Songül Ablanın işi zordu, hem de çok zordu. Bir taraftan Ahmet'in hastalığı, diğer yandan toplumun zihinsel engelli yavrusuna karşı zalimce, cahilce, vicdansızca davranışları hayatı ona zindan ediyordu. Üstelik tüm bu sıkıntılarla tek başına mücadele ediyor olması, yükünü paylaşabileceği bir eşinin olmaması da sıkıntısını iki kat arttırıyordu. Kafama takılmıştı, sormaktan çekiniyordum. Soracağım sorunun yeri mi, değil mi, onca sıkıntısının arasında onu daha çok üzerim düşüncesi ile, karar verememiştim. -Songül Abla, dedim
-Söyle kızım, dedi.
Ben lafı ağzımda gevelemeye başlamıştım.
-Şey, abi neden öldü? dedim.
- Ahmet büyüyüp serpilmiş genç delikanlı olmuştu. Akranları liseye başlamıştı... Çocuğun yüzüne her baktığında vicdan azabı duyduğunu, onu tedavi ettirmediği için çok pişman olduğunu söylerdi. Ben de ona, artık bu aşamada pişman olmanın kimseye fayda sağlamayacağını, durumu kabullenip kadere boyun eğmekten başka çaremizin olmadığını söylemiştim. O, bu durumu kabullenememişti.Bunalıma girmiş, psikolojisi bozulmuştu. Bir iki defa intihar girişiminde bulunmuş, her defasında birileri vazgeçirmişti. Aslında vazgeçmemiş. Vazgeçmiş gibi görünmüştü. Kafasına koymuş bir kere intiharı. En ince detayına kadar kafasında planlamış her şeyi, dedi.
Songül Ablanın anlattıkları içimi ürpertmişti. Korkmuştum... Kendimi korku filmi izliyor gibi hissetmiştim. Buna rağmen merak da ediyordum:
-Peki sonra nasıl olmuş? dedim.
Bir süre konuşmadan uzaklara baktı, gözlerini kısarak. Yüzünün şekli değişivermişti biranda. Kaşları çatılmış, yüzündeki çizgiler adeta derinleşmiş gibiydi. Yüzü soluklaşmış, dudakları morarmıştı. Ondaki değişikliği görünce pişman olmuştum. Elimle omzuna dokundum.
-Songül Abla, özür dilerim. Çok özür dilerim. Sormamalıydım. Acını tazeledim galiba, dedim.
Yüzünü bana çevirdi. Gözlerimin içine baktı. O, yüreğindeki acıyı susarak gizleyebiliyordu. Ancak içinin ne kadar çok yandığını gözleri ele veriyordu...
-Bir ilkbahar sabahıydı, dedi. Devam etti.
-Güneşin ışıl ışıl parladığı, gökyüzünde bulutların masmavi olduğu, minik serçelerin cıvıldaştığı, papatyaların, nergislerin, lalelerin envai çiçeklerin açtığı güzel günlerden biriydi. Bütün bu güzellikleri göremeyecek, hissedemeyecek kadar mutsuzdum. Yüreğim katran karası gibi kapkaraydı. İçim sıkılıyordu. Her zamanki halim diye kimselere yansıtmadım. Hoş yansıtsam ne olacak ki? Kimin umurun daydım ki? Neyse o gün karşı komşumuz Ayşe Ablanın oğlu Aydın'ın düğünü vardı. Aydın'ı sen de bilirsin, dedi.
Evet anlamında başımı salladım. Konuşmasına devam etti.
-Düğüne gitmeyi hiç istemiyordum. Hem kocam, hem de kızlar çok ısrar etmişti. Israrlarına dayanamadım. Kocam kendisinin gidemeyeceğini, başının çok ağrıdığını, gitmezsek komşuya ayıp olacağını söylemişti. Ben de kocam ve çocuklarımla birlikte gitmemizin daha iyi olacağını söylediğimde de kabul etmemişti. O, evde kalmıştı. Biz de istemeye istemeye çocuklarla birlikte gitmiştik. O gece herkes düğündeydi, dedi.
Dudakları titriyordu. Ellerini yüzüne götürdü. Gözlerinden yüzüne doğru inen damlaları siliyordu. Yutkundu tekrar konuşmaya başladı.
-Geç saatte düğün bitmiş,hep birlikte eve dönmüştük. Ahmet, içeri girer girmez sanki ona malüm olmuş gibi balkona gitmişti. Balkondan garip sesler duyduk. Hepimiz balkona koştuk. Gördüğümüz o manzara ne benim ne de çocuklarımın hafızasından sonsuza kadar silinmeyecek bir manzaraydı, dedi.
-Neydi, ne olmuştu?
-Evin önündeki balkonun dibinde çelimsiz bir erik ağacı vardı. O ağaçta boynuna ip geçirilmiş vaziyette kocamı asılı bulduk... Feryatlar, figanlar, bağırışlar, sonra sonrasını sen düşün. Tüm mahalle başımıza toplanmıştı. Her kafadan farklı sözler çıkıyordu... Bilsem gider miydim hiç... dedi.
Çok heyecanlanmıştım. Nefesim kesilmişti sanki:
-Ne, nasıl ya, neden? gibi kelimelerle hayretimi şaşkınlığımı ifade etmeye çalışıyordum. Nutkum tutulmuştu sanki. Ne söyleyeceğimi bilememiştim... Sorduğuma pişman olmuştum. Ben bu kadar şaşırmış, üzülmüş iken Songül Ablanın ve çocukların durumunu düşünemiyordum bile.
-Geçti kızım, üzerinden iki yıl geçti. Yavaş yavaş normale dönmeye başladı her şey. Bu olay bizi birbirimize daha çok yaklaştırdı. Ölen kurtulmuştu. Ama bizim için hayat devam ediyordu. Bir yerlerden tutunacak bir dal bularak, devam etmeliydik, hayatımızın geri kalan kısmını yaşamak için, dedi.
Songül Abla her ne kadar alıştığını söylese de, mimikleri, hareketleri, yüz hatları acısının daha ilk günkü kadar taze olduğunu haykırıyordu adeta...
-En çok ne için korkuyorum biliyor musun? dedi.
-Ne? dedim.
-Bana kalsa biran önce bu dünyadan göçüp gitmeyi, bu çile dolu hayattan kurtulmayı isterdim. Lakin oğlum boynumu büküyor. Kızları da çok düşünmüyorum. Yarın bulurlar birini evlenirler. Ya oğlum, ben olmazsam kim bakar ona? Benim gösterdiğim şefkati merhameti kim gösterir..? Sözünü tamamlayamadı. Boşalıverdi gözlerinden yaşlar, hıçkırıklara boğulmuştu. Ben de dayanamadım. Onunla birlikte ağlamıştım.
-Üzülme Songül Abla..., diyebildim sadece.
-Beterin beteri var kızım. Sağdan soldan kendini bilmez insafsız kişilerin böyle zihinsel engelli çocuklara neler yaptığını duyuyoruz. Ödüm kopuyor. Uykularım kaçıyor. Her gece Allah'a yavrumdan önce canımı alma, diye dua ediyorum. Çocuğun üzerinde sigara söndüren mi dersin, zevkine dayak atanı mı dersin, sana hangisini söyleyeyim, tecavüz edeni mi dersin,..., dedi.
Songül Ablanın anlattıkları gerçekten insanın kanını donduruyordu. Bir insan nasıl olur da bu kadar çirkinleşebilir aklım almıyordu. Nasıl bir hastalıktı ki, kendini savunmaktan aciz, zavallı, hasta birine eziyet etmek ve bundan da zevk almak, aklım almıyordu.
Ben ne düşüneceğimi, ne diyeceğimi,
nasıl davranacağımı bilemez bir durumdaydım. Bu nasıl olur? Nasıl bir dünyada
yaşıyoruz. İnsanlar ne kadar çirkin, çirkef ve cani olabiliyordu,
anlayamamıştım. İçimde bu tür insanlara karşı büyük bir öfke ve nefret hissetmiştim...
-Bundan daha beter ne olabilir ki? dedim.
-Öyle deme kızım. Biz neler gördük. Beterin beteri hep vardır. Bir hikaye anlatırlar: Şehrin birinde iki yapışık kardeş yaşarmış. Öyle doğmuşlar. Birbirine yapışık şekilde. Bunlar büyümüş genç delikanlı olmuşlar. Biri ne yaparsa diğeri de aynısını yapmak zorundaymış. Birlikte yürür, birlikte yer, bir birlikte yatarlarmış... Bir gün yolda giderlerken, yoldan geçen biri bunları görünce şaşırmış;"aman Allah'ım beterin beteri var" demiş. Kardeşlerden biri; "bundan daha beteri olur mu?" diye tepki göstermiş. Aradan kısa bir süre sonra diğer kardeşi ölmüş. Bundan daha beteri olur mu? diyen kardeş, ölene kadar ölen kardeşini sırtında taşımak zorunda kalmış, derler. Bunlar kıssadan hisseler, kızım dedi.
Songül Abla bana hayatın hiç bilmediğim,hiç tecrübe edemediğim,hiç karşılaşmadığım farklı bir yönünü göstermişti.Ona teşekkür etmeliyim diye düşündüm. Bu sohbetimizle bana okumakla öğrenemeyeceğim çok farklı bir hayat dersi vermişti...
Muhabbetle,
Hanife Mert
Bu sitede yayınlanan öykü şiir ve makalelerimi izinsiz kopyalamak ve yayınlamak, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca suçtur!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Utanmayı Unuttuk mu?
Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...
-
TÜRKÜ SÖZÜ Bin cefâlar etsen almam üstüme Gayet şirin geldi dillerin dostum Varıp yad ellere meyil verirsen Kış ola...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Derdim çoktur hangisine yanayım Yine tazelendi yürek yarası Ben bu derde nerden derman bulayım Meğer şah elinden ola çar...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Ela Gözlüm Ben Bu Elden Gidersem, Zülfü Perişanım Kal Melül Melül. Kerem Et, Aklından Çıkarma Beni, Ağla Göz Yaşı...
Hakikaten beterin beteri var Hanife'ciğim, romanından bu ibret dolu satırları içim acıyarak okudum, Allah korusun kimseye böyle dertler vermesin, ailede zamansız ölümler, engelliler hele intiharlar:( bir annenin engelli oğlu için böyle endişelenmesi çok doğal:(
YanıtlaSilKalemine sağlık canım. Ve Allah tüm iyi insanları her tür kötülükten korusun.
Amin...
Sevgilerimle öptüm..
Amin Müjdeciğim. "Ne oldum deme" ve "Beterin beteri var mı" iki yazı da birbirinin devamı. Evet kitabımda bu konuya da yer verdim. Bunun öncesi de var. Hepsini burada paylaşmam mümkün değil. Ara ara paylaşıyorum. Babayı intihara götüren sebep havale geçiren çocuğunu zamanında doktora götürmemesi. Birincisi cehaletten, etraftan diyorlar ki, bu dert sana Allah'tan geldi. Sabret ve çek. Mükafatını Allah sana verir,diyorlar. Bu sebepten ve fakirlikten dolayı oğlunu tedavi ettirmiyor ve çocuk sonunda zihinsel engelli olarak yaşamına devam ediyor. Zaman geçtikten sonra baba vicdan azabından bunalıma giriyor ve intihar ediyor. Etrafımızda benzer olaylar öyle çok ki. Böyle insanlara toplumun bakışı, onlara yapılan insanlık dışı davranışlar..Bunları da seçtim kitabım için. Sizlerin değerli görüşlerinizin işığında farklı bilgiler, düşüncelerinizi bilmek istedim.
YanıtlaSilBen de çok öpüyorum canım ikinizi de. Sevgilerimi gönderiyorum..
Yazınız hem olanaksızlığı, çaresizliği hem de cehaleti ortaya koyması bakımından dikkat çekici.
YanıtlaSilBir diğer husus ise toplumda insanî hasletlerini yitirmiş, vicdansız, acımasız, zalimlerin varlığı.
Bilinçsizlik sonucu yaşamını engelli çocuğu nedeni ile sona erdiren babanın cehaleti.
Düşünmemiş ki, kendi yaşamını sona erdirmesi ne ailesine, ne engelli çocuğunun engelinin kalkmasına olanak sağlayacak.
Aksine hem ailesi hemde engelli çocuğu yaşam kulvarında geçim sıkıntısına düşecek, perişan olacak.
Bir baba çareyi, engelli çocuğuna sahip çıkmakta aramamış, kendince kısa yolu seçmiş ve onları hayatta korumasız ve bir başına bırakıp kendi yaşamını sonlandırma yolunu seçmiştir.
Ki bu cehaletten başka bir şey değildir.
Çaresizlik ise gerçeği kabullenememekten ve zayıf karakter yapısından kaynaklanmaktadır.
Acımasızlık, zalimlik ise engelli bir insana vücut bütünlüğü sağlam, fakat en az o zihinsel engelli çocuk kadar ve hatta daha beter bir şekilde düşünemeyen bir beyin ve zihin yapısına sahip, vicdansız ve aşağılıkların varlığının olmasıdır.
Babanın intiharı yanlış bir seçimdir hiç kuşkusuz.
Zor olanla mücadele yerine zor olanı bırakıp çareyi kendince intiharda bulmuştur.
Çare eğitimdir.
Çare bilinçlenmektir.
Çare engellinin varlığını kabüllenmektir.
Kalemin daim olsun.
Ki babanın da psikolojisinin bu bağlamda sağlam olmadığı ortaya çıkıyor.
Hiç şüphesiz insan kadar değerli bir varlık yokken, yine insan kadar değersizlerin değersizi kadar değersiz, inanın ona yakıştıracak bir sıfat bulamıyorum. İnsan diyemeyeceğim insan müsvettelerinin olduğunu biliyoruz. Savunmasız insanlara zulm edenleri anlamak mümkün değil. Hikayeye gelince ben yazdığım kitaptan aralardan seçerek paylaştığım için bu konunun başında zihinsel engelli çocuğun babası çocuğunu tedavi ettirmiyor. Hem fakirlikten hem de etraftan kendi gibi cahil insanların; "bu dert sana Allah'tan geldi. Sabret sen sabrettikçe Allah katında derecen yükselir" gibi telkinde bulunulmuş. Bunun üzerine baba oğlunun gelişip büyüdüğünü görünce pişmanlığı hat safhaya çıkıyor bunun üzerine dengesi bozuluyor bunalıma giriyor ve intihar ediyor. Yaşanmış bir olaydın alıntıladım. Umarım verilen mesajlar alınır. Sizin de belirttiğiniz gibi insanlar bilinçlenir, kendini eğitir, bu durumla birlikte yaşamayı kabullenir. Çok teşekkür ederim hocam, sağ olun. Selamlar, saygılar.
YanıtlaSil