Derler ki; "Yaşadığın yeri cennet yapamadığın sürece, kaçtığın her yer cehennemdir." Bu sözden yola çıkarak insanın öncelikli görevinin; hayatı yaşanılır kılmak,huzur içinde, barış içinde, adil bir biçimde, insanca yaşamasına olanak sağlamak olmalıdır. Bu durum sağlanmadığında ise, toplumda huzursuzluk, güvensizlik, mutsuzluk, sevgisizlik, gerilim, hakim olacaktır. Bu bağlamda toplumda çıkar kargaşası yaşanması, şahsi çıkarların toplumsal çıkarların önüne geçmesi de kaçınılmaz bir hal alacaktır. Devamında da " BEN" merkezli bir hayat felsefesi benimsenmiş, ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım düşüncesi hükmetmiş durumda vicdanlara... Hiç şüphesiz insan güvende olmak güvenmek ister. Zira yaradılışı gereği kendini güvende hissedeceği ortam ve etrafında güvenebileceği insanları görmek ister. İnsanlar arasında olması gereken en önemli ve en kuvvetli duygudur güven duygusu.İnsan ilişkilerini doğrudan etkileyen, yaşantısına direk etki eden bir durumdur. Yaşam ve toplum güven üzerine kurulmuştur. Tarif etmesi zor olan bu duyguyu yaşadığımız toplumda ne kadar hissedebiliyoruz? Hangimiz etrafımızdaki insanlara yüzde yüz güvene biliyoruz? Bu soruya evet demek neredeyse imkansız. Öyle olmasaydı toplumda birlik sağlanırdı. Öyle olmasaydı hak hukuk kişilere göre farklılık göstermezdi, öyle olmasaydı bize reva görülenler yaşanmazdı. Zulümler olmazdı. Birlikten kuvvet doğar sözünün gereği sağlanırdı. Verilen sözler tutulur, saymakla bitiremeyeceğim sorunlar yaşanmazdı.
Konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir Nasrettin Hoca fıkrasını paylaşmak istiyorum; Akşehir çevresini mesken tutmuş olan Timur bu bölgeye beraberinde bir de fil getirmiş. Başıboş bırakılan fil bağlara, bahçelere ve ekili tüm alanlara zarar vermeye başlamış. Yaşanan durumdan bezdir kalan Akşehir halkı çareyi Nasreddin Hoca’ya başvurmakta bulmuş. Demişler ki: Hoca, bu Timur denilen adam senin sözünü dinler. Şu filin bir çaresine baksan, anamızı ağlattı. Hoca bu teklifi kabul etmiş ve yarın hep birlikte Timur’un huzuruna varalım, derdimizi anlatalım demiş. Ertesi gün buluşmuşlar. Nasreddin Hoca önde, Akşehir halkı arkasında Timur’a gitmek üzere yola çıkmışlar. Her yol ayrımında gruptan birileri kopuyormuş. Nasreddin Hoca Timur’un karşısına geldiğinde bir de bakmış ki yanında kimsecikler kalmamış. Duruma fena halde bozulan Hoca Akşehirlilere bir ders vereyim diye düşünmüş ve Timur’a: -Efendim, biz Akşehirliler olarak getirmiş olduğunuz fili çok sevdik. Fakat hayvancağız yalnızlıktan olsa gerek çok huzursuz görünüyor. Akşehir halkı bu filin eşini de getirmenizi istiyor, der. Timur bu sözlerden hoşlanır ve Akşehirlilerin isteğini yerine getireceğini söyler. Timur’un yanından ayrılan Nasreddin Hoca kendisini beklemekte olan ahalinin yanına geldiğinde halk merakla ne yaptığını sorar. Hoca gülerek cevap verir: Müjdeler olsun. Belânın dişisi de geliyor. Yaşadığımız ortamlarda benzer olayları hepimiz yaşamış olabiliriz. Kendilerine güven telkin ederek bir işi yerine getirmesi için görevlendirdiğimiz kimseleri yarı yolda bırakmak insanlığa sığmaz...
Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygu. O öyle bir duygu ki, paylaşıldıkça azalmaz aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Sevginin yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır. Zira, hayatın anlamı, ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir… Sevgi günümüzde olduğu gibi yüreklere hapsedilmemeli. Aynı zamanda eyleme dönüştürülmeli dillendirilmelidr de... Eşlerin birbirine duyması gereken sevginin şeklini derecesini gösteren, yaşadığı hayatla bize örnek teşkil eden sevgili peygamberimizin eşine olan sevgisini gösteren bir hadise kulak verelim. Peygamberimiz, eşine ayrı bir önem verir, aynı zamanda eşleri birbirine kenetleyen sevgi sözcüklerini eşinden esirgemezmiş. O, aşkı sadece yüreğine hapsetmez aynı zamanda onu dillendirirmiş de… "Ben, Allah'ın sevgilisinin sevgilisiyim" diye kendisiyle övünün peygamberimizin sevgili eşi Hz. Ayşe annemiz bir gün her kadının merak edebileceği eşine sorabileceği bir şeyi sorar peygamberimize:
– Efendim, beni seviyor musun? der. Sevgili peygamberimiz de; "Bu ne biçim soru, bu da nereden çıktı, sevmesem yanında olur muydum," türünden cevaplar vermek yerine, O kendinden emin bir şekilde şöyle der: – Evet, ya Ayşe elbette seni seviyorum! Bu cevap Ayşe annemizi muhtemelen tatmin etmez ki, sevgisinin ölçüsünü merak eder ve ardından ikinci sorusunu sorar: – Beni ne kadar seviyorsun ya Resûlallah? der Bunun üzerine peygamberimiz, hem Hz. Ayşe'nin hem de bizim yüreğimizin derinliklerini titreten şu içten, samimi ve bir o kadar da edebi ifadeyle şöyle cevap verir: – Kördüğüm gibi. Peygamberimiz, eşini asla açılmayan, çözülmeyen, kördüğüm gibi bir sevgiyle sevdiğini söylüyordu. Bu, açılmayan, bitmeyen sırlı bir sevgi demekti. Eşinden duyacağı sevgi sözcükleri bir kadının gıdasıdır... Aradan birkaç yıl geçiyor… Hz. Ayşe, yıllar öncesinden kalma o “kördüğüm”ü hatırlatmak istiyor ve Efendimiz’e… Damdan düşer gibi soruyor: “Efendim, kördüğüm ne alemde?” “Ne kördüğümü?” diye sormuyor Efendimiz… “Bunca işimin arasında yıllar önce söylediğim bir kelimeyi hatırlamamı bekleyemezsin” diye azarlamıyor Hz. Ayşe annemizi… “Ben nelerle meşgulüm, sen nelerle meşgulsün” diye de küçümsemiyor… O cümleyi bir dakika önce söylemiş gibi gülümsüyor, sadece. Derin derin eşine bakıyor ve teminat veriyor: “Kördüğüm daha ilk günkü gibi, yüreğime bütün bütün dolaştı…”der.
Kadının değersizleştirildiği, en ağır zulmün reva görüldüğü bir dönemden geçmekteyiz. Bu vesileyle hayatını örnek olarak almak durumunda olduğumuz sevgili Peygamberimizin yaşayışı ve tavsiyelerinin referans olması temennisiyle, tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günününü kutluyorum..
Dünde her ne yaşamışsak geride kaldı. Dünde yaşananları kayıpları geri getiremeyeceğimize göre, dünden ders almalı geleceği ona göre planlamalıyız. Dünden kalma hatalarla bu günün planı yapılmaz...
İyisiyle, kötüsüyle, huzuruyla, huzursuzluğuyla, mutluluğuyla, mutsuzluğuyla, acısıyla, tatlısıyla, günahıyla sevabıyla yaşanan her an geride, dünde, 2016 da kaldı... Bu gün yeni bir gün yeni bir yıl yeni bir umuttur.
Yeni yılda yeni umutlar yeşersin yüreğinizde, sağlık, huzur, mutluluk, dostluk, sevgi duyguları kök salsın gönlünüzde. Sevdiklerinizle birlikte, mutlu ve umutlu yıllar gezinsin ömrünüzde...
2017 yılının ülkemiz ve insanlık alemine, göz yaşlarının son bulduğu, acıların, zulmün, tacizin, tecavüzün, haksız yere ölümlerin, savaşların, yolsuzlukların, yoksullukların, haksızlıkların son bulduğu, huzur ve güvenin, adaletin sağlandığı, sevgi, barış ve kardeşliğin hakim olduğu bir dünyada yaşamayı, sevginin sarıp sarmaladığı bir yıl olmasını diliyorum...
Atamızın 78. ölüm yıl dönümü nedeniyle hazırladığımız anma etkinliğinde yaptığım konuşmayı sizlerle de paylaşmak istedim... Uzun zamandır bu konuşma üzerinde çalışıyor olmam nedeniyle bloguma pek giremedim...
Çok yönlü ve üstün kişiliğe sahip
bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk’ün, aramızdan ayrılışının üzerinden tam 78
yıl geçti. Her fani gibi, o da payına düşeni yaşadı. O, kısacık hayatında, bir
milletin kötü talihini yenmesini sağladı ve dünya tarihinde de benzeri
görülmemiş izler bırakarak bu dünyadan göçtü.
Mensubu olduğu Türk Milleti'ni sonsuz bir
aşkla seven Atatürk, milleti için her türlü zorluğa katlanmış ve kendini ona
adamıştır. Onun "Ben, gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk
milletine canımı vereceğim"(Trabzon, 11.6.1937.) sözü, milletini ne
kadar çok sevdiğini göstermektedir.
Hiç şüphesiz Türk Milleti de Atasını çok sever. Zira daha küçücük bir
çocukken anne babamızın kucağında katıldığımız törenlerde kazındı ismi
beyinlerimize…
Okulda, ders işlerken
sınıflarımızda, karşımızda duran resmiyle yüreğimize düştü sevgisi.
Okulda öğretmenlerimizin, onun başarılarını, ilkelerini, devrimlerini, vatan,
millet, bayrak aşkını; evde büyükannemizin büyükbabamızın anlattıkları
kahramanlık öyküleriyle de ilmek ilmek işlendi yüreğimize Atatürk sevgisi.
Atamızı hepimiz severiz. Severiz sevmesine de
acaba bu sevginin hakkını verebiliyor muyuz?. Peki nasıl olmalı Atatürk'ü
sevmek? On kasımlarda, bayramlarda resmini, rozetini yakamızda
taşımakla mı, duygu yüklü şiirler okumakla mı, yoksa Atam sen
olmazsan biz olmayız, gene gel kurtar bizi demekle mi? Olmaz arkadaşlar! Olmaz
! Atatürk sevgisi böyle olmaz. ya nasıl olmalı?
Gelin bunu kendinden öğrenelim:
1-Atatürk'e göre ASIL SEVGİ
Atatürk’ün en büyük zevki, toplantılarda
rastladığı herhangi birine ani bir soru sormak ve alacağı cevaba göre o şahsın
bilgisini takdir etmekti. Bir cumhuriyet balosunda yaverlerden Nihat Bey’e şu
soruyu sorar:
'Ben ölürsem, ne yaparsın?'
Nihat Bey:
'Ben de ölürüm Paşam, cevabını verir.
'Atatürk aldığı cevaptan memnun kalmamıştır.
Sert bir ifadeyle şunları söyler:
'Eğer beni hakikaten seviyorsan, ölmemen lazım. Yaşamalısın ve benim telkin
ettiğim ideallerin benden sonra da gerçekleşmesine, yaşamasına çalışmalısın. İşte
gerçek sevgi budur.' der.
2-Sen Güreş Bilir misin?
Sevilmek ve ilgi görmek isteği insanın doğasında
vardır. Yaşamdaki mücadelenin belki de birinci nedeni insanların kendilerine
yönelik ilgiyi artırma isteğidir. Bu nedenle sevilmek kadar sevmenin de önemli
olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Ailelerinden uzakta vatani görevlerini yapan
Mehmetçiklerin, ilgiye herkesten daha fazla ihtiyaçları vardır. Onlar bu
ihtiyaçlarını komutanlarından görecekleri sevgi ve şefkat ile giderirler. İnsan
doğasındaki bu ihtiyaçtan dolayıdır ki; ATATÜRK yaşamı süresince karşılaştığı
her Mehmetçikle ilgilenmiştir. O gücünü korkudan değil, paylaşıldıkça artan ve
kalpleri fetheden sevgiden almıştır. Bunun en anlamlı kanıtı Mehmetçiğin
aşağıdaki anekdotta yer alan, ‘’ ATA’m senin sırtını yedi düvel yere
getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?‘’ sözüdür. Burada işaret edilen
sevginin yenilmezliğidir:
Bir seyahatinde, Kolordu binasının kapısında aslan
yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu:
-Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği
güreştirdi.
Genç asker daima galip geliyordu. Çok neşelendi, ayağa
fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
-Haydi, bir de benimle güreş!
Saf ve temiz Anadolu çocuğu ATA’sının yüzüne hayranlıkla
baktı:
-Atam, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi.
Bir Mehmet mi bu işi başarır?
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
3-Atatürk’ün kitap okumaya verdiği önem ile
ilgili anı
Atatürk, kitap okumayı, araştırma yapmayı, fikir ve düşüncelerini insanlarla
paylaşmayı pek seven bir liderdi. Onun, henüz okul çağlarında başlayan kitap
okuma alışkanlığı, savaş zamanında bile devam etmiş, cumhuriyet yıllarında ise
daha da artmıştır.
Cumhuriyet döneminde büyük bir kütüphaneye sahip olan Atatürk, okumuş olduğu
yerli ve yabancı birçok eser sayesinde geniş bir kültüre de sahipti.
Büyük Önder Atatürk’ün hizmetinde bulunanlardan Cemal Granada anlatıyor:
“Bir gün Atatürk, tarihle ilgili bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini
görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken devlet başkanının kendini
kitaba vermesi Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olmalı ki Atatürk’e şöyle
dediğini duydum:
- Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma… 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a
çıktın?
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu içten yakınmasına
gülümseyerek şöyle karşılık verdi:
- Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim.
Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım, dedi.
Atatürk’ün hayatı boyunca 3997 adet kitapokuduğu
bilinmektedir.
Atatürk,toplumun
her kesimini kucaklayan bir halk adamıydı. Köylüye, askere, polise, öğretmenlere,
sanatçılara, sporculara, Türk kadınına, çocuk ve gençlere. kısacası toplumun
tüm kesimlerine değer vermiş ve destek olmuştur. O bir halk adamıdır; çünkü hep
halkı için uğraşmış, halktan birisi gibi davranmıştır. Onun ”Benim için en
büyük makam ve ödül, Türk milletinin bir ferdi olarak yasamaktır.”sözü de bunu
kanıtlar. Atatürk eğitim, bilim,fen, sanat, spor ve kültüre çok önem vermiştir.”
4-Mustafa Kemal’in (Tiyatro) ile ilgili
anısı
Muhsin Ertuğrul, bugünkü adıyla İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Genel sanat
yönetmenidir. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk de Dolmabahçe’de
kalmaktadır o günlerde…
Bir gece Gazi’nin oyun izlemeye geleceği duyurulur Muhsin Ertuğrul’a. Herkes
telaş içindedir. Çünkü oyunun başlama saati gelmiştir ancak Mustafa Kemal
gecikmiştir.Ne olacaktır şimdi? Muhsin Ertuğrul tam saatinde başlatır oyunu. Bir
süre sonra Gazi gelir.Yanındakiler korkarak oyunun başlatıldığını haber verirler
Gazi’ye. “Ya, öyle mi? Bitimde görüşürüz Muhsin Ertuğrul’la..” der ve
locaya girip oyunu izler. Oyunun bitiminde beğeniyle alkışlamaktadır aktörleri.
Muhsin Ertuğrul Gazinin yanına girer. Gazi ayağa kalkar: “Sizi kutlarım..” der.
“İşinizle ilgili ciddiyetiniz, ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı da
gösterir. Biz geç geldik. Oysa böyle bir kurum perdesini zamanında açmak
zorundadır. Görevinizi yaptığınız için özellikle kutlarım sizi..” der.
Muhsin Ertuğrul’a böyle söylediği için kimse şaşırmamalı…
Çünkü daha ileriki yıllarda yanındaki yönetici takımını “Efendiler! Bakan,
Başbakan hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz… Ancak sanatçı olamazsınız!”diye
uyaracak kadar yanında olacaktır sanatçının ve sanatın…
5-
Atatürk ve Edebiyat
Dilimize büyük önem vererek Türk Dil Kurumu’nu kurdurması ve bu bağlamda kendisinin de çalışması bir yana, yazarları da olumlu anlamda yönlendirmiştir Atatürk… Bunun örneğine geçmeden önce 1923-1924 yıllarında “irtica” sözcüğünü nasıl tanımladığına bakmak gerekir Gazi’nin… “Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her yararlı şey karşısında, onu ortadan kaldıracak bir güç belirir. Bizim dilimizde buna “irtica” derler. İyi bir şey yaptınız mı biliniz ki bunu ortadan kaldırmak için karşınıza muhalif, gerici bir güç çıkacaktır. Bundan dolayı bu iyi işi yapmadan önce, karşınıza dikilecek kara gücün de ortadan kaldırılması önlemini almak gerekir. Halkımız güven içinde ve huzurlu olsun ki, bugünkü devrimi yapanlar ve bu devrimi tamamlamaya karar verenler, karşılarına çıkacak bu tür gerici güçleri, tam da çıktığı noktada ezebilecek güç, yetenek ve önlemi almaya maliktirler.Bizi yanlış yola yönlendiren soysuzlar, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, tutsak eden, perişan eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok uzaktır. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka yerlerde sahne arasınlar. Geçmişin dalgınlıkları, paslı durgunlukları, Türkiye halkının belleğinden silinmiş olduğunda, kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Eriştiğimiz mutlu durumdan bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye bile yetkili olmadığı kesin bir gerçektir.” Kuşkusuz Gazi bunları söylemekle kalmamış, edebiyatın gücünü bildiği için büyük romancımız Reşat Nuri Güntekin’i, romanımızın doruklarından Yeşil Gece’yi yazması için özendirmiştir de… Kuşkusuz bunu buyruk verir gibi değil de “Yobazlığı yeren, Cumhuriyeti savunan bir roman yazar mısın?” yaklaşımıyla gerçekleştirmiştir… Üstelik bunu ne zaman ve nasıl yapmıştır? Tam da Sayın Güntekin, Emile Zola’nın “Hakikat”(bugünkü deyişle “Gerçek” ) adlı romanını çevirdikten sonra… “Devrimimizi halka anlatmak için dünya yazarlarından da yararlanalım ancak esas olan, ulusal edebiyat’ta da anlatılması/yazılmasıdır bu tür gerçeklerin…”yaklaşımıyla. Kaldı ki eşsiz yapıtı Nutuk (Söylev), neredeyse, belgesel roman kurgusuyla yazılmış bir baş yapıttır. Yazarız diye geçinen bizim gibi birçok edebiyat adamının, onun eşsiz üslubundan/anlatımından öğrenecek çok şeyimiz var…
6-Ölüden Medet Ummayın
İnsanların sıkıntılarının ve geri kalmışlıklarının gerçek nedenini; hoşgörü ve yaratıcılığı reddeden hurafelerin etkisinden kurtulup, akıl ve bilimin gücünden yararlanma refleksini gösterememiş olmalarında gören Atatürk; ülkede şeyhlik ve dervişlik iddiasında bulunup halkın bilincini sömürenlere asla izin vermemiştir. Tanrı ile kul arasına girerek inançların sömürüsünü yapmaktan başka mesleği olmayan asalakların uygar dünyada yeri olmamalı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir.
- Atatürk'ten Sakal Üzerine
Atatürk, Amasya ziyaretinde. Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;Kimdir bu? Vali yanıt verir;Efendim kendisi Şıh'tir. Yörede çok hatırlısı vardır. Atatürk, Şıh'ı yanına çağırır ve; "Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Sunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan" der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir. Şıh; "Emrin olur Paşam" diyerek yerine çekilir.Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk, Amasya'daki Şıh'i hatırlar ve Valiyi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'in sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazirini çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata’yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış... Şıh gelir Ata’nın karsısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet bastan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar; "Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? " Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp; "Dün aksam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim" der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp, nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır; "İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince; bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarin başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...
7- Türk Milletini Uyandırmak Atatürk derin derin düşünürken İnönü’ye bakıyor, “bunca senelik dostumsun, cephelerde çarpıştık, zorluklarla mücadele ettik, yılmadık ama bana bugüne kadar karşılaştığın en zor şey nedir diye hiç sormadın Paşa” diyor. "Haklısınız" diyor İnönü, hafif bir tebessümle, "gerçekten, neydi karşılaştığınız en büyük zorluk?" Gülümseme sırası o çakmak gözlü güzel insandadır, “uyandırmak Paşa” diyor. “Türk halkını uyandırmaktı en zor olan!" "Haklısınız" diyor İnönü. Atatürk devam ediyor, “pekiyi ondan daha da zor olan neydi bilir misin?” diye soruyor. Şaşırıyor İnönü. "Türk halkını uyandırmaktan daha zor olan nedir ki?" diyor. Yine gülümseyen Atatürk, “uyandıktan sonra şaha kalkan Türk halkını durdurmak Paşa!” diyor.
Üzerinde yaşadığımız bu vatan, bağımsızlığımızın simgesi ay yıldızlı bu bayrağımız, Cumhuriyetimiz kolay kazanılmadı. Her birimizin atası, dedesi adı bile duyulmamış cepheleri kanlarıyla sulamıştır.
Çoğunun mezar taşı dahi yoktur hatta şehit düştüğü yer bile bilinmez...
Bütün çekilen çilelerin, yapılan fedakârlıkların bilincinde olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet yaşamasını sağlamak için var gücümüzle mücadele etmeli. Bu sorumluluğu bizden sonraki nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcu olmalıdır. Bu Millet üzerine düşen sorumluluğun bilinci ile gerektiğinde yine şaha kalkacak ve gereğini yapacaktır... 8-Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini Kurtuluş Savaşı yıllarında, Milli mücadele sırasında Ankara’da kurulan mecliste, bir toplantıda Bursa Mebusu Dr.Baha Bey meclis kürsüsünden;
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini? " Namık Kemal'in bu iki dizesini okur... Bunun üzerine Mustafa Kemal'in yanıtı şöyle olmuştur; "Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!" Geçmişte olduğu gibi bu günde, düşman vatanın bağrına hançerini dayamış durumda, acaba bunun farkında mıyız! Büyük Atatürk, 10. Yıl Nutkunda; “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diyor. Elbette dünyada en önemli aydınlatıcı gücün, yüksek Türk Medeniyeti olduğuna işaret ediyor ve reçeteyi de kendi Türk kültür dünyamızda aramamız gerektiğine dikkat çekmektedir. Büyük Atatürk, Türk Milletine hedef olarak da, muasır(çağdaş) medeniyet seviyesinin üzerine çıkma azim ve iradesini göstermektedir.
Büyük Önderimizi andığımız bugünde O’nu yas tutarak değil, yapmamız gereken şeyleri ne ölçüde gerçekleştirdiğimizi, eksiklerimizi nasıl gidereceğimizi tartışarak anmak en doğru yol olacaktır. Atatürk’ün fikir ve düşüncelerini iyi anlayıp uygulamaya koymak, bu vatanda yaşayan her Türk evladının en asli vazifesi olmalıdır.
Bu vesileyle çeşitli kaynaklardan faydalanarak, Atatürk'ten Türk Gençliğine unutulmaz anılardan küçük bir demet sundum. Gençlik Ata'sının anılarını okumalı öğrenmeli, ondan feyz almalı. O'nun gösterdiği çağdaş uygarlık yoldan ayrılmadan, üzerimizde kara bulutların dolaştığı ağır bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde her zamankinden daha fazla, Ata'sına ve onun emanet ettiği cumhuriyete, ilke ve inkılaplarına, vatana, bayrağa sahip çıkmalıyız. Farklılıkları bir kenara bırakarak her zamankinden daha fazla birlik ve beraberlik şuru ile hareket etmeliyiz. Bu ülke bu millet sana minnetardır, büyük Atatürk... Her insan doğar, büyür ve ölür. Kalıcı olan bıraktığı emanettir. Millet olarak bize bıraktığın emaneti canımız pahasına koruyacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Silah arkadaşlarınla beraber kurduğun Cumhuriyet'inle kalbimizde yaşayacaksın.. Ruhun şad olsun.
Muhabbetle Hanife Mert
KAYNAKLAR 1- Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul 1973, s. 98.
2- Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul 1961, s. 307–308.
3-Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009
4-Atatürk ve Sanat Yazar Tuncer Cücenoğlu Sayfa 2 of 2 5-H.R. SOYAK, Atatürk’ten Hatıralar, s.268
Yıllar geçtikçe zaman değişiyor. Sonra insanlar değişiyor. İhtiyaçları, beklentileri, düşünceleri, istekleri, öncelikleri değişiyor. Bu değişim onun hayat felsefesini yaşam biçimini de değiştiriyor.
Özellikle son zamanlarda hayatının merkezine " BEN" lik duygusunu yerleştirmiş insanlarla sık sık karşılaşmaktayız. Öyle ki, onlarda "ben" lik öyle tavan yapmış ki; her şeyde ben diyor başka bir şey demiyor. Ben bilirim, ben yaparım, ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım, düşüncesi hükmetmiş vicdanlara. Karşıdakini eleştiren, rencide etmeye çalışan, alay eden küçük görmeye çalışan, ötekileştiren tavırlar son dönemlerde alabildiğince revaçta. Mevlana Mesnevisinde bu konuyla ilgili bir hikaye anlatır. Hikaye şöyle başlıyor; Kendini beğenmiş bir gramer (nahiv) bilgini, boğazdan karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve gururla oturdu yerine. Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir insandı. Hiç ses çıkarmadan küreklere asılıyor, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmek ve üç beş kuruş kazanmak istiyordu. Denizin orta yerine geldikleri sırada Bilgin küçümser bir eda içinde sordu: -Sen hiç gramer okudun mu?.. dil biliminden anlar mısın? Kayıkçı: -Hayır efendim dedi, ben cahil bir kayıkçıyım, dediğiniz şeylerden hiç anlamam. -Vah vah dedi Bilgin, ömrünün yarısı boşa geçmiş!.. Böyle bir süre ilerledikten sonra rüzgar şiddetini artırmaya, dalgalar büyümeye başladı. Denizde fırtına çıkmış, Bilgin korkmaya başlamıştı. Kayıkçı olağanüstü bir güçle kurtulmaya, sağ salim karşı kıyıya geçmeye çalışıyordu. Gördü ki artık kurtuluş ümidi yok, Bilgine dönüp sordu: -Efendim, yüzme bilir misiniz? Bilgin: -Ne yazık ki bilmiyorum diye inledi. O zaman kayıkçı: -Vah vah dedi, şimdi ömrünün hepsi boşa gidecek! Keşke gramer bileceğinize benim gibi yüzme bilseydiniz de canınızı kurtarsaydınız, der. Sahip olduğu hiç bir şey kendine ait değil insanın. Ona sahip olduklarını veren bir yaratıcı var. Ne kadar yükselirsen yüksel sonunda yere mahkumsun. Gideceğin yer varacağın menzil belli. Kime büyüklük taslıyorsun? Şeytan da kibrinden Hz. Adem'e secde etmedi cennetten kovuldu, kaybedenlerden oldu. Kibirli olanlar da aynı değil mi? Üzerindeki kibir yaftasını atıp alçak gönüllü olmalı insan...Benden başka doğru olan da, doğru düşünen de vardır. Benden başka haklı olan da, benim hakkım olan şey, başkalarının da hakkıdır diyebilmeli. Benim bilmediğim, bildiğimi daha iyi bilen de vardır alçak gönüllüğünü göstermeli insan... Muhabbetle, Hanife Mert
“… Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkar paylaşarak birleşmiş ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekalar duygular fikirler Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Bu geleneğin Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bir takım bahanelerle Türkiye’nin iç hayatına iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Güç ve kuvvet elde etmişlerdir. “… Bunların etkisinde kalarak milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin! Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakatlanmış bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her yıl, her yüzyıl biraz daha gerilemiş, daha çok düşmüştür. “…Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektirdiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar Bizi idare etsin’ diyorlardı.” Mustafa Kemal 6 Mart 1922
Ne büyük bir liderlik! Ne gerçekçi bir öngörü... Gurur duymalıyız M.Kemal gibi bir liderimiz olduğu için. Onun bıraktıklarına canla başla dört sarılmalı ve sadece sarılmakla kalmamalı hayata geçirmeye özen göstermeli. Bunları evlatlarımıza yakınlarımıza dostlarımıza milletimize anlatmalı yaşatmalı. Ancak böyle çıkar bu millet karanlıktan aydınlığa... Muhabbetle, Hanife Mert
Yine terör, yine masum insanları, Mehmetçiklerimizi hayattan kopardı... Dün Hakkari'nin Şemdinli ilçesindeki Durak Jandarma Karakoluna Pkk lı caniler tarafından bombalı saldırı düzenlenmiş haberin devamı http://www.hurriyet.com.tr/son-dakika-haberi-semdinlide-5-tonluk-hainlik-10u-asker-15-sehit-40243639 linkten okuyabilirsiniz. Zaten biliyorsunuz. Acı düştü yine yüreklere. Kimi baba olacaktı, kimi koca, ki mi özlemişti anacığını... Ama onlar "ŞEHİT" oldular. Eli kanlı caniler tarafından tüm hayalleri, tüm umutları, hayatları birer birer söndürüldü. Artık bu konuda yazmak, konuşmak, lanetlemek, beddua etmek, şehitlerimize rahmet dilemekten başkası elimizden gelmiyor.
Dur durak bilmeyen eli kanlı teröristler ülkemizi kaosa sürükleyerek, halkımızı sindirmek, korkutmak ve amacına ulaşmak için elinden geleni yapmaktan çekinmiyorlar.
Biz ise, amaçlarına ulaşmalarına fırsat vermeyecek, bu zor günleri farklılıklarımızı bir kenara bırakarak millet olarak birbirimize kenetlenerek aşabileceğimize inanmalıyız. Tek amacımız ümidimizi kaybetmeden, şucu, bucu ayırımına girmeden, farklılıkları ötekileştirmeden, birlik ve beraberlik içinde, Çanakkale ve Kurtuluş savaşı ruhunu tekrar canlandırmak ve vatanımıza sahip çıkmak olmalı. Her türlü teröre, haksızlığa karşı uyanık olmalıyız. "Birlikten kuvvet doğar" felsefesi ile birliğimize ve beraberliğimize her zamankinden daha sıkı sarılmalıyız...
Şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar, yakınlarına ve milletimize sabırlar diliyorum. Son olsun artık diyorum..
Songül Ablanın işi zordu, hem de çok zordu. Bir taraftan Ahmet'in hastalığı, diğer yandan toplumun zihinsel engelli yavrusuna karşı zalimce, cahilce, vicdansızca davranışları hayatı ona zindan ediyordu. Üstelik tüm bu sıkıntılarla tek başına mücadele ediyor olması, yükünü paylaşabileceği bir eşinin olmaması da sıkıntısını iki kat arttırıyordu. Kafama takılmıştı, sormaktan çekiniyordum. Soracağım sorunun yeri mi, değil mi, onca sıkıntısının arasında onu daha çok üzerim düşüncesi ile, karar verememiştim. -Songül Abla, dedim -Söyle kızım, dedi. Ben lafı ağzımda gevelemeye başlamıştım. -Şey, abi neden öldü? dedim. - Ahmet büyüyüp serpilmiş genç delikanlı olmuştu. Akranları liseye başlamıştı... Çocuğun yüzüne her baktığında vicdan azabı duyduğunu, onu tedavi ettirmediği için çok pişman olduğunu söylerdi. Ben de ona, artık bu aşamada pişman olmanın kimseye fayda sağlamayacağını, durumu kabullenip kadere boyun eğmekten başka çaremizin olmadığını söylemiştim. O, bu durumu kabullenememişti.Bunalıma girmiş, psikolojisi bozulmuştu. Bir iki defa intihar girişiminde bulunmuş, her defasında birileri vazgeçirmişti. Aslında vazgeçmemiş. Vazgeçmiş gibi görünmüştü. Kafasına koymuş bir kere intiharı. En ince detayına kadar kafasında planlamış her şeyi, dedi. Songül Ablanın anlattıkları içimi ürpertmişti. Korkmuştum... Kendimi korku filmi izliyor gibi hissetmiştim. Buna rağmen merak da ediyordum: -Peki sonra nasıl olmuş? dedim. Bir süre konuşmadan uzaklara baktı, gözlerini kısarak. Yüzünün şekli değişivermişti biranda. Kaşları çatılmış, yüzündeki çizgiler adeta derinleşmiş gibiydi. Yüzü soluklaşmış, dudakları morarmıştı. Ondaki değişikliği görünce pişman olmuştum. Elimle omzuna dokundum. -Songül Abla, özür dilerim. Çok özür dilerim. Sormamalıydım. Acını tazeledim galiba, dedim. Yüzünü bana çevirdi. Gözlerimin içine baktı. O, yüreğindeki acıyı susarak gizleyebiliyordu. Ancak içinin ne kadar çok yandığını gözleri ele veriyordu... -Bir ilkbahar sabahıydı, dedi. Devam etti. -Güneşin ışıl ışıl parladığı, gökyüzünde bulutların masmavi olduğu, minik serçelerin cıvıldaştığı, papatyaların, nergislerin, lalelerin envai çiçeklerin açtığı güzel günlerden biriydi. Bütün bu güzellikleri göremeyecek, hissedemeyecek kadar mutsuzdum. Yüreğim katran karası gibi kapkaraydı. İçim sıkılıyordu. Her zamanki halim diye kimselere yansıtmadım. Hoş yansıtsam ne olacak ki? Kimin umurun daydım ki? Neyse o gün karşı komşumuz Ayşe Ablanın oğlu Aydın'ın düğünü vardı. Aydın'ı sen de bilirsin, dedi. Evet anlamında başımı salladım. Konuşmasına devam etti. -Düğüne gitmeyi hiç istemiyordum. Hem kocam, hem de kızlar çok ısrar etmişti. Israrlarına dayanamadım. Kocam kendisinin gidemeyeceğini, başının çok ağrıdığını, gitmezsek komşuya ayıp olacağını söylemişti. Ben de kocam ve çocuklarımla birlikte gitmemizin daha iyi olacağını söylediğimde de kabul etmemişti. O, evde kalmıştı. Biz de istemeye istemeye çocuklarla birlikte gitmiştik. O gece herkes düğündeydi, dedi. Dudakları titriyordu. Ellerini yüzüne götürdü. Gözlerinden yüzüne doğru inen damlaları siliyordu. Yutkundu tekrar konuşmaya başladı. -Geç saatte düğün bitmiş,hep birlikte eve dönmüştük. Ahmet, içeri girer girmez sanki ona malüm olmuş gibi balkona gitmişti. Balkondan garip sesler duyduk. Hepimiz balkona koştuk. Gördüğümüz o manzara ne benim ne de çocuklarımın hafızasından sonsuza kadar silinmeyecek bir manzaraydı, dedi. -Neydi, ne olmuştu? -Evin önündeki balkonun dibinde çelimsiz bir erik ağacı vardı. O ağaçta boynuna ip geçirilmiş vaziyette kocamı asılı bulduk... Feryatlar, figanlar, bağırışlar, sonra sonrasını sen düşün. Tüm mahalle başımıza toplanmıştı. Her kafadan farklı sözler çıkıyordu... Bilsem gider miydim hiç... dedi. Çok heyecanlanmıştım. Nefesim kesilmişti sanki: -Ne, nasıl ya, neden? gibi kelimelerle hayretimi şaşkınlığımı ifade etmeye çalışıyordum. Nutkum tutulmuştu sanki. Ne söyleyeceğimi bilememiştim... Sorduğuma pişman olmuştum. Ben bu kadar şaşırmış, üzülmüş iken Songül Ablanın ve çocukların durumunu düşünemiyordum bile. -Geçti kızım, üzerinden iki yıl geçti. Yavaş yavaş normale dönmeye başladı her şey. Bu olay bizi birbirimize daha çok yaklaştırdı. Ölen kurtulmuştu. Ama bizim için hayat devam ediyordu. Bir yerlerden tutunacak bir dal bularak, devam etmeliydik, hayatımızın geri kalan kısmını yaşamak için, dedi. Songül Abla her ne kadar alıştığını söylese de, mimikleri, hareketleri, yüz hatları acısının daha ilk günkü kadar taze olduğunu haykırıyordu adeta... -En çok ne için korkuyorum biliyor musun? dedi. -Ne? dedim. -Bana kalsa biran önce bu dünyadan göçüp gitmeyi, bu çile dolu hayattan kurtulmayı isterdim. Lakin oğlum boynumu büküyor. Kızları da çok düşünmüyorum. Yarın bulurlar birini evlenirler. Ya oğlum, ben olmazsam kim bakar ona? Benim gösterdiğim şefkati merhameti kim gösterir..? Sözünü tamamlayamadı. Boşalıverdi gözlerinden yaşlar, hıçkırıklara boğulmuştu. Ben de dayanamadım. Onunla birlikte ağlamıştım. -Üzülme Songül Abla..., diyebildim sadece. -Beterin beteri var kızım. Sağdan soldan kendini bilmez insafsız kişilerin böyle zihinsel engelli çocuklara neler yaptığını duyuyoruz. Ödüm kopuyor. Uykularım kaçıyor. Her gece Allah'a yavrumdan önce canımı alma, diye dua ediyorum. Çocuğun üzerinde sigara söndüren mi dersin, zevkine dayak atanı mı dersin, sana hangisini söyleyeyim, tecavüz edeni mi dersin,..., dedi. Songül Ablanın anlattıkları gerçekten insanın kanını donduruyordu. Bir insan nasıl olur da bu kadar çirkinleşebilir aklım almıyordu. Nasıl bir hastalıktı ki, kendini savunmaktan aciz, zavallı, hasta birine eziyet etmek ve bundan da zevk almak, aklım almıyordu. Ben ne düşüneceğimi, ne diyeceğimi,
nasıl davranacağımı bilemez bir durumdaydım. Bu nasıl olur? Nasıl bir dünyada
yaşıyoruz. İnsanlar ne kadar çirkin, çirkef ve cani olabiliyordu,
anlayamamıştım. İçimde bu tür insanlara karşı büyük bir öfke ve nefret hissetmiştim... -Bundan daha beter ne olabilir ki? dedim. -Öyle deme kızım. Biz neler gördük. Beterin beteri hep vardır. Bir hikaye anlatırlar:Şehrin birinde iki yapışık kardeş yaşarmış. Öyle doğmuşlar. Birbirine yapışık şekilde. Bunlar büyümüş genç delikanlı olmuşlar. Biri ne yaparsa diğeri de aynısını yapmak zorundaymış. Birlikte yürür, birlikte yer, bir birlikte yatarlarmış... Bir gün yolda giderlerken, yoldan geçen biri bunları görünce şaşırmış;"aman Allah'ım beterin beteri var" demiş. Kardeşlerden biri; "bundan daha beteri olur mu?" diye tepki göstermiş. Aradan kısa bir süre sonra diğer kardeşi ölmüş. Bundan daha beteri olur mu? diyen kardeş, ölene kadar ölen kardeşini sırtında taşımak zorunda kalmış, derler. Bunlar kıssadan hisseler, kızım dedi. Songül Abla bana hayatın hiç bilmediğim,hiç tecrübe edemediğim,hiç karşılaşmadığım farklı bir yönünü göstermişti.Ona teşekkür etmeliyim diye düşündüm. Bu sohbetimizle bana okumakla öğrenemeyeceğim çok farklı bir hayat dersi vermişti... Muhabbetle, Hanife Mert
...Ahmet gittikten sonra bir müddet konuşmadık. İkimiz de radyoda çalan türküyle efkarlanmıştık. Songül Abla başıyla işaret ederek radyonun sesini açmamı istemişti. İlginç bir tesadüftü. Radyoda; Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar türküsü çalıyordu. Türküyü bitene kadar, konuşmadan dinlemiştik. O, duygulanmıştı. Gözlerinden yanaklarına doğru inen yaşı sildi elinin tersiyle... -Elbette ağlarsa analar ağlar. Çünkü onlar özünden ağlar, dedi. Songül Abla doğru mu söylüyordu? Gerçekten anneler özden mi ağlardı? Bana inandırıcı gelmemişti. Öyle olsaydı benim annem de benim için üzülür, merak eder ve beni görmek için gelirdi diye düşünmüştüm. Elimi tuttu: -Üzülme, dedi. Çaresizlik insanı konuşamaz hale getiriyordu. Boynumu büktüm, başımı önüme eğdim ve sustum. Songül Abla konuşmak, içinde sakladığı sıkıntılarını, acılarını, onu huzursuz eden dertlerini benimle paylaşmak, biraz olsun rahatlamak istiyordu. Bana laf gelmesinden de çekiniyordu belli ki. Bir gözü yoldan gelip geçenlere, bir gözü de uzaklara bakıyordu: -Sizinkiler ne zaman gelir? dedi. -Bilmiyorum birazdan gelirler herhalde, dedim. Songül Ablaya demelediğim çaydan ikram etmiştim... Onun sıkıntılarını benimle paylaşması,bilgece sözleri, mücadeleci ruhu, kararlı, güçlü ve dik duruşu beni etkilemişti. Ama, Engin'in ablası olması sebebiyle de ona karşı içimde gizli bir hayranlık duyuyordum. Çayını yudumlarken konuşmaya devam etti: -İşte böyle Elifçiğim, sadece çocuğumun hastalığı değildi beni yıpratan. Dert bir değil ki, kocanla ayrı mücadele et. Konu komşunla ayrı mücadele et. Annenle babanla, kardeşlerinle ayrı ayrı mücadele et... Zorundasın çünkü. Böyle bir durumda kimseyi yanında göremiyorsun. Herkes karşında yerini alıyor, dedi. Ne demek istediğini anlayamamıştım: -Nasıl yani, dedim. - Ahmet hasta olduğu için hareketleri de normal bir çocuk gibi değildi. Konuşması, hareketleri, yemek yemesi hatta su içmesi bile bilinçsizdi. Yediği içtiği şeyleri döküp saçarak yiyordu. Bu durumdan konu komşu rahatsız oluyordu. Bu rahatsızlıklarını kimi zaman gizleseler de, kimi zaman dışa vurmaktan çekinmezlerdi. Onların bu tavırları bir ana olarak zoruma gidiyordu. Hangi ana yavrusunun böyle olmasını ister ki? Ahmet'imin böyle olmasını biz mi istedik? Allah'tan geldi, dedi. Onun durumuna çok üzülmüştüm. -Sen haklısın Songül Abla, dedim. -Haklı olmam insanların bize karşı tavırlarını değiştirmiyordu. Evlerine gelmemizi istemediklerini hareketleriyle belli ettikleri yetmiyormuş gibi, bizim eve de gelmek istemezdi. Kimi de çocukla dalga geçer, ona mahallenin delisi muamelesi yapardı. Hangi birini anlatayım ki sana; geçen gün Ahmet evden kaçıp gitmişti. Kızlarla birlikte aramadığımız yer kalmamıştı. Başına kötü bir şey gelmesinden korkmuştuk. Geç bir saatte eve geldi. Sırıl sıklam olmuş. -Ne olmuş? -Ne olacak, kendini bilmezin biri su dolu kanala atmış. Ağlama sesini duyan merhametli biri, kanala girmiş, çocuğu çıkarıp eve getirmiş. Yani Elifciğim kötülerin olduğu kadar bu dünyada iyiler de var. Maddi ve manevi olarak bize yardımcı olmaya çalışan komşularımız, eş dost, akraba da yok değil hani. Yavruma söylenen acı bir söz, kötü bir bakış, ona karşı yapılan alaylı bir davranış yüreğime saplanan bir ok gibi canımı yakıyor dayanamıyorum, dedi. Ben ne diyeceğimi, ona nasıl destek olacağımı, hangi sözcüklerin onu bir nebze olsun rahatlatacağını bilmiyordum. Bildiğim tek şey çok üzgündüm. -Üzülme Songül Abla bu bir imtihan, deyiverdim. -Haklısın kızım imtihan, imtihan da bizim sorumuz çok zor yerden çıktı be yavrum, dedi. Muhabbetle, Hanife Mert
Hüznün ayı, hazan mevsiminin başlangıcı Eylül. Yazdan kalma duyguların,düşüncelerin, hoyrat hayallerin, boşa geçen zamanların yorgunluğu kırgınlığı içinde yeniden toparlanacak olan hayatın, hüzünle kaplı rengi Eylül. Şiirlere konu olmuş şaire ilham vermiş, adına romanlar yazılmış, hüzünlü şarkılar bestelenmiş ayın adı Eylül. Sonun başlangıca gebe olduğu aydır Eylül. Her Eylül gelişinde içimi tarifsiz bir hüzün kaplar. Etraf sessizliğe bürünür. Sıcak yaz günlerinin sona ermesiyle, tatlı tatlı esen hazan rüzgarlarının sesi eşlik eder yalnızlığıma. Oturduğum sandalyeden izliyorum pencereme vuran güneşi. İnce bir tül gibi üzerimize serilen Eylül’ün kadife sıcaklığını hissediyorum. Çokça sarı demektir eylül; biraz da o yüzden bu yürek burkulması. Çokça isyan taşır içinde, çokça yalnızlık, çokça hüzün; usulca gelen ilk habercisi güzün…
İlkbahar ve yaz aylarında yemyeşil bir tomurcuk iken, etrafa canlılık güzellik katan yeşil yaprakların, sararıp kızararak hazana dönüşmesi. Sevdiceğinden ayrılan, acısını ve gözyaşlarını yüreğine gömen bir sevgili edasıyla, çaresiz hüzne dönüşen dallar. Yaprağın kaderiymiş düşmek. Düşen ve hışırtılı sesleriyle sağa sola savrulan yapraklar bize neyi ima eder bilinmez.. Lakin bilinen bir şey var ki; o da hiç bir şeyin süreklilik göstermediğidir.. Güzelliğin, mutluluğun, canlılığın,sağlığın gençliğin ve hayatın bir gün son bulacağı gerçeği ile yüzleşmesidir.
Tatlı tatlı esen sonbahar rüzgarlarının ardından yağan yağmurlar da, sona eren son bulan güzellikler için dökülen göz yaşını andırır adeta... Doğanın bu sessiz çığlığı ne çok şey anlatır, anlamak isteyene…
İnsan da öyle değil mi? Ne zaman son bulacağı belli olmayan hayat yolculuğunda, yemyeşil bir yaprak gibi etrafa ışık canlılık saçarken, ışık olur kimilerine, mutluluk huzur verir. Kimine rehber olur. Sevgi tohumları eker sevgisiz gönüllere... Dost olur, yaren olur. Kardeş olur kimine, kimine eş, kimine arkadaş olur. Kimine tutunacak bir dal olur... Ve bir gün gelir, kendinden gidenlerle kaybettikleriyle yüzleşir. Ne olduğunu anlamadan, tıpkı kuru bir yaprak gibi savrulup durur dünya denen bu hanede. Hiç ummadığı bir anda acı acı verilen bir sela ile irkilir. Hüzün dolu bir sesle sarsılır. Acı bir haber! Ölüm karşısında çaresizliği fısıldar habersiz yüreklere. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sözün bittiği yerdir burası… Gidenin ardından çaresiz bakakalırız. Gönül gözümüzü açmak için bir çağrı mı sizce hazan mevsimi? Ölümü, yokluğu, çaresizliği, hiçliği çağrıştırması adına.. Bilinmez ama Eylül hüzündür hep... Eylül İşte! hüznün değişmez adresi.. Eylül bu! acıtır... Acıtır da zamanla acıya da alıştırır. Muhabbetle, Hanife Mert
Hilal gecikmişti. Çayımı alıp, pencere kenarındaki kanepenin üzerine oturmuş hem çayımı yudumluyor, hem de dışarıyı seyrediyordum. "Engin de gitmiş olmalı. Ne zamandır görmüyorum. Hem görsem ne olacak ki? Onunla karşılaşmamak için köşe bucak saklanan ben değil miydim? En son karşılaşmamızdan sonra, utancımdan yüzüne bile bakamıyordum." diye düşünürken pencerenin önünden bir gölgenin bizim eve doğru geçtiğini fark ettim. Az sonra kapı çaldı. Kapıyı açtığımda Songül Abla karşımdaydı. İçeri girmesini söyledim. Biraz tedirgindi. İçeri girip girmeme konusunda kararsızdı. Elindeki çağla yeşili ipi göstererek:
-Bundan sizde var mı? Buz dolabı örtüsü işliyordum da yetmedi, dedi.
O günlerde mahallede armutlu buz dolabı örtüsü işleme
furyası başlamıştı. Bu örtüyü işlemeyen neredeyse kimse kalmamıştı. Kadınlar işlengi konusunda birbirleriyle yarışırcasına hareket ederdi. Biri bir yerden bir model bulsa, diğerleri de aynını alıp işlerdi. Kimisi de bulduğu modeli gizler, bende olan başkasında olmasın düşüncesi ile kimseye göstermezdi.
Songül Abla'ya da çay ikram etmiştim. Çayından bir yudum alıp yüzüme baktığında içim ürpertmişti. Çok anlamlıydı bakışları. Koyu kahverengi çekik gözlerinde, hüzün ve derinlerindeki acıyı görmüştüm. Masum bir duruşu vardı. Ezilmişlik çaresizliğin verdiği mahcubiyet okunuyordu yüzünde. Annem komşularla arasının iyi olmadığını söylemişti... -Annen ne zaman gelecek? dedi.
-Bugün yarın gelir, dedim.
-Teyzen nasıl olmuş, toparlanmış mı biraz? dedi. -Evet, ayağa kalkmış, dedim. Kanepenin üstünde duran kitaplara bakıyordu, hayran hayran. -Ders mi çalışıyorsunuz? dedi. - Evet Hilal'le birlikte çalışıyoruz, dedim. Sonra derin bir iç geçirdi. Başını kaldırdı, yüzüme baktı. Gözleri parlıyordu, kesin ve ısrarcı bir tavırla: -Okuyun kızım! okuyun! Bizim gibi kara cahil kalmayın, dedi. İçinin sitem, öfke ve isyanla dolu olduğu parlayan gözlerinden okunuyordu. -Beni okutmadılar, dedi. Hem de çok istiyordum okumayı. Okuyup öğretmen olmayı... Çaresizce başını eğdi: -Ama olmadı, dedi. Neden? diyecektim ki, o cevabı verdi. -fakirliğin cahilliğin gözü kör olsun, dedi. Sustu... -Hiç okula gitmedin mi? Songül Abla, dedim. -Yok, göndermediler. Biz okula gitsek evdeki işi kim yapacak, tarlada kim çalışacak? O zamanlarda köyde kızlar okula gönderilmezdi. Kız kısmı okuyup ne yapacak? Alan pezevenk beslesin derlerdi... Şehre geldiğimizde arkadaşlarım okula gidiyordu. Anneme babama yalvardım okula gideyim diye nafile... O zaman da paramız yoktu, göndermediler, dedi. Gözleri hafif nemlenmişti. Lastikli küçük çiçekli basma eteğinin iç cebinden çıkardığı buruşmuş beyaz patiska mendille burnunu sildi. Ses çıkarmadan onu dinliyordum. Çok üzülmüştüm. Ne yapılır, onu rahatlatacak ne söylenirdi? bilmiyordum... Sesi titriyordu, sitemliydi, konuşmasına devam etti: -Ama kardeşlerime para buldular. Benden başka üç kardeşimin üçünü de okuttular. Onlara para buldular ama. İkisi meslek sahibi oldu. Engin'de yakında okulunu bitirir, avukat olur. Bana da onların başarıları ile avunmak düşer, dedi. Sonra toparlandı, bardağında kalan son yudum çayı içti. konuşmasına devam etti. -Kafanı ağrıtmayayım kızım, dedi. Hayır anlamında başımı salladım. Başım hiç ağrır mıydı? Sınav arefesinde en çok ihtiyacım olan öğütlerdi bunlar. Beni daha fazla çalışmaya teşvik edecek motive edecek şeylere ihtiyaç duyduğum bir anda... -Bu zamanda okudun mu, sırtın yere gelmez. Kimseye eyvallahın olmaz. Adam yerine konur değer görürsün. Bizim kimsenin yanında kıymetimiz yok. "Ha kör, ha cahil!" hiç bir farkı yok, dedi. Konuşmaları çok bilgeceydi. Cahil biri gibi değildi. Çok etkilenmiştim. Beni önemsemiş, kendisine yakın hissetmiş, içinde gizlediği sırlarını paylaşmıştı. Mutlu olmuştum. -Engin alışmış mı, yeni okuluna? deyiverdim. -He ya, alışmış. Önce çok zorlanmış. Tabi oralar kendi evin gibi olur mu? Bir odada sekiz on kişi kalıyormuş. Biri çalışmak istese öteki müzik dinlemek istermiş. Bir diğeri yüksek sesle konuşurmuş. Her birinin huyu başka başka. Onlara uyum sağlamak zor tabi. Bir banyoyu, tuvaleti kırk kişi kullanırmış... Şaşırmıştım, inanamamıştım: -Ne, kırk kişi mi? Yok canım, dedim. -Tabi, öyle söyledi Engin. Saatlerce tuvalet kuyruğunda, banyo kuyruğunda beklerlermiş. Orada atik olmazsan yandın diyor, ha bir de vaktinde kalkıp yemek haneye gitmezsen de aç kalırsın dedi. Oralarda her şeyden zor olan da parasızlık... Yetiştirememiş çocuk. Anamgil fazla gönderemiyor. Devletten aldığı da yetmiyor. Çalışmak zorunda tabi. Lokantanın birinde iş bulmuş. O yüzden burada çok kalmadı. Bir hafta durdu gitti, dedi. Ortam sessizleşmişti. Biran kendimi orada hissettim. "Olsun, ben her şeye razıyım yeter ki kazanayım dedim. Muhabbetle, Hanife MERT
Söyleyemediğimiz ne çok sözümüz var. İçimizde büyüttüğümüz... Söyleyemediğimiz her söz her kelime her düşünce kızgınlığa, kırgınlığa, küskünlüğe, üzüntüye kedere, bulanıp yüreğimize gömülerek sessiz çığlıklara sebep oluyor. Zira yaşanan acılar karşısında söylenen her söz, ifade edilen her düşünce verilen her tepki anlamsız, kifayetsiz kalıyor. Her şeye rağmen konuşmak istediğimde; Fuzuli'nin "...söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil..." şiirindeki ruh haline bürünüveriyorum. Vazgeçiyorum...
Ne zordur için kan ağlarken çığlıklarını yüreğine gömmek. Günlerdir bloğuma girip tek bir yazı yazamaz oldum. Buna sebep kızımın evlenmesi onun yorgunluğu ardından Japonya'ya gidecek olması ve son olarak da 30 mayısta annemi kaybetmem gibi nedenler elbette çok etkili oldu. Ancak asıl etken güzel ülkemin kan gölüne dönmesi..! Neredeyse her gün gelen şehitlerimiz, masum insanların canlı bombalar sebebiyle ile hayattan koparılması... Ne çok acılar yaşadık. Topluca ne çok canlar verdik toprağa. Öncesini söylemiyorum. Çok yakın zamanda, geçen yılın ramazan bayramından beri ülkemiz kan gölüne dönmüş durumda. Her yanımız kan emici terörüstlerce kuşatılmış durumda. Kahpece şehit edilen Mehmetçiklerimizin, polislerimizin, korucularımızın, öldürülen masum insanların, çocukların haddi hesabı yok. En son yaşadığımız İstanbul Atatürk Hava Limanı saldırısı ile tekrar sarsıldık..! İnsanın en doğal hakkı olan yaşama hakkını elinden almak kime ne kazandırır? Masum savunmasız suçsuz insanların hayat hakkının elinden alınmasının kime ne faydası olabilir? Anlamış değilim. İnsanın en öncelikli görevi hayatı yaşanılır kılmak. İnsanın insanca yaşamasına, huzur içinde yaşamasına, barış içinde adil bir biçimde yaşamasına, Evrensel İnsan hakları çerçevesinde yaşamasına imkan sağlamak değil midir? Hal böyle iken insanımızın hak ettiği haklar korunmadıkça, toplumda huzursuzluk, güvensizlik, mutsuzluk hakim. Çıkar kargaşası, şahsi çıkarlar toplumsal çıkarların önüne geçmiş durumda... İnsanın hayat felsefesi " BEN" merkezli. Ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım düşüncesi hükmetmiş durumda vicdanlara... Hal böyle olunca kendi gibi düşünmeyenler "ÖTEKİ" leştirilmiş, farklılaştırılmış, ayrıştırılmış durumuna getiriliyor.
Cennet vatanımızın bu hale gelmesinden, terörün tırmanıp şehirlere kadar inmesinden, suçsuz masum insanların, gencecik fidanlarımızın gençliklerinin baharında hayatlarının son bulmasından, bu caniler kadar, onlara prim veren, basiretsiz, sorumsuz, politikalarla gelişip büyümesine fırsat veren ve Milletin meclisini işgal edenler de sorumludur. Halkın karşısına geçerek terörü lanetlemek onları sorumluluktan asla kurtarmayacaktır. Elbette terör lanetlenmeli. Ancak önlem alınmadan, çözüm üretilmeden lanetlenen terörün kimseye bir faydası olmayacaktır.
Şehitlerimiz yürek yakan hikayeleri ile aramızdan ayrıldılar. Bizler ise o güzel insanlarımızın gösterdiği cesareti göstererek, bu zor günlerde millet olarak birbirimize kenetlenmeli. Ümidini kaybetmeden, şucu, bucu ayırımına girmeden, farklılıkları ötekileştirmeden, birlik ve beraberlik içinde, Çanakkale ve Kurtuluş savaşı ruhunu tekrar canlandırmak ve vatanımıza sahip çıkmaktan başka çaremiz olmadığının bilinciyle hareket etmeliyiz. Teröre karşı uyanık olmalı, birlik ve beraberliğimize her zamankinden daha sıkı sarılmalıyız...