16 Haziran 2017 Cuma

Bir Kereden Çok Şey Olur!!!


Televizyondan akşam haberlerini izlemek, benim için uzun zamandır vazgeçemediğim ve alışkanlık haline gelen bir durum oldu. Nur içinde yatsın dedem de babam da haberleri hiç kaçırmazdı. Çocukluğumun anıları arasında dedemin bize "susun çocuklar, acans dinliyorum" diyen sesi kulaklarımda hala. Belki de onlardan gelen bir alışkanlıktı bu...
Eşim ve kızlarım her fırsatta haberleri izlememem konusunda tepki gösterseler de, ben ısrarla izlemeye devam etmek istiyorum. Onların tepkisi benim üzülmem ve kendimi strese sokmamdan dolayıydı.
Güzel ülkemin durumu hepimizce malum. Hangi birini yazayım ki… Hani deveye sormuşlar; “senin boynun neden eğri? O da nerem doğru ki?" Diye cevap vermiş. Bizde de öyle değil mi? Nereyi tutsak elimizde kalıyor. Her defasında son olur inşaallah diye dileklerde bulunduğum ve neredeyse her gün toprağa verdiğimiz gencecik fidanlarımız, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, hırsızlık olayları, haksızlık hukuksuzluk olayları, eğitimdeki çarpıklıklar, kavgalar, tacizler ne bileyim, eksiğimi siz tamamlayın lütfen...
Haberleri elbette internette gazetelerden de okuduğum oluyor arada. Ama illaki televizyondan izlemek beni rahatlatıyor. Sanki bir şehit haberlerinde şehit yakınlarıyla birlikte ağlamak, annesi ölen bir çocuk için üzülmek, ağlamak, yapılan bir haksızlığa birebir tepki vermek, kızmak hakaret etmek, eleştirmek, az da olsa güzel bir olaya sevinmek… Daha da önemlisi toplumun içinde olduğumu hissettirmekti, beni televizyonda izlemeye çeken. İzlemediğim zaman kendimi toplumdan soyutlanmış gibi hissediyorum...
Yaklaşık üç gün önce izlediğim bir haberden bahsetmek istiyorum. Daha önceden örneklerini çok gördük. İllaki hepimizce bilinen bir konu... Haberlerde; sokak aralarında, park köşelerinde, apartman boşluklarında, yıkık harabelerde dünyadan bihaber, yerlerde sere serpe yatan gençlerimizi gösteriyordu haber muhabiri. Bu çocukların durumu içimizi kanattı. Bu gençlerimize neden sahip çıkılmıyor? Devlet neden bunları koruma altına almıyor? Diye hayıflandım kendi kendime. Sonra bu gençler üzerinden milyonlar kazananlara verdim veriştirdim. Hiç mi içiniz sızlamıyor? Bu gençler de ana kuzusu! Bir çocuk kolay yetişmiyor… Haber muhabiri bonzai illetini kullanma yaşının 10- 12 yaş gurubuna kadar indiğini söylüyordu. "BİR KEREDEN BİR ŞEY OLMAZ!!" diyerek kandırıyorlarmış çocukları...
Ülkemizde yeşillikler yok edilerek devasa AVM ler yapılıyor. Büyük iş merkezleri açılıyor. Açılsın elbette, denizde yüzen cami planları projeleri yapılıyor. Yapılsın ülkemiz güzelleşecekse, çağı yakalayacaksak olsun. Ama lütfen bu uyuşturucu tacirleri ile etkili mücadele yöntemleri de arttırılsın. Ayrıca uyuşturucu belasının kollarına atılmış bu gençlerimizi tedavi edecek rehabilitasyon merkezlerinin sayıları da arttırılsın. Uyuşturucu bağımlılarının sayılarının hızla arttığı ülkemizde, uyuşturucu bağımlılarıyla mücadele eden 12 kurum olduğunu http://www.hurriyet.com.tr/uyusturucu-bagimliligiyla-mucadele-eden-12-kurum-var-38557465 linkten okudum..
Bir kereden bir şey olmaz demeyin. Bir anda hayalleriniz son bulur, düşler kabusa döner, umutlarınız yok olur, beklentileriniz biter, hayat hikayeniz son bulur... Kısaca bir kereden sayamayacağınız kadar çok şey olur.

Muhabbetle,
Hanife Mert

11 Haziran 2017 Pazar

Düşünmek ve Konuşmak Üzerine

Şüphesiz insan düşünen bir varlıktır. Onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği düşünmesi fikir sahibi olmasıdır.
  Ünlü Fransız filozof Descartes'in "Düşünüyorum öyleyse varım" sözünden yola çıkarak; var olmanın ve insanı yaratılmış diğer canlılardan ayıran özelliğinin düşünmesi olduğunu anlamak yanlış olmasa gerek.Var olan yaşayan insan aynı zamanda düşünebilen akıllı insandır.
 
 Basit anlamıyla düşünmek; sorgulamak, incelemek, düşünce üretmek, fikir etmek, aklından geçirmek, zihninde göz önüne getirmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamıyla baktığımızda toplumumuzda elbette düşünebilen fikir üretebilen, kafa yoran ve çok başarılı işler ortaya koyanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Pek ilgi görmeseler de, önemsenmeseler de...


 İnsan, aklıyla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydayı zarardan ayırt eder. Çevresinde olup bitenleri anlar ve değerlendirir. Olaylar arasında neden –sonuç ilişkisini kurar. Karşılaştığı güçlüklere çözümler üretir, böylece yeni şartlara uyum sağlayarak yaşamını kolaylaştırır. Bilim aklın bir meyvesidir. İnsan aklı sayesinde diğer varlıklardan kolayca yararlanır, araç, gereçler üretir ve buluşlar yapar. En küçük şehirlerden dev sanayi ürünlerine, güzel sanatlardan mimariye kadar pek çok şeyi aklı sayesinde yapabilmiştir.
   Tüm bunlara rağmen ne yazık ki; aklını kullanmayan, kolaycılığa kaçan, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, düşünmeyen, üretmeyen insanların sayılarının da günden güne arttığını yaşanan akıllara zarar olarak değerlendirdiğimiz olaylardan anlamak zor değil...
  Hal böyle iken cehalet tırmanışını hiç bir engelle karşılaşmadan sürdürmektedir. Toplumda belli bir yer edinmiş, kelli felli dediğimiz isminin önüne "prof" ünvanı almış kimselerin bile toplumun kurtuluşunu fertlerin cahilleştirilmesinde gördüğünü ifade etmesi geldiğimiz noktayı gözler önüne sermektedir.
  Toplum olarak rahatı, ağzımıza geleni konuşmayı severiz. Severiz sevmesine de bir de dinlemeyi, konuşulanı anlamayı, anladığımızı idrak etmeyi bilsek. Belki de bir çok sorunumuz hallolacak ama nerde!! Dinlemeye sabrımız yok. Buna karşın konuşmaya mecalimiz hep var. Yerli yersiz gerekli gereksiz hep konuşuyoruz. Konuşmuş olmak için, laf ebeliği yapmak için, söylenen sözün altında kalmamak için konuşuyoruz...

Fikir üretmek, bilgi üretmek yerine laf üretiyoruz. Hani ağzı olan konuşuyor derlerdi ya! Benim doğrum senin doğrundan üstün, benim sözüm doğru... Kimi zaman da bir yerde söylediğimiz sözü, bir başka yerde inkar edebiliyoruz. Çevir gazı yanmasın...

Toplum böyleyken, seçtikleri farklı olur mu? Hani balık baştan kokarmış ya! Hükümetiyle muhalefetiyle laf üretmekte üstümüze yok. Lafa gelince mangalda kül bırakmayız, icraata gelince sorumluluğu başka yerlerde arar işi kapatmanın yoluna bakarız...

Konuşabilme yeteneği, insana yaratılışıyla birlikte verilmiş ve onu diğer canlılara üstün kılmış en önemli özelliklerinden biridir. İnsan elbette konuşmalı. Zira konuşarak kendini ifade eder. Kişiliğini bu şekilde ortaya koyar. Çünkü kişiliği konuşmasında gizlidir. Bu demek değildir ki hep konuş ama boş konuş...

Çocukluğumuzda büyüklerin karşısında çok konuşmamamız öğütlenirdi. "İki düşün bir konuş, sana sorarlarsa, söz verilirse konuş, konuşacaksan da dilin doğruyu hakkı konuşsun. Zira haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" denirdi.               



Böyle bir kültürün, medeniyetin varisleri olan bizler, özellikle son dönemlerde yaşadığımız onca haksızlıklara, olumsuzluklara, adaletsizliklere, yolsuzluklara, yoksulluklara, yoksunluklara, zulümlere, ölümlere, tacizlere, tecavüzlere karşı hep sustuk. Asıl konuşulması, neler oluyor? Diye yetkililerden yetkisizlerden hesap sorulması gerekirken sesimiz soluğumuz kesildi. Konuşamaz olduk. Belki korktuk, ürktük. Bana dokunmasınlar da, işime aşıma, kurduğum düzene zarar gelmesin de... Bana değmeyen yılan bin yaşasın gibi felsefelerle kabuklarımıza çekildik. Bireysel çıkarlarımız her zaman toplumsal çıkarlarımızın önüne geçti.
                                                       
Bu durumlar karşısında susan ağzımız, göz göre göre insan onur ve haysiyetini zedeleyen kadın programlarını, yarışma programlarını, Türk aile yapısı ile uzaktan yakından alakası olmayan evlilik programlarını, dizileri, kime ne yakışır gibi anlamsız faydasız programları ve gazetelerin magazin sayfalarını konuştu. Bu programlar vaktimizi ve zihnimizi meşgul etti. Düşünme üretme yetisi devre dışı kaldı.
Pusu kurularak kalleşçe şehit edilen Mehmetçiklerimize, polisimize, gerekli önlemlerin alınmadığı için şehit verdiğimiz komutanlarımız, toprağa verdiğimiz onca canlarımız, neredeyse her gün şiddete uğrayarak canından olan kadınlarımız, yetim hakkı yiyenlerin, haksızlık, yolsuzluk yapanların, adaleti kişiye göre işletenlerin durumu, milli ve manevi değerlerimize, Atatürk'ümüze yapılan haince saldırılar, iftiralar, eğitim sistemimizdeki düzensizlikler, dışarıda aç ve perişan durumda olanların durumları yukarıda saydıklarım kadar insanımızın zihnini meşgul etmedi...
Okumaktan, düşünmekten, bilgi üretmekten çağı yakalamak ve çağdaş seviyeye ulaşmak için çaba harcamaktan, yaşamı ve yaratılışımızı anlamaktan uzak geçen, geri gelmesi imkansız olan haybeye geçen günler...

Aydınlığın önünü kesen, keşkelerle örülmüş kara bir duvar gibi karanlık dikilince karşımıza, kaçacak sığınacak bir bahane fayda vermez olur.

Sözün özü; zalimin zulmünün susturulduğu, hakkın, doğrunun, sevginin, barışın, kardeşliğin, özgürlüğün, insan haklarının, kadın haklarının, hayvan haklarının insanca yaşamın konuşturulduğu, uygulandığı bir dünyada yaşamak dileğiyle...

Muhabbetle,
Hanife Mert

26 Nisan 2017 Çarşamba

Dünyanın Sorunu Cahillerin Özgür ve Küstahça Hareket Etmesidir



Cahil kelime olarak; iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan yoksun olan kimse olarak nitelendirilir.

Cahil kimse, erdemli doğru ve araştırıp öğrenmeyi kendine ilke edinmiş, akıllı bilgili kimselerden uzaktır. Çünkü kendini olduğundan fazla büyük görme hastalığına tutulmuş olup, tevazudan yoksundur. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Dediğim dedikçidir, yanıldığını kabul etmez. Çünkü o, etrafı ancak gördüğü gibi değerlendirir. Fazla detaya girmez. Ben bilirim, benim dediğim doğrudur zihniyetindedir. Kendi düşüncesinde olmayanı ötekileştirir. Kitleleri birleştirmek yerine ayrıştırıcı politikalar üretir.

"Cahil kimse meyve vermeyen ağaca benzer" atasözünde ifade edildiği gibi, etrafına pek fayda sağlayamaz. Eğitim almak ya da almamak bu kimselerin cehaletinin üzerinde pek de etkili olmaz. Günlük yaşamımızda bu özelliklere sahip kimselerle, kimi zaman iş yerinde arkadaşımız, şefimiz, müdürümüz, patronumuz; sokağımızda, mahallemizde, sitemizde, apartmanımızda komşumuz, iş yaptırmak zorunda olduğumuz bir kurumda yardımına ihtiyaç duyduğumuz kurum çalışanı olarak diyalog halindeyiz. Öylesine cahilce bir tutum sergiler ki; işgal ettiği makam yer ve konum birbiriyle tamamen zıttır.

Hatta kimi zaman tv de izlediğimiz, gazetede okuduğumuz, hasbelkader bir yere gelmiş olan ve düşünmeden cahilce söylemlerde bulunan, bizi şaşırtan, "adam nasıl bakan, milletvekili, vali, amir, memur" olmuş dediğimiz kimseler görürüz. Bir işgal ettiği makama, konumuna bir de hareketlerine bakarız da, bu insan bu makama, bu duruma nasıl getirilmiş? Diye, kendimize sorarız.

İlk bakıldığında kendilerinden kattıkları çok fazla bir nitelikleri olmamasına rağmen, hasbel kader sahip olduğu durumu kendi lehlerine çevirmede üstlerine yoktur. Cahilce tutumlarını kabul edilmez bulursunuz. Her hareketlerinde düşünme, kontrol etme, bilgi gibi olgulardan uzak özgürce davranış sergilerler. Karşı tarafın bilgisi, eğitimi tecrübesi bu kimselerin gözünde önemsenmeye değer bulunmadığı gibi, aksine onları küçük düşürücü davranışlardan kaçınmazlar.


Bertrand Russel'in ifade ettiği gibi;


Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”


Şuan gerek ülkemizin ve gerekse içinde bulunduğumuz dünyanın yaşanılmaz hale getirilmesinin belki de en önemli nedeni, cahillerin akıllılardan daha özgür ve küstahça hareket etmesidir...



Muhabbetle
Hanife Mert







24 Nisan 2017 Pazartesi

Reddetmek Kolay Zor Olan Neden Reddettiğini Bilmektir!!!

Hilal'le dertleşmek ve ondan fikir almak iyi gelebilir diye düşünmüştüm. Ankara'dan geldiğimden beri onu görmemiş ve evde misafir olduğu için de, fırsat bulup ziyaretine gidememiştim...
Annemlerin teyzemlerle birlikte gezmeye gidecekleri bir gün, ben de Hilal'in yanına gitmek için annemden izin istedim. Başta kabul etmek istemedi. Çünkü onun bana akıl verdiğine ve beni, kendilerine karşı doldurduğuna inanıyordu. Doğruluk payı vardı elbet. Ancak, Hilal beni onlara karşı doldurmaktan ziyade, benim göremediğim, algılamada zorluk çektiğim gerçekleri görmeme yardımcı oluyordu. Çok ısrar etmem ve teyzemlerin de "izin ver" demesi üzerine, "evdeki bütün işleri bitirmem ve akşam olmadan eve gelemem şartıyla izin vermişti. Hilal'i görmek için annemin şartlarını kabul etmiştim.
  Söz verdiğim gibi, ev işlerini  bitirip gittim. Hilal, evlerinin önünde küçük bir taburenin üzerinde oturmuş, yol kenarındaki kanaldan akan suya bakıyordu. Bakışları öyle derindi ki; adeta gürül gürül akan suyla birlikte akıp gidiyordu çok uzaklara... Hilal'in bu halini görünce; Mevlana'nın “Nehir gibidir insan, sadece yüzeysel bilinir; derinliklerinde ne saklar, ne fırtınalar kopar söylemez. Sadece sessizce akar ve gider…” sözü gelmişti aklıma. İlla ki, insanın kimseye söyleyemediği, kendinden bile sakladığı, kiminin kendisiyle birlikte mezara götürdüğü gizli sırları vardır. Hilal de bu insanlardan biriydi. O da derin bakışlarında bir sır saklıyor gibiydi... 
Öyle dalgındı ki; yanına kadar gelip elimle omuzuna dokunana  kadar fark etmemişti beni. Başını kaldırıp yüzüme baktı boş boş. Hilal'i daha önce böyle hiç görmemiştim. O, çok üzgün ve perişan bir haldeydi. Rengi solmuş, ağlamaktan göz kapakları şişmişti. Sanki dünya yıkılmış da, O altında kalmış gibiydi...  Birlikte içeri girdik. Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordum. Telaşlanmıştım:
-Ne oldu sana? Neyin var?.. dedim.
Oturduğumuz kanepenin üzerinden eğilerek pencereden dışarı baktı. Kimsenin olmadığından emin olduktan sonra, gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek:
-Sorma! dedi. Neler oldu bir bilsen...
İyice meraklanmıştım:
-Anlatsana, ne oldu? Seni bu kadar üzen sebep ne? dedim.
Elindeki kırış kırış olmuş peçeteyle önce gözlerini, sonra burnunu sildi.
-Nasıl anlatayım bilmiyorum ki, dedi.
-Olduğu gibi anlatabilirsin, dedim.
 Gözlerimin içine bakarak, İki elimi ellerinin arasına aldı:
-Önce bana söz vermelisin? dedi.
-Tamam söz, dedim.
Ona o kadar  çok güveniyordum ki; "ne için" demek aklıma bile gelmemişti... 
Hilal konuşmaya devam etti:
 -Sana anlatacağım şey ikimizin arasında kalacak. Kimseye demeyeceksin. Annene bile.., dedi.
-Tamam söz! Kimseye söylemeyeceğim. Aramızda kalacak,  dedim.
-Hani sen Eskişehir'e geldiğinde sana erkek arkadaşımdan söz etmiştim ya, dedi.
-Evet hatırlıyorum. Adı Cem'di, fotoğrafını da göstermiştin...,  dedim.
-Evet, dedi. Konu onunla ilgili...,
-Yoksa, yoksa..., dedim.
-Yok daha değil, ama her an olabilir, dedi.
-Peki ama neden? Birbirinizi çok seviyordunuz hani, dedim.
-Yine seviyoruz ay. Ama sanırım o sevginin bedeli çok ağır  olacak, dedi.
Hilal bilmece gibi konuşuyordu. Lafı uzattıkça uzatıyor bir türlü konuya giremiyordu. Hem meraklanmış hem de sıkılmıştım. Biraz sert bir ifadeyle:
-Hilal anlatacak mısın artık. Lafı dolandırıp durma. Ne oldu? Olanı söyle bana, dedim.
-Cem var ya, işte onunla bizim bir geleceğimiz asla olamaz, dedi. Tekrar ağlamaya başladı. Hilalin hali beni çok üzmüştü. Elimi omzuna koydum. Bir elimle de göz yaşlarını silmeye çalışıyordum.
-Lütfen ağlama Hilal! ne olur ağlama, dedim. Kendimi zor tutuyordum. Benim de gözlerimden yaşlar inmeye başlamıştı.
-Üzülme ne olur. Vardır bir çaresi. Karşılıklı konuşur bir çözüm bulursunuz. Ölüm yok ya ucunda! dedim.
-Bizim derdimizin çaresi yok Elif,  tek çaremiz ayrılmak,dedi.
-Peki ama neden? dedim.
-Çünkü Cem, bizden değil! O Aleviymiş! Ben de yeni öğrendim, dedi.
-O ne demek Hilal? Alevi ne demek? Neden sizin bir araya gelmenize engel oluyor, hani Hazan gibi mi? Ona da tahtacı demiştin de, Engin'den öğrenmiştim ne olduğunu, dedim.
-Ya, ben de bilmiyorum detayını. Ama O Alevi olduğu için bizimkiler beni asla ona vermezler, dedi.
-Peki sizinkiler Aleviliğin ne olduğunu biliyorlar mı?
-Ya zannetmiyorum bildiklerini, dedi.
-Peki canım benim, o zaman insan bilmediği bir şeyi neden reddetsin ki, bak sen de tam olarak ne olduğunu bilmiyorsun. Öncelikle Aleviliğin ne olduğunu, insanların  karşı çıkmasının sebebini iyice öğren ki, ailene karşı Cem'i savuna bilesin, dedim.
Hilal'in durumuna üzülmüştüm. Diğer yandan da yadırgamıştım. İnsan bir şeye karşı çıkıyorsa, mutlaka mantıklı bir sebebi olmalıydı. Kulaktan dolma, doğruluğundan emin olmadığı bilgilerle birini yok saymak, onu dışlamak, ötekileştirmek ne kadar yanlıştı. Birbirini seven, kendilerine gelecek planları yapan iki insan da Hilal'in  ailesinin cahilliğine kurban mı edilecekti?..
Hilal:
-Çok haklısın Elif, öyle yapmalıyım, iyi ki geldin diyerek boynuma sarıldı. Hilal rahatlamıştı. Vakit de bir hayli ilerlemiş akşam olmak üzereydi. Annemler gelmeden gitmem gerekiyordu. İzin istedim ve oradan ayrıldım. Yolda yürürken Hilal'i  düşündüm. Sonra kendimle kıyasladım. Ne farkımız vardı ki; Hilal'in ailesi Cem'e alevi olduğu için karşı çıkıyordu. Peki annem Engin'e neden karşı çıkıyordu? bilmiyordum... Herkesin yaşadığı hayatın kalitesine göre, mücadele ettiği sıkıntıları da farklı oluyordu. Mücadele edemeyen de benim gibi, kendinden ödünler vererek silikleşmeye mahkum oluyordu...

  İnsan düşünen bir varlıktır. Kimi zaman bu yönünü kötü kullandığı gibi, kimi zaman da iyiyi güzeli, ve faydayı göz önünde bulundurarak kullanır. Bazen de düşünmeden kulaktan dolma bilgilerle doğruluğunu yanlışlığını test etmeden körü körüne cahilce kullanır. Oysa insan davranışlarında bilinçli olmalı. Bir şeyi reddetmek en kolayı. Zor olan ise, onu neden reddettiğini sorgulaması, öğrenmesi ve mantık süzgecinden geçirmesi ve  kavramasıdır...

NOT: Yeni kitap çalışmamdan bir bölüm paylaştım. Eleştirilerinizi öğrenmek isterim.

Muhabbetle,
Hanife Mert






23 Nisan 2017 Pazar

Miraç Kandili (Bin Yıllık Yanılgı)

Miraç kelime anlamı olarak merdiven, yükselmek, yukarı çıkmak anlamına gelmektedir..
Miraç olayı Kuranda “ Kulu Muhammedi, geceleyin, Mescid’i Haram’dan, kendisine bazı Ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid’i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Her şeyi hakkıyla işiten hakkıyla gören O’dur. “ (İsra suresi)  geçmektedir.
      Üç aylar diye bilinen ve bu aylarda kutlanılan Miraç kandili, Regaip kandili ve Beraat kandili kutlaması ülkemizde ve tasavvuf kültürünün yoğun yaşandığı bazı İslam ülkelerinde, Kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibadetle geçirilmesi bir gelenek haline gelmiştir. Bu gelenek Osmanlı dönemine dayanmaktadır. Osmanlı padişahı 2. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için "kandil" olarak anılmaya başlanmıştır.
  Kandil kutlamalarının dinde sonradan ortaya çıkarılmış bir bidat olduğunu "Kandil Geceleri ve Bin Yıllık Yanılgı” isimli kitabında anlatan Mehmet Emin Akın, Kandil geceleri ve üç aylarla ilgili yüzyıllardır  yanlış bilinen ibadetlere dikkat çekmektedir. Kitabında İslam dininin iki temel dayanağı Kur'an ve Sünnetler de bu kutlamaların yer almadığını ayetlerle ve hadislerle anlatmaktadır
  Allah Azze ve Celle bize kitabında dinini kemale erdirdiğini ve kullarına verdiği nimetlerini tamamladığını haber vermiştir.
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve size nimetimi tamamladım ve din olarak ta sizin için İslam’dan razı oldum.” (Maide:3)
 Bu dinin nasıl yaşanması gerektiğini de, O’nun Rasulü Muhammed (s.a.v) bize apaçık biçimde Sünneti ile öğretmiştir. Öyleyse yolumuzu bize tanıtan, aklımıza, kalbimize ve tüm hayatımıza yön verip onu terbiye edecek olan Kur’an ve O’nun Rasulü (s.a.v) tarafından anlaşılıp hayata uygulaması demek olan Sünnet-i Nebeviye gibi iki rehberimiz var.
Kur’an Allah Rasulü’nü hem imanda, hem de amelde bizim için uyulması gereken yegane örnek olarak tanıtır. Allah O’na “Usve-i Hasene” adını vermiştir.
“Andolsun ki sizin için Allah’ın Rasul’ünde en güzel bir usve vardır.” (Ahzab:21)
Allah böyle söyledikten sonra İslam’ın yaşanmasında kim O’ndan daha iyi bir örneğin olduğunu söyler veya kim O’nun getirdiklerine yine bir şeyler eklenmesi gerektiğini iddia ederse, kendisine Allah’ın dinininden başka bir din seçmiştir.
“Rasul size neyi getirmişse onu alınız ve sizi neden de alıkoymuşsa ondan da sakınınız.” (Haşr:7)
Ey iman edenler Allah’a itaat edin ve Rasul’e de itaat edin ve sizden olan Ulu’l emre de.
Eğer herhangi bir şeyde çekişmeye düşerseniz, onu Allah’a ve Rasul’e götürünüz” Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bu sizin için işleri aslına çevirmede en iyisidir.” (Nisa:59)
Her hangi bir meselede bile onu Allah ve Rasul’üne götürmemiz emredilirken, bunu eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsak yapmamız gerektiği vurgulanmakta.
  Kuran'a ve Rasul’ün (s.a.v.) Sünneti’ne iman ettiğini söyleyipte Kitap ve Sünnet’te olmayan (İçtihadi amel hariç) bir amel veya ibadeti İslam’a maletmeye çalışanlar ise bid’at ehlidirler. Bunların bir kısmı kafirdir, diğer bir kısmı ise kebair (büyük günah) sahibidirler. Ne yazık ki Müslümanlar arasında bin yıldan fazladır sayısız bid’at ve hurafelerle amel edile gelinmektedir. Bunun ortaya çıkmasının yegane nedeni, insanların heva ve heveslerine uyup, Kitap ve Sünnet’te yaptıklarına bir delil olmadığı halde; yeni ibadet, dua, zikir ve tevessül türleri icad etmeleridir.
    Kabir ve türbeleri ziyaret, Mevlid, Reğaib, Mirac ve Beraat gecelerini kutlama, artık dini bir ibadet ve zaruret halini aldı. Ve böylece avam halk zamanla bunu dindenmiş zannetti. Halbuki, bu ibadetlerin veya amellerin kaynağı Sünnet değil Allah Rasulü (s.a.v.) adına uydurulmuş “Mevzu” hadislerdi.
 Mesela; her ne kadar Receb ve Şa’ban aylarının faziletlerine delil olacak zayıf, Hasen ve kısmen de kimi alimlerin dediğine göre, sahih hadisler olmasına rağmen, bu konuda hiç aslı ve eseri olmayan hadislerle de amel edile gelindi.
Ne yazık ki burada siyasi fırkaların (Bermekiler, Fatimiler vb.) eli olduğu gibi, özellikle de tasavvufi kurumların etkisi vardır. Bunu IV. Hicri asırdan itibaren yazılmış olan yüzlerce kaynakta çok açık olarak görmekteyiz.
 Böylece Muhammed (s.a.v.) Ümmeti uydurma veya çok zayıf hadislerde bize dini ibadet gibi gösterilen şeylerle, amel ede ede, hem Rasul’ün Sünnet’ini saptırdı hem de ibadette Tevhid-i İlahiyeye şirk karıştıracak bir hale geldi.
  Hepimiz biliyoruz ki, ne Allah Rasulü ve ne de O’nun ashabı ne Mevlid-i Nebevi’yi ne Miracı, ne Reğaibi ve ne de Beraat Gecesini kutladılar. Belki bu günlerden bazıları geldiğinde, bunun fazilet ve nimetini hatırlıyorlardı. Ama yaklaşık olarak Hicri IV. yüzyıldan bu yana kesintisiz olarak devam eden bu merasimlerin hiçbirisini yapmıyorlardı. Çünkü Sünnet, Kur’an’î bir yaşayışı tanzim etme ve ve beyan etmede henüz etkisini yitirmemişti.
  Ancak hadis uydurucuların her tarafta çoğalarak, bid’at olan bir çok ibadeti yaymaları ile bugünkü şekliyle dini birer hurafe bayramları koleksiyonu haline getirdi. Daha sonra sultanlar ve emirler de bunu çeşitli biçimlerde istismar etmeye başlayarak, sultanlıklarını daha da kökleştirmek amacıyla şehirlerde cadde ve camiler de bu geceleri kutlamak için “Kandil” geceleri ihdas ettiler.
  Zamanla ahlaki bozukluklara bile sebep olan törenler her tarafa yayıldı. Öyle ki kimi İslam beldelerinde, kimi evliyayı anmak için binlerce insan dergah ve makamlara, türbelere akın edip, sanki küçük bir “Hac ibadeti” eda ediyorlarmış gibi bir konuma geldiler. Üzülerek belirtmek gerekir ki, bu törenler tıpkı hıristiyanların dini kutlamalarına benziyor. Hele tarihi kaynaklarda, Mısır, Kuzey Afrika, Irak, Şam diyarı, Endülüs, Pakistan, Hindistan ve İran’da olanlar bunun önemli örnekleri arasındadır.
Ne ilginçtir ki gerçekten bu gecelerin “Kandil” adı altında kutlanması ve bu gecelere özgü ibadetlerin uydurulması, özellikle de o gün Irak, Şam, Kudüs ve Kahire gibi İslam beldelerinde Hıristıyanların yoğun oldukları yerlerde ortaya çıkmıştır.
  Sonra, bütün bu tarihi ve sosyal birikimlerde insanların farkında olmadan birbirlerinin kandillerini kutlamalarının Sünnet dışı bir davranış olduğunun farkına varmaları elbette mümkün olmazdı. Çünkü, tüm Osmanlı Saltanatı boyunca bugünler kutlanmış ve kutsal bir özen görmüştür. Daha önceleri olduğu gibi.

  Hele günümüzde dine karşı kayıtsız olmasına rağmen milyonlarca insanın “kandiller”için hazırlık yapması, çörekler ve börekler hazırlayıp,yılın çoğunda hiç Allah için alınlarını yere koymadıkları halde, bu gecelerde yüzlerce rekat namaz kılıp sabahlamaları gerçekten içler acısı ve ağlanacak bir durumdur. Öte yandan farzlar inkar edilircesine ihmal edilmekte. Din insanların hevasına uydurulmakta, bunun ızdırabı ise çok az duyulmakta.

Ülkede milyonlarca insan sefil, aç, açık, mazlum konumdayken yüz milyonlar belki de milyarlar harcayarak “kandil” kutlamalarını hangi İslami vicdan ve yürek, İslam adına yapılmış bir hareket olarak görebilir. Bunlar bazıları tarafından tıpkı bir günah çıkarma günleri olarak algılanmaktadır. Hatta pavyonlarda Müslüman kızlarının ırzlarını ve vücutlarını satanlar dahi bu gecelerde günah çıkarmayı ihmal etmezler. Üzülerek ifade etmek gerekir ki cami ve mescidlerini kabir haline getirip, Kur’an’a hayatlarında sırt dönenlere, gaflet ve isyan içinde yaşayanlara, Kandiller, Mevlidler değil, Kur’an gerekir. Bu insanlar camilerin yönetimini ve ibadetlerin edasını, İslam’a hayat hakkı tanımayan bir sisteme teslim etmeye razı olduktan sonra, ne “kandiller” onları kurtarır ne de “Mevlidler”.
 Bu toplum, Kitap ve Sünnete muhalefetten ötürü, bir karanlığın içine gömülmüştür. Beş vakit namazların, bile bile terk ettikleri halde Cuma günü camilere doluşanlar, kandillerde ucuz ve sahte telaşlar içine giren, yılbaşlarında piyango, ihmal etmeyen, birasından veya çıplaklıklarından vazgeçmeyen insanlar acaba bu törenlerle mi İslami emirleri yerine getirmiş olacaklar?
Müslüman düşünürlere, aydınlara ve ilim adamlarına düşen; insanları, Kur’an’ı ve onun ilmini, ahkamını öğrenmeye çağırmak ve bunu teşvik etmektir. Hayatı boyunca belki hiç Kur’an okumamış veya bir tek Nebevi sözü bilmeyen insanları, böyle şeylerle uğraştırmanın hiçbir değeri yoktur.

Öyleyse bu insanların önce Rabblerini ve O’nun kitabını ve Rasulü’nün (s.a.v.) Sünnetini tanımaya ihtiyaçları vardır. İçine düştüğümüz bu cehalet ve zilletin tek nedeni “İlim”den elimizi çekmemiz ve ona sırt dönmemizdir.
İnsanları “üç aylar” adına sünnet dışı ibadetlere ve hayır işlemeye davet edenler bir bakıma, Allah Rasulü (s.a.v.) adına yalan hadis uyduranların çizgisini ve geleneğini devam ettirmektedirler. Dikkat edilirse insanlar Hristiyanlıktaki gibi, tamamen pasif olan ve Müslümanı, Kur’anî görevinin dışındaki amelleri işlemeye teşvik edilmişlerdir. 
  
 Görünen o ki, bize bin yıldır bir gelenek- görenek din olarak dayatılmış ve öyle yaşamaya teşvik edilmiş. Ülkenin en büyük din otoritesi olan Diyanet işleri başkanlığının hazırladığı İslam Ansiklopedisinde bu kandillerin gelenekleştirilmiş olduğu ifade edilmiştir. Buna rağmen  Kandil gecelerini bizzat organize eden, camilerde mevlid ve dua merasimleri düzenleyen, bu geceler münasebetiyle kutlama mesajları yayınlayan ve halkın kandilini kutlayan da yine Diyanet’in kendisi. Anlaşılır gibi değil...

Yararlanılan Kaynak:Kandil Geceleri ve Bin Yıllık Yanılgı(Mehmet Emin Akın)
              

Muhabbetle
Hanife Mert

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlu Olsun


Egemenlik verilmez alınır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
"Çocuk sevgisi insan sevgisi için bir ihtiyaçtır."

Gazi Mustafa Kemal Atatürk' ün tüm çocuklara armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun. Atamızı sevgi, saygı ve minnetle anıyoruz...


Muhabbetle,
Hanife Mert



20 Mart 2017 Pazartesi

KIRGIN UMUTLAR


Bu sabah öyle durgundu ki sular, 
Sardı yüreğimi huzursuzluklar. 
Bu sabah öyle kırgın ki umutlar, 
Açtırmaz gülü, solgun tomurcuklar.

Ekti yüreğime nefret tohumu,
Kesti aydınlığa çıkan yolumu. 
Özenle  hazırlar acı sonumu
Bulamadım gitti, doğru yolumu.

Şüpheyle bakarken hüzünlü gözler.
Ne yapsa kar etmez, söylenen sözler, 
Mutsuzluğa gebe olmuş atıyor, 
Acıyla dağlanmış çarpan yürekler. 
                               
Bilirim sonsuza dek sürmeyecek,
   Yol yakınken yanlıştan dönülecek. 
Ağlayan gözlerim, elbet gülecek,
Umutlu günlerim geri gelecek.
                         
                              Hanife Mert

16 Mart 2017 Perşembe

Güven ve İnsan


Derler ki; "Yaşadığın yeri cennet yapamadığın sürece, kaçtığın her yer cehennemdir." Bu sözden yola çıkarak insanın öncelikli görevinin; hayatı yaşanılır kılmak,huzur içinde, barış içinde, adil bir biçimde, insanca yaşamasına olanak sağlamak olmalıdır. Bu durum sağlanmadığında ise, toplumda huzursuzluk, güvensizlik, mutsuzluk, sevgisizlik, gerilim, hakim olacaktır. Bu bağlamda toplumda çıkar kargaşası yaşanması, şahsi çıkarların toplumsal çıkarların önüne geçmesi de kaçınılmaz bir hal alacaktır. Devamında da " BEN" merkezli bir hayat felsefesi benimsenmiş, ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım düşüncesi hükmetmiş durumda vicdanlara...
   Hiç şüphesiz insan güvende olmak güvenmek ister. Zira yaradılışı gereği kendini güvende hissedeceği ortam ve etrafında güvenebileceği insanları görmek ister. İnsanlar arasında olması gereken en önemli ve en kuvvetli duygudur güven duygusu.İnsan ilişkilerini doğrudan etkileyen, yaşantısına direk etki eden bir durumdur. Yaşam ve toplum güven üzerine kurulmuştur.
    Tarif etmesi zor olan bu duyguyu yaşadığımız toplumda ne kadar hissedebiliyoruz? Hangimiz etrafımızdaki insanlara yüzde yüz güvene biliyoruz? Bu soruya evet demek neredeyse imkansız. Öyle olmasaydı toplumda birlik sağlanırdı. Öyle olmasaydı hak hukuk kişilere göre farklılık göstermezdi, öyle olmasaydı bize reva görülenler yaşanmazdı. Zulümler olmazdı. Birlikten kuvvet doğar sözünün gereği sağlanırdı. Verilen sözler tutulur, saymakla bitiremeyeceğim sorunlar yaşanmazdı.
    Konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir Nasrettin Hoca fıkrasını paylaşmak istiyorum;
Akşehir çevresini mesken tutmuş olan Timur bu bölgeye beraberinde bir de fil getirmiş. Başıboş bırakılan fil bağlara, bahçelere ve ekili tüm alanlara zarar vermeye başlamış. Yaşanan durumdan bezdir kalan Akşehir halkı çareyi Nasreddin Hoca’ya başvurmakta bulmuş. Demişler ki: Hoca, bu Timur denilen adam senin sözünü dinler. Şu filin bir çaresine baksan, anamızı ağlattı.
   Hoca bu teklifi kabul etmiş ve yarın hep birlikte Timur’un huzuruna varalım, derdimizi anlatalım demiş. Ertesi gün buluşmuşlar. Nasreddin Hoca önde, Akşehir halkı arkasında Timur’a gitmek üzere yola çıkmışlar. Her yol ayrımında gruptan birileri kopuyormuş. Nasreddin Hoca Timur’un karşısına geldiğinde bir de bakmış ki yanında kimsecikler kalmamış. Duruma fena halde bozulan Hoca               Akşehirlilere bir ders vereyim diye düşünmüş ve Timur’a:
  -Efendim, biz Akşehirliler olarak getirmiş olduğunuz fili çok sevdik. Fakat hayvancağız yalnızlıktan olsa gerek çok huzursuz görünüyor. Akşehir halkı bu filin eşini de getirmenizi istiyor, der. Timur bu sözlerden hoşlanır ve Akşehirlilerin isteğini yerine getireceğini söyler. Timur’un yanından ayrılan Nasreddin Hoca kendisini beklemekte olan ahalinin yanına geldiğinde halk merakla ne yaptığını sorar. Hoca gülerek cevap verir: Müjdeler olsun. Belânın dişisi de geliyor.
  Yaşadığımız ortamlarda benzer olayları hepimiz yaşamış olabiliriz. Kendilerine güven telkin ederek bir işi yerine getirmesi için görevlendirdiğimiz kimseleri yarı yolda bırakmak insanlığa sığmaz...


Muhabbetle,
Hanife Mert

8 Mart 2017 Çarşamba

Kördüğüm Gibi Sevgi



Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygu. O öyle bir duygu ki, paylaşıldıkça azalmaz aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Sevginin yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır.

Zira, hayatın anlamı, ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir… Sevgi günümüzde olduğu gibi yüreklere hapsedilmemeli. Aynı zamanda eyleme dönüştürülmeli dillendirilmelidr de...

Eşlerin birbirine duyması gereken sevginin şeklini derecesini gösteren, yaşadığı hayatla bize örnek teşkil eden sevgili peygamberimizin eşine olan sevgisini gösteren bir hadise kulak verelim.

Peygamberimiz, eşine ayrı bir önem verir, aynı zamanda eşleri birbirine kenetleyen sevgi sözcük­lerini eşinden esirgemezmiş. O, aşkı sadece yüreğine hapset­mez aynı zamanda onu dillendirirmiş de… "Ben, Allah'ın sevgilisinin sevgilisiyim" diye kendisiyle övünün peygamberimizin sevgili eşi Hz. Ayşe annemiz bir gün her kadının merak edebileceği eşine sorabileceği bir şeyi sorar peygamberimize:


– Efendim, beni seviyor musun? der.

Sevgili peygamberimiz de; "Bu ne biçim soru, bu da nereden çıktı, sevmesem yanında olur muydum," türünden cevaplar vermek yerine, O kendinden emin bir şekilde şöyle der:
– Evet, ya Ayşe elbette seni seviyorum!
Bu cevap Ayşe annemizi muhtemelen tatmin etmez ki, sevgisinin ölçüsünü merak eder ve ardından ikinci sorusunu sorar:

– Beni ne kadar seviyorsun ya Resûlallah? der

Bunun üzerine peygamberimiz, hem Hz. Ayşe'nin hem de bizim yüreğimizin derinliklerini titreten şu içten, samimi ve bir o kadar da edebi ifadeyle şöyle cevap verir:

– Kördüğüm gibi.

Peygamberimiz, eşini asla açılmayan, çözülmeyen, kördüğüm gibi bir sevgiyle sevdiğini söylüyordu. Bu, açılmayan, bitmeyen sırlı bir sevgi demekti. Eşinden duyacağı sevgi sözcükleri bir kadının gıda­sıdır...

Aradan birkaç yıl geçiyor… Hz. Ayşe, yıllar öncesinden kalma o “kördüğüm”ü hatırlatmak istiyor ve Efendimiz’e… Damdan düşer gibi soruyor: “Efendim, kördüğüm ne alemde?”

“Ne kördüğümü?” diye sormuyor Efendimiz…

“Bunca işimin arasında yıllar önce söylediğim bir kelimeyi hatırlamamı bekleyemezsin” diye azarlamıyor Hz. Ayşe annemizi… “Ben nelerle meşgulüm, sen nelerle meşgulsün” diye de küçümsemiyor…

O cümleyi bir dakika önce söylemiş gibi gülümsüyor, sadece. Derin derin eşine bakıyor ve teminat veriyor:

“Kördüğüm daha ilk günkü gibi, yüreğime bütün bütün dolaştı…”der.


 Kadının değersizleştirildiği, en ağır zulmün reva görüldüğü bir dönemden geçmekteyiz. Bu vesileyle hayatını örnek olarak almak durumunda olduğumuz sevgili Peygamberimizin yaşayışı ve tavsiyelerinin referans olması temennisiyle, tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günününü kutluyorum..


Muhabbetle,
Hanife Mert

31 Aralık 2016 Cumartesi

Yeni Yılda Yeni Umutlarla


Dünde her ne yaşamışsak geride kaldı. Dünde yaşananları kayıpları geri getiremeyeceğimize göre, dünden ders almalı geleceği ona göre planlamalıyız. Dünden kalma hatalarla bu günün planı yapılmaz...

İyisiyle, kötüsüyle, huzuruyla, huzursuzluğuyla, mutluluğuyla, mutsuzluğuyla, acısıyla, tatlısıyla, günahıyla sevabıyla yaşanan her an geride, dünde, 2016 da kaldı... Bu gün yeni bir gün yeni bir yıl yeni bir umuttur.

 Yeni yılda yeni umutlar yeşersin yüreğinizde, sağlık, huzur, mutluluk, dostluk, sevgi duyguları kök salsın gönlünüzde. Sevdiklerinizle birlikte, mutlu ve umutlu yıllar gezinsin ömrünüzde...

 2017 yılının ülkemiz ve insanlık alemine, göz yaşlarının son bulduğu, acıların, zulmün, tacizin, tecavüzün, haksız yere ölümlerin, savaşların, yolsuzlukların, yoksullukların, haksızlıkların son bulduğu, huzur ve güvenin, adaletin sağlandığı, sevgi, barış ve kardeşliğin hakim olduğu bir dünyada yaşamayı, sevginin sarıp sarmaladığı bir yıl olmasını diliyorum...

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN


Muhabbetle,
Hanife Mert

11 Kasım 2016 Cuma

Atatürk'ü Anma Programı


Atamızın 78. ölüm yıl dönümü nedeniyle hazırladığımız anma etkinliğinde yaptığım konuşmayı sizlerle de paylaşmak istedim... Uzun zamandır bu konuşma üzerinde çalışıyor olmam nedeniyle bloguma pek giremedim...

Çok yönlü ve üstün kişiliğe sahip bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk’ün, aramızdan ayrılışının üzerinden tam 78 yıl geçti. Her fani gibi, o da payına düşeni yaşadı. O, kısacık hayatında, bir milletin kötü talihini yenmesini sağladı ve dünya tarihinde de benzeri görülmemiş izler bırakarak bu dünyadan göçtü. 
 
 Mensubu olduğu Türk Milleti'ni sonsuz bir aşkla seven Atatürk, milleti için her türlü zorluğa katlanmış ve kendini ona adamıştır. Onun "Ben, gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk milletine canımı vereceğim"(Trabzon, 11.6.1937.)  sözü, milletini ne kadar çok sevdiğini göstermektedir.
   Hiç şüphesiz Türk Milleti de Atasını çok sever. Zira daha küçücük bir çocukken anne babamızın kucağında katıldığımız törenlerde kazındı ismi beyinlerimize…
Okulda, ders işlerken  sınıflarımızda,  karşımızda duran resmiyle yüreğimize düştü sevgisi. Okulda öğretmenlerimizin, onun başarılarını, ilkelerini, devrimlerini, vatan, millet, bayrak aşkını; evde büyükannemizin büyükbabamızın anlattıkları kahramanlık öyküleriyle de ilmek ilmek işlendi yüreğimize Atatürk sevgisi.
 Atamızı hepimiz severiz. Severiz sevmesine de acaba bu sevginin hakkını verebiliyor muyuz?. Peki nasıl olmalı Atatürk'ü sevmek? On kasımlarda, bayramlarda  resmini,  rozetini yakamızda taşımakla mı, duygu yüklü  şiirler okumakla mı,  yoksa Atam sen olmazsan biz olmayız, gene gel kurtar bizi demekle mi? Olmaz arkadaşlar! Olmaz ! Atatürk sevgisi böyle olmaz. ya nasıl olmalı? 
Gelin bunu kendinden öğrenelim:

1-Atatürk'e göre ASIL SEVGİ
Atatürk’ün en büyük zevki, toplantılarda rastladığı herhangi birine ani bir soru sormak ve alacağı cevaba göre o şahsın bilgisini takdir etmekti. Bir cumhuriyet balosunda yaverlerden Nihat Bey’e şu soruyu sorar:
'Ben ölürsem, ne yaparsın?'
Nihat Bey:
'Ben de ölürüm Paşam, cevabını verir. 
'Atatürk aldığı cevaptan memnun kalmamıştır. Sert bir ifadeyle şunları söyler:
'Eğer beni hakikaten seviyorsan, ölmemen lazım. Yaşamalısın ve benim telkin ettiğim ideallerin benden sonra da gerçekleşmesine, yaşamasına çalışmalısın. İşte gerçek sevgi budur.' der.
 2-Sen Güreş Bilir misin? 
Sevilmek ve ilgi görmek isteği insanın doğasında vardır. Yaşamdaki mücadelenin belki de birinci nedeni insanların kendilerine yönelik ilgiyi artırma isteğidir. Bu nedenle sevilmek kadar sevmenin de önemli olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Ailelerinden uzakta vatani görevlerini yapan Mehmetçiklerin, ilgiye herkesten daha fazla ihtiyaçları vardır. Onlar bu ihtiyaçlarını komutanlarından görecekleri sevgi ve şefkat ile giderirler. İnsan doğasındaki bu ihtiyaçtan dolayıdır ki; ATATÜRK yaşamı süresince karşılaştığı her Mehmetçikle ilgilenmiştir. O gücünü korkudan değil, paylaşıldıkça artan ve kalpleri fetheden sevgiden almıştır. Bunun en anlamlı kanıtı Mehmetçiğin aşağıdaki anekdotta yer alan, ‘’ ATA’m senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?‘’ sözüdür. Burada işaret edilen sevginin yenilmezliğidir:
Bir seyahatinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu:
-Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi.
Genç asker daima galip geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
-Haydi, bir de benimle güreş!
Saf ve temiz Anadolu çocuğu ATA’sının yüzüne hayranlıkla baktı:
-Atam, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
3-Atatürk’ün kitap okumaya verdiği önem ile ilgili anı 
Atatürk, kitap okumayı, araştırma yapmayı, fikir ve düşüncelerini insanlarla paylaşmayı pek seven bir liderdi. Onun, henüz okul çağlarında başlayan kitap okuma alışkanlığı, savaş zamanında bile devam etmiş, cumhuriyet yıllarında ise daha da artmıştır.
Cumhuriyet döneminde büyük bir kütüphaneye sahip olan Atatürk, okumuş olduğu yerli ve yabancı birçok eser sayesinde geniş bir kültüre de sahipti.
Büyük Önder Atatürk’ün hizmetinde bulunanlardan Cemal Granada anlatıyor:
“Bir gün Atatürk, tarihle ilgili bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken devlet başkanının kendini kitaba vermesi Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olmalı ki Atatürk’e şöyle dediğini duydum:
- Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma… 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu içten yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi:
- Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım, dedi.
Atatürk’ün  hayatı boyunca 3997 adet kitapokuduğu bilinmektedir.
  Atatürk,toplumun her kesimini kucaklayan bir halk adamıydı. Köylüye, askere, polise, öğretmenlere, sanatçılara, sporculara, Türk kadınına, çocuk ve gençlere. kısacası toplumun tüm kesimlerine değer vermiş ve destek olmuştur. O bir halk adamıdır; çünkü hep halkı için uğraşmış, halktan birisi gibi davranmıştır. Onun ”Benim için en büyük makam ve ödül, Türk milletinin bir ferdi olarak yasamaktır.”sözü de bunu kanıtlar. Atatürk eğitim, bilim,fen, sanat, spor ve kültüre çok önem vermiştir.
4-Mustafa Kemal’in (Tiyatro) ile ilgili anısı
Muhsin Ertuğrul, bugünkü adıyla İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Genel sanat yönetmenidir. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk de Dolmabahçe’de kalmaktadır o günlerde…
Bir gece Gazi’nin oyun izlemeye geleceği duyurulur Muhsin Ertuğrul’a. Herkes telaş içindedir. Çünkü oyunun başlama saati gelmiştir ancak Mustafa Kemal gecikmiştir.Ne olacaktır şimdi? Muhsin Ertuğrul tam saatinde başlatır oyunu. Bir süre sonra Gazi gelir.Yanındakiler korkarak oyunun başlatıldığını haber verirler Gazi’ye. “Ya, öyle mi? Bitimde görüşürüz Muhsin Ertuğrul’la..”  der ve locaya girip oyunu izler. Oyunun bitiminde beğeniyle alkışlamaktadır aktörleri. Muhsin Ertuğrul Gazinin yanına girer. Gazi ayağa kalkar: “Sizi kutlarım..” der. “İşinizle ilgili ciddiyetiniz, ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı da gösterir. Biz geç geldik. Oysa böyle bir kurum perdesini zamanında açmak zorundadır. Görevinizi yaptığınız için özellikle kutlarım sizi..” der.
Muhsin Ertuğrul’a böyle söylediği için kimse şaşırmamalı…
Çünkü daha ileriki yıllarda yanındaki yönetici takımını “Efendiler! Bakan, Başbakan hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz… Ancak sanatçı olamazsınız!”diye uyaracak kadar yanında olacaktır sanatçının ve sanatın…
      5- Atatürk ve Edebiyat

Dilimize büyük önem vererek Türk Dil Kurumu’nu kurdurması ve bu bağlamda kendisinin de çalışması bir yana, yazarları da olumlu anlamda yönlendirmiştir Atatürk…
Bunun örneğine geçmeden önce 1923-1924 yıllarında “irtica” sözcüğünü nasıl tanımladığına bakmak gerekir Gazi’nin…
“Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her yararlı şey karşısında, onu ortadan kaldıracak bir güç belirir. Bizim dilimizde buna “irtica” derler. İyi bir şey yaptınız mı biliniz ki bunu ortadan kaldırmak için karşınıza muhalif, gerici bir güç çıkacaktır. Bundan dolayı bu iyi işi yapmadan önce, karşınıza dikilecek kara gücün de ortadan kaldırılması önlemini almak gerekir. Halkımız güven içinde ve huzurlu olsun ki, bugünkü devrimi yapanlar ve bu devrimi tamamlamaya karar verenler, karşılarına çıkacak bu tür gerici güçleri, tam da çıktığı noktada ezebilecek güç, yetenek ve önlemi almaya maliktirler.Bizi yanlış yola yönlendiren soysuzlar, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, tutsak eden, perişan eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.
Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok uzaktır. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka yerlerde sahne arasınlar. Geçmişin dalgınlıkları, paslı durgunlukları, Türkiye halkının belleğinden silinmiş olduğunda, kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Eriştiğimiz mutlu durumdan bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye bile yetkili olmadığı kesin bir gerçektir.”
Kuşkusuz Gazi bunları söylemekle kalmamış, edebiyatın gücünü bildiği için büyük romancımız Reşat Nuri Güntekin’i, romanımızın doruklarından Yeşil Gece’yi yazması için özendirmiştir de…
Kuşkusuz bunu buyruk verir gibi değil de “Yobazlığı yeren, Cumhuriyeti savunan bir roman yazar mısın?” yaklaşımıyla gerçekleştirmiştir…
Üstelik bunu ne zaman ve nasıl yapmıştır?
Tam da Sayın Güntekin, Emile Zola’nın “Hakikat”(bugünkü deyişle “Gerçek” ) adlı romanını çevirdikten sonra…
“Devrimimizi halka anlatmak için dünya yazarlarından da yararlanalım ancak esas olan, ulusal edebiyat’ta da anlatılması/yazılmasıdır bu tür gerçeklerin…”yaklaşımıyla.
Kaldı ki eşsiz yapıtı Nutuk (Söylev), neredeyse, belgesel roman kurgusuyla yazılmış bir baş yapıttır. Yazarız diye geçinen bizim gibi birçok edebiyat adamının, onun eşsiz üslubundan/anlatımından öğrenecek çok şeyimiz var…



6- Ölüden Medet Ummayın

İnsanların sıkıntılarının ve geri kalmışlıklarının gerçek nedenini; hoşgörü ve yaratıcılığı reddeden hurafelerin etkisinden kurtulup, akıl ve bilimin gücünden yararlanma refleksini gösterememiş olmalarında gören Atatürk; ülkede şeyhlik ve dervişlik iddiasında bulunup halkın bilincini sömürenlere asla izin vermemiştir. Tanrı ile kul arasına girerek inançların sömürüsünü yapmaktan başka mesleği olmayan asalakların uygar dünyada yeri olmamalı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir.


 - Atatürk'ten Sakal Üzerine

Atatürk, Amasya ziyaretinde. Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;Kimdir bu? Vali yanıt verir;Efendim kendisi Şıh'tir. Yörede çok hatırlısı vardır. Atatürk, Şıh'ı yanına çağırır ve; "Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Sunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan" der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir. Şıh; "Emrin olur Paşam" diyerek yerine çekilir.Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk, Amasya'daki Şıh'i hatırlar ve Valiyi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'in sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazirini çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister.
Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata’yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış... Şıh gelir Ata’nın karsısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet bastan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar; "Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? " Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp; "Dün aksam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim" der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp, nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır; "İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince; bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarin başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...

7- Türk Milletini Uyandırmak
Atatürk derin derin düşünürken İnönü’ye bakıyor, “bunca senelik dostumsun, cephelerde çarpıştık, zorluklarla mücadele ettik, yılmadık ama bana bugüne kadar karşılaştığın en zor şey nedir diye hiç sormadın Paşa” diyor. "Haklısınız" diyor İnönü, hafif bir tebessümle, "gerçekten, neydi karşılaştığınız en büyük zorluk?"
Gülümseme sırası o çakmak gözlü güzel insandadır, “uyandırmak Paşa” diyor.
“Türk halkını uyandırmaktı en zor olan!"
"Haklısınız" diyor İnönü.
Atatürk devam ediyor, “pekiyi ondan daha da zor olan neydi bilir misin?” diye soruyor.
Şaşırıyor İnönü. "Türk halkını uyandırmaktan daha zor olan nedir ki?" diyor.
Yine gülümseyen Atatürk, “uyandıktan sonra şaha kalkan Türk halkını durdurmak Paşa!” diyor.


Üzerinde yaşadığımız bu vatan, bağımsızlığımızın simgesi ay yıldızlı bu bayrağımız, Cumhuriyetimiz kolay kazanılmadı. Her birimizin atası, dedesi adı bile duyulmamış cepheleri kanlarıyla sulamıştır.


Çoğunun mezar taşı dahi yoktur hatta şehit düştüğü yer bile bilinmez...


Bütün çekilen çilelerin, yapılan fedakârlıkların bilincinde olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet yaşamasını sağlamak için var gücümüzle mücadele etmeli. Bu sorumluluğu bizden sonraki nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcu olmalıdır. Bu Millet üzerine düşen sorumluluğun bilinci ile gerektiğinde yine şaha kalkacak ve gereğini yapacaktır...
8-Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini
Kurtuluş Savaşı yıllarında, Milli mücadele sırasında Ankara’da kurulan mecliste, bir toplantıda Bursa Mebusu Dr.Baha Bey meclis kürsüsünden;

"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini? "
Namık Kemal'in bu iki dizesini okur... Bunun üzerine
Mustafa Kemal'in yanıtı şöyle olmuştur;
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!"
Geçmişte olduğu gibi bu günde, düşman vatanın bağrına hançerini dayamış durumda, acaba bunun farkında mıyız!
Büyük Atatürk, 10. Yıl Nutkunda; “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diyor. Elbette dünyada en önemli aydınlatıcı gücün, yüksek Türk Medeniyeti olduğuna işaret ediyor ve reçeteyi de kendi Türk kültür dünyamızda aramamız gerektiğine dikkat çekmektedir. Büyük Atatürk, Türk Milletine hedef olarak da, muasır(çağdaş) medeniyet seviyesinin üzerine çıkma azim ve iradesini göstermektedir.

 Büyük Önderimizi andığımız bugünde O’nu yas tutarak değil, yapmamız gereken şeyleri ne ölçüde gerçekleştirdiğimizi, eksiklerimizi nasıl gidereceğimizi tartışarak anmak en doğru yol olacaktır. Atatürk’ün fikir ve düşüncelerini iyi anlayıp uygulamaya koymak, bu vatanda yaşayan her Türk evladının en asli vazifesi olmalıdır.

Bu vesileyle çeşitli kaynaklardan faydalanarak, Atatürk'ten Türk Gençliğine unutulmaz anılardan küçük bir demet sundum.
Gençlik Ata'sının anılarını okumalı öğrenmeli, ondan feyz almalı. O'nun gösterdiği çağdaş uygarlık yoldan ayrılmadan, üzerimizde kara bulutların dolaştığı ağır bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde her zamankinden daha fazla, Ata'sına ve onun emanet ettiği cumhuriyete, ilke ve inkılaplarına, vatana, bayrağa sahip çıkmalıyız. Farklılıkları bir kenara bırakarak her zamankinden daha fazla birlik ve beraberlik şuru ile hareket etmeliyiz.
Bu ülke bu millet sana minnetardır, büyük Atatürk... Her insan doğar, büyür ve ölür. Kalıcı olan bıraktığı emanettir. Millet olarak bize bıraktığın emaneti canımız pahasına koruyacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın.
Silah arkadaşlarınla beraber kurduğun Cumhuriyet'inle kalbimizde yaşayacaksın..
Ruhun şad olsun.

Muhabbetle
Hanife Mert

KAYNAKLAR
1- Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul 1973, s. 98.


2- Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul 1961, s. 307–308.


3-Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009




4-Atatürk ve Sanat
Yazar Tuncer Cücenoğlu
Sayfa 2 of 2
5-H.R. SOYAK, Atatürk’ten Hatıralar, s.268

15 Ekim 2016 Cumartesi

Bir Bilene Sor


Yıllar geçtikçe zaman  değişiyor. Sonra insanlar değişiyor. İhtiyaçları, beklentileri, düşünceleri, istekleri, öncelikleri değişiyor. Bu değişim onun  hayat felsefesini yaşam biçimini de değiştiriyor.


Özellikle son zamanlarda hayatının merkezine " BEN" lik duygusunu yerleştirmiş insanlarla sık sık karşılaşmaktayız. Öyle ki, onlarda  "ben" lik öyle tavan yapmış ki; her şeyde ben diyor başka bir şey demiyor. Ben bilirim, ben yaparım, ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım, düşüncesi hükmetmiş vicdanlara. Karşıdakini eleştiren, rencide etmeye çalışan, alay eden küçük görmeye çalışan, ötekileştiren tavırlar son dönemlerde alabildiğince revaçta. 
Mevlana Mesnevisinde bu konuyla ilgili bir hikaye anlatır. Hikaye şöyle başlıyor; Kendini beğenmiş bir gramer (nahiv) bilgini, boğazdan karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve gururla oturdu yerine.
Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir insandı. Hiç ses çıkarmadan küreklere asılıyor, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmek ve üç beş kuruş kazanmak istiyordu.
Denizin orta yerine geldikleri sırada Bilgin küçümser bir eda içinde sordu:
-Sen hiç gramer okudun mu?.. dil biliminden anlar mısın?
Kayıkçı:
-Hayır efendim dedi, ben cahil bir kayıkçıyım, dediğiniz şeylerden hiç anlamam.
-Vah vah dedi Bilgin, ömrünün yarısı boşa geçmiş!..
Böyle bir süre ilerledikten sonra rüzgar şiddetini artırmaya, dalgalar büyümeye başladı. Denizde fırtına çıkmış, Bilgin korkmaya başlamıştı.
Kayıkçı olağanüstü bir güçle kurtulmaya, sağ salim karşı kıyıya geçmeye çalışıyordu. Gördü ki artık kurtuluş ümidi yok, Bilgine dönüp sordu:
-Efendim, yüzme bilir misiniz?
Bilgin:
-Ne yazık ki bilmiyorum diye inledi.
O zaman kayıkçı:
-Vah vah dedi, şimdi ömrünün hepsi boşa gidecek! Keşke gramer bileceğinize benim gibi yüzme bilseydiniz de canınızı kurtarsaydınız, der.

 
 Sahip olduğu hiç bir şey kendine ait değil insanın. Ona sahip olduklarını veren bir yaratıcı var. Ne kadar yükselirsen yüksel sonunda yere mahkumsun. Gideceğin yer varacağın menzil belli. Kime büyüklük taslıyorsun? Şeytan da kibrinden Hz. Adem'e secde etmedi cennetten kovuldu, kaybedenlerden oldu. 


  Kibirli olanlar da aynı değil mi? Üzerindeki kibir yaftasını atıp alçak gönüllü olmalı insan...Benden başka doğru olan da, doğru düşünen de vardır. Benden başka haklı olan da, benim hakkım olan şey, başkalarının da hakkıdır diyebilmeli. Benim bilmediğim, bildiğimi daha iyi bilen de vardır alçak gönüllüğünü göstermeli insan...


Muhabbetle, 
Hanife Mert

13 Ekim 2016 Perşembe

Kırgın Umutlar

Bu sabah öyle durgun ki sular,
Salmadı güneşi gökyüzüne bulutlar.
Bu sabah öyle kırgın ki umutlar,
Sardı yine yüreğimi huzursuzluklar

Şüpheyle bakar oldu hüzünlü gözler
Ne yapsan  kar etmez oldu söylenen sözler
Mutsuzluğa gebe olmuş gibi atıyor
Acıyla dağlanmış çarpan yürekler.

29.07.2016/ Mersin 

Hanife MERT

12 Ekim 2016 Çarşamba

M. Kemal Atatürk Diyor ki!



“… Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkar paylaşarak birleşmiş ittifak etmişlerdir.
Ve bunun sonucu olarak, birçok zekalar duygular fikirler Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Bu geleneğin Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bir takım bahanelerle Türkiye’nin iç hayatına iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Güç ve kuvvet elde etmişlerdir.
“… Bunların etkisinde kalarak milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin! Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır.
İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakatlanmış bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her yıl, her yüzyıl biraz daha gerilemiş, daha çok düşmüştür.
“…Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektirdiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar Bizi idare etsin’ diyorlardı.”
Mustafa Kemal
6 Mart 1922

Ne büyük bir liderlik! Ne gerçekçi bir öngörü... Gurur duymalıyız M.Kemal gibi bir liderimiz olduğu için. Onun bıraktıklarına canla başla dört sarılmalı ve sadece sarılmakla kalmamalı hayata geçirmeye özen göstermeli. Bunları evlatlarımıza yakınlarımıza dostlarımıza milletimize anlatmalı yaşatmalı. Ancak böyle çıkar bu millet karanlıktan aydınlığa...
Muhabbetle,
Hanife Mert

10 Ekim 2016 Pazartesi

Yine Terör, Yine Şehit, Yine Acı



Yine terör, yine masum insanları, Mehmetçiklerimizi hayattan kopardı... Dün Hakkari'nin Şemdinli  ilçesindeki Durak Jandarma Karakoluna Pkk lı caniler tarafından bombalı saldırı düzenlenmiş haberin devamı http://www.hurriyet.com.tr/son-dakika-haberi-semdinlide-5-tonluk-hainlik-10u-asker-15-sehit-40243639 linkten okuyabilirsiniz. Zaten biliyorsunuz.

Acı düştü yine yüreklere. Kimi baba olacaktı, kimi koca, ki  mi özlemişti anacığını... Ama onlar "ŞEHİT" oldular. Eli kanlı caniler tarafından tüm hayalleri, tüm umutları, hayatları birer birer  söndürüldü. Artık bu konuda yazmak, konuşmak, lanetlemek, beddua etmek, şehitlerimize rahmet dilemekten başkası elimizden gelmiyor. 
Dur durak bilmeyen eli kanlı teröristler ülkemizi kaosa sürükleyerek, halkımızı sindirmek, korkutmak ve amacına ulaşmak için elinden geleni yapmaktan çekinmiyorlar. 
Biz ise, amaçlarına ulaşmalarına fırsat vermeyecek, bu zor günleri farklılıklarımızı bir kenara bırakarak millet olarak birbirimize kenetlenerek aşabileceğimize inanmalıyız. Tek amacımız ümidimizi kaybetmeden, şucu, bucu ayırımına girmeden, farklılıkları ötekileştirmeden, birlik ve beraberlik içinde, Çanakkale ve Kurtuluş savaşı ruhunu tekrar canlandırmak ve vatanımıza sahip çıkmak olmalı. 
 Her türlü teröre, haksızlığa karşı uyanık olmalıyız. "Birlikten kuvvet doğar" felsefesi ile birliğimize  ve beraberliğimize her zamankinden daha sıkı sarılmalıyız...
Şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar, yakınlarına ve milletimize sabırlar diliyorum. Son olsun artık diyorum..

Muhabbetle,
Hanife Mert

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...