16 Ağustos 2015 Pazar

Sevginin Bittiği Yerde Şid-det Başlar!


   Hiç kimse boşanmak için evlenmez!
Her genç kızın hayalini süsler beyaz gelinlikle, kınalı elleri ile dünya evine girmek. Beyaz gelinlik masumiyetin, saflığın, temizliğin simgesi. Kına ise; eskiler kınanın eşleri birbirine sevgili yapmak, bir ömür boyu aşklarının devamını sağlamak amacı ile yapıldığını söyler. Kına gecesi dendiğinde aklıma “hüznün ve mutluluğun aynı anda yaşandığı gece” gelir. İroniktir ki hem ağlayıp hem de gülerek kutlama yaparız.
  Saf ve masum niyetlerle ideal bir koca, mükemmel bir eş olacağını, üstün vasıfları sayesinde baş tacı edileceğini umarak, çoğunlukla da severek-anlaşarak yuvalar kurulur.

 Niyetler güzel, başlangıçlar güzel. Peki ya sonra..? 
  Mutluluk coşkusu nasıl oluyor da biranda huzursuzluk kabusuna, eşler biranda kurt adama dönüşüveriyor? Akıl almaz yıpratma senaryoları icat ediliyor. Nasıl “aile” olarak adlandırılan kutlu bir kavram psikolojik bir savaş ortamında katlediliyor? Eşler birbirine öyle hoş olmayan davranışlar sergiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan günün birinde eşine “seni hiç tanıyamamışım” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz, yani mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz !.. Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler…
  
     Evlilik bir ast üst ilişkisi değil, "DOST" ilişkisidir
Aile, kar amacı güden bir şirket değildir. Dolayısıyla eşler de birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan yöneticiler değil. Bu bağlamda eşler bir elmanın iki yarısı gibi birbirini destekleyen birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Zira onlar kurulan yuvanın sürekliliğini sağlamak için bu uğurda birlikte  mücadele eden, sabır gösteren iki dost olmalı.
 Ailede huzurun temini ve devamlılığının sağlanması eşlerin, birbirini ast- üst olarak değil, candan bir dost olarak görmesi ile mümkün olacaktır. 

             Sevginin bittiği yerde şid-det başlar!
Hiç şüphesiz bir aileyi ayakta tutan, onun uzun ömürlü mutlu ve huzurlu bir yuva olmasını sağlayan en önemli etken; eşlerin birbirine sevgiyle bakması ve sevgi ile bakan gözlerin birbirine güven duyması. Sevgi ve güvenin olduğu yerde saygı olmaz mı hiç..?
 Boşanmaların hızla arttığı günümüzde, sayıları az da olsa uzun yıllar mutlu bir şekilde evliliklerini sürdürmüş nice insanlar tanıyorum. Onlara uzun süren evliliğin sırrını sorduğumda aldığım yanıt şu; Yüreklerini sıcacık yapan ve hiç tüketemedikleri "sevgi", birbirlerine karşı duydukları "güven" ve "saygı" olduğudur. Bu üç sac ayağı devamında uzun süren bir evliliği beraberinde getirecektir. Sevginin açamadığı kapı var mıdır? Elbette yoktur. Günümüzde yaşanan en büyük zulümlerin temeli değil midir, sevgisizlik..?
 Buraya kadar güzel. Peki birbirine deli divane olan, büyük bir aşkla severek evlenen eşleri çıkmaza sürükleyen ve boşanmaya kadar götüren sebep ne? Cevap çok basit. Ekonomik, psikolojik, sosyolojik, felsefik… sebeplerin yanında bana göre en önemlisi; yüreklerinde var olan sevgiyi kurutmaları. Besleyip büyütememeleri... Şiddete kapı aralamaları. Bunun için sebep çok. Arayana bahane mi yok!
   
Başkalarıyla kendini mukayese etmek, başkaları üzerinden kendi ilişkilerimizi yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağı aslında. Üzerinden yıllar geçse bile bu sebepler aile tarihi içerisinde dipdiri ayakta tutuluyor.
  
  Örnek mi? buyurun; yeni doğan çocuğa isim verme meselesi – kocanın bir süre işsiz kalması veya çalışma hayatının düzenli olmaması – doğum yaptığında bilezik alınmaması – eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması – emekli olan kocanın evde ona-buna karışarak varlığını hissettirmesi – bazı kocaların ev işlerine yardım etmesi, kendi eşinin kaytarması – çocukların derslerine yardımcı olmama – gezdirmeme – sülaleden herhangi birini eleştirme – tasarrufa zorlama – dilediği eşyaları almasına izin vermeme vs. vs…   Geleneksel kültürümüzde erkek çocuklarımızı kızlardan farklı yetiştiririz. Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiririz. Böyle bir ortamda yetişen erkek doğal olarak evinde eşinden de benzer ilgiyi alakayı bekleyecektir.  Sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı konmaması, İşten eve döndüğünde beklediği karşılamanın yapılmaması, kadının çok konuşuyor olması, kadının evde özensiz, çekicilikten uzak olduğu mazeretleri gibi...

Daha buna benzer birçok konu alt alta toplanıp, çıkan sonuca “şiddetli geçimsizlik” adını veriyoruz! Tabii ki çok gezmek, çok tv seyretmek gibi gayrı ciddi olanların yanı sıra, aldatma gibi çok ciddi sebepler de şiddete sebep olabiliyor...  İster kavga gürültü devam etsin, ister boşanmayla sonuçlansın, sonunda olan çocuklara oluyor.
 
 Halbuki çocuklar ne kadar çok seviliyordur! Evde her şey y olunda giderken çocuklar baş tacı, ayrılık söz konusu olunca birer ayak bağıdır.
 Ayrılık durumunda çocuklar iki şekilde kullanılmaya mahkumdurlar: Çocuğu hangi taraf almış ise, en kısa zamanda karşı tarafa nefret duymasını telkin etmek. İkincisi, yüreği cız etse de çocukları karşı tarafa terk edip , kendi yoksunluğunu hissettirerek kendi kıymetini bildirmeye çalışmak… Bu iki tavrın dengeli ve sağlıklı bir orta noktasını uygulayabilmek ne yazık ki pek mümkün olmuyor...

Şüphesiz bir yuvanın kurulması kolay değil. Tabiri caizse hani derler ya, dişiyle tırnağıyla kuruluyor. Belki çok uzun mücadelenin, sabrın, özverinin çok şeyden feragat etmenin, taviz vermenin eseri bir yuva...Temeli sevgi, saygı ve güven olmazsa olmazı bir ailenin. Bu üç sac ayağından biri yok olduğu zaman o temel çatırdamaya başlar. Saygı ve güven yok olduğu zaman da o evlilik bitmiş demektir. Bunun sonucu şiddet, aşağılamak, onur kırmak, gurur incitmek değildir, olmamalı. Medeni insanlar karşılıklı konuşarak bir sonuca bağlamalı. Korku, tehdit, kaba kuvvet insanın acizliğinin bir sonucudur...
Yuvanızdan sevgi, huzur, mutluluk eksik olmasın...


Muhabbetle,
Hanife Mert

9 Ağustos 2015 Pazar

Umut İşte!

Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne alev alev vuran yakıcı güneş ışığının etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu, lakin derenin kenarındaki dut ağacının yapraklarının hışırtısı, dalların arasından dalga dalga etrafa yayılan ışık hüzmesi, masmavi gökyüzü ruhu dinginleştiriyordu. Küme halinde uçan serçelerin cıvıltıları ve çekirge sesi insana yaşama sevinci aşılıyordu.
Her zamanki gibi bebeğini kucağına alıp derenin kıyısına, dut ağacının dibine oturdu. İnsana huzur veren güzelliklerin farkında bile değildi. Zira aklı kocasında idi... "Ali'm nerededir, kiminledir, ne yer, ne içer..?" sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Kafası iyice karışmıştı... Başını önüne eğmiş, gürül gürül akan suya dalmıştı mahzun gözleri. Sanki suyun binlerce metre derinindeki bir noktayı görüyor gibiydi. Neden olduğunu anlamadan birden ürperti hissetti. Başını kaldırdı, önce yavrusunun gözlerinin içine, sonra da ufka baktı; "Sanırım bu gün de gelmeyecek!" dedi sessizce. Sonra hiçbir şeyden habersiz mışıl mışıl uyuyan bebeğine döndü; "Baban" dedi "sanırım artık gelmez…"
Bakışlarını tekrar akan suya sabitledi... Uzaktan gelen köy minibüsünün korna sesi irkilmesine sebep oldu. Bebeğini kucakladığı gibi koşarak yola çıktı. Minibüs tam önünde durdu. Büyük bir heyecanla izledi inenleri. Tek tek her birinin yüzüne bakıyordu soran gözlerle… Artık son kişi de inmişti. Minibüste kimse kalmamıştı. Kapının yanına geldi. Şoföre baktı umutla… Şoför ise;"Yok bacım, kocan bu gün de yok" dedi.
Hikayede, eşini İstanbul’a çalışmaya gönderen ve kendisinden bir daha haber alamayan bir kadınının umudunu yitirmeden sabırla çaresiz bekleyişini okuduk.

 Onu gelmeyeceğini bile bile çaresizlik içinde, her gün yavrusu ile birlikte dere kenarına getiren sebep içinde kaybetmediği umuttu...

 Neydi ki umut? Çıkmayan candan vazgeçilmeyen inanç mı? Ya da aza kanaat eden fakirin sofrasındaki katık mı?
Umut sabırdır, mücadeledir, heyecandır, hüzündür, inanmaktır, hayal etmektir kısaca insanı hayata bağlayan ölüm ile hayat arasındaki köprüdür…
Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla desteklenerek hayat bulur. Kimi zaman bir fakirin sofrasında ki çorbada, kimi zaman zenginin bankada ki hesabında, bir hastanın ilacında ki şifada, bir öğrencinin notunda, bir gencin geleceğinde, bir aşığın vuslatında, bir memurun emeklisinde, bir kuşun kanadında, bir toplumun savaşsız, barış, kardeşlik, sevgi duyguları ile bezenmiş çağdaş uygarlığı yakalamasında, soğukta titreyen evsiz bir yetimin sıcacık huzurlu bir evinde, huzuru tüketmiş bir ailenin saadetinde gizli…
İnsan umuda en fazla çaresizliğin pençesinde çabalarken ihtiyaç duyar. Çünkü umut çaresizliğin girdabında çabalarken anlamıdır. 


  Umut öyle bir şey ki çaresiz kaldığın en zor anlarda görülen küçük bir ışığa, tıpkı pervanenin ateşe koştuğu gibi koşmaktır...
Yapmak istediklerinizin peşine düşmek! Bu uğurda zorluklar, engeller, önünüze çıkan her ne varsa umutla, sabırla, kararlılıkla, azimle ve inançla mücadele etmek.
Bu çok kolay değil elbet… Hatta hiç kolay değildir. Kaldı ki önemli olan zoru başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen hedefe ulaşıldığında duyulan mutluluğu tarif edebilmek mümkün mü? Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o çok istediğimiz şeye ulaşmanın kıymetini anlayabilir miydik? Her karşılaşılan zorlukta vazgeçmek yerine umudunu güçlendirerek “olay daha bitmedi” diyerek mücadeleye ve yola yeniden devam etmek, yılmadan, yorulmadan…

 Kimi zaman da umut eder, hayal eder, sabreder, mücadele eder ama istediğimize ulaşamayabiliriz. Karamsarlığa kapılıp umuttan, hayalden vazgeçmek yaşamaktan vazgeçmek demek değil midir? Zira insan umut ettiği ölçüde yaşar. Aydınlık karanlığın bittiği yerde başlar...
   

 Bir gün savaşların kaybedip; barışın kazanacağına, zalimin kaybedip; mazlumun kazanacağına, cehaletin kaybedip; aydınlığın, bilimin, bilginin kazanacağına; herkesin herkesi anladığı, saygı duyduğu, iyiliğin,sevginin, hoşgörünün hakim olduğu müreffeh bir dünyaya sahip olacağımıza yürekten umut etmeli. İnsanların bir lokma ekmek uğruna birbirlerine zulüm etmediği, yerlerini yurtlarını terk edip uzaklara gitmek zorunda kalmayacağı bir dünyaya sahip olacağız diye umut etmeli. Sevgiyi bölüşe bölüşe çoğaltacağımız güzel günler gelecek diye... Her şey çok güzel olacak diye!..

Yaşamınızda umut ışığınız hiç sönmesin.

Muhabbetle,
Hanife MERT

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Doğru Sandığımız Yanlışlar!



Zırt pırt dokunma. Elden ele dolaştırma. Göbek altında tutma. Abdestsiz dokunma. Evde kolay ulaşılamayan yüksek bir yere koy ki, kutsallığına toz kondurma. Günah olur yoksa! sonra çarpılırsın ...
 Bu şekilde öğretildi bizlere çocukluğumuzda.Uzak tutuldu, aramıza ulaşılmaz mesafeler kondu.Yaklaştırılmadı hayatlarımıza, hayat rehberimiz olması gerekirken...
Korkuyla baktık şifa kaynağımıza, farkına varmadan aramız açıldı bir bakıma.
İçindekileri de ancak okuduğunu söyleyenlerin anlattıklarından öğrendik. Onca yanlış bilgi ve ön yargıyı kulaktan duyduklarımız doğru sandığımız bilgilerle edindik.
 Hakkında hala daha doğru düzgün bilgisi olan çok az insan tanıyorum etrafımda.Ya da okumuş olanını...
İki üniversite bitirmiş olan da dahil, kimse onu okumak istemiyor. İlgilenmediği gibi, merak da etmiyor. Kulaktan dolma bilgilerini doğrulamak için bile açıp bakmıyor. Ya da bilmediği anlamadığı bir dilde bülbül gibi şakıyor...
Geç kalmışız yakınlaşmakta...
Tepki duyduğu için hayatından tamamen çıkaranlar da var etrafımızda.
Bu yüzden de bu kadar kolay sömürülüyoruz, dinimiz ve inançlarımız hakkında.
Sırf bu yüzden bu kadar kolay her türlü ticari ve siyasi oyuna geliyoruz, kullanılıp kandırılıyoruz.

Kur'an-ı Kerim'den bahsediyorum...
Hepimizin demeyeyim; ama büyük çoğunluğumuzun okuyup hatmetmiş olması gereken kitabımızdan...
Yasak sevdalısı olduğumuz kitabımızdan. O ki her anımızda elimizden düşüremeyeceğimiz, başu cu kitabımız olması gerekirken, mezarlıklarda ölülerin ardından okutmakla yetindiğimiz, kitabımızdan. Teknoloji bilgi çağında her bilgiye çok kolay ulaşabileceği, bir tuşla en güzel mealine ulaşabilecekken bu kolaylıktan faydalanamadığımız kitabımızdan... O ki, herkesin bilgisine, anlayışına, yaşına uygun gıdalar veren kitapların hası olan kitabımız olmasına rağmen,iş okumaya  gelince olmadık mazeretleri sıralarız.


Gelin bu mazeretlerden kurtulalım. Zararın neresinden dönersek kardır diyelim. Kitabımızı yine öpüp başımıza koyalım. Ancak onu yüksek yere değil, başucumuza koyalım. Her fırsatta  dokunulabilir, ulaşılabilir, okunulabilir; hakkında kafa yorulabilir, düşünülebilir ve tartışılabilir bir arkadaş gibi, yanımızda yakınımızda tutalım.

Zira, kitabımıza uzaklaştırıldıkça yalancılarının kölesi olmaya mahkumuz. Okuyarak özgür olmaya çalışalım.

Muhabbetle,
Hanife Mert







16 Haziran 2015 Salı

Davul Bile Dengi Dengine!


...Sonbahar son günlerinin keyfini çıkarıyordu adeta. Ardı arkası kesilmeyen yağmur ve fırtına insanları evlerine hapsetmişti sanki. Yollar tamamen boşalmış, yerini arada sırada tek tük geçen arabalara, şiddetli yağmura, rüzgara ve soğuğa bırakmıştı. Evlerin önündeki dut, erik, kayısı, elma, şeftali ağaçları ile damlardaki asmalar da sarı kızıl renk tonlarının hakim olduğu yapraklarını tutamaz olmuş, hoyratça esen rüzgara, şiddetli yağan yağmura teslim etmişti. 
Pencereleri sımsıkı kapanmış, perdeleri çekilmiş, kapıları kilitlenmiş evler derin bir sessizliğe bürünmüştü. Tek tük tüten bacalardan çıkan dumanlar simsiyah kümelenmiş bulutlara ulaşmak istermişçesine salınarak gökyüzüne yükseliyorlardı.
 
  Evde her zamanki yerimde oturmuş, dışarıyı seyrediyor bir taraftan da düşünüyordum. Buraya geleli tam iki ay olmuştu. Bütün hayatımı derinden etkileyen, her şeyimi yerle bir eden iki ay... İnsan yarın ne yaşayacağını, başına ne geleceğini, onu bekleyen sürprizleri önceden kestiremiyordu.Tıpkı sonbaharda şiddetli yağan yağmurun esen rüzgarın doğa üzerindeki yok edici etkisi gibi. Oysa bir  müddet sonra ilkbaharda her şey yeniden hayat bulacak ve doğa tekrar canlanacaktı. Ya bizim hayatımız?.. Temelden sarsılan bu canlar, doğa gibi bir müddet sonra düzene girip tekrar can bulacak mıydı? Bunu zaman gösterecekti...

 Anneannemin benimle olan küslüğü hala devam ediyordu. Arada okul dönüşü evlerine uğruyor, ev işlerine yardım etmeye çalıştığımda izin vermiyordu. Yüzündeki derin çizgiler kızgınlığının da etkisi ile daha çok belirginleşiyor ve o tonton yüzü sertleşiveriyordu. Evi süpürmeye çalışsam elimden süpürgeyi alıyor, sert bir ifade ile “bırak işimi ben yaparım" diyordu.
Düşünüyorum da, bir insan nasıl bu kadar değişebilirdi,  anlamış değildim. Eskiden yaz tatillerinde ailecek izne geldiğimizde ne kadar sevecen davranırdı bize. Ağustosun yakıcı sıcağında evin önündeki dut ağacının altına koyduğumuz tahta divanın üzerine oturur, yol kenarındaki küçük kanaldan akan buz gibi suyun etkisiyle serinlerdik. Orada kimi zaman mahalledeki kızlarla birlikte annemin ören bayan ipliğinden başladığı danteli, radyoda çalan dinleyici istekleri programı eşliğinde örerdik. O zamanlar günler ne de güzel geçerdi, anlamazdık. Kimi zaman da  anneannemle dedemin anılarını dinler, onların birbirleriyle takışmalarını seyrederdik. Anneannem biraz huysuzdu. Hemen küsü verirdi. Bazen günlerce küstükleri olurdu. "Anneanne neden böyle yapıyorsunuz, niye basit bir şey için küsüyorsunuz?" diye sorduğumuzda, dedemi sanki azıcık küçümser gibi; "kızım haddini bilsin, ben ağa kızıydım. O kim ki, babamın yanında çalışan bir işçinin oğlu" derdi. Sonra babasından bahsederdi: 
 "Benim babam adı şanı tüm köylere nam salmış zengin bir ağaydı. Emrinde çalışan işçisi, amelesi, hizmetçisinin haddi hesabı yoktu. Evimizde  ocaktan yemek kazanı hiç inmezdi. Zengini fakiri yemeden gitmezdi. Babamın eli çok açık, çok yardım severdi. Düşküne, fakire, yetime, öksüze, dula, yolda kalmışa yardım etmeyi çok severdi" der sonra dedemle nasıl evlendiklerini anlatırdı. Dedemi göstererek; 
 "Bunun babası bizim işçimiz di. Babasının yanına gidip gelirken bana gönlü düşmüş. Bir iki derken, yalnız bulduğu bir yerde beni sıkıştırdı. Niyetini açıkladı. Ben, yok olmaz, babam beni sana vermez dediysem de vazgeçiremedim. Dedem hemen araya girer: "ya ya öyle, yalan söyleme çocuklara! senin de gönlün vardı da söyleyemezdin, istemem yan cebime koy misali... derdi. 
 Dedemle anneannem geçmişlerini yad ederken sık sık takışırlardı. Anneannem babasının zenginliği ile övünür, dedemi küçümserdi. Anneannemin tavırlarından bir insanın mizacının  kolay kolay değişmediğini anlamıştım. Hani derler ya, "bir insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur" bu söz çok doğruydu.  
 Anneannem dedemle babasının itirazına rağmen kaçarak evlendiklerini, o gün bugündür, sırt sırta verdiklerini birlikte mücadele ettiklerini söylerdi. Dedem bazen itiraz etse de etkisiz kalırdı. Belli ki dedemi sindirmişti. "Davul bile dengi dengine çalar" diyenler haklı olmalıydı...

Not; Yeni kitap çalışmam "Bakış Acısı"ndan bir bölüm... 


Muhabbetle,

Hanife Mert

1 Haziran 2015 Pazartesi

İmam Nikahı/ Resmi Nikah...!

25 günlük bebeğini koltuğunun altına alarak hızla evinden çıkıp kendini asansörün önüne zor atmıştı. Çok Korktuğu her halinden belliydi. Biran önce asansörün gelmesini istiyordu... Yanına yaklaştım. Ne oldu nedir bu halin? diye soramadım. Zira onun ağzından başka, her yeri konuşuyordu. Gözlerinden siyim siyim yanaklarına inen yaşlar kırılan onurunu, incinen gururundan kızaran yüzü, yediği yumruktan moraran gözü ve kan toplamış kaşı, dağılmış simsiyah üzüm karası saçları yaşadığı ve hissettiği acıyı haykırıyordu. Şairin "bir kadın gülmeyi unuttuğunda, saçlarından süzülürmüş acılar" dizelerinde ifade ettiği gibi, fazla söze gerek yoktu... Tek amacı dişiyle tırnağıyla kurduğu yuvasına, 3 çocuğuna sahip çıkmak olan bu çile baz kadının bu hale gelmesine sebep; canından çok sevdiği, uğruna her şeyden vazgeçtiği sevdiğim dediği adamın cep telefonunda gördüğü uygunsuz mesajlar...! O da her kadın gibi açıklama beklemiş, nedenini sormuş. Karşılığında hakaret şiddet ve aşağılama... Hem de 25 günlük lohusa iken... Bu da yetmezmiş gibi, "sen ona laf söyleyemezsin, zira o benim ...yıllık imam nikahlı karım" demesi kadının dünyasını karartmıştı. Ne demekti imam nikahlı karım?
 

 İmam Nikahı ya da dini nikah en bilindik haliyle; ülkemizde, İmamın 2 şahit eşliğinde evlenmek isteyen kadın ve erkeğin nikahını kıyması olarak tanımlanabilir.
 Bu durum TCK 230/5 maddesi gereği resmi nikahtan önce kıyılması suç teşkil etmesine rağmen, resmi nikah olmadan gizlice kıyanların sayılarının fazlaca olduğunu biliyoruz.
 Bu konuda "TCK 230/5 maddesi; Aralarında evlenme olmaksızın, evlenmenin dinsel törenini yaptıranlar hakkında iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir. Ancak, medeni nikah yapıldığında kamu davası ve hükmedilen ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar" der.

  1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanunu ise, resmi nikah müessesesi ile kadının sosyal konumunu güçlendirmek, aileyi, ana ve çocukları korumayı amaçlamaktadır. Dini nikaha dayalı evlenmelerin, kadın ve çocuklar yönünden doğurduğu sakıncalar gözetilerek resmi nikah yapılmadan, dini tören yapılmasının ceza yaptırımına bağlanmasının kamu düzenini ve kamu yararını sağlama amacına yönelik..." olduğu tartışmasız kabul gören bu yasa, 29.05.2015 tarihli gazete haberlerinden, Anayasa Mahkemesinin, imam nikahı kıymak için önce resmi nikah kıyma şartını kaldırdığını öğrenmiş bulunuyoruz. 
 Buna gerekçe olarak "AYM üyeleri, nikâhsız birlikte yaşayanlara TCK’da herhangi bir ceza öngörülmezken, resmi nikâh yaptırmadan dini nikâh kıyanlara hapis cezası öngörülmesinin Anayasa’nın 10’uncu maddesi, kanun önünde dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin herkesin eşit olduğunu ilkesine aykırı olduğunu savundular. Bu üyeler, düzenlemenin din ve vicdan özgürlüğü, özel hayatın korunması ilkelerine aykırı olduğunu" ileri sürdüler.

Haberin tamamı; http://www.milliyet.com.tr/aym-den-flas-imam-nikahi-karari--gundem-2066257/
 

Anayasa mahkemesinin verdiği bu kararla artık resmi nikah kıymadan, imam nikahı ile evlilik yapılabilecek. Yeni bir düzenleme yapılmaz ise; bu durum kadın ve doğacak çocuklar açısından çok büyük sorunlar yaratacaktır.
 Bir çok kişi imam nikahı ile evlilik yoluna sapacağı için doğacak çocukların miras hakkı ve soyadı gibi bir çok hakları gözardı  edilecektir.
Ayrıca kadınların 'boş ol' denilmesi durumunda hiçbir resmi hakkı ve sosyal güvencesi bulunmayacaktır.

 AYM'in bu kararı ile resmi evliliklerin azalması, çocuk gelinlerin sayılarının artması ve yaşanmış hikayemde anlattığım olayların önünün alınması zorlaşacaktır.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. Saim Yeprem, İslam dininde “dini nikahın” olmadığını belirterek,“Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre kıyılan resmi nikah, İslam dininin de geçerli saydığı nikahtır” demesine rağmen AYM resmi nikah olmadan imam nikah kıyılmasını serbest bırakması kafalarda soru işareti oluşturmaktadır.
  

Kadına şiddetin ve boşanmaların önünün alınamadığı böyle zamanda, AYM kararının bu olumsuz durumu tetiklemesi kaçınılmazdır. Dilerim en kısa zamanda bu hatadan dönülür, daha yapıcı kararlarla durum çözüme kavuşturulur.


Muhabbetle,
Hanife Mert

19 Mayıs 2015 Salı

19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.

"Bütün ümidim gençlerdedir" diyerek ülkemizi umut dolu yarınlara taşıyacağına inandığı gençliğe , 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını armağan eden Atamızı, onun silah arkadaşlarını ve bu vatana canını feda eden tüm şehitlerimizi rahmetle, şükranla ve sevgi ile anıyorum. Ayrıca, Ülkemiz üzerinde dolaşan kara bulutların biran önce dağılmasını, ve milletimizin aydınlık yarınlara doğru, barış, kardeşlik, hak ve adaletin sağlandığı bir geleceğe bayram coşkusuyla ulaşmasını diliyorum.



19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.





17 Mayıs 2015 Pazar

Kitabımla ilgili Okuyucu Yorumları; DEEP TONE

Blog arkadaşlarımdan http://sadevederin.blogspot.com.tr/ nin sevgili yazarı deep tone kitabımı okumuş, sayfasında yorumunu ve tanıtımını paylaşmış. Kendisine bu güzel anlamlı davanışından dolayı çok teşekkür ediyorum. Ayrıca sayfasında kitabım için güzel dileklerde bulunan değerli bloger arkadaşlara da ayrıca teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Sözü artık deepe bırakıyorum...

DÜŞ BATIMI
Hanife Mert
Adından da anlaşılabileceği gibi düşlerin batışını anlatıyor bu hüzünlü roman. Bir ailenin yıllara yayılan hüzünlü öyküsünü 1980’lere kadar getirmiş yazarımız. Ama bu romanın bir devamı olmalı ve Elif’in neler yaşadığını öğrenmeliyiz.
Yazarın blogundan da alışık olduğumuz dili bu kez bize uzun bir hayat öyküsü sunuyor. Taşrada, kırsalda, köyde geçen bir roman bu. Zamanla küçük büyük şehirler de girse romana genelde bir köy romanı diyebiliriz.

Köy yaşamının incelikleri ve biz büyük şehir insanlarının hiç alışık olmadığı bir dil var anlatıda. Yerel köy dili. Ancak çok sevilesi ve tatlı bir dil bu. Neyin ne olduğunu nette sözlüklerden buluyoruz. Sanırım yazarımızın iş gereği köylerde olmasından geliyor bu dil.
Otobiyografik içeriği olan bu hüzünlü anlatıda yazar köylük yerde parçalanmış bir ailenin dramatik yaşamını gösteriyor bize. Ve geleneklerin kadın üzerindeki baskısını. Kırsal alanda boşanmanın daha zor olduğunu da anlıyoruz.
Romandaki Zeynep ve Elif özellikle acılı kadınlar ve onların yaşamı destansı. Ailelerin parçalanması kadınlar üzerinde daha olumsuz etki yapıyor ve hayatlara yazık oluyor. İyi niyetli cahillik var hep karakterlerde.
Hanife Mert arkadaşımızdan müthiş bir ilk roman bu. Büyük şehir insanlarının sahte hayatlarından sonra bu roman çok gerçek geliyor bize ve mutlu ediyor. Böyle bir hüznü seviyoruz.
Not:4/4
Hanife arkadaşımızın blogu
http://yaren33.blogspot.com.tr/
Youtube’da Hanife arkadaşımız
https://www.youtube.com/watch?v=hbqUGFUJh1I

14 Mayıs 2015 Perşembe

Bir Yere Varmak İçin Önce Kendine Uğramalı İnsan...

Hani bazen hayat üzerimize  çöreklenir de,  nefes alamaz hale geliriz ya...! Her şey üst üste gelmiş, iç dünyamızda tarif edemediğimiz  sıkıntılar, hüzünler yaşarız. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz... Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani.Tanıyanı bileni olmayan bir yere kaçıp gizlenmek isteriz, kendimizden kaçmak...
 İnsan kendinden kaçabilir mi? Nereye giderse gitsin kendini geçmişiyle birlikte  götürür gittiği yere. Geçmişini  bir sırt çantası gibi taşır omzunda. Hal böyle iken, insan kendinden kaçıp yine kendine gitmiş olmaz mı? Zira insanın bindiği gemi de vardığı liman da kendi yüreğinde demirlidir.
    Yeni yakın zamanda nette A. Tolga Akpınar'a ait olan bir söz okudum. O şöyle diyordu;“ Bir yere varmak için önce kendine uğramalı insan…İnsanın gideceği bütün yollar kendinden geçer”... Bu söz benim de yazımın konusunu oluşturdu.
   Yine benzer şekilde, Can Yücel "Gitmek" isimli şiirinde bakın ne güzel ifade etmiş; 
  “Bu günlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına, bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok. 
Kiminle konuşsam ayni şey...
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle ''yanına almak istediği üç şey'' falan yok.
Bir kendisi. Bu yeter zaten. Her şeyi, herkesi götürdün demektir. 
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan..." 
      İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, onun yaşadığı ortamda sürüklendiği algı yanılsamasının bir sonucu olsa gerek. Ruhun kendisine yabancılaşması, kendisini tanıyamaması da denebilir bu duyguya... Bireyleri bu çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı  toplumun dayattığı yaşam tarzı... Ve akabinde oluşan duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucudur. Bu da  insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelmektedir.... 
 Kendine ulaşamamış, kendini bulamamış, kendini tanıyamamış her insan yalnızdır. Ve bu durum onu mutsuz etse de, birilerinden bekler yalnızlıktan kurtulmayı. O bilemez tanımadığı bir "BEN" le nasıl baş edeceğini. Zira inmemiştir bir gün bile kendi derinine, yüreğine,vicdanının ona neler fısıldadığını duymamıştır. Bu günü de kurtardık mantığı, doğruyu ben biliyorum ego tatmini ile iyi taraflarını el üstünde tutmuş, eksi, yanlış olan ne varsa görmezden gelmiştir, itelemiştir kendinden öteye... 
  İnsan yaratılış itibariyle en güzel şekilde kusursuz olarak yaratılmıştır. Dünya hayatı ile baş edebilmesi için gerekli olan her şey onda mevcuttur. Bu gerçeği Yüce Allah,"Biz insanı en güzel biçimde yarattık" Tin suresi 4. ayette bildirmiştir. O kendini tanıma zahmetinde bulunmadığı için sahip olduğu cevherin de, farkında olmadan yaşar.  
  İnsanın hayatın getirdiği her türlü iyi ya da kötü günler karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi, onun sağlıklı bir ruh yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi için, insanın önce kendi iç dünyasına yönelmesi gerekmektedir. Tıpkı Gönül Ustası Mevlana'nın "içindeki kapıyı çal; başka kapıyı değil.” sözünde ifade ettiği gibi önce kendi içine yönelmeli... 
Benzer durumu sevgi ve hoşgörünün timsali Yunus Emre de;  "İlim ilim bilmektir 
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır..."
dizlerinde anlatmıştır. 
 Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça, önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Ayakları yere sağlam basar. Kendini bildikçe çoğalır. Kendini sevdikçe sevgiyi dilenmez, zaten o sevgi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir.Kendini bildikçe haddini bilir...
  İnsanın kendi iç dünyasına yönelmesi onu dış dünyadan soyutlamaz, tam tersi tamamen yaratılan tüm varlıklara yaklaştırır. Çünkü kendini doğru tanıyan kişi, bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur. Bu açıdan bakınca, insan kendi dahil yaratılan her şeyin ortak bir gaye için tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını bilir. Yunus'un "yaratılanı severim, Yaradandan ötürü" sözü gibi, yaratılan her şeye karşı sevgi ve merhametle yaklaşır.

Muhabbetle,
Hanife Mert

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Kültürümüzde Hıdrellez


Hızır ve İlyas (a.s)'ın her bahar başlangıcında buluştuklarına inanılan milâdi 6 Mayıs, Rumî 23 Nisan'a rastlayan güne verilen isimdir Hıdrellez. Söz konusu günde Hızır ve İlyas (a.s) buluşarak sohbet ederler ve bu günlerde vakitlerini Allah yolunda olmanın ve birlikteliklerinin verdiği sevinçle kuvvet bulurlarmış. Hızır (a.s)'ın Allah'ın lütfu ile dolaştığı yerde yeşillikler çıkar ve çorak yerler çiçeklere bezenirmiş. İşte bu olaya dayanarak, halk zamanla bu günlerde buluşup Hızır ve İlyas (a.s) ın geleneğini sürdürmek amacıyla özel anma ve dua günleri tertip eder olmuşlar. Günümüzde kullanılan anlamı ise; İnsanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti ve bahar güneşinden faydalanma, piknik yapma, stres atma, eğlenme, nişan, düğün, sünnet törenleri tertip etme, uğursuzlukları giderme, adak adama, dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen bir "bahar bayramı"inancı haline gelmiştir.
  Halk arasında, zamanla Hızır'da darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıflarını görmek inancı yerleşmiştir. Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır; öküzü arabaya koşmama... gibi inançlara rastlanmaktadır.
  Sevgili Tülay Gürdal Hanımefendi bloğunda ünlü Sümerolog, Muazzez İlmiye Çığ ile yaptığı sohbeti paylaşmış. Ben de bu sohbeti bloğumda paylaşarak “Hıdrellez” konusunu yetkili ağızdan sunmak istedim.
 T.G: Hıdrellez Hakkında bilgi verir misiniz?                                                                         

 
M.İ.Ç: Anadolu'da yeniden doğuş Hıdrellez Bayramı
Anadolu'da halk, 6 Mayıs'ta yiyecekleriyle kırlara giderek Hıdrellez bayramını kutlar. Bu konuda çeşitli söylentiler var. Hıdrellez, Hızır ve İlyas adlarının birleşmesinden türetilmiş. Hızır-Hıdır hayat suyu içerek ebedi hayatı bulmuş bir kimse. Tanrı tarafından Müslümanlığı korumakla görevlendirilmiş. o istedi zaman, beklenmeyen bir zamanda insanlara yardım eden bir varlık. o geldiği yere bolluk ve bereket getiriyor. Etraf yeşilleniyor, ürün bol oluyor, hayvanlar çoğalıyor, cinsellik güçleniyor. İlyas onun kardeşi veya yakın arkadaşı. Her ikisi de ölümsüzlük kazanmış peygamberler. Hızır karaların, İlyas denizlerin koruyucusu.
  İnanışa göre onlar senede yalnızca bir kez, 6 Mayıs'ta birleşiyorlar. Bu birleşme ile ortalığa büyük bolluk, bereket geliyor. Halk da bu birleşmenin sevincini, kırlarda çeşitli eğlencelerle kutluyorlar. Bazı yörelerde bu eğlenceler bir yatır, bir türbe civarında veya mezarlık yakınında yapılıyor. Bazı yörelerde o gece insanlar, gül dibine, gelecek yıl için istediklerini bildiren simgeler koyuyorlar. Evlenmek isteyen kızlar bir çömlek içine yüzüklerini koyarak gül dibine bırakıyorlar...
  Dolayısıyla...
5 mayıs akşamı başlayarak 6 mayısa kadar devam eden ve Türk dünyasında kutlanan Hıdrellez Bayramı, Büyük halkımıza huzur, mutluluk ülkeme bolluk ve bereket getirmesi dileğimle...

Faydalanılan Kaynak: http://www.tulaygurdal.com/2015/05/hdrellezi-unutmadk.html

NOT: Araşatırdığım bazı sitelerde Hıdrellez’in bid’at olduğu İslâm'ın Tevhid bilinçliğinden uzak, sahte mitolojik dürtülerin ve şamanist kalıntıların uzantılarını yansıtan günümüz Hıdrellez anlayışıyla, Hıristiyan Saint Yortusunun paralelliği de göstermektedir ki İslâm dışı her şeye yakınlık duyma ama İslâm'ın gerçek kimliğine karşı çıkma düşüncesinin neticelerini gözler önüne sermektedir, denilmektedir...

Muhabbetle,

Hanife Mert

3 Mayıs 2015 Pazar

Kararan Umutlar


Karanlığa esir oldu umutlar,
Acımadan kıydı cana caniler.
Gözlerini kin ve nefret bürümüş,
Aldırmadan feryadına mazlumun,
Öfkeyle üzerlerine yürümüş.
Haksız cana kıyanın, 
Sonu olurmuş hüsran.
İnsan olan insana
Nasıl olur böyle düşman?
Ekildi yüreklere, kin nefret tohumu 
Kestirdi insanlığın, aydınlığa açılan yolunu
Geç olmadan çıkmalı zulüm deryasından
Saplanıp kalmadan cehalet batağında.
Aklını kullan ey insan!
Belirle artık yolunu
Buradan götürdüklerinle,
Hazırlarsın sonunu.

Muhabbetle
Hanife Mert

18 Nisan 2015 Cumartesi

"DÜŞ BATIMI" İSİMLİ ROMANIMLA İLGİLİ OKUYUCU YORUMLARI/ HÜSEYİN GÜZEL (1)

Çok kıymetli Hüseyin Güzel Hocamın ve onun değerli eşi Fatma Güzel hanımefendinin kitabım ile ilgili ortak olduğunu düşündüğüm yorumlarını bölüm bölüm siz değerli blog dostları ile paylaşmak isterim...
Değerli yazar Hanife Mert'in "DÜŞ BATIMI" adlı romanı elimde. Gerçekten çok güzel bir anlatım söz konusu. Herkesin mutlaka kendinden bir şeyler bulacağı etkili bir konu irdelenmiş akıp giden satırlarda. Okudukça bakalım olaylar nasıl gelişecek ve son bulacak.
Kitabın 15. sayfasında bir çocuğun geleceğinin nasıl umuda ya da umutsuzluğa çevrileceğini satır aralarında görmek kitap hakkında bir fikir veriyor aslında.
Anadolu insanının yoğun duygularını gerçekçi bir dil ile anlatmış yazar. Gurbetin acımasızlığına yenilen bir ana. Eliyle toprağa verdiği oğul. Yüreklerde derin izler bırakıyor. Sonrası birbirini tutkuyla seven iki genç insanın savrulması hoyratça. Kalan iki küçük çocuk. Babanın gurbete çıkması. Yazar "Her giden arkasında bir boşluk bırakır, sonra zaman narin insan yüreğinin üzerine nakış nakış hayatı işlemeye başlar. ne giden unutulur, ne de bıraktığı boşluk doldurulur..." diye yazmış. Düş Batımı edebiyatımızda yeterli okuyucuya ulaştığında ilklerde yerini alacaktır.  Bu bağlamda ben teşekkür ederim. Bu güze eseri bizlere kazandırdğınız için.
Teşekkürler Hanife Mert.
Yazdığınız kitap ile edebiyatımıza yaptığınız katkı nedeni ile de teşekkür ederim.
Emeğine sağlık. Kitap bittiğinde ayrıca bloğumda geniş bir değerlendirme yapacağım.
Herkese tavsiye ederim. Bu değerli eseri okumaya.

 Hüseyin Hocama  ve sevgili eşine tanıtım içeren yorumlarıyla katkılarına çok  teşekkür ediyorum. Sağ olsunlar var olsunlar.

Hanife Mert

11 Nisan 2015 Cumartesi

Milli Şehidimiz Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey

Sevgi, uğruna ağır bedeller ödenen en kutlu duygu. Eğer sevgi vatan içinse bedeli hepsinden daha ağır olmalı, öyle de oldu. Zira üzerinde özgürce yaşadığımız bu cennet vatanımız her zerresinde, canıyla kanıyla ağır bedeller ödemiş sayısız  kahramanlarımızın, yiğitlerimizin, vatanperverlerin izlerini taşımaktadır...       
  İşte bu vatan için ağır bedel ödeyenlerden biri de, yapılan  sözde bir yargılama sonucunda idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Beydir. Onun trajedisi dünya durduğu sürece Türküm diyen herkesin yüreğini sızlatacak, gözünü yaşartacak ve içini yakacak niteliktedir.

  Hükümetin emrini yerine getirmekten başka suçu olmayan Kemal Bey "mâruf “ Nemrud Mustafa Paşa'nın başkanlığındaki, çoğunluğunu Ermeni üyelerin meydana getirdiği Divân-ı Harb tarafından "Ermeni tehcirinde vazifesini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu gerekçesiyle" ölüme mahkûm edilmiş; Beyazıt meydanında asılarak karar yerine getirilmiştir Târih: 8 Nisan 1919

  Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’nda yenilmiş ve sonrasında İstanbul işgal edilmiştir. İşgal sonrasında da vatanperverlerin yargılanmasına başlandı. İstanbul’daki gafil ve korkak 1. Damat Ferit Paşa hükümeti Ermeni kamuoyunu memnun etmek, zevahiri kurtarmak ve hükümet etmeye devam edebilmek amacıyla Ermeni Tehciri ile ilgili eline geçirebildiği bütün vatansever görevlileri yargılamak üzere divan-ı harp örfisi hakkında kararname yayınladı.
  

Ermeni meselesi ne idi ve olaylar niçin bu noktaya gelmişti? Kısaca değinmek gerekirse;  

Yüz yıllar boyu Osmanlı topraklarında huzur ve güven içinde yaşayan Ermeniler, Osmanlıların zayıflamaya başladıkları bir zamanda, dış güçlerin tesiriyle devlet kurma hayaline kapılıp yer yer isyan çıkarırlar; kadın, çocuk, ihtiyar demeden sivil halkı katlederler. İmparatorluk zaten büyük gaile içindedir. Ermeniler'in "içten" vuruşları devleti güç durumda bırakır. Başta bulunan İttihat ve Terakki Hükümeti bir kanun çıkartarak Ermeniler'in tehcirine karar verir. Sadrazam Talat Paşa'nın imzasıyla yayınlanan ve 14 Mayıs 1331 (1915) tarihinde yürürlüğe giren kanunun metni şöyledir:
Madde 1: Sefer vaktinde ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki komutanları ahali tarafından her hangi bir surette hükümetin emirlerine, memleketin müdafaasına ve asayişin muhafazasına ait icraat ve tertibata karşı gelme ve silahlı tecavüz ve dayanma görülürse derhal askeri kuvvetlerle en şiddetli surette tedibat yapmaya, tecavüz ve direnmeyi esasından yok etmeye izinli ve mecburdur.
Madde 2: Ordu, müstakil kolordu,tümen komutanları askeri kampları mebni veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskan ettirebilirler.
Madde 3: İşbu kanun neşri tarihinden geçerlidir. 13 Recep 1333 ve 14 Mayıs 1331 (1915).


   Dahiliye Nezareti, o sıra Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemal Beye bir şifreli telgraf çeker: "Kazanın dahilinde bulunan bilumum Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevk edileceği istikamet Suriye'dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi"
 Kemal Bey kaza hudutları içindeki Ermeniler'in tehcirini emreder ve bizzat uygulamaya girişir.
 Mondros mütarekesinden sonra İtilaf devletlerinin baskısıyla Damad Ferit hükümeti, Ermeni tehcirinde suçlu gördükleri yöneticileri Divan-ı Harbe sevk eder. Bunlardan biri de idealist vatan sever Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Beydir.
 Kaymakam Kemal ve arkadaşları 30 Ocak 1919’da Konya’da tevkif edilerek İstanbul’a getirilip orada güdümlü bir mahkeme tarafından yargılanıp idama mahkum edilecektir!
  

  Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul'unda, işgal güçlerin, Ermeni azınlığın ve bir kısım bürokrasinin işbirliği ile 1. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni tehciri esnasında yaşananlar için bir sorumlu (veya "günah keçisi") arayışına girdikleri bir dönemde yargılanarak idam edilmiş bir mülki amirdir Kemal Bey. Ermeni tehcirinde görevini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu iddiasıyla, idamla yargılanmıştır. İşgal şartlarında cereyan eden mahkemede, çoğunluğunu Ermeni komitecilerin teşkil ettiği ve İngiliz Yüksek Komiserliğinin ve Rum-Ermeni Şubesinin temin ettiği birçok yalancı şahit çıkarılarak, akıl ve mantığın kabul etmediği bir sürü suç uydurulmuştur.
 Yukarıda sözü edilen kararnameye dayalı olarak kurulan Divan-ı Harp Mahkemesinin başkanlığına atanan Hayret Paşa günlerce vicdan muhasebesi yapmış, Kemal Bey ve diğer tutuklu devlet görevlilerine yapılan haksızlığa dayanamamış ve Ferit Paşa ile şiddetli bir münakaşa sonucunda görevinden istifa etmiştir. Hayret Paşanın yerine Kürt Mustafa Paşa veya Nemrut Mustafa Paşa adlı kişi getirilmiştir. Kaymakam Kemal Beyi idam eden mahkeme heyeti başta Reis Kürt Mustafa Paşa, Şevket Bey ve Artin Efendi’den meydana gelmişti. İddia makamında da Sami Bey bulunuyordu. Türk milleti vatan evlatlarını yargılayarak mazlumları idama mahkum eden, adalet yerine zulüm dağıtan bu kukla heyeti vicdanında daha sonraları mahkum edecektir. Her safhası hukuk adına bir ibret ve devlet adına ise trajedi olan bu yargılamaya kısaca değinmekte yarar vardır.
  İlk duruşmada söz alan savcı Sami özetle şunları söyler: “Yüce mahkeme heyeti faciaların ve bilinen zulümlerle devletin ve milletin temiz geçmişine sürülen lekenin; amilleri ve sebepleri hakkında gereken kanunu eksiksiz biçimde uygulayarak, adaletin nuruyla temizlemekle yükümlüdür.”
 Devletin ve milletin temiz geçmişine sürüldüğünü söylediği lekeyi çıkarmak üzere mahkeme bula bula küçücük bir kasabanın kaymakamını bulabilmiştir. Hüküm ise peşin olarak verilmişti.
 Mahkeme heyeti Kürt Mustafa Paşa başkanlığında 8 Nisan 1919 tarihinde, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beyi beklendiği gibi idama mahkum eder. Padişah Vahdeddin 9 Nisan’da bu kararı imzalar. 10 Nisan 1919 Perşembe günü akşama doğru Kaymakam Kemal idam edilir.
 Kaymakam Kemal’in son sözleri şöyledir: “Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim ve ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi şehit gidiyorum. Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet!”
  

 Kemal Bey olayı, Osmanlının tükeniş döneminin eseridir. Yıkılış dönemleri, vatanseverliğin tepe taklak olduğu dönemlerdir. Eğer bir ağaç kendi dalından yapılan balta ile kendi kökünü tahrip etmeye başlamışsa hiçbir güç onu ayakta tutmaya yetmez. Nitekim Osmanlıyı da hiçbir tedbir ayakta tutamamıştır. Bunun sebebi de Osmanlı Devletinin kökünün değil, gövdesindeki asalakların emrine girmesidir.
  Millet Kemal Bey'i unutmadı. Türkiye Büyük Millet Meclisi 14 Ekim 1922'de çıkardığı özel bir kânunla "Milli Şehit" olarak kabul etti. Boğazlıyan'da bir mahalle ve bir ilkokul "Milli Şehit"in adını taşır.
  

 Merhum Mehmet Akif'in; "Tarih tekerrürden ibarettir. Eğer ders alınsaydı tekerrür eder miydi?" sözü gereği Türk Milleti bu tarihi olaydan ders almalıdır. Bozgunculuğun, bölücülüğün, hainliğin, korkaklığın, acizliğin ve gafletin kol gezdiği ülkemizde gerçek dostu ve düşmanı çok iyi tanımak gerekir. Kaymakam Kemaller bir milletin var olabilmesi için kendi elleriyle ödediği bedellerdir.
 

 "Milli Şehid"imizi şehâdetinin 96. yılında rahmetle anıyoruz. Ruhu şad olsun. Nur içinde yatsın.

Muhabbetle,
Hanife Mert

Faydalanılan Kaynak:
Türk  Dünyası  Tarih  Dergisi  Mayıs 1988  Sayı:17  Sayfa:44-46


10 Nisan 2015 Cuma

"DÜŞ BATIMI" OKUYUCU YORUMLARI; SEVGİLİ MÜJDE DİYOR Kİ;


DÜŞ BATIMI - 2 -



Sevgili blog arkadaşlarımdan Hanife'ciğimin ilk romanı olan Düş Batımı' nı okuduktan sonra yorumlarımı yazmaya bir türlü fırsat olmamıştı. Bugün işte o gün:)

Sevgili Hanife'nin kullandığı dil çok sade, gereksiz ya da abartılı tasvirlerden uzak, olanları son derece başarılı, gözümüzün önünde canlanacak şekilde betimliyor.

Kitabın kahramanı küçük Elif. Başlarda Elif'in annesinden korkmasının sebebini merak ediyorsunuz, sonra yavaş yavaş bunun nedenlerini anlıyorsunuz, (anlatmıyorum ki tadı kaçmasın yok öyle yağma:)

Maddiyata verilen aşırı önem (mesela komşunun kendi tarlasının sınırı geçmesi ya da geçtiğini düşünmek)ve bir anlık öfke ile kararan hayatlar! Onaltı yaşında evlenmenin doğurduğu sonuçlar! Cehaletle mücadelenin önemi, kumalık, başarısız evliliklerin, beklediği umduğu gibi anne, baba olamamanın, boşanmanın, insanda yarattığı suçluluk duygusu, psikolojisi, yaşananlar sonucu aklını kaybeden bir anne, bunun çocuklar üzerindeki tüm aile üzerindeki yıkıcı etkileri, kız kaçırmak, üvey annelik! Üvey evladın psikolojisi...:(
Romanı okurken ilk sayfadaki 'anasız oğlak yerde oynar, analı oğlak yarda oynar' atasözünün neden söylendiğini de ileriki sayfalarda anlayacaksınız.

Sahi unutmadan hikaye içinde bir de hikaye anlatmış Hanife'ki gülmekten öldüm:) çok yaşlı bir kadınla evlenen yakışıklı genç ve aşkın göreceliği ile ilgili.

Kitabın başında küçük bir kız olan Elif, büyüyecek, okula gidecek, aşık olacak ve yaşadığı onca acı yetmezmiş gibi bir de babasını kaybedecek. Aşık olduğu gençle evlenecek mi, hayat Elif'e bundan sonra neler gösterecek? Bilmiyoruz çünkü roman orada bitiyor ve siz devamını merak ediyorsunuz.

İnşallah devamı da gelir diyorum Hanife'ciğim.
Eline, yüreğine sağlık.



Sevgili Müjdeciğim güzel dileklerin ve kitabım ile ilgili hoş yorumun için çok teşekkür ediyorum.

Sevgilerimle canım..

5 Nisan 2015 Pazar

Mutluluk Yaşanılan Andadır!



İnsan var oluşundan beri mutlu olmanın mutlu yaşamanın çaresini aramış durmuş. Kimi geçmişte, kimi gelecekte, kimi maddiyatta, kimi maneviyatta bulmaya çalışmış. Kimi mevkide makamda, kimi yatta katta, kimi sevgide aşkta, kimi geçmişinde anılarında, kimi geleceğinde hayallerinde aramış. 
Mutluluğu geçmişinde arayanlar, geçmişte yaşadıklarına takılarak, bir dönemi veya olayı "keşkelerle" ve "eğerlerle"  sorgulayarak geçmişin muhasebesinde boğulurlar. Bunlar kendilerine acırlar.Kaderlerini suçlar, şansızlıklarını anlatır veya uğradıkları bir haksızlığın hayatlarına nasıl bedeller getirdiğine yakınarak yaşarlar. 
Bu tip insanlar geçmişte yaşadıkları için bugünü ıskalarlar. 
    Mutluluğunu gelecekte yaşayacaklarına endeksleyenler ise;  mutlu olmak için şartların olgunlaşmasını, bir takım şartların yerine gelmesini beklerler. Oysa böyle yaparak farkında olmadan yaşamı ertelemiş, mutluluklarını şarta bağlamış olmaktalar. Adeta gelecekleri bu günlerine ipotek koymuştur. Mutlu olmalarını engelleyen şey, beklentilerinin son noktasında doyuma ulaşacağına inanmalarıdır.
     Kaldık ki mutluluk yaşanılan andadır. Ne geçmişin "keşkeleri" ve "eğerleri" ile örülmüş çetin muhasebesinde, ne de geleceğin doyuma ulaşacak gerçekleşmemiş beklentilerinde... 
  Geçmişten çıkıp bugüne gelemeyenler için mutluluk yaşanabilir bir duygu olmaz. Zira geçmiş yüklerle doludur. Her birimizin geçmişten gelen yükü bir diğerinden farklıdır.
Kimimiz eşine, kimimiz arkadaşına, kimimiz bir akrabasına kırgın. Kimimizin yükü, iş yerinde yaşadığı güç savaşlarına bağlı sürtüşmelerden doğar.
  Kimimizin yükü yaşadığı bir ilişkidir. İlişki çoktan bitmiştir. Verdiğimiz emeğin, yaptığımız sevgi yatırımının haksızlığa uğradığını düşünmüşüzdür. Kırgın ve öfkeliyizdir.
Kimimize çocukluğumuzda alamadığımız sevgi, yük olmuştur. Anne babamız tarafından sevilmediğimizi düşünmüşüzdür. Hatta bu yükün etkisiyle bugünümüzde sevilmek için o kadar çok çaba vermeye kalkışırız ki, sevmeyi unutan sevilme uğraşında olan  biri olur çıkarız.
  Yükle yaşayan insanlar yorgundur.Yaşantımızın bir sonraki döneminin bir öncekinin gölgesinde geçmesini istemiyorsak, yaşadığımız her ana hakkını vererek yaşamalı ve mutlaka bu yüklerden kurtulmamız gerekir.Yüklerden kurtulmak ise; öncelikle anı yaşayabilmeye bağlı. Anı yaşayabilmek üzerimizdeki yüklerden kurtulmaya, üzerimizdeki yüklerden kurtulmak ise, bizi üzen mutsuz eden olayları ve kişileri affetmeye bağlı. Her insanın bir zaafı olduğunu bilmeli, onları olduğu gibi kabul etmeli ve empati kurmalı bu sayede  onları affetmek daha kolay olacaktır. Zira affetmek ruhu temizler. Hayata daha pozitif daha mutlu bakmayı sağlar. 

Gelin hep birlikte kendimiz dahil, geçmişimizde olumsuzluk yaşadığımız kimseleri  affederek ve olayları unutarak kendimizi rahatlatalım.../ ne dersiniz?

Hanife Mert

4 Nisan 2015 Cumartesi

"Düş Batımı" Kitabımdan Satır Araları

Her yaprak farklı bir umudu müjdeler.Yeşerdikçe dallanıp budaklandıkça hayatın yaşanmaya değer olduğunu hissettirir insana. Lakin kaçınılmaz bir gerçek vardır. O da yaprağın değişmeyen kaderi! Her sonbaharda dalından düşmek, her fırtınada da bilinmezliğe doğru savrulmaktır. "Yaprağın kaderiymiş düşmek." İnsanın kaderi ise, yazılanı yaşamak, çizilen yolda yürümekmiş.” Düşmekten, yaşamaktan, korkmadan yürümek. Hayata olumsuzluklara karşı direnmek... Hayatı yaşanır kılmak.





Kitabım ile ilgili zaman zaman benim için çok önemli bir o kadarda özel olan okuyucu yorumlarını ve kısa kısa satır aralarından bölümleri siz değerli blog dostlarımla paylaşarak sevincime ortak olmanızı düşündüm,ne dersiniz?
Muhabbetle,
Hanife Mert

29 Mart 2015 Pazar

Bayrak İndirilmez!


Uşak Üniversitesi Rektörlüğü, garip bir olaya daha imza attı. Rektörlük Türk Bayrağı’ndan rahatsız olan bir grubun talebi üzerine kantinde asılı duran Türk Bayrağı’nı "Artık bunun süresi dolmuştur" diyerek indirdi. Rektörlük tarafından bayrağı indirmesi için görevlendirilen Fen Edebiyat Fakültesi’nin Dekanı Prof. Dr.
Cengiz Soykan, bayraktan rahatsızlık duyan grubun bazı temsilcileri ve güvenlik nezaretinde kantindeki öğrencilerin şaşkın bakışları arasında adeta özrü kabahatinden büyük bir açıklama ile Türk Bayrağı’nı indirmesi şaşkınlığa neden oldu.
Daha öncede Ulu Önder Atatürk’ün ölüm yıl dönümünde anma programı düzenlemeyerek büyük tepkilere neden olan Uşak Üniversitesi rektörlüğü bu seferde kantinde asılı duran Türk Bayrağını indirerek farklı bir skandala imza attı. Haberin devamı;

http://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/Usak-Haberleri/usak-universitesi-nde-sasirtan-olay_81421


Bayrak sevgisi saygısı bize, atalarımızdan kalan kutsal bir mirastır. Yalnız kendi bayrağımıza değil, tüm milletlerin bayrakları da kutsaldır. Çünkü bayrak bir milletin bağımsızlığının istiklalinin sembolüdür.
Şanlı bayrağımız da bizim istiklalimizin, namusumuzun, onurumuzun, özgürlüğümüzün, bağımsızlığımızın sembolüdür... 
O bizim her şeyimiz. O göklerimizde nazlı nazlı dalgalandıkça huzurluyuz, mutluyuz, güvendeyiz.
Daha ilkokul sıralarında öğrettiler bize bayrak sevgisini, vatan sevgisini, Atatürk sevgisini... Bağımsızlığımızın sembolü ay yıldızlı bayrağımızı gururla söylediğimiz İstiklal Marşımızla lisenin son yıllarına kadar göndere hep milli bir ruh ve heyecanla çektik. 

Öğretmenlerimiz, anne- babamız bayrak ve Atatürk sevgisini canımızdan aziz bilmemizi ilmek ilmek işlediler yüreklerimize…

Kutsal değerlerimize saygıyı biz küçücükken öğrendik.
İşte bu sebepledir ki, vatanımızın ve Milli Egemenliğimizin sembolü olan ve onun dalgalandığı yerde kendimizi güvende hissettiğimiz bayrağımızı hep yüksekte tuttuk. Onun yere düşürülmesine, indirilmesine asla tahammülümüz yoktur...

   Hal böyle iken, bu topraklarda yaşayan, ekmeğini yiyen suyunu içen insanların ata mirası bayrağımıza, bize bu cennet vatanı emanet eden atasına ihanet etme gibi bir özgürlüğü olamaz. Çünkü hepimiz onun dalgalandığı yerde, akşam huzur içinde uyuyor, sabah güvende hissederek kalkıyoruz.

O bayrak ki “Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü, Senin altında doğdum, Senin altında öleceğim, Tarihim, şerefim, her şeyim” diyen Arif Nihat Asya’nın dizelerinde en güzel ifadesini bulan hepimizin bayrağıdır.
Biz, bayrak denince Ulubatlı Hasan’ı biliriz; kınalı kuzularımızı biliriz. Kurtuluş Savaşında “Ölürsem kefenim olur” diyerek göğsünde bayrak taşıyan kahramanlarımızı hatırlarız. “Bayrak inmez, ezan dinmez” diye şehit olan yavrularımıza ağlarız. Bu millet, tarihin var olduğu günden bugüne değin kendisini, varlığını ve bağımsızlığını sembolleştirdiği ve kutsal bildiği bayrağı dalgalansın diye sayısız şehit vermiş, kan dökmüştür.

Üzerimize tarihin noterliğinde sayısız şehitlerimizin imzalarıyla tapulanan bu imanlı topraklarda şanlı bayrağımıza, Atamıza ve tüm kutsal değerlerimize  yapılan  saygısızlığı ihaneti lanetliyorum.



Hanife MERT

22 Mart 2015 Pazar

"Düş Batımı" Okuyucu Yorumları

Kitabımın tanıtımı ile ilgili zaman zaman okuyucu yorumlarını zaman zaman ise gelişmeleri bloğumda paylaşarak siz değerli dostlarımı bilgilendirmek istedim...

İkinci yorum blogspot arkadaşlarımdan sevgili Şayan Gültekin Varol'a ait;

Şayan Gültekin Varol
17 Şubat 

Sevgili arkadaşım Hanife Mert Hanımın kitabı şu an elimde
Düş Batımı daha ilk sayfalarda etkileyici etkisini gösterdi
Buram buram Anadolu kokuyor dram içinde dram hüzün var duygusallık var her şeyiyle anlatımı muhteşem tebrik ediyorum Hanife Mert arkadaşımı okumaya devam görüşlerimi yine yazacağım
Şayan Gültekin Varol/ Kitabı okuduktan sonra...
19 Şubat ·
Sevgili arkadaşım Hanife Mert Hanımın kitabını okudum ilk yorumumda dediğim gibi buram buram Anadolu kokuyor dram var acı var hüzün var pişmanlıklar var ve yalnız Anadolu kadınında değil şehirdeki roman kahramanlarının hepsinin bir acısı dramı var okurken gözlerimin dolduğu anlar çok oldu beni en çok etkileyen Zeynep oldu ve Elif ve Hasan'ın pişmanlıklarıyla geçen hayatı... geceleri geç saatlere kadar okudum elime alınca da bırakamadım hep sonunu merak ettim ben hep Zeynep'i düşünmüştüm:( çok çok güzel bir romandı herkes herşey anlatımı mükemmeldi her konuya yer verilmişti sevgiler canım arkadaşım anlatılmaz okuyunca anlaşılır okunması gereken bir roman bir kitap emeğine yüreğine kalemine sağlık canım arkadaşım tekrar hayırlı olsun diyorum sevgiler selamlar gönderiyorum..

Çok teşekkür ediyorum candan arkadaşım bu çok değerli yorumunla sevincime ve heyecanıma ortak olduğun için...

Hanife MERT

21 Mart 2015 Cumartesi

Türk Kültüründe Nevruz (Önceki Paylaşımımdan)


Nevruz Bayramı, Türk Milleti’nin yüzyıllar ötesinden devam edip gelen geleneksel bayramlarından biridir.
Nevruz Bayramı, Türk Milli Kültürü’nde baharın müjdecisi, gece ile gündüzün eşit olduğu ve tabiatın en adaletli günü olarak kabul edilir. Türkler’in yaşadığı en uzak bölgelerde dahi 21 Mart, Nevruz Bayramı olarak çeşitli yöresel etkinliklerle kutlanır.
Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı “ana” olarak vasıflandıran Türk Düşünce Sisteminde “Baharın gelişi” elbetteki önemli bir yere sahip olacaktı.
Kaşgarlı Mahmut, “Bayram” kelimesinin anlamını Divan-ı Lügat-it Türk’te “Bedhrem, halk arasında gülme ve sevinme, bir yerin ışıklarla ve çiçeklerle bezenmesi ve orada sevinç içinde eğlenilmesi” olarak tarif eder.
Bayramlar, insanlar arasında karşılıklı sevgi ve saygının perçinlendiği günlerdir.
Bayramlar, insanların birbirleriyle olan dargınlıklarını unuttukları, barıştıkları, kardeşçe kucaklaştıkları gündür.
Bayramlar, toplumlarda milli birlik ve beraberliğin, bir arada yaşama arzusunun kuvvetlendiği günlerdir.
Bayramlar, milli ve dini duyguların, inançların, örf ve adetlerin uygulandığı, sergilendiği, bir toplumda millet olma şuurunun şekillendiği, kuvvetlendiği günlerdir.
Eski Türkler’le İranlılar’ın “yıl-başı” kabul ettikleri gün, Farsça bir kelime olan “Nevruz” terimiyle ifade olunmaktadır. Ancak kelime anlamı bakımından “yeni gün” demektir. Araplar’a İranlılar’dan geçen bu adet, başta Oniki Hayvanlı Türk Takvimi’nde görüldüğü üzere Türkler’de çok eskiden beri bilinmekte ve bugün törenlerle kutlanmaktadır.
Türkler’de çok eskiden beri baharın gelişi, tabiatın canlanışı, destanlarda masallarda, türkülerde şiirlerde, aşıkların kopuzlarında terennüm edilir ve bahardan coşkunlukla söz edilirdi. Baharın gelişi; suların çoğalması, dünyanın nefesinin ısınması yani havaların ısınması, türlü çiçeklerin açılması, yeryüzüne yemyeşil bir ipek kumaşın serilmesi, hayvanların çoğalması olarak yorumlanmaktadır.
Türk topluluklarında Nevruz geleneği yaygındır. Türkler, Nevruz’u “Nevruz-ı Sultani”, Sultan Nevruz” veya Orta Asya Türk topluluklarında görüldüğü üzere “Sultan Navrız” olarak kutlamaktadırlar. Türkler’de Nevruz’la ilgili görülen rivayetlerin en önemlisi bu günün bir kurtuluş günü olarak kabul edilmesidir. Bu bakımdan bu gün Ergenekon veya Bozkurt Bayramı olarak kabul edilmektedir.
Ergenekon Destanı’na göre düşmanları Türkleri bir hile ile yenerler ve çoğunluğu öldürülür yada tutsak düşer. Kurtulanlar kimsenin bilmediği dağlık ,verimli bir yer olan Ergenekon’a gelirler. Zamanla nüfusları çoğalınca buradan çıkmak istediklerinde etrafın demir dağlarla çevrili olduğu görülür. Bunun için büyük ateşler yakıp dağları eritirler ve tekrar eski yurtlarına dönerler. İşte Türk Kültürüne göre Nevruz , takvim başlangıcı olan Ergenekon’dan çıkış günüdür. Bu adet Türkler’deki demirciliğin milli sanat olması ve demir kültü ile açıklanabilir. İşte Türk Kültürüne göre Nevruz, takvim başlangıcı olan Ergenekon’dan çıkış günüdür.
O günden beri yeni yılın başladığı gece Kök-Türkler’de adettir, o günü bayram sayarlar. Bir parça demiri ateşe salıp kızdırırlar. Önce Kağan bunu kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Ondan sonra beyler de öyle yaparlar. Bunu mukaddes bilirler, böylece Tanrı’ya şükretmiş olurlar.
Nevruz, Türkler’in tabiatın dirilişini alkışladığı, yıl esaslı zaman değişiminin başlangıcı saydığı, değişmeler için Tanrıya şükrünü ifade ettiği özel bir törendir. Bu kutlama sarı, kırmızı, yeşilin yan yana gelmesiyle oluşan sembolleşme ile tamamlanır gibidir.
Sarı, kırmızı ve yeşili bir inanış ve varlık dünyasını yorumlayış sonucunda yeşili; dirilik, tazelik gençlik, sarıyı; merkez, hükümranlık, kırmızıyı; Tanrı, koruyucu ruh, ocak (ev), dirlik, bağımsızlık, hürriyet anlamlarının sembolü halinde yorumlayan sadece Türk kökenli halkalardır.
Türk boyları, söz konusu bayramda çeşitli eğlenceler düzenlemekte ve bir çok pratiği de yerine getirmektedirler. Mesela; Nevruz’da pişirilen özel yemekler, oynanan oyunlar, güreş müsabakaları, yarışmalar, musiki makamları, şiir söyleme gelenekleri gibi faaliyetler yüzyıllardan beri yapılmaktadır. Nevruz, bu özellikleriyle Türk boyları arasında tam manasıyla sanat, edebiyat, spor ve musiki erbabının hünerlerini gösterdikleri bir bayram haline dönüşmüştür.
Tarihi bakımdan Hun, Göktür, Uygur, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Nevruz, bir örfi bayram olarak kabul edilmiş, çeşitli eğlence ve merasimlerle idrak edilmiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün önderliğinde 1922, 1923, 1924 ve 1926 yıllarında Ergenekon Bayramı adıyla kutlanmış, daha sonraki yıllarda bu kutlamalar mahalli seviyede olmuştur.
Ülkemizin Batısında Mart Dokuzu, Hıdrellez veya Kakava Şenlikleri adıyla kutlanan Nevruz Bayramı, bizleri birbirimize daha çok yaklaştırır. Ortak bir kültüre, birlik ve beraberlik içinde sahip çıkar ve aynı kültürün insanları olarak kaynaşmamıza, birbirimizi sevmemize yardımcı olur.
Nevruz geleneği ne Sunilikle, ne Alevilikle, ne Bektaşilikle doğrudan bağlantısı olmayan, İslamiyetten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin ve mezhebin bayramı değildir. Bu yüzden herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik menşe adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi, bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.
Milli Kültürü yozlaştırmak, yok etmek, milli kültür unsurları üzerinde şüphe yaratmak, milli tarih konularında spekülatif yayınlarda bulunmak bugün Türklük düşmanlarının en çok takip ettikleri metod bulunmaktadır. Kaleleri içerden ele geçirmek yani ülkeleri parçala, böl, sonra yok et prensibi emperyalist politikaların hedef seçtikleri ülkelere karşı uyguladıkları genel bir stratejidir. Bu strateji içinde milli kültür düşmanlığı, milli kültürün dejenere edilmesi, milli kültür değerleri üzerinde başka sahipler aranması en geçerli bir silah olarak kabul edilmektedir. Özellikle yurt dışında Türkiye ve Türklük aleyhine faaliyet gösteren Marksist-Leninist ve bölücü unsurlar sun’i bir topluma mal edilmeye çalışılan Ergenekon/ Nevruz Bayramı’nı Türk kültürü bünyesinden koparmak istemekte ve bu konuda gayret göstermektedirler. Bu durumda bizlere düşen görev tarihimizi ve kültürümüzü daha iyi öğrenip sahiplenmektir.
Atatürk’ün tarih öğrenmenin önemi üzerine söylemiş olduğu şu söz yukarıda izah etmeye çalıştığımız konunun önemini daha iyi açıklamaktadır.
“TÜRK ÇOCUĞU ECDADINI TANIDIKÇA DAHA BÜYÜK İŞLER YAPMAK İÇİN KENDİNDE KUVVET BULACAKTIR”
1990 yılında bağımsızlıklarını ilan eden Türk Cumhuriyetlerinde Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan ile Rusya Federasyonu bünyesindeki Tataristan 21 Mart Ergenekon/ Nevruz Bayramını “Milli Bayram” olarak ilan etmişlerdir. Bu günün coşkuyla kutlanmasına büyük önem vermektedirler.Türk Kültüründen kaynaklanan Ergenekon/Nevruz Bayramı, her yönüyle Türk gelenek ve görenekleriyle zenginleşmiş, an’anevi ve temeli beş bin yıllık Türk tarihine dayalı milli bir bayramdır.Türkiye’de de 1991 yılında Türk Dünyası ile birlikte ortak bir gün olarak resmi tatil olmaksızın bayram ilan edilmiştir.
Nevruz, Türk insanını birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon’dan demir dağları eriterek dirilen ataların ruhuyla yanan bir ateştir. Bu ateş hiç sönmeden binlerce yıl yandı ve gelecekte de kıvılcımlarından binlerce gönlü tutuşturarak ortak kültür ocağında binlerce ruhu ısıtacaktır. Avrasya’nın, Türk aleminin Nevruz toyu kutlu olsun, Nevruz gülleri geleceğe umutlar taşısın.

21 Mart Nevruz Bayramı, genç nesillerimize mutlaka öğretilmeli ve dünya durdukça Türk Milleti’nin geleneksel bayramı olarak yaşatılmalıdır.
Muhabbetle,
Hanife Mert
KAYNAKLAR:
1.Meydan Larousse “Nevruz” maddesi
2.Atatürk Diyor ki
3.Reşat GENÇ:Türk İnanışları İle Milli Geleneklerinde Renkler ve Sarı-Kırmızı-Yeşil
4.Abdulhaluk M.ÇAY:Türk Ergenekon Bayramı Nevruz
5.Bahaeddin ÖGEL:Türk Kültürünün Gelişme Çağları
6.Mehmet Emin BATUR:Nevruz 22 Mart 2004
7.İsa ÖZKAN:Uygur Efsanelerinde Nevruz
8:Enver MUHAMMET:Uygurlar’da Nevruz Geleneği, Türksoy Dergisi, Mayıs 2003
9.Hatice Emel AŞA:Nevruz’un Türk Dünyasındaki İsimleri-Türk Kültüründe Nevruz, Yeni Avrasya Dergisi Mart-Nisan 2000

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...