Ünlü Fransız filozof Descartes'in "Düşünüyorum öyleyse varım" sözünden yola çıkarak; var olmanın ve insanı yaratılmış diğer canlılardan ayıran özelliğinin düşünmesi olduğunu anlamak yanlış olmasa gerek.Var olan yaşayan insan aynı zamanda düşünebilen akıllı insandır.
Basit anlamıyla düşünmek; sorgulamak, incelemek, düşünce üretmek, fikir etmek, aklından geçirmek, zihninde göz önüne getirmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamıyla baktığımızda toplumumuzda elbette düşünebilen fikir üretebilen, kafa yoran ve çok başarılı işler ortaya koyanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Pek ilgi görmeseler de, önemsenmeseler de...
İnsan, aklıyla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydayı zarardan ayırt eder. Çevresinde olup bitenleri anlar ve değerlendirir. Olaylar arasında neden –sonuç ilişkisini kurar. Karşılaştığı güçlüklere çözümler üretir, böylece yeni şartlara uyum sağlayarak yaşamını kolaylaştırır. Bilim aklın bir meyvesidir. İnsan aklı sayesinde diğer varlıklardan kolayca yararlanır, araç, gereçler üretir ve buluşlar yapar. En küçük şehirlerden dev sanayi ürünlerine, güzel sanatlardan mimariye kadar pek çok şeyi aklı sayesinde yapabilmiştir.
Tüm bunlara rağmen ne yazık ki; aklını kullanmayan, kolaycılığa kaçan, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, düşünmeyen, üretmeyen insanların sayılarının da günden güne arttığını yaşanan akıllara zarar olarak değerlendirdiğimiz olaylardan anlamak zor değil...
Hal böyle iken cehalet tırmanışını hiç bir engelle karşılaşmadan sürdürmektedir. Toplumda belli bir yer edinmiş, kelli felli dediğimiz isminin önüne "prof" ünvanı almış kimselerin bile toplumun kurtuluşunu fertlerin cahilleştirilmesinde gördüğünü ifade etmesi geldiğimiz noktayı gözler önüne sermektedir.
Toplum olarak rahatı, ağzımıza geleni konuşmayı severiz. Severiz sevmesine de bir de dinlemeyi, konuşulanı anlamayı, anladığımızı idrak etmeyi bilsek. Belki de bir çok sorunumuz hallolacak ama nerde!! Dinlemeye sabrımız yok. Buna karşın konuşmaya mecalimiz hep var. Yerli yersiz gerekli gereksiz hep konuşuyoruz. Konuşmuş olmak için, laf ebeliği yapmak için, söylenen sözün altında kalmamak için konuşuyoruz...
Fikir üretmek, bilgi üretmek yerine laf üretiyoruz. Hani ağzı olan konuşuyor derlerdi ya! Benim doğrum senin doğrundan üstün, benim sözüm doğru... Kimi zaman da bir yerde söylediğimiz sözü, bir başka yerde inkar edebiliyoruz. Çevir gazı yanmasın...
Toplum böyleyken, seçtikleri farklı olur mu? Hani balık baştan kokarmış ya! Hükümetiyle muhalefetiyle laf üretmekte üstümüze yok. Lafa gelince mangalda kül bırakmayız, icraata gelince sorumluluğu başka yerlerde arar işi kapatmanın yoluna bakarız...
Konuşabilme yeteneği, insana yaratılışıyla birlikte verilmiş ve onu diğer canlılara üstün kılmış en önemli özelliklerinden biridir. İnsan elbette konuşmalı. Zira konuşarak kendini ifade eder. Kişiliğini bu şekilde ortaya koyar. Çünkü kişiliği konuşmasında gizlidir. Bu demek değildir ki hep konuş ama boş konuş...
Çocukluğumuzda büyüklerin karşısında çok konuşmamamız öğütlenirdi. "İki düşün bir konuş, sana sorarlarsa, söz verilirse konuş, konuşacaksan da dilin doğruyu hakkı konuşsun. Zira haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" denirdi.
Böyle bir kültürün, medeniyetin varisleri olan bizler, özellikle son dönemlerde yaşadığımız onca haksızlıklara, olumsuzluklara, adaletsizliklere, yolsuzluklara, yoksulluklara, yoksunluklara, zulümlere, ölümlere, tacizlere, tecavüzlere karşı hep sustuk. Asıl konuşulması, neler oluyor? Diye yetkililerden yetkisizlerden hesap sorulması gerekirken sesimiz soluğumuz kesildi. Konuşamaz olduk. Belki korktuk, ürktük. Bana dokunmasınlar da, işime aşıma, kurduğum düzene zarar gelmesin de... Bana değmeyen yılan bin yaşasın gibi felsefelerle kabuklarımıza çekildik. Bireysel çıkarlarımız her zaman toplumsal çıkarlarımızın önüne geçti.
Bu durumlar karşısında susan ağzımız, göz göre göre insan onur ve haysiyetini zedeleyen kadın programlarını, yarışma programlarını, Türk aile yapısı ile uzaktan yakından alakası olmayan evlilik programlarını, dizileri, kime ne yakışır gibi anlamsız faydasız programları ve gazetelerin magazin sayfalarını konuştu. Bu programlar vaktimizi ve zihnimizi meşgul etti. Düşünme üretme yetisi devre dışı kaldı.
Pusu kurularak kalleşçe şehit edilen Mehmetçiklerimize, polisimize, gerekli önlemlerin alınmadığı için şehit verdiğimiz komutanlarımız, toprağa verdiğimiz onca canlarımız, neredeyse her gün şiddete uğrayarak canından olan kadınlarımız, yetim hakkı yiyenlerin, haksızlık, yolsuzluk yapanların, adaleti kişiye göre işletenlerin durumu, milli ve manevi değerlerimize, Atatürk'ümüze yapılan haince saldırılar, iftiralar, eğitim sistemimizdeki düzensizlikler, dışarıda aç ve perişan durumda olanların durumları yukarıda saydıklarım kadar insanımızın zihnini meşgul etmedi...
Okumaktan, düşünmekten, bilgi üretmekten çağı yakalamak ve çağdaş seviyeye ulaşmak için çaba harcamaktan, yaşamı ve yaratılışımızı anlamaktan uzak geçen, geri gelmesi imkansız olan haybeye geçen günler...
Aydınlığın önünü kesen, keşkelerle örülmüş kara bir duvar gibi karanlık dikilince karşımıza, kaçacak sığınacak bir bahane fayda vermez olur.
Sözün özü; zalimin zulmünün susturulduğu, hakkın, doğrunun, sevginin, barışın, kardeşliğin, özgürlüğün, insan haklarının, kadın haklarının, hayvan haklarının insanca yaşamın konuşturulduğu, uygulandığı bir dünyada yaşamak dileğiyle...
Muhabbetle,
Hanife Mert
Tüm bunlara rağmen ne yazık ki; aklını kullanmayan, kolaycılığa kaçan, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, düşünmeyen, üretmeyen insanların sayılarının da günden güne arttığını yaşanan akıllara zarar olarak değerlendirdiğimiz olaylardan anlamak zor değil...
Hal böyle iken cehalet tırmanışını hiç bir engelle karşılaşmadan sürdürmektedir. Toplumda belli bir yer edinmiş, kelli felli dediğimiz isminin önüne "prof" ünvanı almış kimselerin bile toplumun kurtuluşunu fertlerin cahilleştirilmesinde gördüğünü ifade etmesi geldiğimiz noktayı gözler önüne sermektedir.
Toplum olarak rahatı, ağzımıza geleni konuşmayı severiz. Severiz sevmesine de bir de dinlemeyi, konuşulanı anlamayı, anladığımızı idrak etmeyi bilsek. Belki de bir çok sorunumuz hallolacak ama nerde!! Dinlemeye sabrımız yok. Buna karşın konuşmaya mecalimiz hep var. Yerli yersiz gerekli gereksiz hep konuşuyoruz. Konuşmuş olmak için, laf ebeliği yapmak için, söylenen sözün altında kalmamak için konuşuyoruz...
Fikir üretmek, bilgi üretmek yerine laf üretiyoruz. Hani ağzı olan konuşuyor derlerdi ya! Benim doğrum senin doğrundan üstün, benim sözüm doğru... Kimi zaman da bir yerde söylediğimiz sözü, bir başka yerde inkar edebiliyoruz. Çevir gazı yanmasın...
Toplum böyleyken, seçtikleri farklı olur mu? Hani balık baştan kokarmış ya! Hükümetiyle muhalefetiyle laf üretmekte üstümüze yok. Lafa gelince mangalda kül bırakmayız, icraata gelince sorumluluğu başka yerlerde arar işi kapatmanın yoluna bakarız...
Konuşabilme yeteneği, insana yaratılışıyla birlikte verilmiş ve onu diğer canlılara üstün kılmış en önemli özelliklerinden biridir. İnsan elbette konuşmalı. Zira konuşarak kendini ifade eder. Kişiliğini bu şekilde ortaya koyar. Çünkü kişiliği konuşmasında gizlidir. Bu demek değildir ki hep konuş ama boş konuş...
Çocukluğumuzda büyüklerin karşısında çok konuşmamamız öğütlenirdi. "İki düşün bir konuş, sana sorarlarsa, söz verilirse konuş, konuşacaksan da dilin doğruyu hakkı konuşsun. Zira haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" denirdi.
Böyle bir kültürün, medeniyetin varisleri olan bizler, özellikle son dönemlerde yaşadığımız onca haksızlıklara, olumsuzluklara, adaletsizliklere, yolsuzluklara, yoksulluklara, yoksunluklara, zulümlere, ölümlere, tacizlere, tecavüzlere karşı hep sustuk. Asıl konuşulması, neler oluyor? Diye yetkililerden yetkisizlerden hesap sorulması gerekirken sesimiz soluğumuz kesildi. Konuşamaz olduk. Belki korktuk, ürktük. Bana dokunmasınlar da, işime aşıma, kurduğum düzene zarar gelmesin de... Bana değmeyen yılan bin yaşasın gibi felsefelerle kabuklarımıza çekildik. Bireysel çıkarlarımız her zaman toplumsal çıkarlarımızın önüne geçti.
Bu durumlar karşısında susan ağzımız, göz göre göre insan onur ve haysiyetini zedeleyen kadın programlarını, yarışma programlarını, Türk aile yapısı ile uzaktan yakından alakası olmayan evlilik programlarını, dizileri, kime ne yakışır gibi anlamsız faydasız programları ve gazetelerin magazin sayfalarını konuştu. Bu programlar vaktimizi ve zihnimizi meşgul etti. Düşünme üretme yetisi devre dışı kaldı.
Pusu kurularak kalleşçe şehit edilen Mehmetçiklerimize, polisimize, gerekli önlemlerin alınmadığı için şehit verdiğimiz komutanlarımız, toprağa verdiğimiz onca canlarımız, neredeyse her gün şiddete uğrayarak canından olan kadınlarımız, yetim hakkı yiyenlerin, haksızlık, yolsuzluk yapanların, adaleti kişiye göre işletenlerin durumu, milli ve manevi değerlerimize, Atatürk'ümüze yapılan haince saldırılar, iftiralar, eğitim sistemimizdeki düzensizlikler, dışarıda aç ve perişan durumda olanların durumları yukarıda saydıklarım kadar insanımızın zihnini meşgul etmedi...
Okumaktan, düşünmekten, bilgi üretmekten çağı yakalamak ve çağdaş seviyeye ulaşmak için çaba harcamaktan, yaşamı ve yaratılışımızı anlamaktan uzak geçen, geri gelmesi imkansız olan haybeye geçen günler...
Aydınlığın önünü kesen, keşkelerle örülmüş kara bir duvar gibi karanlık dikilince karşımıza, kaçacak sığınacak bir bahane fayda vermez olur.
Sözün özü; zalimin zulmünün susturulduğu, hakkın, doğrunun, sevginin, barışın, kardeşliğin, özgürlüğün, insan haklarının, kadın haklarının, hayvan haklarının insanca yaşamın konuşturulduğu, uygulandığı bir dünyada yaşamak dileğiyle...
Muhabbetle,
Hanife Mert