öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2020 Cumartesi

Sevgi Yürek İşidir!

Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygudur. O öyle bir duygu ki paylaşıldıkça azalmaz. Aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Onun yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır. 
   Zira hayatın anlamı,ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir. Öyle güçlü bir duygu ki; Şirinine kavuşmak için Ferhat'a dağları deldirmiş, Leyla'sını ararken çöllere düşen mecnuna Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre'yi hak ateşiyle coşturup diyar diyar gezdirmiş, Mevlana'yı cezbeden asıl güneşin Şems kılığına bürünmüş halidir sevgi.
    Tüm bunları biliyordu. "Peki ben neden yıllarca özene bezene yüreğimde büyüttüğüm sevgimi ona söyleyemiyorum. Neden ben de bir Ferhat  olamıyorum" diyor içten içe kendine kızıyordu. Aynı sokakta aynı okulda olmak da kolaylaştırmıyordu işini. Gizliden gizliye platonik bir sevda yüreğini yakıp kavuruyordu. Artık bu sevgiyi tek başına taşımaktan yaşamaktan bıkmıştı. Ağır geliyordu yüreğine. Paylaşmalıydı... Bilmek onun da hakkıydı. Bir kaç kere teşebbüs etmiş, hatta bir defasında mektup yazmış arkadaşı ile göndermeyi düşünmüştü. Bu durumdan başkaları haberdar olur, hakkımızda dedi kodu çıkar. Ona zarar gelebilir düşüncesi ile yazdığı bu mektup da diğerleri gibi çöp kutusundaki yerini almıştı.
   Karar vermişti,kendisi söyleyecekti. Neler söyleyeceğinin provasını da yapmıştı. Kararlıydı... Ama olmadı. Karşısına geldiğinde boğazı düğümlenmiş, dili tutulmuştu yine, elleri ayakları titremişti. Yüzü kızarmıştı bir suçlu gibi. Unutmuştu  yazılıya çalışır gibi ezberlediği sözlerini... Olmadı, bu defada beceremedi. Olsun dedi, asla onu sevmekten vazgeçmeyeceğim, yapamam istemem de... Nasılsa o gün gelecek diyordu. Ümidini kaybetmemeliydi asla..
 Lise bitmişti. Artık ikisi de üniversiteli olmuştu. Farklı şehirlerde aynı bölümü okuyorlardı. Farklılıklar arasında bir ortak yönü bulmuştu. Aynı bölüm okuyordu. Bu kaderin cilvesi mi diye düşündü. Günden güne sevgisi büyümüş ve tutku haline gelmişti...
     Bir kerecik yüzünü görebilmek, sesini duyabilmek umuduyla,tek katlı müstakil beyaz badanalı evlerinin önünden geçerken aşındırdığı parke yollar, evinin duvarları, sabahlara kadar gözlerini alamadığı tavan şahitti sevgisinin büyüklüğüne. Artık onlar da harekete geçmesini istiyordu.
  Sabahtan beri, bahar havası gibi etrafı ısıtan güneş biranda kaybolmuş, yerini siyah ve kurşuni renge bürünmüş bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağıp yağmamakda kararsızdı. Hava bir açıyor bir kapatıyordu. Rüzgar da çıkmıştı. Uğultular etrafı sarmıştı. Havada hüzünlü hatta kasvetli bir hal vardı.           Okuduğu magazin dergisinden; on dört şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti. Ülkemizde yeni kutlanmaya başlanmış olması sebebiyle kimse bilmiyordu. Tarih on dört şubattı "neden olmasın, tam sırası diye düşündü." Kırtasiyeden aldığı kenarları gül, karanfil ve  kalp resimleriyle süslenmiş pembe kağıda ona olan sevgisini yıllarca sabırla yüreğinde nasıl besleyip büyüttüğünü, artık tek başına taşıyamadığını yazacaktı. Yazdı da... Sıra mektubu vermeye gelmişti. Kendisi veremezdi. Cesareti yoktu. Gözü koltuğun üzerinde işlengi işleyen kız kardeşine ilişti. Beyninde şimşekler çakmıştı. "İşte kız kardeşimden başkası olamaz!" dedi. Ona bunu kabul ettirmek de zordu. Çekinerek kız kardeşinin yanına geldi. Yüzüne bakıyordu masum masum  Sonra yanağına bir öpücük kondurdu. Kardeşi şaşırmadı. Kendisinden bir şey isteyeceğini anlamıştı."Söyle bakalım ne istiyorsun?" dedi. Elindeki zarfı göstererek "bunu ona götürmeni" dedi. Kardeşi önce reddetti. "Ben yapamam, kızın annesi duyarsa  kızar. Hem arkadaşımla aram açılır. Vazgeç bu sevdadan ağabey. Bu sevdanın  sonunu iyi görmüyorum. Yol yakınken vazgeç" dedi. Lakin ağabeyinin kararlılığı karşısında direnemedi. Çaresiz mektubu aldı elinden. Arkadaşına ağabeyinin mektubunu vermek üzere evden çıktı.

 Kız evde yalnızdı. Çayını demlemiş, tek katlı evlerinin yola bakan odasının penceresinin önündeki kanepeye oturmuş, radyoda istekleri dinliyordu. Çalan şarkı manidardı. Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, hiç karşılık vermez misin komşu kızı... şarkısı çalıyordu. Şarkıyı dinlerken bir ses duydu. Kulak kesildi kapı çalıyordu. Kapıyı açtığında karşısında arkadaşı duruyordu. Kız, şarkının da etkisiyle heyecanlanmıştı. İçeri davet etti. Birlikte şarkı eşliğinde havadan sudan sohbet ettiler. Sohbet güzel de orada bulunmasının asıl sebebi sohbet değildi. Ağabeyinin gönderdiği mektubu vermesi gerekiyordu. Zaman zaman vermekten vazgeçmeyi düşündü. "Ağabeyime ne derim? bana kızar" düşüncesi vazgeçmesini engelliyordu. Heyecandan ellerinin içi terliyor, ateş basıyor, yüzü kızarıyordu. Artık sona gelmişti. Nereye kadar sohbet edecekti. "Kalkmam lazım arkadaşım, evden beklerler"diyerek izin istedi. Birlikte kapıya geldiklerinde, ceketinin iç cebine koyduğu mektubu çıkardı: " Bunu sana ağabeyim gönderdi. İçinde ne yazıyor bilmiyorum." deyip gitmekti amacı. Kız mektubu aldı. O anda arkadaşının "içinde ne yazdığını  bilmiyorum" cümlesini hatırladı. Arkadaşını içeri davet etti. "Gel birlikte öğrenelim," dedi. Kız zarfı açtığında elleri titremeye başlamıştı. Dili dolaşıyordu. Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmişti.
  Kenarları gül ve kalp figürleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektuptu. Kağıdın sağ üst köşesinde:
"Her halinle her şeyinle güzelsin,
hata bulmak kusur bulmak güç sende" diye yazılan şarkı sözleri vardı. Devamında da ona olan sevgisinden, sevgisinin büyüklüğünden bahsediyordu. Sevgisini yüzüne söyleyecek cesaretinin olmadığından, niyetinin ciddiliğinden ve hayatının geri kalanını birlikte geçirmek istediğinden bahsediyordu...

 Kız mektubu okurken duygularını gizlese de şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Mektubun tamamını okuyamadı. Mektubu tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi arkadaşına uzattı "biz onunla sadece arkadaşız bu mektubu sen kendisine ver" dedi.
 Arkadaşı mahcup olmuştu, üzülmüştü ... O da kızdan böyle bir davranış  beklemiyordu belli ki. Seslenmeden oradan ayrıldı.
 Kız her ne kadar mektupla gelen teklifi reddetse de etkilenmişti. Zira o da erkeğe karşı bir şeyler hissediyordu.    Evlerinin önünden gelip geçtikçe, okulda gördükçe heyecanlanıyordu. Bu teklif onun iyice karma karışık bir ruh haline bürünmesine sebep olmuştu. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki? Lakin yapamazdı... O, sevgi denen bu asil, güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı... İçinde aşamadığı bir korku vardı. Annesi ve babası birbirini deli gibi severken sonları hüsran olmuştu. Acı ve göz yaşına maruz kalmıştı. Kendisinin sonunun da aynı olacağı endişesi engelliyordu kızı... Kendini şartlandırmıştı. Daha çok erkendi...
 Reddedildiğini öğrenen genç çok şaşırmıştı. Yıllarca yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgisi karşılık bulmamıştı. Üzülmüştü, taş kalpli, kalpsiz diye isyan etti. Kardeşinin elinden aldığı duygu yüklü mektubu, evin orta yerinde yanan sobanın içine attı ve evden çıktı...
  Kız pencerenin önüne oturmuş onun geçmesini bekliyordu... Pişman olmuştu... İş işten geçmişti artık. Kendince bahaneler üretiyordu. Neden diyordu? Neden kendisi gelmedi? Sevgisini ifade etmek için neden bir aracıya gerek duydu?..
 Erkek de mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Kızı üzdüğü için kendini affedemiyordu. Kızla bir kez de kendisi görüşmeyi düşündü,bunu yapamadı. İkinci kez reddedilmeyi yüreği kaldıramazdı. O kendini inandırmıştı, bu sevdadan hayır yoktu. Vazgeçmeliydi. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptı. Pılını pırtısını toplamış ve bir daha dönmemek üzere memleketini terk etmişti...
 

 Hikayemizde okuduğumuz gibi kız da erkeği sevmesine rağmen gerek aile ve gerekse toplum baskısı yüzünden sevdiğinin sevgisine karşılık verememiş, belki de kurulacak olan mutlu bir yuva engellenmiştir.   

   Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle, dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizliğin yattığını söylüyor uzmanlar. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Yazımı  Sait Faik Abasıyanık'ın " Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözüyle bitirmek istiyorum. Bu vesileyle Dünya sevgililer ve dünya öykü gününüz kutlu olsun..

24 Nisan 2017 Pazartesi

Reddetmek Kolay Zor Olan Neden Reddettiğini Bilmektir!!!

Hilal'le dertleşmek ve ondan fikir almak iyi gelebilir diye düşünmüştüm. Ankara'dan geldiğimden beri onu görmemiş ve evde misafir olduğu için de, fırsat bulup ziyaretine gidememiştim...
Annemlerin teyzemlerle birlikte gezmeye gidecekleri bir gün, ben de Hilal'in yanına gitmek için annemden izin istedim. Başta kabul etmek istemedi. Çünkü onun bana akıl verdiğine ve beni, kendilerine karşı doldurduğuna inanıyordu. Doğruluk payı vardı elbet. Ancak, Hilal beni onlara karşı doldurmaktan ziyade, benim göremediğim, algılamada zorluk çektiğim gerçekleri görmeme yardımcı oluyordu. Çok ısrar etmem ve teyzemlerin de "izin ver" demesi üzerine, "evdeki bütün işleri bitirmem ve akşam olmadan eve gelemem şartıyla izin vermişti. Hilal'i görmek için annemin şartlarını kabul etmiştim.
  Söz verdiğim gibi, ev işlerini  bitirip gittim. Hilal, evlerinin önünde küçük bir taburenin üzerinde oturmuş, yol kenarındaki kanaldan akan suya bakıyordu. Bakışları öyle derindi ki; adeta gürül gürül akan suyla birlikte akıp gidiyordu çok uzaklara... Hilal'in bu halini görünce; Mevlana'nın “Nehir gibidir insan, sadece yüzeysel bilinir; derinliklerinde ne saklar, ne fırtınalar kopar söylemez. Sadece sessizce akar ve gider…” sözü gelmişti aklıma. İlla ki, insanın kimseye söyleyemediği, kendinden bile sakladığı, kiminin kendisiyle birlikte mezara götürdüğü gizli sırları vardır. Hilal de bu insanlardan biriydi. O da derin bakışlarında bir sır saklıyor gibiydi... 
Öyle dalgındı ki; yanına kadar gelip elimle omuzuna dokunana  kadar fark etmemişti beni. Başını kaldırıp yüzüme baktı boş boş. Hilal'i daha önce böyle hiç görmemiştim. O, çok üzgün ve perişan bir haldeydi. Rengi solmuş, ağlamaktan göz kapakları şişmişti. Sanki dünya yıkılmış da, O altında kalmış gibiydi...  Birlikte içeri girdik. Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordum. Telaşlanmıştım:
-Ne oldu sana? Neyin var?.. dedim.
Oturduğumuz kanepenin üzerinden eğilerek pencereden dışarı baktı. Kimsenin olmadığından emin olduktan sonra, gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek:
-Sorma! dedi. Neler oldu bir bilsen...
İyice meraklanmıştım:
-Anlatsana, ne oldu? Seni bu kadar üzen sebep ne? dedim.
Elindeki kırış kırış olmuş peçeteyle önce gözlerini, sonra burnunu sildi.
-Nasıl anlatayım bilmiyorum ki, dedi.
-Olduğu gibi anlatabilirsin, dedim.
 Gözlerimin içine bakarak, İki elimi ellerinin arasına aldı:
-Önce bana söz vermelisin? dedi.
-Tamam söz, dedim.
Ona o kadar  çok güveniyordum ki; "ne için" demek aklıma bile gelmemişti... 
Hilal konuşmaya devam etti:
 -Sana anlatacağım şey ikimizin arasında kalacak. Kimseye demeyeceksin. Annene bile.., dedi.
-Tamam söz! Kimseye söylemeyeceğim. Aramızda kalacak,  dedim.
-Hani sen Eskişehir'e geldiğinde sana erkek arkadaşımdan söz etmiştim ya, dedi.
-Evet hatırlıyorum. Adı Cem'di, fotoğrafını da göstermiştin...,  dedim.
-Evet, dedi. Konu onunla ilgili...,
-Yoksa, yoksa..., dedim.
-Yok daha değil, ama her an olabilir, dedi.
-Peki ama neden? Birbirinizi çok seviyordunuz hani, dedim.
-Yine seviyoruz ay. Ama sanırım o sevginin bedeli çok ağır  olacak, dedi.
Hilal bilmece gibi konuşuyordu. Lafı uzattıkça uzatıyor bir türlü konuya giremiyordu. Hem meraklanmış hem de sıkılmıştım. Biraz sert bir ifadeyle:
-Hilal anlatacak mısın artık. Lafı dolandırıp durma. Ne oldu? Olanı söyle bana, dedim.
-Cem var ya, işte onunla bizim bir geleceğimiz asla olamaz, dedi. Tekrar ağlamaya başladı. Hilalin hali beni çok üzmüştü. Elimi omzuna koydum. Bir elimle de göz yaşlarını silmeye çalışıyordum.
-Lütfen ağlama Hilal! ne olur ağlama, dedim. Kendimi zor tutuyordum. Benim de gözlerimden yaşlar inmeye başlamıştı.
-Üzülme ne olur. Vardır bir çaresi. Karşılıklı konuşur bir çözüm bulursunuz. Ölüm yok ya ucunda! dedim.
-Bizim derdimizin çaresi yok Elif,  tek çaremiz ayrılmak,dedi.
-Peki ama neden? dedim.
-Çünkü Cem, bizden değil! O Aleviymiş! Ben de yeni öğrendim, dedi.
-O ne demek Hilal? Alevi ne demek? Neden sizin bir araya gelmenize engel oluyor, hani Hazan gibi mi? Ona da tahtacı demiştin de, Engin'den öğrenmiştim ne olduğunu, dedim.
-Ya, ben de bilmiyorum detayını. Ama O Alevi olduğu için bizimkiler beni asla ona vermezler, dedi.
-Peki sizinkiler Aleviliğin ne olduğunu biliyorlar mı?
-Ya zannetmiyorum bildiklerini, dedi.
-Peki canım benim, o zaman insan bilmediği bir şeyi neden reddetsin ki, bak sen de tam olarak ne olduğunu bilmiyorsun. Öncelikle Aleviliğin ne olduğunu, insanların  karşı çıkmasının sebebini iyice öğren ki, ailene karşı Cem'i savuna bilesin, dedim.
Hilal'in durumuna üzülmüştüm. Diğer yandan da yadırgamıştım. İnsan bir şeye karşı çıkıyorsa, mutlaka mantıklı bir sebebi olmalıydı. Kulaktan dolma, doğruluğundan emin olmadığı bilgilerle birini yok saymak, onu dışlamak, ötekileştirmek ne kadar yanlıştı. Birbirini seven, kendilerine gelecek planları yapan iki insan da Hilal'in  ailesinin cahilliğine kurban mı edilecekti?..
Hilal:
-Çok haklısın Elif, öyle yapmalıyım, iyi ki geldin diyerek boynuma sarıldı. Hilal rahatlamıştı. Vakit de bir hayli ilerlemiş akşam olmak üzereydi. Annemler gelmeden gitmem gerekiyordu. İzin istedim ve oradan ayrıldım. Yolda yürürken Hilal'i  düşündüm. Sonra kendimle kıyasladım. Ne farkımız vardı ki; Hilal'in ailesi Cem'e alevi olduğu için karşı çıkıyordu. Peki annem Engin'e neden karşı çıkıyordu? bilmiyordum... Herkesin yaşadığı hayatın kalitesine göre, mücadele ettiği sıkıntıları da farklı oluyordu. Mücadele edemeyen de benim gibi, kendinden ödünler vererek silikleşmeye mahkum oluyordu...

  İnsan düşünen bir varlıktır. Kimi zaman bu yönünü kötü kullandığı gibi, kimi zaman da iyiyi güzeli, ve faydayı göz önünde bulundurarak kullanır. Bazen de düşünmeden kulaktan dolma bilgilerle doğruluğunu yanlışlığını test etmeden körü körüne cahilce kullanır. Oysa insan davranışlarında bilinçli olmalı. Bir şeyi reddetmek en kolayı. Zor olan ise, onu neden reddettiğini sorgulaması, öğrenmesi ve mantık süzgecinden geçirmesi ve  kavramasıdır...

NOT: Yeni kitap çalışmamdan bir bölüm paylaştım. Eleştirilerinizi öğrenmek isterim.

Muhabbetle,
Hanife Mert






5 Ekim 2016 Çarşamba

Ne Oldum Deme!

 ...Ahmet gittikten sonra bir müddet konuşmadık. İkimiz de radyoda çalan türküyle efkarlanmıştık. Songül Abla başıyla işaret ederek radyonun sesini açmamı istemişti. İlginç bir tesadüftü. Radyoda; Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar türküsü çalıyordu. Türküyü bitene kadar, konuşmadan dinlemiştik. 
O, duygulanmıştı. Gözlerinden yanaklarına doğru inen yaşı sildi elinin tersiyle...
-Elbette ağlarsa analar ağlar. Çünkü onlar özünden ağlar, dedi.
Songül Abla doğru mu söylüyordu? Gerçekten anneler özden mi ağlardı? Bana inandırıcı gelmemişti. Öyle olsaydı benim  annem de benim için üzülür, merak eder ve beni görmek için  gelirdi diye düşünmüştüm. 
 Elimi tuttu:
-Üzülme, dedi.
Çaresizlik insanı konuşamaz hale getiriyordu. Boynumu büktüm, başımı önüme eğdim ve sustum.
Songül Abla konuşmak, içinde sakladığı sıkıntılarını, acılarını, onu huzursuz eden dertlerini benimle paylaşmak, biraz olsun rahatlamak istiyordu. Bana laf gelmesinden de çekiniyordu  belli ki. Bir gözü yoldan gelip geçenlere, bir gözü de uzaklara bakıyordu:
-Sizinkiler ne zaman gelir? dedi.
-Bilmiyorum birazdan gelirler herhalde, dedim.
Songül Ablaya demelediğim çaydan ikram etmiştim...
Onun sıkıntılarını benimle paylaşması,bilgece sözleri, mücadeleci ruhu, kararlı, güçlü ve dik duruşu beni etkilemişti. Ama, Engin'in ablası olması sebebiyle de ona karşı içimde gizli bir hayranlık duyuyordum. 
Çayını yudumlarken konuşmaya devam etti:
-İşte böyle Elifçiğim, sadece çocuğumun hastalığı değildi beni yıpratan. Dert bir değil ki, kocanla ayrı mücadele et. Konu komşunla ayrı mücadele et. Annenle babanla, kardeşlerinle ayrı ayrı mücadele et... Zorundasın çünkü.  Böyle bir durumda kimseyi yanında göremiyorsun. Herkes karşında yerini alıyor, dedi. 
Ne demek istediğini anlayamamıştım:
-Nasıl yani, dedim.
- Ahmet hasta olduğu için hareketleri de normal bir çocuk gibi değildi. Konuşması, hareketleri, yemek yemesi hatta su içmesi bile bilinçsizdi. Yediği içtiği şeyleri döküp saçarak yiyordu. Bu durumdan konu komşu rahatsız oluyordu. Bu rahatsızlıklarını kimi zaman gizleseler de, kimi zaman dışa vurmaktan çekinmezlerdi. Onların bu tavırları bir ana olarak zoruma gidiyordu. Hangi ana yavrusunun böyle olmasını ister ki? Ahmet'imin böyle olmasını biz mi istedik? Allah'tan geldi, dedi.
  Onun durumuna çok üzülmüştüm.
-Sen haklısın Songül Abla, dedim.
-Haklı olmam insanların bize karşı tavırlarını değiştirmiyordu. Evlerine gelmemizi istemediklerini hareketleriyle belli ettikleri yetmiyormuş gibi, bizim eve de gelmek istemezdi. Kimi de çocukla dalga geçer, ona mahallenin delisi muamelesi yapardı. Hangi birini anlatayım ki sana; geçen gün Ahmet evden kaçıp gitmişti. Kızlarla birlikte aramadığımız yer kalmamıştı. Başına kötü bir şey gelmesinden korkmuştuk. Geç bir saatte eve geldi. Sırıl sıklam olmuş. 
-Ne olmuş? 
-Ne olacak, kendini bilmezin biri  su dolu kanala atmış. Ağlama sesini duyan merhametli biri, kanala girmiş, çocuğu çıkarıp eve getirmiş. Yani Elifciğim kötülerin olduğu kadar bu dünyada iyiler de var. Maddi ve manevi olarak bize yardımcı olmaya çalışan komşularımız, eş dost, akraba da yok değil hani. 
Yavruma söylenen acı bir söz, kötü bir bakış, ona karşı yapılan alaylı bir davranış yüreğime saplanan bir ok gibi canımı yakıyor dayanamıyorum, dedi.  
  Ben ne diyeceğimi, ona nasıl destek olacağımı, hangi sözcüklerin onu bir nebze olsun rahatlatacağını bilmiyordum. Bildiğim tek şey çok üzgündüm.
-Üzülme Songül Abla bu bir imtihan, deyiverdim.
-Haklısın kızım imtihan, imtihan da bizim sorumuz çok zor yerden çıktı be yavrum, dedi.

Muhabbetle,
Hanife Mert

5 Kasım 2014 Çarşamba

Son Pişmanlık Fayda Vermez!!!

Ne garip şu hayat! İnsanı her fırsatta farklı bir sürprizle karşılıyordu. İnsanın önceden ne yaşayacağını belirleme ve ne yaşayacağına karar verme özgürlüğü yoktu. O, kendine sunulan dayatmaları yaşamak zorunda idi.
  
  İnsan yaşadıklarında da yaşayacaklarında da ne kadar özgür? Ya da özgür mü? Zira son dönemlerde yaşadıklarına bakılırsa gelişen olaylar, tamamen kendi istemi dışında gerçekleşmişti. Sanki önceden her şey belirlenmiş, ona da vakti gelince sadece yaşamak düşüyordu. Yoksa kader dedikleri şey bu mu? İnsanın özgürlüğü sadece yaşamak mı?

  Akşam olmuş hava iyiden iyiye kararmıştı. Herkes evine çekilmiş, sokakta in cin top oynuyordu. Durmuş Efendi ve Zehra Teyze akşam yemeğinin ardından komşuları Mahmut Ağa rahatsızlandığı için, geçmiş olsun ziyaretine gitmişti.
   Kezban durgundu. Çünkü abisi Davut, Hasan ile birlikte geldiklerini kimseye belli etmeden hazırlanmasını ve akşam gelip kendisini nişanlısı Hasan'a kaçıracağını söylemişti. Kezban itiraz etmişti. Ancak Davut bu itiraza kulak asmadı.
   Yüreğine hüzün çökmüş gurbet, hasret ve özlem şimdiden içini acıtmaya başlamıştı. Endişeli idi... İçini tarif edemediği bir sıkıntı kaplamıştı. Yakalanıp ele güne rezil olmak da var. Lakin ağama da karşı çıkamam diyordu. Sandıktan özene bezene işlediği kenarı dantel işlemeli beyaz bohçayı çıkardı. İçine bir kaç parça elbise ile 3-5 tane oyalı yazma koydu. Başka ne konur bilmiyordu ki, küçücük bohçaya... İçine koymak istedikleri sığar mıydı? Karanlık gecelerde gaz lambasının ışığında bin bir hayallerle işlediği, göz nuru döktüğü çeyizlerinin hangi birini koyabilirdi? Kim bilir ne zaman alabilecekti onları... Belki de hiç bir zaman, dedi. Hazırladığı küçük bohçasını aldı kapının eşiğine oturdu Davut'u beklemeye başladı.
Kız kardeşleri Selma ve Aynur yanına geldi:
-Gitme abla! Annem babam çok üzülür gitme, diye yalvardılar.
Kezban kararlı idi.
-Artık geri dönemem, dedi.
Kısa bir süre sonra Davut geldi, sert bir sesle:
-Daha hazırlanmadın mı kız?
-Tamam abi hazırım, dedi…
Ancak birden evden çıkamadı işte...
  Evin önünde oyalanıp durdu. Zaman yaklaştıkça heyecanı iyice artmış, eli ayağı titremeye başlamıştı. Ayakları birbirine dolaşıyordu. Gitmekle gitmemek arasında kaldı. Bu durumu fark eden Davut kızarak, Kezban'ın arkasından itekledi.
Kezban göz yaşlarına hakim olamıyordu. Kız kardeşleri ile vedalaştı. Onlara nasihat etti:
-Mutlaka okuyun okulunuzu bitirin, altın bileziğinizi (mesleğinizi) kolunuza takın. Benim gibi cahil kalıp bu duruma düşmeyin dedi.
  Bohçasını aldı, ayağına geçirdiği lastik terliğiyle, bir müddet kapının eşiğinde bekledi. Başını çevirdi geride bıraktıklarına baktı. Hayalleri, anıları, umutları, özlemleri, beklentileri kalmıştı ardında. Al yazma örtülmüş yüzüne arkadaşlarının; “Kınayı getir aney, Parmağın batır aney bu gece misafirem koynunda yatır aney”türküsüyle ellerine kınası yakılıyordu. Kınalı elleri ile telli duvaklı beyaz gelinliğin içinde, zarif ve güzel bir gelin olmuştu. Beline kırmızı kuşağını abisi Davut bağlıyordu. Davullu zurnalı çıkıyordu baba evinden...
Davut'un:
-Hadi ne bekliyorsun kız çabuk ol!
Diye kızması ile irkildi.
  Bir daha belki de hiç gerçekleştiremeyeceği, ömrünün sonuna kadar içinde bir uhde olarak kalacak olan tüm genç kızlık hayallerini, özlemlerini arkada bıraktı ve çıktı...
  İnsan bir kere o eşikten çıkmaya görsün. Ne kadar pişman olursa olsun çıktığı kapıya geri dönemiyordu. Zira son pişmanlık fayda vermiyordu. Kezban da Pişmanlığın acı veren soğuk yüzünü hissetmesine rağmen geri dönemedi. Elinde bohçası ile Davut'un arkasında hiç bilmediği bir geleceğe doğru küçük ancak seri adımlarla yürüyordu...
 
İnsan hayatı kararlardan ibarettir. Hayatımız verdiğimiz kararlar doğrultusunda şekillenir. Doğru yerde ve doğru zamanda verdiğimiz doğru kararlar bizi mutlu ederken, düşünmeden ölçmeden tartmadan bencilce ve güdükçe verilmiş yanlış kararlar ise insanı, sonu gelmeyen pişmanlıklara ve keşkelerle örülü bir hayal dünyasında mutsuzluğa mahkum eder. Hayat asla hata kabul etmiyor,. İnsan kararlarında ne kadar özgür? Ya da gerçekten karar verme durumunda özgür müyüz?
        Yorumu size bırakıyorum...


Muhabbetle,
Hanife MERT

15 Şubat 2013 Cuma

SEVGİ YÜREK İŞİ...("Analık oğlak yarda oynar, Anasız oğlak yerde oynar")

....
Güneş yerini bulutlara bırakmıştı. Etrafı siyah ve kurşini rengin karışımına benzeyen bulutlu bir hava kaplamıştı. Yağmur yağmakla yağmamak arasında insanı tedirgin eden, kasvet veren bir hava halini aldı.İçi sıkılıyordu.Yüreğini sebebini bilemediği anlam veremediği bir kasvet bir hüzün kaplamıştı. Çamaşırı yıkadı tek katlı evlerinin damında ki çamaşır teline serdi. Biraz havalansın yağmur yağdığı zaman toplarım diye içinden geçirdi. Merdivenlerden indi, tahta kapının demir kolunu bastırarak açtı, içeri girdi.Oturma odasına geçti. Üzerinde şalvarı başında yemenisi ile pencere kenarında ki somyanın üzerine oturdu.Yorulmuştu, iş yaparken pek farkında değildi. Ama oturunca anladı ne çok yorulduğunu. Çayı çok severdi. Bazen bir demlik çayı tek başına içtiği olurdu. Kalktı mutfağa geçti.Küçük demlikte bir iki bardaklık çay demledi. Bir bardak çay içeyim sonra üzerimi değiştiririm diye düşündü. Bardağa  tavşan kanı gibi demli çayını doldurup oturma odasına geçti. Tek kasetçalarlı teybe Ferdi Tayfur’un son kasetini de yerleştirdi, düğmesine bastı. Bir taraftan Ferdi Tayfur’un “durdurun dünyayı başım dönüyor,felek halimize gülecek gibi”… şarkısını dinliyor bir taraftan da çayını yudumluyordu. Bir ses duydu. Teybin sesini kıstı. Kulak kesildi. Kapı çalıyordu. Kim acaba? aman bu yorgunluk üzerine kimseyi de çekemem diye hayıflanarak kapıya doğru gitti. Gelen komşusu Hicran hanım idi. Elinde yeşilin farklı tonlarında kısa kısa koparılmış iplikler vardı. 
- Buyur Hicran abla İçeri gel dedi. Hicran Hanım, 
- Yok Elif girmeyeyim işim var.  Elindeki ipleri göstererek, --sizde bu iplerden var mı? Etamin üzerine armutlu buz dolabı örtüsü işliyordum yetmedi. Sizin de işlediğinizi biliyorum belki vardır diye sana sormaya geldim dedi.

 Elif telaşla içeri koştu dolaptan Hicran Hanımın istediği iplerden ne kadar varsa getirdi. Al bunları Hicran Abla diye uzattı. Hicran şaşırmıştı. Teşekkür etti. Ağzında bir şeyler geveliyordu, yüzü de sanki solgundu. Belli ki bir şey söyleyecek lakin nasıl söyleyeceğini bilmez bir halde öylece durdu. Bir müddet kapıda hiç konuşmadan beklediler. 
Elif; 
- içeri gel Hicran abla çay içiyordum, buyur birlikte içelim dedi. Hicran Hanım Elif’in bu teklifinden cesaret alarak; 
- Şey dedi, elinde ki zarfı göstererek, 
- Elif iplik bahane! bunu sana Erdem gönderdi. İçinde ne yazılı  bilmiyorum dedi. Zarfı Elif’e uzattı. 
Erdem Hicran Hanımın küçük kardeşi. Elif ile lisede birlikte okudular. O Üniversite 3. Sınıfta okuyordu. Sömestri tatili sebebi ile memleketine gelmişti. Elif’e karşı saf ve temiz duygular besliyordu.Fakat bu düşüncesini cesaret edip söyleyememişti. Elif de Erdemi beğenirdi. Terbiyeli saygılı biri, ağır başlı bir duruşu var derdi.
 Erdem okuduğu derginin birinde; 14 şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti.Ülkemizde henüz böyle bir kutlama yapılmıyordu. Kimsenin böyle bir günün varlığından haberi bile yoktu. Tarih 14 Şubat 1984 Erdem neden olmasın diye düşündü. Teklif etmenin tam zamanı dedi kendi kendine. Mektubu özenle yazdı, zarfa yerleştirdi.Ablasından yazdığı mektubu Elif'e götürmesini istedi. Hicran önce reddetti. Ben yapamam, kızın analığı anlar, Elif'e kızar yazık üzmeyelim kızı, başka bir yol bul dedi. Erdem ısrar etti. Hicran çaresiz kardeşini kıramadı mektubu götürmeyi kabul etti...
Elif zarfı görünce önce  üvey kız kardeşi  Deniz’in ödevi diye düşündü.Tereddütsüz zarfı aldı. Çünkü Erdem,Deniz’i Fransızca dersine çalıştırır, zaman zaman da onun ödevlerine yardımcı olurdu. 
Bir an  Hicran Hanımın, “ben içinde ne olduğunu bilmiyorum” cümlesi geldi aklına. İşte o zaman  “jeton düştü” Elif'te. O anda anladı zarfta farklı bir şeyin olabileceğini... Elif, 
-Gel Hicran abla içeri gel birlikte öğrenelim ne olduğunu dedi. 
Zarfı kenarlarını yırtarak açtı. İçinde bir mektup vardı. Mektubu görünce heyecanlanmıştı. Kalbi adeta yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Sanki bütün vücuduna kan hücum etmiş gibiydi.Elleri, ayakları titremeye başladı.Dili dolaştı.Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmeye başladı.Bir taraftan ateş basmış diğer taraftan da eli ayağı buz kesmişti. Midesi  de  bulanıyordu. 
Kenarları gül resimleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektup!. Şöyle başlıyordu: 
Merhaba Elif, 
Her halinle her şeyinle güzelsin, 
Hata bulmak kusur bulmak güç sende!. 

Tıpkı bu şarkı sözleri gibi kusursuz birisin...
Sana bu mektubu yazmadan önce çok düşündüm. Seninle ilgili temiz saf ve samimi düşüncelerimi, sana nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Niyetim seni üzmek incitmek değil, bunu bilmeni isterim. 
Okulda ve mahallede beni iyi tanırsın. Ben de seni tanıyor ve beğeniyorum. Sana bazı sorular sormak istiyorum vereceğin cevap olumsuz ise, seni bir daha rahatsız etmeyeceğim. Şayet cevabın olumlu olur ise de yine günü gelene kadar asla ses etmeyeceğim. Uygun zamanda annem ve babamı size gönderip, oğlumuza kızınızı istiyoruz dedikleri zaman senin cevabın ne olur? onu öğrenmek istiyorum... 
Sen gönül eğleyecek değil, evlenecek birisin... 
Elif mektubu okurken şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Zaman zaman, Allah Allah, hayret diyordu. Mektubun tamamını bitirmeden, tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi. Hicran abla dedi; 
- Ben Erdem’dem böyle bir şeyi hiç beklemezdim. Biz onunla arkadaşız. Al sen bu mektubu kendisine geri ver. Şu anda böyle şeyleri düşünecek  durumda değilim dedi. Hicran  mahcup biraz da üzgündü.Bu cevabı beklemiyordu. Kusura bakma Elif, seni rahatsız ettim dedi ve oradan ayrıldı. Elif karma karışık bir ruh haline bürünüverdi. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki?… Lakin yapamazdı. O Sevgi denen bu asil,güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı. Zaman ayıramazdı. Kendini şartlandırmıştı.Daha çok erkendi. Onun tek hedefi vardı okulunu bitirip biran önce içinde bulunduğu onu ezen, inciten, rencide eden insanların arasından kurtulmak, kendi ayakları üzerinde durup,  hayatını kurabilecek düzeye gelmekti...Bu tür olaylara ayıracak zamanı yoktu. Her ne kadar kendini şartlandırıp böyle düşünse de, iç dünyasında çok etkilenmişti.Kendisine yapılan teklif ilk değildi. Neden Erdem'in teklifi etkilemişti ki?
- Pencerenin önüne oturdu, düşüncelere daldı. O arada  olta takımı ile evin önünden Erdem geçiyordu.Kendisini görmemesi için, tülün arkasına gizlendi.
Biraz sonra yağmur atıştırmaya  başladı.Acelece yerinden fırladı, elinde leğenle dama çıktı.Hızlı hızlı çamaşırları topladı eve getirdi.  Erdem’in mektupta yazdığı sözler aklını meşgul ediyordu. Çok etkilenmişti. 
Erdem mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Elif'i üzdüğü için kendini affedemiyordu. Zaten kızın derdi kendine yetiyor birde ben üzüntü çıkardım başına diye kendini suçluyordu. Bu böyle olmayacak bir yolunu bulup özür dilemeliyim dedi. Direk Elif'lerin evine gidemezdi. Mahallede laf söz ederler diye düşündü. Öncelikle Elif'in büyük babası Hasan Amcalara gidip izin alayım dedi. Hasan Amca evinin önünde ki dut ağacının altında her zamanki gibi tahta sandalye oturuyordu.Yanına yaklaştı selam verdi. Bir kaç tane  kitap ismi sordu. Hasan Amca;

Yok evladım o dediğin kitaplar bizde ne arasın. Elif'e sor onlarda vardır belki dedi. Erdem bu cevabı bekliyordu teşekkür etti. Hemen yan tarafta bulunan Elifin  evine geldi.heyecandan ayakları titriyordu. Kapıyı çaldı.
Elif pencereden Erdem'in, büyük babayla  konuştuğunu görmüştü. Gelenin Erdem olduğunu biliyordu.Kapıyı açtı.Sert bir ifade ile ne istiyorsun der gibi baktı yüzüne.. Erdem;
Hasan Amcaya sorduğu kitap isimlerini Elif'e de sordu. O kitaplar olmasına rağmen hepsine yok dedi. Erdem;
-Elif kitap bahane ben senden özür dilemek istedim dedi. Elif cümlesini bitirmeden daha;
-Ben senden böyle bir şey beklemezdim diyerek kapıyı Erdem'in yüzüne kapattı.
 Özür dilemesine rağmen Elif Erdemi sert bir şekilde reddetmişti. 
Bu sevgililer günü vesilesiyle, yazmakta olduğum “ANASIZ OĞLAK” isimli öykümden bir bölüm paylaştım. 

İnsan sevgisiz yaşayamaz.Çünkü onun Özü  de sözü de sevgidir.Sevgide zaman sınırı olmamalı. Şu gün bu gün diye bir kısıtlama getirilmemeli. Alabildiğince sınırı genişletilmeli.  Dünya üzerinde yaşanan bir çok kötülük sevgi ile bertaraf edilir.Ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında yaşanan coşku selidir.Bilek işi değil, yürek işidir.Ticari bir alış veriş değil, pazarlık yapılamaz. 
Şartsız sevgilere aşk denir.Öyle yüce bir duygu ki; Mevlana’yı cezbeden asıl güneşin Şems kılığına bürünmüş sevgi olduğunu, Yunus Emre’yi hak ateşiyle coşturup diyar diyar gezdirenin sevgi olduğunu, Şirinine kavuşmak için Ferhat’a dağları deldiren gücün sevgi olduğunu, Leyla’sını ararken çöllere düşen Mecnuna Mevlasını bulduran şeyin sevginin gücü olduğunu unutmayalım. 

Sevginizi sevdiklerinize söylemekten, paylaşmaktan ve yaşamaktan asla vazgeçmeyin. 


Muhabbetle,
Hanife MERT









-


Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...