Uzun süredir ara verdiğim bloğumda, içinde bulunduğumuz zamlı elektrik, doğal gaz faturalarını, zamları, üç haneli olan enflasyonu, işsizliği, coviti düşünmeyi bir kenara bırakıp bir nebze de olsa kendimizi stresten soyutlayacak bir yazı yazmayı düşünmüştüm. Bu mümkün mü? Masum insanların katledildiği,
yerinden yurdundan edildiği bir günde böyle bir yazıyı hazırlamaya vicdanım el
vermedi. Ben de dilim döndüğünce sözüm yettiğince savaşın insanlığa ve tüm
canlılara olan olumsuz etkilerinden bahsetmeye çalıştım.
Derler ki;
"Yaşadığın yeri; cennet yapamadığın müddetçe, kaçtığın her yer
cehennemdir." sözünden yola çıkarak yaşadığı yeri güzelleştirmek için yaratılan insan, var
oluşundan beri kendini hep bir mücadelenin içinde bulmuştur. Bu mücadele;
yaşanılan yere, zamana ve gelişen şartlara göre değişiklik gösterse de çoğu
zaman güç savaşına dönüşmüştür. Yaratılışı aynı olmasına rağmen kendinden daha
zayıf, daha güçsüz, daha farklı olanı ezerek, ötekileştirerek, onun varlığını
yok etme pahasına, kendi varlığını ortaya koyma savaşını vermektedir.
Hepimizin bildiği gibi
dünyada rahat ve huzur yok. Dünyayı yaşanmaz kılan insanların huzurunu bozan ve
onu yaşamdan koparan yine insan değil mi? Buna sebep onun cahilce tutum ve
davranışlardır.
Her ne kadar yıllar,
yüzyıllar geçse ve bilim ilerlese de; atların, eşeklerin, develerin yerini
arabalar, trenler, uçaklar alsa da; bilgisayar, internet, bilgi çağında olsak
da; insanların eğitim seviyeleri yükseltilip zihniyetleri değişmediği için
sorunların çözümünde bir arpa boyu yol alınamamıştır. Geçmişte yaşananlardan
ders alınmamış ve tarih her daim tekerrür ettirilmiştir.
Şu an olduğu gibi ortalık
yangın yerine döndürülmüştür. Her yerden kan, irin, kin, nefret, zulümler,
ölümler fışkırmaktadır. Nehirlerden su yerine kan akmaktadır. Sabi sübyan ne
olduğunu anlamadan, dünyayı tanımadan, hayatı anlamadan katledilmekte...
İşkenceler, tacizler, tecavüzler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, saygısızlıklar,
sevgisizlik, güvensizlik sonucunda; karamsarlık, umutsuzluk ve korku sarmış
bedenleri... Açlık, sefalet, ihanet, vicdansızlık karartmış yürekleri.
Sebep tıpkı Rusya’nın
Ukrayna’ya yaptığı saldırı gibi amacı gücü kaybetmeme, tekelinde bulundurma
tek adamlık çabasında olanların dünya ve insanlık üzerindeki etkileri...
Savaşın kazananı yoktur.
Kendisi de bir asker ve cephelerde savaş yöneten bir komutan olan Baş
Komutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Millet hayatı tehlikeye maruz
kalmıyorsa, savaş bir cinayettir.” Sözüyle savaşa karşı çıkmıştır. O, ” Savaş
zorunlu ve hayati olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur: Milleti savaşa götürünce
vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye
savaşa girebiliriz. Millet hayatı tehlikeye girmedikçe, çıkarılan savaş savaş
değil, cinayettir, öyleyse esas barıştır. “ diyerek savaşın kötü yüzünü
göstermeye çalışmıştır, günümüzde savaşarak onca masum insanı canlıyı hayattan
koparan canilere.
Ancak akıl tutulması
yaşayan kendi egolarını tatmin etmeye çalışan kibir abidesi gözünü hırs bürümüş
diktatörler bu düşünceden yoksundur. "Okuyun, okuyun çünkü mürekkebin
akmadığı yerden, kan akıyor" diyerek insanlığın kurtuluş reçetesini vermiş
sosyolog Ali Şeriati. Hal böyleyken, ben/ biz ne yapabiliriz? Demeden eli
kalem tutan, fikir üreten her fert dili döndüğünce, bilgisi yettiğince elinden
geleni yapmalı. Sait Faik Abasıyanık'ın "dünyayı güzellik kurtaracak, bir
insanı sevmekle başlayacak her şey" sözünde ifade ettiği gibi güzelleştirelim
etrafımızı... Unutmayalım ki insan düzelirse dünya düzelir. Toplumları bir kurt
gibi kemirip yok etmeyi hedefleyen cehaletin pan zehiri olan eğitimin
kalitesinin yükseltilmesi, bilim ve aydınlanmanın ışığında çağdaş seviyeye
çıkarılması ile istenen hedefe ulaşılması sağlanmalı. Bataklıklar
kurutulmalı...
Dileğim Rusya’nın aklını
başına alması ve yaptığı hatanın farkına varması ve bir an önce Ukrayna’ya
yaptığı saldırıyı durdurmasıdır...
Bastığımız bu topraklar ki birçok destana, zorlu mücadelelere şahitlik etmiştir. Bu topraklar ki her metre karesi aziz şehitlerimizin kanıyla sulanmış, yüz binlerce vatansevere mezar olmuştur. Bu topraklar ki yedi düvele meydan okumuş halkımızın mertliği, yiğitliği, hak ve adaleti, sabrı, insani duyguları ile harmanlanmış kutsal topraklardır. Bu topraklar ki insan olmanın, zor şartlarda top yekün mücadelenin, insanlık derslerinin örneklerinin verildiği topraklardır.
Aşağıdaki örnek sadece bir tanesidir;
Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
-"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün".
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..."
Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları komutanı.
Çanakkale zaferi; çelikleşmiş bir millet iradesinin, vatan, millet, bayrak aşkının, geleceğe olan güvenin, hürriyet sevdasının, Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde eriyle, komutanıyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, kızıyla top yekün olarak yazdığı şanlı bir yeniden dirilişin destanıdır. Türk milletinin bir diriliş mücadelesidir! Bu destan artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni ve güçlü bir filizin doğmasıyla sonuçlanmıştır.
Yüz binlerin kanıyla vatan yapılan bu topraklarda,Türk ve dünya tarihinde benzersiz bir deniz ve kara savaşlarının yapıldığı yerdir Çanakkale. Hepsinden önemlisi, bir milletin kutsal saydığı değerler ve vatan toprağını savunmada gösterdiği eşsiz bir kahramanlık mücadelesidir.
Her karesi buram buram kahramanlık, mertlik, insanlık, vefa kokan Çanakkale Zaferinin milletimiz için ne anlam ifade ettiği,vatan, bayrak, devlet sevgisinin ve bağımsızlığın önemi iyi idrak edilmeli. Çanakkale ruhu yeniden canlandırılmalı gençlerimize ve bu ruhtan bihaber insanlarımıza iyi anlatılmalı...
Destanlar yazarak zafer kazanan Cennet vatanımız ve kutsal değerlerimiz uğruna canlarını feda eden, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyoruz. Ruhları şad olsun.
"Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun idare Cumhuriyet idaresidir." M. KEMAL ATATÜRK
"Bir ulusun onuru, namusu ve insanlığı iki şeye bağlıdır: özgürlük, bağımsızlık. Türk ulusu büyüktür. Özgürlüğü ve barışı sever. Canı pahasına da olsa, Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşatacak güçtedir. Ve yaşatacaktır… "M.KEMAL ATATÜRK
Cumhuriyet, Türk milletinin yüzyıllar boyunca, özgürlük ve bağımsızlığı uğruna çektiği acıların ve topyekün verdiği mücadelenin sonucunda kazandığı zaferin ürünüdür. 1923 yılında ona en uygun olan, ona yakışan yaraşan bir yönetim biçimi olan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Cumhuriyet bir yaşam biçimidir. Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmada bir köprüdür. O bir Fazilettir, erdemdir, bağımsızlıktır. Atatürk'ün bize armağanı, gözümüz gibi sahiplenebileceğimiz bir emanettir.
Bütün çekilen çilelerin, yapılan fedakârlıkların bilincinde olmalı ve Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet yaşamasını sağlamak için var gücümüzle mücadele etmeli. Bu sorumluluğu bizden sonraki nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcu olmalıdır...
Bu vesileyle Cumhuriyeti kurarak bize özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı hediye eden, başta Gazi Mustafa kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile, canını, malını, varlığını bu vatana feda eden tüm şehit ve gazilerimizi minnet ve şükranla anıyoruz.
Atamızın 78. ölüm yıl dönümü nedeniyle hazırladığımız anma etkinliğinde yaptığım konuşmayı sizlerle de paylaşmak istedim... Uzun zamandır bu konuşma üzerinde çalışıyor olmam nedeniyle bloguma pek giremedim...
Çok yönlü ve üstün kişiliğe sahip
bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk’ün, aramızdan ayrılışının üzerinden tam 78
yıl geçti. Her fani gibi, o da payına düşeni yaşadı. O, kısacık hayatında, bir
milletin kötü talihini yenmesini sağladı ve dünya tarihinde de benzeri
görülmemiş izler bırakarak bu dünyadan göçtü.
Mensubu olduğu Türk Milleti'ni sonsuz bir
aşkla seven Atatürk, milleti için her türlü zorluğa katlanmış ve kendini ona
adamıştır. Onun "Ben, gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk
milletine canımı vereceğim"(Trabzon, 11.6.1937.) sözü, milletini ne
kadar çok sevdiğini göstermektedir.
Hiç şüphesiz Türk Milleti de Atasını çok sever. Zira daha küçücük bir
çocukken anne babamızın kucağında katıldığımız törenlerde kazındı ismi
beyinlerimize…
Okulda, ders işlerken
sınıflarımızda, karşımızda duran resmiyle yüreğimize düştü sevgisi.
Okulda öğretmenlerimizin, onun başarılarını, ilkelerini, devrimlerini, vatan,
millet, bayrak aşkını; evde büyükannemizin büyükbabamızın anlattıkları
kahramanlık öyküleriyle de ilmek ilmek işlendi yüreğimize Atatürk sevgisi.
Atamızı hepimiz severiz. Severiz sevmesine de
acaba bu sevginin hakkını verebiliyor muyuz?. Peki nasıl olmalı Atatürk'ü
sevmek? On kasımlarda, bayramlarda resmini, rozetini yakamızda
taşımakla mı, duygu yüklü şiirler okumakla mı, yoksa Atam sen
olmazsan biz olmayız, gene gel kurtar bizi demekle mi? Olmaz arkadaşlar! Olmaz
! Atatürk sevgisi böyle olmaz. ya nasıl olmalı?
Gelin bunu kendinden öğrenelim:
1-Atatürk'e göre ASIL SEVGİ
Atatürk’ün en büyük zevki, toplantılarda
rastladığı herhangi birine ani bir soru sormak ve alacağı cevaba göre o şahsın
bilgisini takdir etmekti. Bir cumhuriyet balosunda yaverlerden Nihat Bey’e şu
soruyu sorar:
'Ben ölürsem, ne yaparsın?'
Nihat Bey:
'Ben de ölürüm Paşam, cevabını verir.
'Atatürk aldığı cevaptan memnun kalmamıştır.
Sert bir ifadeyle şunları söyler:
'Eğer beni hakikaten seviyorsan, ölmemen lazım. Yaşamalısın ve benim telkin
ettiğim ideallerin benden sonra da gerçekleşmesine, yaşamasına çalışmalısın. İşte
gerçek sevgi budur.' der.
2-Sen Güreş Bilir misin?
Sevilmek ve ilgi görmek isteği insanın doğasında
vardır. Yaşamdaki mücadelenin belki de birinci nedeni insanların kendilerine
yönelik ilgiyi artırma isteğidir. Bu nedenle sevilmek kadar sevmenin de önemli
olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Ailelerinden uzakta vatani görevlerini yapan
Mehmetçiklerin, ilgiye herkesten daha fazla ihtiyaçları vardır. Onlar bu
ihtiyaçlarını komutanlarından görecekleri sevgi ve şefkat ile giderirler. İnsan
doğasındaki bu ihtiyaçtan dolayıdır ki; ATATÜRK yaşamı süresince karşılaştığı
her Mehmetçikle ilgilenmiştir. O gücünü korkudan değil, paylaşıldıkça artan ve
kalpleri fetheden sevgiden almıştır. Bunun en anlamlı kanıtı Mehmetçiğin
aşağıdaki anekdotta yer alan, ‘’ ATA’m senin sırtını yedi düvel yere
getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?‘’ sözüdür. Burada işaret edilen
sevginin yenilmezliğidir:
Bir seyahatinde, Kolordu binasının kapısında aslan
yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu:
-Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği
güreştirdi.
Genç asker daima galip geliyordu. Çok neşelendi, ayağa
fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
-Haydi, bir de benimle güreş!
Saf ve temiz Anadolu çocuğu ATA’sının yüzüne hayranlıkla
baktı:
-Atam, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi.
Bir Mehmet mi bu işi başarır?
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
3-Atatürk’ün kitap okumaya verdiği önem ile
ilgili anı
Atatürk, kitap okumayı, araştırma yapmayı, fikir ve düşüncelerini insanlarla
paylaşmayı pek seven bir liderdi. Onun, henüz okul çağlarında başlayan kitap
okuma alışkanlığı, savaş zamanında bile devam etmiş, cumhuriyet yıllarında ise
daha da artmıştır.
Cumhuriyet döneminde büyük bir kütüphaneye sahip olan Atatürk, okumuş olduğu
yerli ve yabancı birçok eser sayesinde geniş bir kültüre de sahipti.
Büyük Önder Atatürk’ün hizmetinde bulunanlardan Cemal Granada anlatıyor:
“Bir gün Atatürk, tarihle ilgili bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini
görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken devlet başkanının kendini
kitaba vermesi Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olmalı ki Atatürk’e şöyle
dediğini duydum:
- Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma… 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a
çıktın?
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu içten yakınmasına
gülümseyerek şöyle karşılık verdi:
- Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim.
Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım, dedi.
Atatürk’ün hayatı boyunca 3997 adet kitapokuduğu
bilinmektedir.
Atatürk,toplumun
her kesimini kucaklayan bir halk adamıydı. Köylüye, askere, polise, öğretmenlere,
sanatçılara, sporculara, Türk kadınına, çocuk ve gençlere. kısacası toplumun
tüm kesimlerine değer vermiş ve destek olmuştur. O bir halk adamıdır; çünkü hep
halkı için uğraşmış, halktan birisi gibi davranmıştır. Onun ”Benim için en
büyük makam ve ödül, Türk milletinin bir ferdi olarak yasamaktır.”sözü de bunu
kanıtlar. Atatürk eğitim, bilim,fen, sanat, spor ve kültüre çok önem vermiştir.”
4-Mustafa Kemal’in (Tiyatro) ile ilgili
anısı
Muhsin Ertuğrul, bugünkü adıyla İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Genel sanat
yönetmenidir. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk de Dolmabahçe’de
kalmaktadır o günlerde…
Bir gece Gazi’nin oyun izlemeye geleceği duyurulur Muhsin Ertuğrul’a. Herkes
telaş içindedir. Çünkü oyunun başlama saati gelmiştir ancak Mustafa Kemal
gecikmiştir.Ne olacaktır şimdi? Muhsin Ertuğrul tam saatinde başlatır oyunu. Bir
süre sonra Gazi gelir.Yanındakiler korkarak oyunun başlatıldığını haber verirler
Gazi’ye. “Ya, öyle mi? Bitimde görüşürüz Muhsin Ertuğrul’la..” der ve
locaya girip oyunu izler. Oyunun bitiminde beğeniyle alkışlamaktadır aktörleri.
Muhsin Ertuğrul Gazinin yanına girer. Gazi ayağa kalkar: “Sizi kutlarım..” der.
“İşinizle ilgili ciddiyetiniz, ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı da
gösterir. Biz geç geldik. Oysa böyle bir kurum perdesini zamanında açmak
zorundadır. Görevinizi yaptığınız için özellikle kutlarım sizi..” der.
Muhsin Ertuğrul’a böyle söylediği için kimse şaşırmamalı…
Çünkü daha ileriki yıllarda yanındaki yönetici takımını “Efendiler! Bakan,
Başbakan hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz… Ancak sanatçı olamazsınız!”diye
uyaracak kadar yanında olacaktır sanatçının ve sanatın…
5-
Atatürk ve Edebiyat
Dilimize büyük önem vererek Türk Dil Kurumu’nu kurdurması ve bu bağlamda kendisinin de çalışması bir yana, yazarları da olumlu anlamda yönlendirmiştir Atatürk… Bunun örneğine geçmeden önce 1923-1924 yıllarında “irtica” sözcüğünü nasıl tanımladığına bakmak gerekir Gazi’nin… “Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her yararlı şey karşısında, onu ortadan kaldıracak bir güç belirir. Bizim dilimizde buna “irtica” derler. İyi bir şey yaptınız mı biliniz ki bunu ortadan kaldırmak için karşınıza muhalif, gerici bir güç çıkacaktır. Bundan dolayı bu iyi işi yapmadan önce, karşınıza dikilecek kara gücün de ortadan kaldırılması önlemini almak gerekir. Halkımız güven içinde ve huzurlu olsun ki, bugünkü devrimi yapanlar ve bu devrimi tamamlamaya karar verenler, karşılarına çıkacak bu tür gerici güçleri, tam da çıktığı noktada ezebilecek güç, yetenek ve önlemi almaya maliktirler.Bizi yanlış yola yönlendiren soysuzlar, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, tutsak eden, perişan eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok uzaktır. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka yerlerde sahne arasınlar. Geçmişin dalgınlıkları, paslı durgunlukları, Türkiye halkının belleğinden silinmiş olduğunda, kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Eriştiğimiz mutlu durumdan bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye bile yetkili olmadığı kesin bir gerçektir.” Kuşkusuz Gazi bunları söylemekle kalmamış, edebiyatın gücünü bildiği için büyük romancımız Reşat Nuri Güntekin’i, romanımızın doruklarından Yeşil Gece’yi yazması için özendirmiştir de… Kuşkusuz bunu buyruk verir gibi değil de “Yobazlığı yeren, Cumhuriyeti savunan bir roman yazar mısın?” yaklaşımıyla gerçekleştirmiştir… Üstelik bunu ne zaman ve nasıl yapmıştır? Tam da Sayın Güntekin, Emile Zola’nın “Hakikat”(bugünkü deyişle “Gerçek” ) adlı romanını çevirdikten sonra… “Devrimimizi halka anlatmak için dünya yazarlarından da yararlanalım ancak esas olan, ulusal edebiyat’ta da anlatılması/yazılmasıdır bu tür gerçeklerin…”yaklaşımıyla. Kaldı ki eşsiz yapıtı Nutuk (Söylev), neredeyse, belgesel roman kurgusuyla yazılmış bir baş yapıttır. Yazarız diye geçinen bizim gibi birçok edebiyat adamının, onun eşsiz üslubundan/anlatımından öğrenecek çok şeyimiz var…
6-Ölüden Medet Ummayın
İnsanların sıkıntılarının ve geri kalmışlıklarının gerçek nedenini; hoşgörü ve yaratıcılığı reddeden hurafelerin etkisinden kurtulup, akıl ve bilimin gücünden yararlanma refleksini gösterememiş olmalarında gören Atatürk; ülkede şeyhlik ve dervişlik iddiasında bulunup halkın bilincini sömürenlere asla izin vermemiştir. Tanrı ile kul arasına girerek inançların sömürüsünü yapmaktan başka mesleği olmayan asalakların uygar dünyada yeri olmamalı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir.
- Atatürk'ten Sakal Üzerine
Atatürk, Amasya ziyaretinde. Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;Kimdir bu? Vali yanıt verir;Efendim kendisi Şıh'tir. Yörede çok hatırlısı vardır. Atatürk, Şıh'ı yanına çağırır ve; "Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Sunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan" der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir. Şıh; "Emrin olur Paşam" diyerek yerine çekilir.Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk, Amasya'daki Şıh'i hatırlar ve Valiyi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'in sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazirini çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata’yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış... Şıh gelir Ata’nın karsısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet bastan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar; "Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? " Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp; "Dün aksam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim" der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp, nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır; "İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince; bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarin başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...
7- Türk Milletini Uyandırmak Atatürk derin derin düşünürken İnönü’ye bakıyor, “bunca senelik dostumsun, cephelerde çarpıştık, zorluklarla mücadele ettik, yılmadık ama bana bugüne kadar karşılaştığın en zor şey nedir diye hiç sormadın Paşa” diyor. "Haklısınız" diyor İnönü, hafif bir tebessümle, "gerçekten, neydi karşılaştığınız en büyük zorluk?" Gülümseme sırası o çakmak gözlü güzel insandadır, “uyandırmak Paşa” diyor. “Türk halkını uyandırmaktı en zor olan!" "Haklısınız" diyor İnönü. Atatürk devam ediyor, “pekiyi ondan daha da zor olan neydi bilir misin?” diye soruyor. Şaşırıyor İnönü. "Türk halkını uyandırmaktan daha zor olan nedir ki?" diyor. Yine gülümseyen Atatürk, “uyandıktan sonra şaha kalkan Türk halkını durdurmak Paşa!” diyor.
Üzerinde yaşadığımız bu vatan, bağımsızlığımızın simgesi ay yıldızlı bu bayrağımız, Cumhuriyetimiz kolay kazanılmadı. Her birimizin atası, dedesi adı bile duyulmamış cepheleri kanlarıyla sulamıştır.
Çoğunun mezar taşı dahi yoktur hatta şehit düştüğü yer bile bilinmez...
Bütün çekilen çilelerin, yapılan fedakârlıkların bilincinde olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet yaşamasını sağlamak için var gücümüzle mücadele etmeli. Bu sorumluluğu bizden sonraki nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcu olmalıdır. Bu Millet üzerine düşen sorumluluğun bilinci ile gerektiğinde yine şaha kalkacak ve gereğini yapacaktır... 8-Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini Kurtuluş Savaşı yıllarında, Milli mücadele sırasında Ankara’da kurulan mecliste, bir toplantıda Bursa Mebusu Dr.Baha Bey meclis kürsüsünden;
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini? " Namık Kemal'in bu iki dizesini okur... Bunun üzerine Mustafa Kemal'in yanıtı şöyle olmuştur; "Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!" Geçmişte olduğu gibi bu günde, düşman vatanın bağrına hançerini dayamış durumda, acaba bunun farkında mıyız! Büyük Atatürk, 10. Yıl Nutkunda; “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diyor. Elbette dünyada en önemli aydınlatıcı gücün, yüksek Türk Medeniyeti olduğuna işaret ediyor ve reçeteyi de kendi Türk kültür dünyamızda aramamız gerektiğine dikkat çekmektedir. Büyük Atatürk, Türk Milletine hedef olarak da, muasır(çağdaş) medeniyet seviyesinin üzerine çıkma azim ve iradesini göstermektedir.
Büyük Önderimizi andığımız bugünde O’nu yas tutarak değil, yapmamız gereken şeyleri ne ölçüde gerçekleştirdiğimizi, eksiklerimizi nasıl gidereceğimizi tartışarak anmak en doğru yol olacaktır. Atatürk’ün fikir ve düşüncelerini iyi anlayıp uygulamaya koymak, bu vatanda yaşayan her Türk evladının en asli vazifesi olmalıdır.
Bu vesileyle çeşitli kaynaklardan faydalanarak, Atatürk'ten Türk Gençliğine unutulmaz anılardan küçük bir demet sundum. Gençlik Ata'sının anılarını okumalı öğrenmeli, ondan feyz almalı. O'nun gösterdiği çağdaş uygarlık yoldan ayrılmadan, üzerimizde kara bulutların dolaştığı ağır bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde her zamankinden daha fazla, Ata'sına ve onun emanet ettiği cumhuriyete, ilke ve inkılaplarına, vatana, bayrağa sahip çıkmalıyız. Farklılıkları bir kenara bırakarak her zamankinden daha fazla birlik ve beraberlik şuru ile hareket etmeliyiz. Bu ülke bu millet sana minnetardır, büyük Atatürk... Her insan doğar, büyür ve ölür. Kalıcı olan bıraktığı emanettir. Millet olarak bize bıraktığın emaneti canımız pahasına koruyacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Silah arkadaşlarınla beraber kurduğun Cumhuriyet'inle kalbimizde yaşayacaksın.. Ruhun şad olsun.
Muhabbetle Hanife Mert
KAYNAKLAR 1- Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul 1973, s. 98.
2- Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul 1961, s. 307–308.
3-Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009
4-Atatürk ve Sanat Yazar Tuncer Cücenoğlu Sayfa 2 of 2 5-H.R. SOYAK, Atatürk’ten Hatıralar, s.268
“… Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkar paylaşarak birleşmiş ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekalar duygular fikirler Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Bu geleneğin Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bir takım bahanelerle Türkiye’nin iç hayatına iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Güç ve kuvvet elde etmişlerdir. “… Bunların etkisinde kalarak milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin! Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakatlanmış bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her yıl, her yüzyıl biraz daha gerilemiş, daha çok düşmüştür. “…Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektirdiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar Bizi idare etsin’ diyorlardı.” Mustafa Kemal 6 Mart 1922
Ne büyük bir liderlik! Ne gerçekçi bir öngörü... Gurur duymalıyız M.Kemal gibi bir liderimiz olduğu için. Onun bıraktıklarına canla başla dört sarılmalı ve sadece sarılmakla kalmamalı hayata geçirmeye özen göstermeli. Bunları evlatlarımıza yakınlarımıza dostlarımıza milletimize anlatmalı yaşatmalı. Ancak böyle çıkar bu millet karanlıktan aydınlığa... Muhabbetle, Hanife Mert
Dün, Diyarbakır Lice'de ki olayları protesto etmek isteyen bir grup pkkli teröristlerce Hakkari Anadolu Lisesi bahçesindeki Atatürk büstüne çirkince saldırıda bulunanlara lanet ediyorum. Yetkilileri de en kısa zamanda Atatürk'ü Koruma Kanunun gereğini yapmaya davet ediyorum...
Bu çirkin olay üzerine daha önce paylaştığım bloğu tekrar paylaşmak istedim... Lice’de Mahsum Korkmaz’ın heykelinin indirilmesi ve Mehdin Taşkın’ın öldürülmesi Hakkari’de de eylemlerle protesto edildi. Hakkari Anadolu Lisesi bahçesine ellerinde molotof, kazma ve taşlarla giren PKK’nın gençlik örgütü YDG-H üyeleri, okul bahçesinde bulunan Atatürk büstünü önce yaktı, ardından ise taş ve kazmalarla devirdi... Haberin devamı linkte.
Son dönemlerde iktidarda olanlar ve yandaşları gerek medya gerekse internet üzerinden, Milli değerlerimize ve özellikle, gösterdiği üstün liderlik vasfı ve başarılı stratejileri ile yok olmanın eşiğine gelmiş bir Milleti ayağa kaldırmış, gücünü tüm dünyaya ispatlamış ve kendisi dünyaya mal olmuş bir lider olan Atatürk'ümüze gerek söz, gerek büst ve heykellerine yapılan sinsice, haince, cahilce ve nankörce oluşturulan saldırılar karşısında bizlerin duyarsız ve tepkisiz tavırları en az saldırıyı yapanlar kadar nankör ve vefasız bir toplum olduğumuzun göstergesi... Hal böyle iken, vatanına, bayrağına, Atasına ve tarihine gönül bağı ile bağlı vatanseverlere sorumluluğunu hatırlatmaktır görevimiz. Biz Atamızı yüreğimizde koruyoruz... Lakin yapılan bu saygısız tavırların yasal bir müeyyidesi olmalı diye araştırırken aşağıda eklediğim kanunu buldum ve siz değerli arkadaşlarımla paylaşmak istedim. Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun:
yayın : resmi gazete
yayım tarihi ve sayısı : 31/07/1951 - 7872 numarası : 5816
madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır. madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır. birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır. madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır. madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer. madde 5- Bu kanunu adalet bakanı yürütür. Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, hakareti ya da kamu malını tahribi cezalandıran kanunlar yapmanın bireysel hakları tehdit eden herhangi bir yönü yoktur. Hakaretin artık aramızda olmayan bir insana yöneltilmiş olması da, mazur görülmesini elbette gerektirmez. Ancak bütün bunlar, Atatürk'ü Koruma Kanununun hatasız bir şekilde tasarlandığı anlamına gelmiyor. Bu tür kanunların bireysel haklar ve düşünce özgürlüğü adına en büyük tehlikesi, eleştiri-hakaret ayrımında oluşacak içtihatların niteliği. Zira bu ayrım sağlıklı bir şekilde yapılmadığı müddetçe, kanunun belli düşüncelerin susturulmasına hizmet edecek şekilde kötüye kullanılabilmesi de mümkün olabilir. Bir başka deyişle, uzun yıllardır Atatürk'ün 'tartışılamaz' ve 'aşılamaz' kılınmaya çalışılması yönündeki çabaların oluşturduğu algı, yargıya hakim olduğu ölçüde, Atatürk'ün düşünceleri ve uygulamalarına yöneltilen 'olumsuz eleştirilerin de 'hakaret' olarak değerlendirilmesi fazlasıyla mümkün. Kanunun 'tuhaf' olarak nitelendirilebilecek bir yönü de yok değil. Zira kanun, Atatürk'ün şahsına yönelik hakaretlerden çok, heykellerini korumaya odaklanıyor. Kanunda, Atatürk'ün şahsına hakaret etmenin cezası maksimum üç yıl olarak belirtilmişken, heykeller için öngörülen maksimum ceza 'ağır hapsi' de içermek üzere beş yıla kadar çıkabiliyor.