Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygudur. O öyle bir duygu ki paylaşıldıkça azalmaz. Aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Onun yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır.
Zira hayatın anlamı,ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir. Öyle güçlü bir duygu ki; Şirinine kavuşmak için Ferhat'a dağları deldirmiş, Leyla'sını ararken çöllere düşen mecnuna Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre'yi hak ateşiyle coşturup diyar diyar gezdirmiş, Mevlana'yı cezbeden asıl güneşin Şems kılığına bürünmüş halidir sevgi.
Tüm bunları biliyordu. "Peki ben neden yıllarca özene bezene yüreğimde büyüttüğüm sevgimi ona söyleyemiyorum. Neden ben de bir Ferhat olamıyorum" diyor içten içe kendine kızıyordu. Aynı sokakta aynı okulda olmak da kolaylaştırmıyordu işini. Gizliden gizliye platonik bir sevda yüreğini yakıp kavuruyordu. Artık bu sevgiyi tek başına taşımaktan yaşamaktan bıkmıştı. Ağır geliyordu yüreğine. Paylaşmalıydı... Bilmek onun da hakkıydı. Bir kaç kere teşebbüs etmiş, hatta bir defasında mektup yazmış arkadaşı ile göndermeyi düşünmüştü. Bu durumdan başkaları haberdar olur, hakkımızda dedi kodu çıkar. Ona zarar gelebilir düşüncesi ile yazdığı bu mektup da diğerleri gibi çöp kutusundaki yerini almıştı.
Karar vermişti,kendisi söyleyecekti. Neler söyleyeceğinin provasını da yapmıştı. Kararlıydı... Ama olmadı. Karşısına geldiğinde boğazı düğümlenmiş, dili tutulmuştu yine, elleri ayakları titremişti. Yüzü kızarmıştı bir suçlu gibi. Unutmuştu yazılıya çalışır gibi ezberlediği sözlerini... Olmadı, bu defada beceremedi. Olsun dedi, asla onu sevmekten vazgeçmeyeceğim, yapamam istemem de... Nasılsa o gün gelecek diyordu. Ümidini kaybetmemeliydi asla..
Lise bitmişti. Artık ikisi de üniversiteli olmuştu. Farklı şehirlerde aynı bölümü okuyorlardı. Farklılıklar arasında bir ortak yönü bulmuştu. Aynı bölüm okuyordu. Bu kaderin cilvesi mi diye düşündü. Günden güne sevgisi büyümüş ve tutku haline gelmişti...
Bir kerecik yüzünü görebilmek, sesini duyabilmek umuduyla,tek katlı müstakil beyaz badanalı evlerinin önünden geçerken aşındırdığı parke yollar, evinin duvarları, sabahlara kadar gözlerini alamadığı tavan şahitti sevgisinin büyüklüğüne. Artık onlar da harekete geçmesini istiyordu.
Sabahtan beri, bahar havası gibi etrafı ısıtan güneş biranda kaybolmuş, yerini siyah ve kurşuni renge bürünmüş bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağıp yağmamakda kararsızdı. Hava bir açıyor bir kapatıyordu. Rüzgar da çıkmıştı. Uğultular etrafı sarmıştı. Havada hüzünlü hatta kasvetli bir hal vardı. Okuduğu magazin dergisinden; on dört şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti. Ülkemizde yeni kutlanmaya başlanmış olması sebebiyle kimse bilmiyordu. Tarih on dört şubattı "neden olmasın, tam sırası diye düşündü." Kırtasiyeden aldığı kenarları gül, karanfil ve kalp resimleriyle süslenmiş pembe kağıda ona olan sevgisini yıllarca sabırla yüreğinde nasıl besleyip büyüttüğünü, artık tek başına taşıyamadığını yazacaktı. Yazdı da... Sıra mektubu vermeye gelmişti. Kendisi veremezdi. Cesareti yoktu. Gözü koltuğun üzerinde işlengi işleyen kız kardeşine ilişti. Beyninde şimşekler çakmıştı. "İşte kız kardeşimden başkası olamaz!" dedi. Ona bunu kabul ettirmek de zordu. Çekinerek kız kardeşinin yanına geldi. Yüzüne bakıyordu masum masum Sonra yanağına bir öpücük kondurdu. Kardeşi şaşırmadı. Kendisinden bir şey isteyeceğini anlamıştı."Söyle bakalım ne istiyorsun?" dedi. Elindeki zarfı göstererek "bunu ona götürmeni" dedi. Kardeşi önce reddetti. "Ben yapamam, kızın annesi duyarsa kızar. Hem arkadaşımla aram açılır. Vazgeç bu sevdadan ağabey. Bu sevdanın sonunu iyi görmüyorum. Yol yakınken vazgeç" dedi. Lakin ağabeyinin kararlılığı karşısında direnemedi. Çaresiz mektubu aldı elinden. Arkadaşına ağabeyinin mektubunu vermek üzere evden çıktı.
Kız evde yalnızdı. Çayını demlemiş, tek katlı evlerinin yola bakan odasının penceresinin önündeki kanepeye oturmuş, radyoda istekleri dinliyordu. Çalan şarkı manidardı. Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, hiç karşılık vermez misin komşu kızı... şarkısı çalıyordu. Şarkıyı dinlerken bir ses duydu. Kulak kesildi kapı çalıyordu. Kapıyı açtığında karşısında arkadaşı duruyordu. Kız, şarkının da etkisiyle heyecanlanmıştı. İçeri davet etti. Birlikte şarkı eşliğinde havadan sudan sohbet ettiler. Sohbet güzel de orada bulunmasının asıl sebebi sohbet değildi. Ağabeyinin gönderdiği mektubu vermesi gerekiyordu. Zaman zaman vermekten vazgeçmeyi düşündü. "Ağabeyime ne derim? bana kızar" düşüncesi vazgeçmesini engelliyordu. Heyecandan ellerinin içi terliyor, ateş basıyor, yüzü kızarıyordu. Artık sona gelmişti. Nereye kadar sohbet edecekti. "Kalkmam lazım arkadaşım, evden beklerler"diyerek izin istedi. Birlikte kapıya geldiklerinde, ceketinin iç cebine koyduğu mektubu çıkardı: " Bunu sana ağabeyim gönderdi. İçinde ne yazıyor bilmiyorum." deyip gitmekti amacı. Kız mektubu aldı. O anda arkadaşının "içinde ne yazdığını bilmiyorum" cümlesini hatırladı. Arkadaşını içeri davet etti. "Gel birlikte öğrenelim," dedi. Kız zarfı açtığında elleri titremeye başlamıştı. Dili dolaşıyordu. Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmişti.
Kenarları gül ve kalp figürleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektuptu. Kağıdın sağ üst köşesinde:
"Her halinle her şeyinle güzelsin,
hata bulmak kusur bulmak güç sende" diye yazılan şarkı sözleri vardı. Devamında da ona olan sevgisinden, sevgisinin büyüklüğünden bahsediyordu. Sevgisini yüzüne söyleyecek cesaretinin olmadığından, niyetinin ciddiliğinden ve hayatının geri kalanını birlikte geçirmek istediğinden bahsediyordu...
Kız mektubu okurken duygularını gizlese de şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Mektubun tamamını okuyamadı. Mektubu tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi arkadaşına uzattı "biz onunla sadece arkadaşız bu mektubu sen kendisine ver" dedi.
Arkadaşı mahcup olmuştu, üzülmüştü ... O da kızdan böyle bir davranış beklemiyordu belli ki. Seslenmeden oradan ayrıldı.
Kız her ne kadar mektupla gelen teklifi reddetse de etkilenmişti. Zira o da erkeğe karşı bir şeyler hissediyordu. Evlerinin önünden gelip geçtikçe, okulda gördükçe heyecanlanıyordu. Bu teklif onun iyice karma karışık bir ruh haline bürünmesine sebep olmuştu. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki? Lakin yapamazdı... O, sevgi denen bu asil, güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı... İçinde aşamadığı bir korku vardı. Annesi ve babası birbirini deli gibi severken sonları hüsran olmuştu. Acı ve göz yaşına maruz kalmıştı. Kendisinin sonunun da aynı olacağı endişesi engelliyordu kızı... Kendini şartlandırmıştı. Daha çok erkendi...
Reddedildiğini öğrenen genç çok şaşırmıştı. Yıllarca yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgisi karşılık bulmamıştı. Üzülmüştü, taş kalpli, kalpsiz diye isyan etti. Kardeşinin elinden aldığı duygu yüklü mektubu, evin orta yerinde yanan sobanın içine attı ve evden çıktı...
Kız pencerenin önüne oturmuş onun geçmesini bekliyordu... Pişman olmuştu... İş işten geçmişti artık. Kendince bahaneler üretiyordu. Neden diyordu? Neden kendisi gelmedi? Sevgisini ifade etmek için neden bir aracıya gerek duydu?..
Erkek de mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Kızı üzdüğü için kendini affedemiyordu. Kızla bir kez de kendisi görüşmeyi düşündü,bunu yapamadı. İkinci kez reddedilmeyi yüreği kaldıramazdı. O kendini inandırmıştı, bu sevdadan hayır yoktu. Vazgeçmeliydi. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptı. Pılını pırtısını toplamış ve bir daha dönmemek üzere memleketini terk etmişti...
Hikayemizde okuduğumuz gibi kız da erkeği sevmesine rağmen gerek aile ve gerekse toplum baskısı yüzünden sevdiğinin sevgisine karşılık verememiş, belki de kurulacak olan mutlu bir yuva engellenmiştir.
Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle, dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizliğin yattığını söylüyor uzmanlar. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Yazımı Sait Faik Abasıyanık'ın " Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözüyle bitirmek istiyorum. Bu vesileyle Dünya sevgililer ve dünya öykü gününüz kutlu olsun..
Bu sitede yayınlanan öykü şiir ve makalelerimi izinsiz kopyalamak ve yayınlamak, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca suçtur!
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Şubat 2020 Cumartesi
5 Ekim 2016 Çarşamba
Ne Oldum Deme!
...Ahmet gittikten sonra bir müddet konuşmadık. İkimiz de radyoda çalan türküyle efkarlanmıştık. Songül Abla başıyla işaret ederek radyonun sesini açmamı istemişti. İlginç bir tesadüftü. Radyoda; Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar türküsü çalıyordu. Türküyü bitene kadar, konuşmadan dinlemiştik.
O, duygulanmıştı. Gözlerinden yanaklarına doğru inen yaşı sildi elinin tersiyle...
-Elbette ağlarsa analar ağlar. Çünkü onlar özünden ağlar, dedi.
Songül Abla doğru mu söylüyordu? Gerçekten anneler özden mi ağlardı? Bana inandırıcı gelmemişti. Öyle olsaydı benim annem de benim için üzülür, merak eder ve beni görmek için gelirdi diye düşünmüştüm.
Elimi tuttu:
-Üzülme, dedi.
Çaresizlik insanı konuşamaz hale getiriyordu. Boynumu büktüm, başımı önüme eğdim ve sustum.
Songül Abla konuşmak, içinde sakladığı sıkıntılarını, acılarını, onu huzursuz eden dertlerini benimle paylaşmak, biraz olsun rahatlamak istiyordu. Bana laf gelmesinden de çekiniyordu belli ki. Bir gözü yoldan gelip geçenlere, bir gözü de uzaklara bakıyordu:
-Sizinkiler ne zaman gelir? dedi.
-Bilmiyorum birazdan gelirler herhalde, dedim.
Songül Ablaya demelediğim çaydan ikram etmiştim...
Onun sıkıntılarını benimle paylaşması,bilgece sözleri, mücadeleci ruhu, kararlı, güçlü ve dik duruşu beni etkilemişti. Ama, Engin'in ablası olması sebebiyle de ona karşı içimde gizli bir hayranlık duyuyordum.
Çayını yudumlarken konuşmaya devam etti:
-İşte böyle Elifçiğim, sadece çocuğumun hastalığı değildi beni yıpratan. Dert bir değil ki, kocanla ayrı mücadele et. Konu komşunla ayrı mücadele et. Annenle babanla, kardeşlerinle ayrı ayrı mücadele et... Zorundasın çünkü. Böyle bir durumda kimseyi yanında göremiyorsun. Herkes karşında yerini alıyor, dedi.
Ne demek istediğini anlayamamıştım:
-Nasıl yani, dedim.
- Ahmet hasta olduğu için hareketleri de normal bir çocuk gibi değildi. Konuşması, hareketleri, yemek yemesi hatta su içmesi bile bilinçsizdi. Yediği içtiği şeyleri döküp saçarak yiyordu. Bu durumdan konu komşu rahatsız oluyordu. Bu rahatsızlıklarını kimi zaman gizleseler de, kimi zaman dışa vurmaktan çekinmezlerdi. Onların bu tavırları bir ana olarak zoruma gidiyordu. Hangi ana yavrusunun böyle olmasını ister ki? Ahmet'imin böyle olmasını biz mi istedik? Allah'tan geldi, dedi.
Onun durumuna çok üzülmüştüm.
-Sen haklısın Songül Abla, dedim.
-Haklı olmam insanların bize karşı tavırlarını değiştirmiyordu. Evlerine gelmemizi istemediklerini hareketleriyle belli ettikleri yetmiyormuş gibi, bizim eve de gelmek istemezdi. Kimi de çocukla dalga geçer, ona mahallenin delisi muamelesi yapardı. Hangi birini anlatayım ki sana; geçen gün Ahmet evden kaçıp gitmişti. Kızlarla birlikte aramadığımız yer kalmamıştı. Başına kötü bir şey gelmesinden korkmuştuk. Geç bir saatte eve geldi. Sırıl sıklam olmuş.
-Ne olmuş?
-Ne olacak, kendini bilmezin biri su dolu kanala atmış. Ağlama sesini duyan merhametli biri, kanala girmiş, çocuğu çıkarıp eve getirmiş. Yani Elifciğim kötülerin olduğu kadar bu dünyada iyiler de var. Maddi ve manevi olarak bize yardımcı olmaya çalışan komşularımız, eş dost, akraba da yok değil hani.
Yavruma söylenen acı bir söz, kötü bir bakış, ona karşı yapılan alaylı bir davranış yüreğime saplanan bir ok gibi canımı yakıyor dayanamıyorum, dedi.
Ben ne diyeceğimi, ona nasıl destek olacağımı, hangi sözcüklerin onu bir nebze olsun rahatlatacağını bilmiyordum. Bildiğim tek şey çok üzgündüm.
-Üzülme Songül Abla bu bir imtihan, deyiverdim.
-Haklısın kızım imtihan, imtihan da bizim sorumuz çok zor yerden çıktı be yavrum, dedi.
Muhabbetle,
Hanife Mert
O, duygulanmıştı. Gözlerinden yanaklarına doğru inen yaşı sildi elinin tersiyle...
-Elbette ağlarsa analar ağlar. Çünkü onlar özünden ağlar, dedi.
Songül Abla doğru mu söylüyordu? Gerçekten anneler özden mi ağlardı? Bana inandırıcı gelmemişti. Öyle olsaydı benim annem de benim için üzülür, merak eder ve beni görmek için gelirdi diye düşünmüştüm.
Elimi tuttu:
-Üzülme, dedi.
Çaresizlik insanı konuşamaz hale getiriyordu. Boynumu büktüm, başımı önüme eğdim ve sustum.
Songül Abla konuşmak, içinde sakladığı sıkıntılarını, acılarını, onu huzursuz eden dertlerini benimle paylaşmak, biraz olsun rahatlamak istiyordu. Bana laf gelmesinden de çekiniyordu belli ki. Bir gözü yoldan gelip geçenlere, bir gözü de uzaklara bakıyordu:
-Sizinkiler ne zaman gelir? dedi.
-Bilmiyorum birazdan gelirler herhalde, dedim.
Songül Ablaya demelediğim çaydan ikram etmiştim...
Onun sıkıntılarını benimle paylaşması,bilgece sözleri, mücadeleci ruhu, kararlı, güçlü ve dik duruşu beni etkilemişti. Ama, Engin'in ablası olması sebebiyle de ona karşı içimde gizli bir hayranlık duyuyordum.
Çayını yudumlarken konuşmaya devam etti:
-İşte böyle Elifçiğim, sadece çocuğumun hastalığı değildi beni yıpratan. Dert bir değil ki, kocanla ayrı mücadele et. Konu komşunla ayrı mücadele et. Annenle babanla, kardeşlerinle ayrı ayrı mücadele et... Zorundasın çünkü. Böyle bir durumda kimseyi yanında göremiyorsun. Herkes karşında yerini alıyor, dedi.
Ne demek istediğini anlayamamıştım:
-Nasıl yani, dedim.
- Ahmet hasta olduğu için hareketleri de normal bir çocuk gibi değildi. Konuşması, hareketleri, yemek yemesi hatta su içmesi bile bilinçsizdi. Yediği içtiği şeyleri döküp saçarak yiyordu. Bu durumdan konu komşu rahatsız oluyordu. Bu rahatsızlıklarını kimi zaman gizleseler de, kimi zaman dışa vurmaktan çekinmezlerdi. Onların bu tavırları bir ana olarak zoruma gidiyordu. Hangi ana yavrusunun böyle olmasını ister ki? Ahmet'imin böyle olmasını biz mi istedik? Allah'tan geldi, dedi.
Onun durumuna çok üzülmüştüm.
-Sen haklısın Songül Abla, dedim.
-Haklı olmam insanların bize karşı tavırlarını değiştirmiyordu. Evlerine gelmemizi istemediklerini hareketleriyle belli ettikleri yetmiyormuş gibi, bizim eve de gelmek istemezdi. Kimi de çocukla dalga geçer, ona mahallenin delisi muamelesi yapardı. Hangi birini anlatayım ki sana; geçen gün Ahmet evden kaçıp gitmişti. Kızlarla birlikte aramadığımız yer kalmamıştı. Başına kötü bir şey gelmesinden korkmuştuk. Geç bir saatte eve geldi. Sırıl sıklam olmuş.
-Ne olmuş?
-Ne olacak, kendini bilmezin biri su dolu kanala atmış. Ağlama sesini duyan merhametli biri, kanala girmiş, çocuğu çıkarıp eve getirmiş. Yani Elifciğim kötülerin olduğu kadar bu dünyada iyiler de var. Maddi ve manevi olarak bize yardımcı olmaya çalışan komşularımız, eş dost, akraba da yok değil hani.
Yavruma söylenen acı bir söz, kötü bir bakış, ona karşı yapılan alaylı bir davranış yüreğime saplanan bir ok gibi canımı yakıyor dayanamıyorum, dedi.
Ben ne diyeceğimi, ona nasıl destek olacağımı, hangi sözcüklerin onu bir nebze olsun rahatlatacağını bilmiyordum. Bildiğim tek şey çok üzgündüm.
-Üzülme Songül Abla bu bir imtihan, deyiverdim.
-Haklısın kızım imtihan, imtihan da bizim sorumuz çok zor yerden çıktı be yavrum, dedi.
Muhabbetle,
Hanife Mert
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Utanmayı Unuttuk mu?
Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...
-
TÜRKÜ SÖZÜ Bin cefâlar etsen almam üstüme Gayet şirin geldi dillerin dostum Varıp yad ellere meyil verirsen Kış ola...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Derdim çoktur hangisine yanayım Yine tazelendi yürek yarası Ben bu derde nerden derman bulayım Meğer şah elinden ola çar...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Ela Gözlüm Ben Bu Elden Gidersem, Zülfü Perişanım Kal Melül Melül. Kerem Et, Aklından Çıkarma Beni, Ağla Göz Yaşı...