Ekonomik, psikolojik, sosyolojik, felsefik sebeplerin yanında, bana göre en önemlisi; yüreklerinde var olan sevgiyi kurutmaları… Besleyip büyütememeleri, yok etmeleri... Şiddete kapı aralamalarıdır...

Bunun için sebep çok; arayana bahane mi yok? Evlenmeden önce aile bireylerinin çocuklarına; “kendini ezdirme, idareyi elinde tut. “Evde senin sözün geçsin” gibi telkinlerde bulunması. Acemi bireylerin bu telkinleri gerçekleştirme arzuları. Başkalarıyla kendini mukayese etmek: Başkaları üzerinden kendi ilişkilerini yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağıdır aslında. Üzerinden yıllar geçse de bu unutulmuyor.

Örnek mi, buyurun: Yeni doğan çocuğa isim verme meselesi, doğum yaptığında altın takılmaması, eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması, bazı kocaların ev işlerine yardım edip bazılarının etmemesi, çocukların derslerine yardımcı olmama, gezmeye götürmeme vs.

Diğer yandan bizim gibi ataerkil toplumlara has bir kültür olan, erkek çocuklarının kızlardan farklı yetiştirilmesi… Bu şu demektir: Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiririz. Böyle bir ortamda yetişen erkek, doğal olarak evinde eşinden de benzer ilgiyi bekleyecektir. Sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı konmaması, işten eve döndüğünde beklediği karşılamanın yapılmaması, kadının çok konuşuyor olması, kadının evde özensiz, çekicilikten uzak olduğu gibi bahaneler silsilesi... Aldatma gibi ciddi sebepler...

Öncelikle şu unutulmamalı ki; Evlilik bir ast- üst ilişkisi değildir.

Aile, kar amacı güden bir şirket değildir. Dolayısıyla eşler de birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan yöneticiler değildir. Bu bağlamda eşler bir elmanın iki yarısı gibi birbirini destekleyen, birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Zira onlar kurulan yuvanın sürekliliğini sağlamak için bu uğurda birlikte mücadele eden, sabır gösteren iki dost olmalıdır.

Ailede huzurun temini ve devamlılığının sağlanması, eşlerin birbirini ast, üst olarak değil, candan bir dost olarak görmesi ile mümkün olacaktır.


Muhabbetle,

Hanife Mert




30 Haziran 2020 Salı

Mutlu Olmak Zor mu?

   İnsan var oluşundan beri mutlu olmanın mutlu yaşamanın çaresini aramış durmuş. Kimi geçmişte, kimi gelecekte, kimi maddiyatta, kimi maneviyatta bulmaya çalışmış. Kimi mevkide makamda, kimi yatta katta, kimi sevgide aşkta, kimi geçmişinde anılarında, kimi geleceğinde hayallerinde aramış.
Mutluluğu geçmişinde arayanlar geçmişte yaşadıklarına takılarak, bir dönemi veya olayı "keşkelerle" ve "eğerlerle" sorgulayarak geçmişin muhasebesinde boğulurlar. Böyleleri yaşadıklarından üzüntü duyarak kendilerine acırlar. Kaderlerini suçlar, şansızlıklarını anlatır veya uğradıkları bir haksızlığın hayatlarına nasıl bedeller ödettiğini yakınarak yaşarlar.
    Bu tip bireyler geçmişte yaşadıkları için bugünü ıskalarlar. Geçmişten çıkıp bugüne gelemeyenler için mutluluk yaşanabilir bir duygu olmaz. Zira geçmiş yüklerle doludur. 
   Mutluluğunu gelecekte yaşayacaklarına endeksleyenler ise; mutlu olmak için uygun zamanın gelmesini, şartların olgunlaşmasını beklerler. Böyleleri için de mutluluk yaşanabilir bir duygu olmaz. Zira geleceğin gelmesini beklerken de bu günü ıskalamış olur. Mutluk ne dünün keşkelerinde ne de yarının belkilerinde gizlidir. Mutluluk yaşanan andadır.
      Yaşantımızın bir sonraki döneminin bir öncekinin gölgesinde geçmesini istemiyorsak, yaşadığımız her ana hakkını vererek yaşamalıyız. Anı yaşayabilmek ise geçmişten getirdiğimiz yüklerden kurtulmamıza bağlı. üzerimizdeki yüklerden kurtulmak ise, bizi üzen mutsuz eden olayları ve kişileri affetmeye bağlı. Zira affetmek ruhu temizler. Hayata daha pozitif daha mutlu bakmayı sağlar.
Gelin hep birlikte mutlu olmak için geçmişimizde olumsuzluk yaşadığımız kimseleri affederek ve olayları unutarak kendimizi rahatlatalım... Böylelikle anımızda mutlu olmak için kendimize şans verelim, ne dersiniz?
Muhabbetle
Hanife Mert

28 Haziran 2020 Pazar

Hani Bazen!



   Hani bazen hayat üzerimize çöreklenir de nefes alamaz hale geliriz ya! Her şey üst üste gelmiştir. İç dünyamızda tarif edemediğimiz sıkıntılar, hüzünler yaşarız hani. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz... Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani.Tanıyanı bileni olmayan bir yere kaçıp gizlenmek isteriz, kendimizden kaçmak...

    İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, yaşadığı ortamın sıkıntılı, belirsiz olması sebebiyle kendinden uzaklaşmak, bulunduğu ortamdan kaçarak çözüleceğine inanma algısı. Bireyleri bu denli çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı toplumun dayattığı yaşam tarzı, buna ek olarak son dönemlerde insanlığı etkisi altına alan beklenmeyen gelişmeler, covit 19 gibi... Ve akabinde ortaya çıkan güvensizlik, sevgisizlik, umutsuzluk gibi duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucudur. Bu durum insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelir.

    İnsanın hayatın getirdiği her türlü iyi ya da kötü günler karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi, onun sağlıklı bir ruh yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmek ise insanın önce kendini tanıması ve kendiyle barışık olmasını gerektirir. Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Kendini anladıkça öz güveni artar. Kendini bildikçe kendini sever. Kendini sevdikçe sevgiyi dilenmez, zaten o sevgi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir. Kendini bildikçe haddini bilir... 

   Kendini bilen, kendini tanıyan, kendiyle barışık yaşamanın hazzını duyanlardan olmanız dileğimle.


Muhabbetle,

Hanife Mert

20 Haziran 2020 Cumartesi

ÇIKMAYAN CANDAN UMUT KESİLMEZ



Sabah kahvaltısını çok severim. Sevmek ne kelime, asla es geçemeyeceğim bir öğün. Yok efendim sabahın köründe hiç canım istemez, yok efendim geç saatte yiyemem gibi mazeretim hiç olmadı. Hazır olsa, sabah uyanır uyanmaz yapacağım da... Çocukluğumdan gelme bir alışkanlık bu. Annem kahvaltı yapmadan asla okula göndermezdi. "Güçlü ve zinde olmak için bu şart " der ardından başarılı olmanın ilk ve önemli kuralı" derdi. Çocuklarıma bu kuralı kavratamadım maalesef. Ben mi başarısızdım, yoksa üzerimde annemin ağırlığını daha fazla mı hissediyordum, bilmiyorum...
   Önceki gün sabah kahvaltı hazırlarken ekmeğin olmadığını fark ettim. Üşenmeden üzerimi değiştirip maskemi de taktıktan sonra, sitemizin az ilerisinde pide pişirim fırınından sıcak pide almak için evden çıktım. Site giriş kapısının önünde komşumla karşılaştık. İlk dikkatimi çeken dışarıda olmasına rağmen maskesiz olmasıydı. Beni maskeli görünce tedirgin olduğunu gözlerinden anladım. Ses çıkarmadım... O anlamıştı anlayacağını. Bozuntuya vermeden selam verdim. Mesafemizi koruyarak sohbet ettik ayak üstü.
   Ona; " sabahın bu erken vaktinde burada ne yaptığını" sordum. Komşumun kafası karışık, canı sıkılmış gibiydi. Ne olduğunu sorduğumda kızından bahsetti. Komşumun kızı bu yıl üniversite sınavlarına hazırlanıyor. Lise son sınıfta okuyor. Farklı şikayetlerinden bahsetti. "Heyecanının hat safhada olduğundan, dudaklarının morardığını, yüzünün sarardığını söyledi. E, malum bir de pandemi süreci çocuğun dengesini iyiden iyiye bozdu. Önce kalple ilgili bir uzmana tüm tetkiklerini yaptırdık, hiç bir sorunun yok. Sanırım sorun psikolojik. O nedenden dolayı, sınavdan önce bir uzmandan yardım almaya karar verdik" dedi. Üzüldüm... Geçmiş olsun dileklerimi ilettikten sonra yanından ayrıldım. Kafamın içinde düşünceler cirit atmaya başladı.
    Hiç şüphesiz her anne baba çocuklarının iyi bir hayat sürmesini, hayat standartlarının yüksek olmasını ister. Bunun için elinden geleni de gelmeyeni yapmaya gayret eder. Bunun yolunun iyi kaliteli bir eğitimden geçeceğini bilir. Daha okula başladığı andan itibaren başlar kaygısı. Hangi okul daha iyi, hangi öğretmen daha başarılı onun arayışına girer. O da yetmez hangi özel hoca, özel okul, özel etüt merkezi vs. göndermekten çekinmez. Hatırlıyorum da benim arkadaşım emekli olduğunda aldığı emeklilik ikramiyesini kızına her dersten aldırdığı özel ders için kullanmıştı. İş sadece maddiyatla bitmiyor. Kalitesiz, plansız programsız yap boz tahtasına çevrilen eğitim sistemimizin çocuklarımızın sağlığının üzerinde yaptığı olumsuz etki hayatının her dönemini etkileyecek boyuta gelebiliyor.

     Çocukları yarış atı gibi gören, çocuğu sadece sınavlara hazırlayan ve sınavların bitmesiyle öğrenilen bilgilerin de son bulduğu garip bir eğitim sistemimz var. Hal böyle iken, çocukluklarını yaşayamayan, sevgiden saygıdan yoksun, milli ve manevi değerlerden uzak bir gençlikle karşı karşıyayız. Bunu devlet ve aile olarak el birliğiyle başarıyoruz. Sonra da bize neler oluyor? diye yakınıyoruz.

    Günümüzde çocuk yetiştirmek zor zanaat. İlmek ilmek işlemek lazım hayatı. Sözcük sözcük öğretmeli zorlukları.Tüm bunları yaparken eğitime önce kendimizden başlamalı. Çünkü kendi kabuğumuzdan çıkamıyoruz. Verdiğimiz ya da vermeye çalıştığımız eğitim kendi çocukluk dönemimizi yansıtan eğitimden ileri gidemiyor. "Ben sizin yaşınızdayken" cümlesiyle başladığımız anda kopuyor tüm ipler.

    Hal böyle iken gençler okul kaygısı, iş kaygısı, eş kaygısı derken kaygı yumağı içinde bocalamakta. Güvensiz, mutsuz, gergin bir gençlik; gergin, mutsuz, sorunlu bir topluma hazırlık demektir.

     Nereye el atsak elimizde kalan, sorun yumağına dönmüş bir toplumdan, sorunlarını asgariye indirmiş, kıyıdan köşeden huzura el atmış bir topluma dönüşür müyüz? bilmiyorum. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş...

   Tüm bunlardan sonra iştah mı kalır insanda..?

    Her şeye rağmen LGS, YKS sınavlarına girecek gençlerimize başarılar diyor, her birinin istedikleri okullara yerleşmelerini diliyorum.

Muhabbetle,

Hanife Mert

26 Mayıs 2020 Salı

SERZENİŞ



Bayram hüzün verir, acı verir nedense?
Beklediğin özlediğin kalkıp sana gelmezse,
Bir de sevdiğin, sevildiğini bilmezse
Ne tadı, ne tuzu, ne de adı vardır bayramın.

Sabah kalkınca, özlediğin sarmazsa,
Acılar çöreklenip yüreğini dağlarsa,
Bu özlem bu hasret beni benden alırsa,
Ne tadı, ne tuzu, ne de adı vardır bayramın.


Küçükler saygıyla elini öpmezse,
Yolda gördüğün bir selam bile vermezse,
Küsler barışını ilan etmezse,
Ne tadı, ne tuzu, ne de adı vardır bayramın.

Büyüklerin hatırını sormazsan,
Görmesin diye köşe bucak kaçarsan,
Mesafeni koronaya bağlarsan
Ne tadı ne tuzu ne de adı olur bayramın.

Ne kurban ne şeker bayramı fark etmez,
Bu kültür bizi sonsuza dek terk etmez,
Sarıl kültürüne, sevgin eksiltmez,
Tadı da, tuzu da, adı da olur bayramın.

Covid 19 virüsünün dünya üzerinde yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz öldürücü etkisi sebebiyle evlerimize kapandığımız şu günlerde kutladığımız ramazan bayramının sağlık, huzur, mutlu ve umutlu bir yaşama vesile olmasını diliyorum. Ramazan Bayramınız kutlu olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

10 Mayıs 2020 Pazar

Anneler gününe özel öykü

Zorlu geçen kış, köylüye illallah dedirtmişti. Artık soğuklar sona ermiş, bahar gelmişti. Güneş sıcak yüzünü yavaş yavaş gösteriyor, lakin tamamen ısıtmıyordu. Sadece havanın donduran ayazını almıştı. Doğa da, yavaş yavaş uyanmaya başlamış, kışın bembeyaz karın örttüğü akasya, ıhlamur, erik, elma ağaçlarının dalları baharın gelmesiyle rengarenk çiçeklerle bezenmiş, narin zarif bir gelin gibi göz kamaştırıyordu. Etraf insanın yüreğine canlılık huzur veren bir hale bürünmüştü.
   Hasan, tam da baharın gelişi ile doğanın canlandığı bir dönemde, kıvrım kıvrım virajları ile hiç bitmeyecek sandığı uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğunun ardından köyüne gelmişti. Köyde karşılaştığı renk cümbüşünün yaşandığı  bu manzara ruhuna bir dinginlik, gönlüne ise bir  huzur veriyordu. Köyünü çok seviyordu. Zira her taşında, toprağında, bağında, bayırında, dağında ormanında güzel olduğu kadar canını yakan acı anılarının izini taşıyordu. Onlara baktıkça tüm yaşanmışlıkları bir film şeridi gibi geçi veriyordu gözünün önünden...İşte o zaman anlıyordu insan; ne kadar uzağa giderse gitsin, yeni hayatlar, yeni yüzler, yeni yaşanmışlıklar, bir sırt çantası gibi üzerinde taşıdığı geçmişini unutturmuyordu. Her ne kadar üzerine, sünger çektiğini sansa da...Zira yaşadığı müddetçe hayat ona hatırlatacak bir ortam sağlayacaktı. Kimi zaman yanık yanık söylenen bir türküde, bir ağacın dallarında, bir meyvenin çiçeğinde, bir kuşun nazlı nazlı uçuşunda,bir derenin akışında ve kimi zaman da,  küçük Elif'çiğin mahzun mahzun bakışında anımsayacak, pişmanlığını vicdanının en derin yerinde duyacaktı. 
  Hasan yolda fazla oyalanmak istemiyordu. Bir an önce anasına, kızına akrabalarına kavuşmak için adımlarını hızlandırdı. Zira onları çok özlemişti. Mektup yazıp geleceğini de bildirmemişti. Gelişi sürpriz olsun istedi.
 Hatice Ana ve Mustafa Emmi ise, ayağı hafif aksak olduğu için  köylünün Çot Selver lakabını taktığı komşusunun toprak damlı evinin  duvarının dibinde, kendileri gibi bir kaç ihtiyarla birlikte oturuyordu. Bu yaşlı insanlar güneşe karşı bükülmüş belini çevirmiş, bastonuna yaslanarak güneşli bahar havasının tadını çıkarmaya çalışıyorlardı. Aralarında kendi hallerince konuşup birbirlerine dertleniyordu. Zira dertleri, kaygıları, kederleri ortaktı.
Mustafa Emmi:
-Bekir Çavuş, bu yıl zemheri ortalığı kırdı geçirdi. Biraz daha devam edeydi kazma kürek sapını da yaktıracaktı mazaallah...
-He ya haklısın Mustafa Onbaşı, doğru dersin. Bu yıl kış çok çetin geçti.  Biz de olan tezeği, odunu yaktık da zor ısındık. Senin Ali’den ne haber?
-İyiymiş, işe başlamış  arada bize de para gönderiyor. 
-Allah iyilik versin,
-Amin.
 Bu yaşlı İki ihtiyar, bahar güneşinin bedenlerini ısıtması ile   gevşemiş, kendilerini iyice rahatlamış hissediyordu. Laf lafı da açtıkça sohbet keyifli hale gelmişti...
 Hatice Ana  duvarın dibindeki büyükçe taşın üstüne güneşten tarafa koyduğu kalın küçük kilimin üstüne oturmuş konuşmaları dinliyordu. Ali'nin lafı geçince yüreği sızladı. Evlat işte! Hasretine dayanmak çok zor. "Geleydi hele bir" diye düşündü. Sonra "daha nereden gelecek", gideli altı ay oldu. Bir yıl geçmeden gelemez, diye geçiriyordu zihninden.
   Elif ise, arkadaşı Yıldız ile birlikte yere çizgi çizmiş taş atlatmaca oynuyordu.Yerden taşı aldı atacaktı ki, uzaktan gelene  takıldı gözü. Dikkat kesildi: 
-Babam geliyor! Dedi. 
Hatice Ana:
-Ne babası gız, babanın ne işi var bu zamanda? Diyerek Elif'in hayal görmüş olacağını düşündü. Elif ısrarla eliyle karşısını işaret ederek:
-Bak hele şuraya...
Hatice Ana  merakla kalktı baktı. Elif haklıydı. Oğlu elinde valizi ile kendilerine doğru geliyordu. Heyecanlanmıştı.Eli ayağı birbirine dolaştı. Mustafa Emmi de o tarafa yöneldi. Hasan gerçekten gelmişti. Hatice Ana yavrusuna sarılıp yüreğini kor gibi yakan özlemini soğutmaya çalışıyordu. Göz pınarlarından damla damla yanaklarına doğru iniyordu yaşlar... 
  Şu insanoğlu ne garip! Sevinir ağlar, üzülür ağlar, hasret çeker ağlar, kavuşur yine ağlar. Yüreğimizin sessiz çığlıklarıdır gözyaşlarımız. Kimi zaman kaçıp sığındığımız limanımız, kimi zaman yüreğimizi alabildiğince coşturduğmuz rahmet deryamızdır. Onlar, kelimeler duygularımızı anlatmakta kifayetsiz kaldığında çıkarlar ortaya...
  Analarımız! Dünyada var oluşumuzun sebebi, yüreği yanık, gözü yaşlı analarımız. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En büyük dertlerin dertlisi, çilelerin çilelisi, en büyük mutlulukların ardındaki sırdır. Her ne yapsak hakkını ödeyemeyeceğimiz çileli analarımız...Bizim analarımız çilekeştir. Yavrusunun rızkını temin etmek için gece gündüz demez çalışır. Güneşin kavurucu sıcağının altında, çocuğu sırtında tarladadır, bağda dır, bahçededir, dairededir. Kendisi yemez yedirir, giymez giydirir. Özetle yavrusu için her türlü çileye katlanır. Anadolu'muzun anası fedakardır. Vatanı için, bu vatanda yaşayan ve yaşayacak olan evlatlarının huzuru için gerektiğinde cephelerde savaşmış, sırtında mermi taşımıştır. Vatan ve bayrak uğrunda feda ettiği en sevdiği varlıkların acısını içine gömmeyi bilmiş vakarından da hiçbir şeyi kaybetmemiştir.

Bu vesileyle tüm annelerimizin,anne adaylarımızın, kendini anne gibi hissettirdiği canlılara annelik yapan yüreği güzel melek annelerin  anneler günü kutlu olsun. Ahirete göç etmiş annelerimize de Allah'tan rahmet diliyorum, mekanları cennet olsun.


NOT: 11 Mayıs 2014 tarihli yazım.
https://yaren33.blogspot.com/2014/05/ilkbaharn-ilk-coskusu.html

Muhabbetle
Hanife MERT

17 Mart 2020 Salı

Çanakkale Zaferi'nin 105. Yıl Dönümü Kutlu Olsun

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!
 Düşün altında binlerce kefensiz yatanı...”

Bastığımız bu topraklar ki birçok destana, zorlu mücadelelere şahitlik etmiştir. Bu topraklar ki her metre karesi aziz şehitlerimizin kanıyla sulanmış, yüz binlerce vatansevere mezar olmuştur. Bu topraklar ki yedi düvele meydan okumuş halkımızın mertliği, yiğitliği, hak ve adaleti, sabrı, insani duyguları ile harmanlanmış kutsal topraklardır. Bu topraklar ki insan olmanın, zor şartlarda top yekün mücadelenin, insanlık derslerinin örneklerinin verildiği topraklardır.

Aşağıdaki örnek sadece bir tanesidir;

Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:

- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
-"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün".
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..."

Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları komutanı.

Çanakkale zaferi; çelikleşmiş bir millet iradesinin, vatan, millet, bayrak aşkının, geleceğe olan güvenin, hürriyet sevdasının, Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde eriyle, komutanıyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, kızıyla top yekün olarak yazdığı şanlı bir yeniden dirilişin destanıdır. Türk milletinin bir diriliş mücadelesidir! Bu destan artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni ve güçlü bir filizin doğmasıyla sonuçlanmıştır.

Yüz binlerin kanıyla vatan yapılan bu topraklarda,Türk ve dünya tarihinde benzersiz bir deniz ve kara savaşlarının yapıldığı yerdir Çanakkale. Hepsinden önemlisi, bir milletin kutsal saydığı değerler ve vatan toprağını savunmada gösterdiği eşsiz bir kahramanlık mücadelesidir.

Her karesi buram buram kahramanlık, mertlik, insanlık, vefa kokan Çanakkale Zaferinin milletimiz için ne anlam ifade ettiği,vatan, bayrak, devlet sevgisinin ve bağımsızlığın önemi iyi idrak edilmeli. Çanakkale ruhu yeniden canlandırılmalı gençlerimize ve bu ruhtan bihaber insanlarımıza iyi anlatılmalı...
 Destanlar yazarak zafer kazanan Cennet vatanımız ve kutsal değerlerimiz uğruna canlarını feda eden, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyoruz. Ruhları şad olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

7 Mart 2020 Cumartesi

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

      8 Mart dünya kadınlar günü... Bu ifade ne kadar samimiyetsiz geliyor kulağa, sizce de öyle değil mi? Neredeyse her gün her yerde şiddete maruz kalan, taciz edilen, tecavüze uğrayan, öldürülen yetmedi kesilen yakılan, bıçaklanan, horlanan, aşağılanan, dışlanan hayatının baharında hayatına son verilen kadınların durumları ortada iken, ne kutlaması diyesi geliyor insanın.

   Atamıza kulak vermeli; Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye, eski devirlerdeki gibi basit değildir. Gerekli özellikleri taşıyan evlat yetiştirmek, pek çok özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgin olmaya mecburdurlar!”/ M.KEMAL ATATÜRK

Artık önem vermeli kadına. Daha ciddi daha gerçekçi politikalarla önüne geçilmeli şiddetin ölümün zulümün. Bireyler eğitilmeli, hatta toplumsal bir değişim olmalı. Olmadı cezalar caydırıcı olmalı. İndirime uğramamalı. Cezalar caydırıcı olmalı.Kadınlar ana, eş, kız evlat, yar, yaren olduğu hatırlanmalı ve bu bağlamda hak ettiği değer verilmeli önemsenmeli ve sonra günü kutlanmalı


Muhabbetle,
Hanife Mert

26 Şubat 2020 Çarşamba

"Fırçadaki Son Şiir"


Artık soğuk, karlı, tipili, yağmurlu kış mevsimi görevini tamamlamış bir memur gibi devir teslim yapmış ve görevi  ilkbahara bırakmıştı. Havalar ısınmış, doğa canlanmış, güneş cömertçe yeryüzünü ısıtmaya ve ışıtmaya başlamıştı. Doğa gibi insanlar da, yeni güne uyanmış bebeğin saflığı, mahmurluğu, canlılığı, hareketliliği tadında karşılamıştı baharı. Kıpır kıpır içleri, umut doluydu. Zira yeni başlangıçlar, yeni umutlar doğururdu...

 Orhan'da da benzer durumlar mevcuttu. Heyecanlı, umutlu, ve inançlıydı. Sıkıntıları olsa da çözeceğine yürekten inanıyordu. Yüreği sevgi doluydu, coşkuluydu...
   Bir taraftan şefinden gelen ikazlar, bir taraftan Veli Bey ve Fatma Nigar Hanımın evlendirme çabaları, diğer yandan yayınlanan şiirleri ve gelen tepkilere rağmen inancını yitirmemişti. Öncelikle Fatma Nigar Hanımın, kısmen de Veli Bey'in, karabasan gibi üzerine çöken evlendirme konusundaki   ısrarının yersiz olduğunu anlatmalıydı. Çünkü bu konu Orhan'ı rahatsız ediyordu.
" Evlenme konusu  çok uzadı. Ben daha kendi arzularıma bile gem vuramayan biriyken, kendime bir ailenin sorumluluğunu nasıl yüklerim? Yok bu böyle olmayacak, annemle konuşup halletmem lazım gelecek" dedi iç sesi.
Sabah evden çıkacağı sırada Fatma Nigar Hanım Orhan'ı durdu:
-Orhancığım, güzel evladım ne oldu konuştuğumuz konu, düşündün mü? diye sordu.
Orhan bu soruyu bekliyordu."İşte tam zamanı"diye düşündü..
-Düşündüm... dedi sustu...
Fatma Nigar Hanım merak ve heyecanla baktı oğlunun yüzüne.
Orhan annesinin olumlu bir yanıt alacağı hissine kapılmasını engellemek için tekrar konuşmaya başladı:
-Bak anne seni çok severim bilirsin...
  Fatma Nigar Hanım teyit edercesine başını öne arkaya doğru salladı.
-Bilmem mi evladım, elbet bilirim. Ben de seni çok severim. Teklifimi geri çevirmeyeceğini de bilirim dedi gülerek.
 Orhan ciddiyetini bozmadan devam etti:
-Senin üzülmeni de istemem. Gel evlenme konusunu erteleyelim. Şundan emin ol  ki adayın kim olduğunun önemi yok. Bu konuda bir fikrim olursa ilk sana söyleyeceğim, dedi.
 Kapıya doğru yürüdü. Fatma Nigar Hanım Orhan'ın kesin tavrı karşısında öylece baka kaldı ardından. Artık bu girişimlerinin sonuç vermeyeceğini anlamış, kararı Orhan'a bırakmıştı.

    Melih'in yokluğu, baharın gelişi ve şiire dair düşüncelerini harekete geçirememek  sıkıntıya sokuyordu Orhan'ı. Kafasında sürekli şiiri, yapmak istediklerini ve sonucunu düşünüyordu. Zira düşünceler  beynini esir almış gibiydi.  Zihninde her kafadan bir ses çıkıyordu. Aslında   şiire dair düşünceleri Oktay ve Melih'le yaptıkları zorlu tartışmalarının ardından son şeklini almıştı. Üçü de hem fikirdi. Ancak düşüncelerini eyleme geçiremedikleri için huzursuzdu. Ona göre eyleme dönüşmemiş düşünce  etkisiz bir düşünceydi.
  Onlar artık biliyordu ki Türk Edebiyatı'nda şiiri, anane şiiri olmaktan, şairanelikten kurtarmak gerekiyordu. Bunda hemfikirdiler. Şiir bir söz söyleme sanatı olduğuna göre sözü etkili kılan şey  ona yüklenen anlamdır. Yani şiirde anlam önemlidir. Anane, şiiri  nazım kuralları çerçevesinde muhafaza etmiştir. Nazımın belli başlı unsurları ise vezin ve kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın temini,yani hafızayı güçlendirmek amacıyla kullanmışlardır. Zamanla bu durum hoşlarına gitti ve bunu vezinle birlikte kullanmayı maharet saydılar.  Bu haliyle şiir günlük konuşmadan tamamen farklı ve nisbi bir *garabet arzetmektedir.
İnsanları duygusallığa sevk eden ve belli bir kesime hitap eden sözcükleri;  aruz- hece gibi ölçülerle; redif, kafiye, mısra gibi dayatmalarla ve ayrıca teşbih, teşhis, tecaülü arif gibi sanatlarla kurallara boğmaktan  kurtarmak gerekiyordu. Sözcükler özgürleştirilmeli, duygular anlatılırken net ifadeler kullanılmalı. Şiir bir kesime değil, tüm halka mal edilmeli. Dağdaki çoban, şehirdeki memur, meyhanedeki sarhoş, sokaktaki satıcı, kerhanedeki hayat kadını, hapishanedeki kader mahkumu da şiire konu edilmeli. Onlar da şiir okuyabilmeli" düşüncesi geçiyordu zihninden. Orhan çocukluğundan kalma; alnından şıpır şıpır ter damlayan, avuçları nasırlı Çamur İhsanları, Çolak İsmail'leri, Karpuzcu Tahsin'leri hiç unutmamıştı...

  Bu düşünceler eşliğinde kendini, PTT müdürlüğünün bulunduğu Evkaf Apartmanının önünde buldu. Vakit bir hayli geçmişti. İçeri girip girmeme konusunda kararsızdı.  Yine asık suratlar, ceza zarfları ve nasihatler istemiyordu. Ani kararla içeri girdi. Düşünceleri gerçekleşmişti. Masasına geçti. Ağzı açılmamış ceza zarfları karşılamıştı. Onlara baktı hüzünlü... Sonra servis şefine baktı gülümseyerek. Şef gözlerini kaçırdı... "Yapacak bir şey yok. Tek çare..." diyordu düşünceleriyle. Orhan şefin masasına geldi:
-Ne yapmam gerekiyor şefim? diye sordu.
Şef başını masadan kaldırdı. Gözlüklerinin üzerinden Orhan'a baktı.
-Olmuyor bu şekilde Orhan Bey... dedi. Orhan anlamıştı.Masasına geri döndü. Çekmeceden çıkardığı çizgisiz beyaz kağıda istifasının kabul edilmesi için gereğini arz ettiği ve altına adını soy adını  yazıp imzaladığı kağıdı şefine verdi. Duygusal bir sahneydi yaşanan. Vedalaştıktan sonra oradan ayrıldı . İnanılır gibi değildi. Artık o tekrar işsiz kalmıştı. Annesine babasına ne diyecekti, diye düşünürken vazgeçti bu düşünceden. Artık olan olmuştu. Pişman değildi. Önüne bakmalıydı. Zira edebiyat adına, özellikle şiir adına yapacakları çok fazla şey vardı.

Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.

...
diye başlayan d
izeler geldi geçti zihninden.

*garabet:   dil kurallarına ve genel kullanışa aykırı olan, yadırganan sözcük ve tümceler kullanma durumu.


Muhabbetle,
Hanife Mert

NOT: Yazmakta olduğum ve sona yaklaştığım "Fırçadaki Son Şiir" adlı Orhan Veli biyografik romanımdan mini bir bölüm paylaştım siz değerli blog dostlarımla. Okuyanlar düşüncelerini paylaşırsa sevinirim.







25 Şubat 2020 Salı

"DEĞER" Mİ HİÇ?


 
     “DEĞER” Mİ HİÇ

  Dünya değişim ve gelişim çağında.  Zaman değişiyor buna paralel olarak  teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle,  insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. 
 Özellikle son yıllarda toplumumuzda yaşanan örnekler alışılagelmiş bazı değerlerimizin göz ardı edildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir. 
Nasıl mı? Örnek çok.  Örneğin; artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle ,hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor da. Hal böyle iken, bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz dediğimiz  değerlerin yerini mevki - makam, para ve güç almış durumda.
   Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen değme keyfine el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani vasıfları üstünde taşı, ağzınla kuş tut. Eğer paran yoksa, hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde...
Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor.
 Kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları;  şekil, görünüş ve madde üzerine kurulmuş durumda. Şeklin güzelse değerlisin, paran varsa saygınsın, zenginsen önemlisin, mevki makam sahibi isen adamsın gibi..
  Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, adalet, güzel ahlak, haya ve edeple inşa edilmiştir. 
   Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.    İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. Güçsüz insanlara reva görülen zulümleri, haksız yere cana kıyanları, çocuklara yapılan eziyetleri, hayvanlara, doğaya yapılanları söylemiyorum bile...
Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz.
 Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen kimseye yardım etmek yerine, cep telefonuyla videosunu çekip sosyal medya hesaplarında paylaşarak takipçi ve beğeni sayısını arttırmanın, o insanın canından daha önemli olduğu, gözler önünde  bir cani tarafından hayatına kastedilen bir insanın kurtarılması için çaba sarf etmek yerine izlemekle yetinenleri görüyoruz. İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin... birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz.
   Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve sevgim onlara... Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil...

“Değer” mi hiç, üç kuruşluk kazanç için onca değerlerimizi heba etmeye?

Muhabbetle
Hanife Mert

15 Şubat 2020 Cumartesi

Sevgi Yürek İşidir!

Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygudur. O öyle bir duygu ki paylaşıldıkça azalmaz. Aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Onun yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır. 
   Zira hayatın anlamı,ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir. Öyle güçlü bir duygu ki; Şirinine kavuşmak için Ferhat'a dağları deldirmiş, Leyla'sını ararken çöllere düşen mecnuna Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre'yi hak ateşiyle coşturup diyar diyar gezdirmiş, Mevlana'yı cezbeden asıl güneşin Şems kılığına bürünmüş halidir sevgi.
    Tüm bunları biliyordu. "Peki ben neden yıllarca özene bezene yüreğimde büyüttüğüm sevgimi ona söyleyemiyorum. Neden ben de bir Ferhat  olamıyorum" diyor içten içe kendine kızıyordu. Aynı sokakta aynı okulda olmak da kolaylaştırmıyordu işini. Gizliden gizliye platonik bir sevda yüreğini yakıp kavuruyordu. Artık bu sevgiyi tek başına taşımaktan yaşamaktan bıkmıştı. Ağır geliyordu yüreğine. Paylaşmalıydı... Bilmek onun da hakkıydı. Bir kaç kere teşebbüs etmiş, hatta bir defasında mektup yazmış arkadaşı ile göndermeyi düşünmüştü. Bu durumdan başkaları haberdar olur, hakkımızda dedi kodu çıkar. Ona zarar gelebilir düşüncesi ile yazdığı bu mektup da diğerleri gibi çöp kutusundaki yerini almıştı.
   Karar vermişti,kendisi söyleyecekti. Neler söyleyeceğinin provasını da yapmıştı. Kararlıydı... Ama olmadı. Karşısına geldiğinde boğazı düğümlenmiş, dili tutulmuştu yine, elleri ayakları titremişti. Yüzü kızarmıştı bir suçlu gibi. Unutmuştu  yazılıya çalışır gibi ezberlediği sözlerini... Olmadı, bu defada beceremedi. Olsun dedi, asla onu sevmekten vazgeçmeyeceğim, yapamam istemem de... Nasılsa o gün gelecek diyordu. Ümidini kaybetmemeliydi asla..
 Lise bitmişti. Artık ikisi de üniversiteli olmuştu. Farklı şehirlerde aynı bölümü okuyorlardı. Farklılıklar arasında bir ortak yönü bulmuştu. Aynı bölüm okuyordu. Bu kaderin cilvesi mi diye düşündü. Günden güne sevgisi büyümüş ve tutku haline gelmişti...
     Bir kerecik yüzünü görebilmek, sesini duyabilmek umuduyla,tek katlı müstakil beyaz badanalı evlerinin önünden geçerken aşındırdığı parke yollar, evinin duvarları, sabahlara kadar gözlerini alamadığı tavan şahitti sevgisinin büyüklüğüne. Artık onlar da harekete geçmesini istiyordu.
  Sabahtan beri, bahar havası gibi etrafı ısıtan güneş biranda kaybolmuş, yerini siyah ve kurşuni renge bürünmüş bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağıp yağmamakda kararsızdı. Hava bir açıyor bir kapatıyordu. Rüzgar da çıkmıştı. Uğultular etrafı sarmıştı. Havada hüzünlü hatta kasvetli bir hal vardı.           Okuduğu magazin dergisinden; on dört şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti. Ülkemizde yeni kutlanmaya başlanmış olması sebebiyle kimse bilmiyordu. Tarih on dört şubattı "neden olmasın, tam sırası diye düşündü." Kırtasiyeden aldığı kenarları gül, karanfil ve  kalp resimleriyle süslenmiş pembe kağıda ona olan sevgisini yıllarca sabırla yüreğinde nasıl besleyip büyüttüğünü, artık tek başına taşıyamadığını yazacaktı. Yazdı da... Sıra mektubu vermeye gelmişti. Kendisi veremezdi. Cesareti yoktu. Gözü koltuğun üzerinde işlengi işleyen kız kardeşine ilişti. Beyninde şimşekler çakmıştı. "İşte kız kardeşimden başkası olamaz!" dedi. Ona bunu kabul ettirmek de zordu. Çekinerek kız kardeşinin yanına geldi. Yüzüne bakıyordu masum masum  Sonra yanağına bir öpücük kondurdu. Kardeşi şaşırmadı. Kendisinden bir şey isteyeceğini anlamıştı."Söyle bakalım ne istiyorsun?" dedi. Elindeki zarfı göstererek "bunu ona götürmeni" dedi. Kardeşi önce reddetti. "Ben yapamam, kızın annesi duyarsa  kızar. Hem arkadaşımla aram açılır. Vazgeç bu sevdadan ağabey. Bu sevdanın  sonunu iyi görmüyorum. Yol yakınken vazgeç" dedi. Lakin ağabeyinin kararlılığı karşısında direnemedi. Çaresiz mektubu aldı elinden. Arkadaşına ağabeyinin mektubunu vermek üzere evden çıktı.

 Kız evde yalnızdı. Çayını demlemiş, tek katlı evlerinin yola bakan odasının penceresinin önündeki kanepeye oturmuş, radyoda istekleri dinliyordu. Çalan şarkı manidardı. Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, hiç karşılık vermez misin komşu kızı... şarkısı çalıyordu. Şarkıyı dinlerken bir ses duydu. Kulak kesildi kapı çalıyordu. Kapıyı açtığında karşısında arkadaşı duruyordu. Kız, şarkının da etkisiyle heyecanlanmıştı. İçeri davet etti. Birlikte şarkı eşliğinde havadan sudan sohbet ettiler. Sohbet güzel de orada bulunmasının asıl sebebi sohbet değildi. Ağabeyinin gönderdiği mektubu vermesi gerekiyordu. Zaman zaman vermekten vazgeçmeyi düşündü. "Ağabeyime ne derim? bana kızar" düşüncesi vazgeçmesini engelliyordu. Heyecandan ellerinin içi terliyor, ateş basıyor, yüzü kızarıyordu. Artık sona gelmişti. Nereye kadar sohbet edecekti. "Kalkmam lazım arkadaşım, evden beklerler"diyerek izin istedi. Birlikte kapıya geldiklerinde, ceketinin iç cebine koyduğu mektubu çıkardı: " Bunu sana ağabeyim gönderdi. İçinde ne yazıyor bilmiyorum." deyip gitmekti amacı. Kız mektubu aldı. O anda arkadaşının "içinde ne yazdığını  bilmiyorum" cümlesini hatırladı. Arkadaşını içeri davet etti. "Gel birlikte öğrenelim," dedi. Kız zarfı açtığında elleri titremeye başlamıştı. Dili dolaşıyordu. Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmişti.
  Kenarları gül ve kalp figürleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektuptu. Kağıdın sağ üst köşesinde:
"Her halinle her şeyinle güzelsin,
hata bulmak kusur bulmak güç sende" diye yazılan şarkı sözleri vardı. Devamında da ona olan sevgisinden, sevgisinin büyüklüğünden bahsediyordu. Sevgisini yüzüne söyleyecek cesaretinin olmadığından, niyetinin ciddiliğinden ve hayatının geri kalanını birlikte geçirmek istediğinden bahsediyordu...

 Kız mektubu okurken duygularını gizlese de şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Mektubun tamamını okuyamadı. Mektubu tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi arkadaşına uzattı "biz onunla sadece arkadaşız bu mektubu sen kendisine ver" dedi.
 Arkadaşı mahcup olmuştu, üzülmüştü ... O da kızdan böyle bir davranış  beklemiyordu belli ki. Seslenmeden oradan ayrıldı.
 Kız her ne kadar mektupla gelen teklifi reddetse de etkilenmişti. Zira o da erkeğe karşı bir şeyler hissediyordu.    Evlerinin önünden gelip geçtikçe, okulda gördükçe heyecanlanıyordu. Bu teklif onun iyice karma karışık bir ruh haline bürünmesine sebep olmuştu. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki? Lakin yapamazdı... O, sevgi denen bu asil, güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı... İçinde aşamadığı bir korku vardı. Annesi ve babası birbirini deli gibi severken sonları hüsran olmuştu. Acı ve göz yaşına maruz kalmıştı. Kendisinin sonunun da aynı olacağı endişesi engelliyordu kızı... Kendini şartlandırmıştı. Daha çok erkendi...
 Reddedildiğini öğrenen genç çok şaşırmıştı. Yıllarca yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgisi karşılık bulmamıştı. Üzülmüştü, taş kalpli, kalpsiz diye isyan etti. Kardeşinin elinden aldığı duygu yüklü mektubu, evin orta yerinde yanan sobanın içine attı ve evden çıktı...
  Kız pencerenin önüne oturmuş onun geçmesini bekliyordu... Pişman olmuştu... İş işten geçmişti artık. Kendince bahaneler üretiyordu. Neden diyordu? Neden kendisi gelmedi? Sevgisini ifade etmek için neden bir aracıya gerek duydu?..
 Erkek de mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Kızı üzdüğü için kendini affedemiyordu. Kızla bir kez de kendisi görüşmeyi düşündü,bunu yapamadı. İkinci kez reddedilmeyi yüreği kaldıramazdı. O kendini inandırmıştı, bu sevdadan hayır yoktu. Vazgeçmeliydi. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptı. Pılını pırtısını toplamış ve bir daha dönmemek üzere memleketini terk etmişti...
 

 Hikayemizde okuduğumuz gibi kız da erkeği sevmesine rağmen gerek aile ve gerekse toplum baskısı yüzünden sevdiğinin sevgisine karşılık verememiş, belki de kurulacak olan mutlu bir yuva engellenmiştir.   

   Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle, dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizliğin yattığını söylüyor uzmanlar. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Yazımı  Sait Faik Abasıyanık'ın " Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözüyle bitirmek istiyorum. Bu vesileyle Dünya sevgililer ve dünya öykü gününüz kutlu olsun..

Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...