9 Ekim 2016 Pazar

Vazgeçtim

Vazgeçtim..
Vazgeçemediklerimden 
Başıma gelmesinden korktuklarımdan 
Tüm keşkelerimden 
Tüm eksiklerimden ve tüm fazlalarımdan .....
Fazla düzgün taraflarımdan 
Sevdiğim tüm arızalarımdan 
Fazla emek verdiklerimden 
Hatta hiç vermediklerimden 
Tüm iddialarımdan 
Dibini bildiklerimden 
Yüzünü bile görmediklerimden vazgeçtim...
Vazgeçtim...
Verilmeyen sevgiyi almaya çalışmaktan 
Yeterince iyi olursam sever beni umudundan 
Bedeli ödenmiş tüm bulduklarımdan
Ücretini ödemeden alamadığım tüm sevgilerden 
Aramaktan korktuklarımdan 
Bilmek istemediğim tüm bildiklerimden 
Görmek istemediğim tüm gördüklerimden 
Kendimi kandırdığım tüm yalanlarımdan 
Gözümün önüne konduğu halde bakmadıklarımdan 
Yıkmaya çalıştıkça önüme dikilen tüm duvarlarımdan 
Vazgeçtim...
Vazgeçtim...
Yıllarca istediklerimden,
Beklediklerimden,
Kapısını defalarca çaldıklarımdan,
Peşi sıra gittiklerimden,
Gözlerimi sıkıca kapatıp,
Gerçek olduğuna inanamadığım tüm yalanlarımdan,
Sevmediğim tüm doğrularımdan,
Vazgeçtim...
Ama
Bir sen vazgeçmedin benden,
Bir sen bekledin beni.
Bir sen dinledin.
Hiç ümidi kesmedin benden.
Her zaman için sesimi duyurabildiğim kapım oldun.
Tanıdık bir ses oldun yüreğimde,
Hiç bırakmadın beni bilmediğim yerlerde.
Yönümü hep seninle buldum.
Ben her vazgeçtiğimde,
Sen daha sıkıca tuttun elimden,
Daha çok sevdin sanki 
Daha çok hissettirdin sevgini 
Teselli ettin beni.
Ne ile teselli olacağımı Senden daha iyi bilen var mıdır ?
Ey vazgeçtiğim her şeyden yeni umutlar Yaratan !
Ey kapanan her kapının anahtarını yanında saklayan !
İyi ki yarattın beni 
İyi ki sevdin
Ve iyi ki vazgeçmedin benden.... 
alıntı

5 Ekim 2016 Çarşamba

Beterin Beteri Var mı?

Songül Ablanın işi zordu, hem de çok zordu. Bir taraftan Ahmet'in hastalığı, diğer yandan toplumun zihinsel engelli yavrusuna karşı zalimce, cahilce, vicdansızca davranışları hayatı ona zindan ediyordu. Üstelik tüm bu sıkıntılarla tek başına mücadele ediyor olması, yükünü paylaşabileceği bir eşinin olmaması da sıkıntısını iki kat arttırıyordu. Kafama takılmıştı, sormaktan çekiniyordum. Soracağım sorunun yeri mi, değil mi, onca sıkıntısının arasında onu daha çok üzerim düşüncesi ile, karar verememiştim. -Songül Abla, dedim
-Söyle kızım, dedi.
Ben lafı ağzımda gevelemeye başlamıştım.
-Şey, abi neden öldü? dedim.
- Ahmet büyüyüp serpilmiş genç delikanlı olmuştu. Akranları liseye başlamıştı... Çocuğun yüzüne her baktığında vicdan azabı duyduğunu, onu tedavi ettirmediği için çok pişman olduğunu söylerdi. Ben de ona, artık bu aşamada pişman olmanın kimseye fayda sağlamayacağını, durumu kabullenip kadere boyun eğmekten başka çaremizin olmadığını söylemiştim. O, bu durumu kabullenememişti.Bunalıma girmiş, psikolojisi bozulmuştu. Bir iki defa intihar girişiminde bulunmuş, her defasında birileri vazgeçirmişti. Aslında vazgeçmemiş. Vazgeçmiş gibi görünmüştü. Kafasına koymuş bir kere intiharı. En ince detayına kadar kafasında planlamış her şeyi, dedi.
Songül Ablanın anlattıkları içimi ürpertmişti. Korkmuştum...  Kendimi  korku filmi izliyor gibi hissetmiştim. Buna rağmen merak da ediyordum:
-Peki sonra nasıl olmuş? dedim.
Bir süre konuşmadan uzaklara baktı, gözlerini kısarak. Yüzünün şekli değişivermişti biranda. Kaşları çatılmış, yüzündeki çizgiler adeta derinleşmiş gibiydi. Yüzü soluklaşmış, dudakları morarmıştı. Ondaki değişikliği görünce pişman olmuştum. Elimle omzuna dokundum. 
-Songül Abla, özür dilerim. Çok özür dilerim. Sormamalıydım. Acını tazeledim galiba, dedim.
Yüzünü bana çevirdi. Gözlerimin içine baktı. O, yüreğindeki acıyı susarak gizleyebiliyordu. Ancak içinin ne kadar çok yandığını  gözleri ele veriyordu... 
-Bir ilkbahar sabahıydı, dedi. Devam etti.
 -Güneşin ışıl ışıl parladığı, gökyüzünde bulutların masmavi olduğu, minik serçelerin cıvıldaştığı, papatyaların, nergislerin, lalelerin envai çiçeklerin açtığı güzel günlerden biriydi. Bütün bu güzellikleri göremeyecek, hissedemeyecek kadar mutsuzdum. Yüreğim katran karası gibi kapkaraydı. İçim sıkılıyordu. Her zamanki halim diye kimselere yansıtmadım. Hoş yansıtsam ne olacak ki? Kimin umurun daydım ki?  Neyse o gün karşı komşumuz Ayşe Ablanın oğlu Aydın'ın düğünü vardı. Aydın'ı sen de bilirsin, dedi.
Evet anlamında başımı salladım. Konuşmasına devam etti.
-Düğüne gitmeyi hiç istemiyordum. Hem kocam, hem de kızlar çok ısrar etmişti. Israrlarına dayanamadım. Kocam kendisinin gidemeyeceğini, başının çok ağrıdığını, gitmezsek komşuya ayıp olacağını söylemişti. Ben de kocam ve çocuklarımla birlikte  gitmemizin daha iyi olacağını söylediğimde de kabul etmemişti. O, evde kalmıştı. Biz de istemeye istemeye çocuklarla birlikte gitmiştik. O gece herkes düğündeydi, dedi. 
 Dudakları titriyordu. Ellerini yüzüne götürdü. Gözlerinden   yüzüne doğru inen damlaları siliyordu. Yutkundu tekrar konuşmaya başladı.
-Geç saatte düğün bitmiş,hep birlikte eve dönmüştük. Ahmet, içeri girer girmez sanki ona malüm olmuş gibi balkona gitmişti. Balkondan garip sesler duyduk. Hepimiz balkona koştuk. Gördüğümüz o manzara ne benim ne de çocuklarımın hafızasından sonsuza kadar silinmeyecek bir manzaraydı, dedi.
-Neydi, ne olmuştu? 
-Evin önündeki balkonun dibinde çelimsiz bir erik ağacı vardı. O ağaçta boynuna ip geçirilmiş vaziyette kocamı asılı bulduk... Feryatlar, figanlar, bağırışlar, sonra sonrasını sen düşün. Tüm mahalle başımıza toplanmıştı. Her kafadan farklı sözler çıkıyordu... Bilsem gider miydim hiç... dedi.
Çok heyecanlanmıştım. Nefesim kesilmişti sanki:
-Ne, nasıl ya, neden? gibi kelimelerle hayretimi şaşkınlığımı ifade etmeye çalışıyordum. Nutkum tutulmuştu sanki. Ne söyleyeceğimi bilememiştim... Sorduğuma pişman olmuştum. Ben bu kadar şaşırmış, üzülmüş iken Songül Ablanın ve çocukların durumunu düşünemiyordum bile. 
-Geçti kızım, üzerinden iki yıl geçti. Yavaş yavaş normale dönmeye başladı her şey. Bu olay bizi birbirimize daha çok yaklaştırdı. Ölen kurtulmuştu. Ama bizim için hayat devam ediyordu. Bir yerlerden tutunacak bir dal bularak, devam etmeliydik, hayatımızın geri kalan kısmını yaşamak için, dedi.
Songül Abla her ne kadar alıştığını söylese de, mimikleri, hareketleri, yüz hatları acısının daha ilk günkü kadar taze olduğunu haykırıyordu adeta...
-En çok ne için korkuyorum biliyor musun? dedi.
-Ne? dedim.
-Bana kalsa biran önce  bu dünyadan göçüp gitmeyi, bu çile dolu hayattan kurtulmayı isterdim. Lakin oğlum boynumu büküyor. Kızları da çok düşünmüyorum. Yarın bulurlar birini evlenirler. Ya oğlum, ben olmazsam kim bakar ona? Benim gösterdiğim şefkati merhameti kim gösterir..? Sözünü tamamlayamadı. Boşalıverdi gözlerinden yaşlar, hıçkırıklara boğulmuştu. Ben de dayanamadım. Onunla birlikte ağlamıştım.
-Üzülme Songül Abla..., diyebildim sadece.
-Beterin beteri var kızım. Sağdan soldan kendini bilmez insafsız kişilerin böyle zihinsel engelli çocuklara neler yaptığını duyuyoruz. Ödüm kopuyor. Uykularım kaçıyor. Her gece Allah'a yavrumdan önce canımı alma, diye dua ediyorum. Çocuğun üzerinde sigara söndüren mi dersin, zevkine dayak atanı mı dersin, sana hangisini söyleyeyim, tecavüz edeni mi dersin,..., dedi.
Songül Ablanın anlattıkları gerçekten insanın kanını donduruyordu. Bir insan nasıl olur da bu kadar çirkinleşebilir aklım almıyordu. Nasıl bir hastalıktı ki, kendini savunmaktan aciz, zavallı, hasta birine eziyet etmek ve bundan da zevk almak, aklım almıyordu. 
 Ben ne düşüneceğimi, ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemez bir durumdaydım. Bu nasıl olur? Nasıl bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar ne kadar çirkin, çirkef ve cani olabiliyordu, anlayamamıştım. İçimde bu tür insanlara karşı büyük bir öfke ve nefret  hissetmiştim...  
-Bundan daha beter ne olabilir ki? dedim.
-Öyle deme kızım. Biz neler gördük. Beterin beteri hep vardır. Bir hikaye anlatırlar:
 Şehrin birinde iki yapışık kardeş yaşarmış. Öyle doğmuşlar. Birbirine yapışık şekilde. Bunlar büyümüş genç delikanlı olmuşlar. Biri  ne yaparsa diğeri de aynısını yapmak zorundaymış. Birlikte yürür, birlikte yer, bir birlikte yatarlarmış... Bir gün yolda giderlerken, yoldan geçen biri bunları görünce şaşırmış;"aman Allah'ım beterin beteri var" demiş. Kardeşlerden biri; "bundan daha beteri olur mu?" diye tepki göstermiş. Aradan kısa bir süre sonra diğer kardeşi ölmüş. Bundan daha beteri olur mu? diyen kardeş, ölene kadar ölen kardeşini sırtında taşımak zorunda kalmış, derler. Bunlar kıssadan hisseler, kızım dedi.



Songül Abla bana hayatın hiç bilmediğim,hiç tecrübe edemediğim,hiç karşılaşmadığım farklı bir yönünü göstermişti.Ona teşekkür etmeliyim diye düşündüm. Bu sohbetimizle bana okumakla öğrenemeyeceğim çok farklı bir hayat dersi vermişti...


Muhabbetle,
Hanife Mert

Ne Oldum Deme!

 ...Ahmet gittikten sonra bir müddet konuşmadık. İkimiz de radyoda çalan türküyle efkarlanmıştık. Songül Abla başıyla işaret ederek radyonun sesini açmamı istemişti. İlginç bir tesadüftü. Radyoda; Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar türküsü çalıyordu. Türküyü bitene kadar, konuşmadan dinlemiştik. 
O, duygulanmıştı. Gözlerinden yanaklarına doğru inen yaşı sildi elinin tersiyle...
-Elbette ağlarsa analar ağlar. Çünkü onlar özünden ağlar, dedi.
Songül Abla doğru mu söylüyordu? Gerçekten anneler özden mi ağlardı? Bana inandırıcı gelmemişti. Öyle olsaydı benim  annem de benim için üzülür, merak eder ve beni görmek için  gelirdi diye düşünmüştüm. 
 Elimi tuttu:
-Üzülme, dedi.
Çaresizlik insanı konuşamaz hale getiriyordu. Boynumu büktüm, başımı önüme eğdim ve sustum.
Songül Abla konuşmak, içinde sakladığı sıkıntılarını, acılarını, onu huzursuz eden dertlerini benimle paylaşmak, biraz olsun rahatlamak istiyordu. Bana laf gelmesinden de çekiniyordu  belli ki. Bir gözü yoldan gelip geçenlere, bir gözü de uzaklara bakıyordu:
-Sizinkiler ne zaman gelir? dedi.
-Bilmiyorum birazdan gelirler herhalde, dedim.
Songül Ablaya demelediğim çaydan ikram etmiştim...
Onun sıkıntılarını benimle paylaşması,bilgece sözleri, mücadeleci ruhu, kararlı, güçlü ve dik duruşu beni etkilemişti. Ama, Engin'in ablası olması sebebiyle de ona karşı içimde gizli bir hayranlık duyuyordum. 
Çayını yudumlarken konuşmaya devam etti:
-İşte böyle Elifçiğim, sadece çocuğumun hastalığı değildi beni yıpratan. Dert bir değil ki, kocanla ayrı mücadele et. Konu komşunla ayrı mücadele et. Annenle babanla, kardeşlerinle ayrı ayrı mücadele et... Zorundasın çünkü.  Böyle bir durumda kimseyi yanında göremiyorsun. Herkes karşında yerini alıyor, dedi. 
Ne demek istediğini anlayamamıştım:
-Nasıl yani, dedim.
- Ahmet hasta olduğu için hareketleri de normal bir çocuk gibi değildi. Konuşması, hareketleri, yemek yemesi hatta su içmesi bile bilinçsizdi. Yediği içtiği şeyleri döküp saçarak yiyordu. Bu durumdan konu komşu rahatsız oluyordu. Bu rahatsızlıklarını kimi zaman gizleseler de, kimi zaman dışa vurmaktan çekinmezlerdi. Onların bu tavırları bir ana olarak zoruma gidiyordu. Hangi ana yavrusunun böyle olmasını ister ki? Ahmet'imin böyle olmasını biz mi istedik? Allah'tan geldi, dedi.
  Onun durumuna çok üzülmüştüm.
-Sen haklısın Songül Abla, dedim.
-Haklı olmam insanların bize karşı tavırlarını değiştirmiyordu. Evlerine gelmemizi istemediklerini hareketleriyle belli ettikleri yetmiyormuş gibi, bizim eve de gelmek istemezdi. Kimi de çocukla dalga geçer, ona mahallenin delisi muamelesi yapardı. Hangi birini anlatayım ki sana; geçen gün Ahmet evden kaçıp gitmişti. Kızlarla birlikte aramadığımız yer kalmamıştı. Başına kötü bir şey gelmesinden korkmuştuk. Geç bir saatte eve geldi. Sırıl sıklam olmuş. 
-Ne olmuş? 
-Ne olacak, kendini bilmezin biri  su dolu kanala atmış. Ağlama sesini duyan merhametli biri, kanala girmiş, çocuğu çıkarıp eve getirmiş. Yani Elifciğim kötülerin olduğu kadar bu dünyada iyiler de var. Maddi ve manevi olarak bize yardımcı olmaya çalışan komşularımız, eş dost, akraba da yok değil hani. 
Yavruma söylenen acı bir söz, kötü bir bakış, ona karşı yapılan alaylı bir davranış yüreğime saplanan bir ok gibi canımı yakıyor dayanamıyorum, dedi.  
  Ben ne diyeceğimi, ona nasıl destek olacağımı, hangi sözcüklerin onu bir nebze olsun rahatlatacağını bilmiyordum. Bildiğim tek şey çok üzgündüm.
-Üzülme Songül Abla bu bir imtihan, deyiverdim.
-Haklısın kızım imtihan, imtihan da bizim sorumuz çok zor yerden çıktı be yavrum, dedi.

Muhabbetle,
Hanife Mert

23 Eylül 2016 Cuma

EYLÜL HÜZÜN VE BEN

                    
Hüznün ayı, hazan mevsiminin başlangıcı Eylül. Yazdan kalma duyguların,düşüncelerin, hoyrat hayallerin, boşa geçen zamanların yorgunluğu kırgınlığı içinde yeniden toparlanacak olan hayatın, hüzünle kaplı rengi Eylül. 
 Şiirlere konu olmuş şaire ilham vermiş, adına romanlar yazılmış, hüzünlü şarkılar bestelenmiş ayın adı Eylül. Sonun başlangıca gebe olduğu aydır Eylül.
  Her Eylül gelişinde içimi tarifsiz bir hüzün kaplar. Etraf sessizliğe bürünür. Sıcak yaz günlerinin sona ermesiyle, tatlı tatlı esen hazan rüzgarlarının sesi eşlik eder yalnızlığıma.
Oturduğum sandalyeden izliyorum pencereme vuran güneşi. İnce bir tül gibi üzerimize serilen Eylül’ün kadife sıcaklığını hissediyorum. Çokça sarı demektir eylül; biraz da o yüzden bu yürek burkulması. Çokça isyan taşır içinde, çokça yalnızlık, çokça hüzün; usulca gelen ilk habercisi güzün…

    İlkbahar ve yaz aylarında yemyeşil bir tomurcuk iken, etrafa canlılık güzellik katan yeşil yaprakların, sararıp kızararak  hazana dönüşmesi. Sevdiceğinden ayrılan, acısını ve gözyaşlarını yüreğine gömen bir sevgili edasıyla, çaresiz hüzne dönüşen dallar. Yaprağın kaderiymiş düşmek.
Düşen ve hışırtılı sesleriyle sağa sola savrulan yapraklar bize neyi ima eder bilinmez..
 Lakin bilinen bir şey var ki; o da hiç bir şeyin süreklilik göstermediğidir.. Güzelliğin, mutluluğun, canlılığın,sağlığın gençliğin ve hayatın bir gün son bulacağı gerçeği ile yüzleşmesidir.
 Tatlı tatlı esen sonbahar rüzgarlarının ardından yağan yağmurlar da, sona eren son bulan güzellikler için dökülen göz yaşını andırır adeta... Doğanın bu sessiz çığlığı  ne çok şey anlatır, anlamak isteyene…

İnsan da öyle değil mi? Ne zaman son bulacağı belli olmayan hayat yolculuğunda, yemyeşil bir yaprak gibi etrafa ışık canlılık saçarken, ışık olur kimilerine, mutluluk huzur verir. Kimine rehber olur. Sevgi tohumları eker sevgisiz gönüllere... Dost olur, yaren olur. Kardeş olur kimine, kimine eş, kimine arkadaş olur. Kimine tutunacak bir dal olur... Ve bir gün gelir, kendinden gidenlerle kaybettikleriyle yüzleşir. Ne olduğunu anlamadan, tıpkı kuru bir yaprak gibi savrulup durur dünya denen bu hanede.
  
Hiç ummadığı bir anda acı acı verilen bir sela ile irkilir. Hüzün dolu bir sesle sarsılır. Acı bir haber! Ölüm karşısında çaresizliği fısıldar habersiz yüreklere. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sözün bittiği yerdir burası…
  
Gidenin ardından çaresiz bakakalırız. Gönül gözümüzü açmak için bir çağrı mı sizce hazan mevsimi? Ölümü, yokluğu, çaresizliği, hiçliği çağrıştırması adına.. Bilinmez ama Eylül hüzündür hep...
Eylül İşte! hüznün değişmez adresi.. Eylül bu! acıtır... Acıtır da zamanla acıya da alıştırır.


Muhabbetle,
Hanife Mert















































27 Ağustos 2016 Cumartesi

Cahilliğin Gözü Kör Olsun

 Hilal gecikmişti. Çayımı alıp, pencere kenarındaki kanepenin üzerine oturmuş hem çayımı yudumluyor, hem de dışarıyı seyrediyordum. 
  "Engin de gitmiş olmalı. Ne zamandır görmüyorum. Hem görsem ne olacak ki? Onunla karşılaşmamak için köşe bucak saklanan ben değil miydim? En son karşılaşmamızdan sonra, utancımdan yüzüne bile bakamıyordum." diye düşünürken pencerenin önünden bir gölgenin bizim eve doğru geçtiğini fark ettim. Az sonra kapı çaldı. Kapıyı açtığımda Songül Abla karşımdaydı. İçeri girmesini söyledim. Biraz tedirgindi. İçeri girip girmeme konusunda kararsızdı. Elindeki çağla yeşili ipi göstererek:
-Bundan  sizde var mı? Buz dolabı örtüsü işliyordum da yetmedi, dedi.
 O günlerde mahallede armutlu buz dolabı örtüsü işleme
 furyası başlamıştı. Bu örtüyü işlemeyen neredeyse kimse kalmamıştı. Kadınlar işlengi konusunda birbirleriyle yarışırcasına hareket ederdi. Biri bir yerden bir model bulsa, diğerleri de aynını alıp işlerdi. Kimisi de bulduğu modeli gizler, bende olan başkasında  olmasın düşüncesi ile kimseye göstermezdi.
 Songül Abla'ya da çay ikram etmiştim. Çayından bir yudum alıp yüzüme baktığında içim ürpertmişti. Çok anlamlıydı bakışları. Koyu kahverengi çekik gözlerinde, hüzün ve derinlerindeki acıyı görmüştüm. Masum bir duruşu vardı. Ezilmişlik çaresizliğin verdiği mahcubiyet okunuyordu yüzünde. Annem komşularla arasının iyi olmadığını söylemişti... 
-Annen ne zaman gelecek? dedi.
-Bugün yarın gelir, dedim.
-Teyzen nasıl olmuş, toparlanmış mı biraz? dedi.
-Evet, ayağa kalkmış, dedim.
Kanepenin üstünde duran kitaplara bakıyordu, hayran hayran.
-Ders mi çalışıyorsunuz? dedi.
- Evet Hilal'le birlikte çalışıyoruz, dedim.
 Sonra derin bir iç geçirdi. Başını kaldırdı, yüzüme baktı. Gözleri parlıyordu, kesin ve ısrarcı bir tavırla:
-Okuyun kızım! okuyun! Bizim gibi kara cahil kalmayın, dedi.
 İçinin sitem, öfke ve isyanla dolu olduğu parlayan gözlerinden okunuyordu. 
-Beni okutmadılar, dedi. Hem de çok istiyordum okumayı. Okuyup öğretmen olmayı... 
Çaresizce başını eğdi:
-Ama olmadı, dedi.
Neden? diyecektim ki, o cevabı verdi.
-fakirliğin cahilliğin gözü kör olsun, dedi. 
Sustu...
-Hiç okula gitmedin mi? Songül Abla, dedim.
-Yok, göndermediler. Biz okula gitsek evdeki işi kim yapacak, tarlada kim çalışacak? O zamanlarda köyde kızlar okula gönderilmezdi. Kız kısmı okuyup ne yapacak? Alan pezevenk beslesin derlerdi...
 Şehre geldiğimizde arkadaşlarım okula gidiyordu. Anneme babama yalvardım okula gideyim diye nafile... O zaman da paramız yoktu, göndermediler, dedi. 
 Gözleri hafif nemlenmişti. Lastikli küçük çiçekli basma eteğinin iç cebinden çıkardığı buruşmuş beyaz patiska mendille burnunu sildi. Ses çıkarmadan onu dinliyordum. Çok üzülmüştüm. Ne yapılır, onu rahatlatacak ne söylenirdi? bilmiyordum...
Sesi titriyordu, sitemliydi, konuşmasına devam etti:
-Ama kardeşlerime para buldular. Benden başka üç kardeşimin üçünü de okuttular. Onlara para buldular ama. İkisi meslek sahibi oldu. Engin'de yakında okulunu bitirir, avukat olur. Bana da onların başarıları ile avunmak düşer,  dedi.
 Sonra toparlandı, bardağında kalan son yudum çayı içti.  konuşmasına devam etti.
-Kafanı ağrıtmayayım kızım, dedi. 
Hayır anlamında başımı salladım. Başım hiç ağrır mıydı? Sınav arefesinde en çok ihtiyacım olan öğütlerdi bunlar. Beni daha fazla çalışmaya teşvik edecek motive edecek şeylere ihtiyaç duyduğum bir anda... 
-Bu zamanda okudun mu, sırtın yere gelmez. Kimseye eyvallahın olmaz. Adam yerine konur değer görürsün. Bizim kimsenin yanında kıymetimiz yok. "Ha kör, ha cahil!" hiç bir farkı yok, dedi.
 Konuşmaları çok bilgeceydi. Cahil biri gibi değildi. Çok etkilenmiştim. Beni önemsemiş, kendisine yakın hissetmiş, içinde gizlediği sırlarını paylaşmıştı. Mutlu olmuştum.  
-Engin alışmış mı, yeni okuluna? deyiverdim.
-He ya, alışmış. Önce çok zorlanmış. Tabi oralar kendi evin gibi olur mu? Bir odada sekiz on kişi kalıyormuş. Biri çalışmak istese öteki müzik dinlemek istermiş. Bir diğeri yüksek sesle konuşurmuş. Her birinin huyu başka başka. Onlara uyum sağlamak zor tabi. Bir banyoyu, tuvaleti kırk kişi kullanırmış...
 Şaşırmıştım, inanamamıştım:
-Ne, kırk kişi mi? Yok canım, dedim.
-Tabi, öyle söyledi Engin. Saatlerce tuvalet kuyruğunda, banyo kuyruğunda beklerlermiş. Orada atik olmazsan yandın  diyor, ha bir de vaktinde kalkıp yemek haneye gitmezsen de aç kalırsın dedi. Oralarda her şeyden zor olan da parasızlık... Yetiştirememiş çocuk. Anamgil fazla gönderemiyor. Devletten aldığı da yetmiyor. Çalışmak zorunda tabi. Lokantanın birinde iş bulmuş. O yüzden burada çok kalmadı. Bir hafta durdu gitti, dedi.
 Ortam sessizleşmişti. Biran kendimi orada hissettim. "Olsun, ben her şeye razıyım yeter ki kazanayım dedim. 

Muhabbetle,
Hanife MERT


29 Haziran 2016 Çarşamba

Lanetlemek Çözüm Olmuyor

  Söyleyemediğimiz ne çok  sözümüz var. İçimizde büyüttüğümüz... Söyleyemediğimiz her söz her kelime her düşünce kızgınlığa, kırgınlığa, küskünlüğe, üzüntüye kedere, bulanıp yüreğimize gömülerek sessiz çığlıklara sebep oluyor. Zira yaşanan acılar karşısında söylenen her söz, ifade edilen her düşünce verilen her tepki anlamsız, kifayetsiz kalıyor. Her şeye rağmen konuşmak istediğimde; Fuzuli'nin "...söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil..." şiirindeki ruh haline bürünüveriyorum. Vazgeçiyorum...

 Ne zordur için kan ağlarken çığlıklarını yüreğine gömmek. Günlerdir bloğuma girip tek bir yazı yazamaz oldum. Buna sebep kızımın evlenmesi onun yorgunluğu ardından Japonya'ya gidecek olması ve son olarak da 30 mayısta annemi kaybetmem gibi nedenler elbette çok etkili oldu. 


  Ancak asıl etken güzel ülkemin kan gölüne dönmesi..! 
  Neredeyse her gün gelen şehitlerimiz, masum insanların canlı bombalar sebebiyle ile hayattan koparılması...
  Ne çok acılar yaşadık. Topluca ne çok canlar verdik toprağa. Öncesini söylemiyorum. Çok yakın zamanda, geçen yılın ramazan bayramından beri ülkemiz kan gölüne dönmüş durumda. Her yanımız kan emici terörüstlerce kuşatılmış durumda. Kahpece şehit edilen Mehmetçiklerimizin, polislerimizin, korucularımızın, öldürülen masum insanların, çocukların haddi hesabı yok. En son yaşadığımız İstanbul Atatürk Hava Limanı saldırısı ile tekrar sarsıldık..! 


  İnsanın en doğal hakkı olan yaşama hakkını elinden almak kime ne kazandırır? Masum savunmasız suçsuz insanların hayat hakkının elinden alınmasının kime ne faydası olabilir? Anlamış değilim. İnsanın en öncelikli görevi hayatı yaşanılır kılmak. İnsanın insanca yaşamasına, huzur içinde yaşamasına, barış içinde adil bir biçimde yaşamasına, Evrensel İnsan hakları çerçevesinde yaşamasına imkan sağlamak değil midir?  Hal böyle iken insanımızın hak ettiği haklar korunmadıkça, toplumda  huzursuzluk, güvensizlik, mutsuzluk hakim. Çıkar kargaşası, şahsi çıkarlar toplumsal çıkarların önüne geçmiş durumda... İnsanın hayat felsefesi " BEN" merkezli. Ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım düşüncesi hükmetmiş durumda vicdanlara... Hal böyle olunca kendi gibi düşünmeyenler "ÖTEKİ" leştirilmiş, farklılaştırılmış, ayrıştırılmış durumuna getiriliyor. 

Cennet vatanımızın bu hale gelmesinden, terörün tırmanıp şehirlere kadar inmesinden, suçsuz masum insanların, gencecik fidanlarımızın gençliklerinin baharında hayatlarının son bulmasından, bu caniler kadar, onlara prim veren, basiretsiz, sorumsuz, politikalarla gelişip büyümesine fırsat veren ve Milletin meclisini işgal edenler de sorumludur. Halkın karşısına geçerek terörü lanetlemek onları sorumluluktan asla kurtarmayacaktır. Elbette terör lanetlenmeli. Ancak önlem alınmadan, çözüm üretilmeden  lanetlenen terörün kimseye bir faydası olmayacaktır.

  Şehitlerimiz yürek yakan hikayeleri ile aramızdan ayrıldılar. Bizler ise o güzel insanlarımızın gösterdiği cesareti göstererek, bu zor günlerde millet olarak birbirimize kenetlenmeli. Ümidini kaybetmeden, şucu, bucu ayırımına girmeden, farklılıkları ötekileştirmeden, birlik ve beraberlik içinde, Çanakkale ve Kurtuluş savaşı ruhunu tekrar canlandırmak ve vatanımıza sahip çıkmaktan başka çaremiz olmadığının bilinciyle hareket etmeliyiz. Teröre karşı uyanık olmalı, birlik ve beraberliğimize her zamankinden daha sıkı sarılmalıyız...

Muhabbetle,
Hanife MERT

17 Mart 2016 Perşembe

ÇANAKKALE ZAFERİ



  
… “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı
     Düşün altında binlerce kefensiz yatanı...” 

   Bastığımız  bu topraklar ki, birçok destana, zorlu mücadelelere şahitlik etmiştir. Bu topraklar ki her metre karesi aziz şehitlerimizin kanıyla sulanmış, yüz binlerce  vatansevere mezar olmuştur. Bu topraklar ki yedi düvele meydan okumuş halkımızın mertliği, yiğitliği, hak ve  adaleti, sabrı, insani duyguları ile harmanlanmış kutsal topraklardır. Bu topraklar ki insan olmanın, zor şartlarda topyekün mücadelenin, insanlık derslerinin örneklerinin verildiği topraklardır. Aşağıdaki örnek sadece bir tanesidir;
  
  Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık: 
- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
-"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün".
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..."

Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları komutanı. 

    Çanakkale zaferi; çelikleşmiş bir millet iradesinin, vatan, millet, bayrak aşkının, geleceğe olan güvenin, hürriyet sevdasının, Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde eriyle, komutanıyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, kızıyla top yekün olarak yazdığı şanlı bir yeniden dirilişin destanıdır. Türk milletinin bir diriliş mücadelesidir!  
   
  Bu destan artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni ve güçlü bir filizin doğmasıyla sonuçlanmıştır. 
   Yüz binlerin kanıyla vatan yapılan bu topraklarda,Türk ve dünya tarihinde benzersiz bir deniz ve kara savaşlarının yapıldığı yerdir Çanakkale. Hepsinden önemlisi, bir milletin kutsal saydığı değerler ve vatan toprağını savunmada gösterdiği eşsiz bir kahramanlık mücadelesidir.
    
Her karesi buram buram kahramanlık, mertlik, insanlık, vefa kokan Çanakkale Zaferinin milletimiz için ne anlam ifade ettiği,vatan, bayrak, devlet sevgisinin ve bağımsızlığın önemi iyi idrak edilmeli. Çanakkale ruhu yeniden canlandırılmalı gençlerimize ve bu ruhtan bihaber insanlarımıza iyi anlatılmalı... 
 .
    Destanlar yazarak zafer kazanan Cennet vatanımız ve kutsal değerlerimiz uğruna canlarını feda eden, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyoruz. Ruhları şad olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

8 Mart 2016 Salı

ADIN KADIN



25 günlük bebeğini koltuğunun altına alarak hızla evinden çıkıp kendini asansörün önüne zor atmıştı. Çok korktuğu her halinden belliydi. Biran önce asansörün gelmesini istiyordu.Yanına yaklaştım. Ne oldu nedir bu halin? diye soramadım. Zira, onun ağzından başka her yeri konuşuyordu. Gözlerinden siyim siyim yanaklarına inen yaşlar kırılan onurunu, incinen gururundan kızaran yüzü, yediği yumruktan moraran gözü ve kan toplamış kaşı, dağılmış simsiyah üzüm karası saçları yaşadığı ve hissettiği acıyı haykırıyordu. Şairin "bir kadın gülmeyi unuttuğunda, saçlarından süzülürmüş acılar" dizelerinde ifade ettiği gibi, fazla söze gerek yoktu.Tek amacı dişiyle tırnağıyla kurduğu yuvasına, 3 çocuğuna sahip çıkmak olan bu çile baz kadının bu hale gelmesine sebep; canından çok sevdiği, uğruna her şeyden vazgeçtiği sevdiğim dediği adamın cep telefonunda gördüğü uygunsuz mesajlar! O da her kadın gibi açıklama beklemiş, nedenini sormuş. Karşılığında hakaret şiddet ve aşağılanma. Hem de 25 günlük lohusa iken. Bu da yetmezmiş gibi, "sen ona laf söyleyemezsin, zira o benim  imam nikahlı karım" demesi kadının dünyasını karartmıştı. Ne demekti imam nikahlı karım? Hangi kadın sevdiğini, emek verdiği yuvasını bir başkası ile paylaşabilir? Anlaşılır gibi değildi...

   8 Mart dünya kadınlar günü... İşte hikayemizdeki ve benzer daha nice "ADI KADIN" olanlara reva görülenleri düşününce, bu ifade ne kadar samimiyetsiz geliyor kulağa, sizce de öyle değil mi? Neredeyse her gün her yerde şiddete maruz kalan taciz edilen, tecavüze uğrayan, öldürülen yetmedi kesilen yakılan, bıçaklanan, horlanan, aşağılanan, dışlanan hayatının baharında hayatına son verilen kadınların durumları ortada iken, ne kutlaması diyesi geliyor insanın. Daha dün akşam haberlerde izledim. 27 yaşında bir kadın boşanmak istediği kocası tarafından 50 yerinden bıçaklanarak öldürüldü diyordu haberlerde. Daha niceleri..

   Ülkemizde kadınlar öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek, yakılarak öldürülüyor…

   Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak.Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor. Özellikle son dönemlerde toplum olarak yaşadıklarımız, kadına reva görülenler herkesçe malum.Yaşanan vahşetler, şiddetler,zulümler, ölümler tavan yapmıştır. Malum bu konular çok fazla konuşuluyor, yazılıyor, çiziliyor, kızılıyor. Lakin kesin bir sonuca varılamıyor. Sonuç? Sonuç yine hüsran. Her zamanki gibi ateş düştüğü yerde kalıyor ve sadece orayı yakıyor. Vahşeti, şiddeti, zulmü işleyenlere hak ettikleri ceza verilemiyor. Cezaların caydırıcı özelliğinin olmayışı, hakimlerimizin suç işleyenlere karşı takım elbisesini kıravatını bahane göstererek insiyatif kullanmaları buna bir de medyanın olayları tüm çıplaklığı ile sansürsüz sunması gibi bir çok nedenler hasta ruhlu insanların çirkin vahşi canice düşüncelerini harekete geçirerek ellerine geçen ilk fırsatta uygulamaya geçmesine neden oluyordu kanımca…
 

  Bu ülkede "Adın Kadın" olunca her türlü çileye, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe gebesin...
  Oysa "Kadın" içi öyle dolu bir kelime ki. Özünde koskoca bir dünyayı barındırıyor. Kadın! insan olmanın en temel unsuru, varl oluşumuzun olmazsa olmazı. En güzel şekilde yaratılmıştır. En büyük dertlerin çilelerin baş kahramanı. En büyük mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, bacıdır, eştir, yardir, yarendir. Lakin var oluşundan bu yana, hak ettiği yere hiç bir zaman konamayan, hep zarar gören ama kimseye zarar vermeyendir. Çilekeştir! Zillete düşendir! Bir kenara itilen, canı çıkana kadar döğülendir. Her kabağın başına patladığı yazgısı kara, talihsizlerin en talihsizidir.

O narin yaratılmıştır. Tıpkı  bir çiçek gibi. Hoyratça kullanmaya gelmez. ”Kadın erkeğin gelincik çiçeğidir” buyurmuş sevgili Peygamberimiz (sav). Gelincik çiçeği, dalından koparıldığında bir kaç dakika içinde parlaklığını, canlılığını, güzelliğini yitirir. En küçük hoyrat muamele ve sarsıntıda yara alıp zedelenir. Peygamberimiz kadını işte bu çiçeğe benzetmekte. Yine, erkeğin en hayırlısı kadınına en iyi davranandır buyurarak erkekleri kadınlara karşı iyi davranmaya davet etmektedir.

  Sebep ister psikolojik, ister sosyolojik, ister ekonomik ve isterse toplumsal olsun. Toplumun bu kanayan yarası biran önce çözüme kavuşturulmalı. Bu vesile ile kadınlara uygulanan şiddetin ve kadın ölümlerin son bulduğu, kadın hak ve özgürlüklerinin tüm kadınlara tanındığı, kadına anaya, eşe hak ettiği sevginin, saygınlığın, değerinin kazandırılması dileğimle..

Dünya kadınlar gününüz kutlu olsun.

Muhabbetle,

Hanife Mert

27 Şubat 2016 Cumartesi

ARKADAŞLARIM BENİ ARKADAŞLIKTAN ÇIKARIYORLAR MI YOKSA? ...:)




Merhaba Arkadaşlar,

Benim bloğumdaki arkadaş sayım günden güne azalıyor. Sebebini bilen var mı? Sebebi yine geçenki gibi teknik bir sebep mi, yoksa gerçekten arkadaşlarım beni arkadaşlıktan çıkarıyor mu?

Merak ettim doğrusu... Bilgisi olan açıklarsa sevinirim.


Hanife MERT

20 Şubat 2016 Cumartesi

Söylesem Tesiri Yok Sussam Gönül Razı Değil





Söylenecek sözlerin çokluğu, insanı bazen dilsiz yapıyor. Konuşamaz oluyorsun. Kızgınlığını, küskünlüğünü, kırgınlığını, üzüntünü, kederini, çaresizliğini yüreğine gömüp tüm çığlıkların sessizleşiyor. Bazen de "söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil" modundayım.
  

   Ne zordur için kan ağlarken çığlıklarını yüreğine gömmek. Tıpkı caniler tarafından parçalanmış masum bedenlerin kızamaz hesap soramaz olması gibi. Tıpkı gözlerinden boncuk boncuk akan yaşı silemeyen bir yetimin çaresizliği gibi. Yavrusunu, eşini, kardeşini, sevdiğini kahpe bir canlı bombanın parçaları arasında kaybeden ananın, babanın, kardeşin, eşin, sevgilinin, arkadaşın haykırışlarının semaları inleten ahları vahları gibi... “Beş dakikaya evdeyim" deyip gelemeyenler ve hiç gelemeyecekler. Hayat hikayeleri yarım kalanlar. Geride bıraktıklarını ömürlerinin sonuna kadar acı içinde yaşatacaklar...
  İşte böyle musibetler ortaya koyuyor eksiğimizi, yanlışlarımızı, kusurlarımızı. Keşke bu acılara sebep olan yanlışlar, ihmaller önceden tahmin edilerek önlemler alınabilseydi. Maalesef keşkeler sorunu çözmüyor...
  

  Ne çok acılar yaşadık, topluca ne çok canlar verdik toprağa. Öncesini söylemiyorum. Çok yakın zamanda, ramazan bayramından beri ülkemiz kan gölüne döndü. Kahpece şehit edilen Mehmetçiklerimizin, polislerimizin, korucularımızın, öldürülen masum insanların, çocukların haddi hesabı yok...
   Cennet vatanımızın bu hale gelmesinden, terörün tırmanıp şehirlere kadar inmesinden, suçsuz günahsız insanların, gencecik fidanlarımızın gençliklerinin baharında hayatlarının son bulmasından kanlarının son damlasına kadar en az insanlıkla uzaktan yakından alakaları olmayan caniler kadar, bunlara prim veren, açılım saçılım yalanıyla, adına çözüm süreci diyerek uyguladıkları yanlış politikalarla şımaran ve semirip palazlanmalarına fırsat veren basiretsiz, sorumsuz, milletin meclisini işgal eden yöneticiler ve yandaşları da sorumludur. Halkın karşısına geçerek terörü lanetlemek onları sorumluluktan asla kurtarmayacaktır.

  Vatan için ölmek elbette kutsaldır; fakat esas olan ölmeden yaşayarak vatanı sevmek sevdirmektir. Siyasilerimizin asıl amacı, askerlerimizi, tüm güvenlik güçlerimizi yaşatarak yurdunu sevdirmek olmalı. Onları ölüme göndererek vatan sevdirilmez.
 
Ancak bunu idrak ettiklerinde görevlerini tam olarak icra etmiş olacaklardır; aksi halde, bunca şehidin, suçsuz günahsız insanların vebali üstlerinde bir "kan lekesi" gibi iz bırakacaktır... 
  Çocukluğumuzda, mahallemizde yakın komşularımızdan tanıdıklardan veya akrabalardan birinde cenaze olduğu zaman annem bize evde televizyon, radyo, teyp gibi eğlenceyi çağrıştıran aletleri açtırmazdı. Cenaze evine saygısızlık olur der biz de onlarla birlikte üç gün yas tutardık. Ne güzeldi bizim örflerimiz adetlerimiz. İnsanların birbirlerine, acılarına, yaslarına saygı duyması.
Şimdi bırakın mahalleyi komşuyu, ülkemin her yeri yangın yerine dönmüşken, onca masum insanımız, onca Mehmetçiklerimiz, polisimiz şehit olurken, tv lerde abuk subuk eğlence, evlendirme, yarışma proğramlarının ara vermeden sürmesi ve en acısı da tepkisiz kalanların durumu, aklımıza insanlığımızın ve toplum olma bilincinin ne kadar zayıfladığını getirmekte.

  Şehitlerimiz yürek yakan hikayeleri ile aramızdan ayrıldılar. Bizler ise o güzel insanlarımızın gösterdiği cesareti göstererek, bu zor günlerde millet olarak birbirimize kenetlenmeli. Ümidini kaybetmeden, şucu, bucu ayırımına girmeden, farklılıkları ötekileştirmeden, birlik ve beraberlik içinde, Çanakkale ve kurtuluş savaşı ruhunu tekrar canlandırmak ve vatanımıza sahip çıkmaktan başka çaremiz olmadığının bilincinde hareket etmeli. Teröre karşı uyanık olmalı, birlik ve beraberliğimize her zamankinden daha sıkı sarılmalıyız...
 
   Bu acıların son olmasını, artık cennet gibi güzel ülkemde insanların yok yere pisi pisine ölmesini engelleyecek önlemlerin en kısa zamanda alınmasını ve insana saygının, adaletin, hak ve hukukun, güven içinde yaşamanın her şeyden önemli ve öncelikli olduğu bilincinin yaygınlaşmasını diliyor ve umut ediyorum.

Bu bağlamda tüm şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun.


Hanife Mert

15 Şubat 2016 Pazartesi

Hatır Artık Hatıralarda mı? (NOSTALJİK PAZARTESİ)

Artık düğünü de yaptık. O yorgunluk, yoğunluk, kalabalıklık  yerini sakinliğe sessizliğe dinginliğe bıraktı. Ne düşünüyorum, ya da üzgün müyüm? diye sorarsanız. Pek bir şey anlamadım. Zira kızım Merve üniversitede okuduğu için yaklaşık 5 yıldır bizden uzakta idi. Sadece tatillerde birlikte olabiliyorduk. Şimdiden sonra eşiyle birlikte   tahsillerine  Japonya'da devam edecekler. Henüz gitmediler... 
 Şimdi pek bir şey anlamasam da, sanırım  O Japonya'ya gittiğinde  beni üzecek gibi görünüyor...
 Nişan düğün işleri derken bloğuma konsantre olamadım. Biraz uzak kaldım. Bundan sonra inşaallah düzenli yazılarımla sizlerle oluruz. Bu bağlamda kızımın nezdinde hepimizin evlatlarına hayır başarı ve mutluluk diliyorum.

Bu paylaşımımı Nostaljik pazartesi için 23.7.2013 tarihli yazıma ayırdım. Artık hatır sormaktan bihaber olduğumuz, hal hatır etmekten imtina ettiğimiz bir dönemde hatır sormanın hatır gütmenin" Hatır Artık Hatıralarda mı?" isimli yazımla tekrar hatıralardan çıkması düşüncesi ile paylaştım.


Keyifli okumalar.

Hanife Mert




TIKLA


26 Ocak 2016 Salı

Yeni K. Çalışmamdan Bir Bölüm

...Karışık olan zihnim büyük annemin en son yaptığı çıkışla arap saçına dönmüştü. İki odalı evimizin hol ile oturma odası arasında amaçsızca gidip geldiğimi fark ettim. Büyük annemin söyledikleri zihnimde yankılanıyordu.  
  
   Kendimi çok çaresiz, çok yalnız hissediyordum. Başımı yastığa gömdüm. Gözyaşlarımdan yastığın ıslandığını fark ettim. Neydi bu başıma gelenler, daha babamın acısıyla baş edemezken… Diğer yandan büyük annemin ve dedemin neden böyle davrandığını anlamaya çalışıyordum. Neden bana inanmıyorlardı, neden yapmadığım bir suçla itham ediliyordum ki? Ağlamayı bırakıp düşünmeye başladım. "Ya gerçekten amcama mektup yazıp anlatırlarsa, ya amcam beni buradan götürürse? İşte bu yandığımın resmidir. Eğer köye gidersem okul hayatım da bitmiş demekti. Çünkü köyde kızlar ilkokuldan sonra okutulmaz, 13- 14 yaşlarına geldiğinde kızın fikri alınmadan, gönlünün olup olmadığına bakılmaksızın, büyüklerin uygun bulduğu biriyle evlendirilirdi. Öyle bir durumda benim de sonum o kızlardan farksız olacaktı. Düşünmesi bile korkunçtu.

   Ya annem büyük annemin sözüne inanır, o da beni köye göndermek isterse..? Gecenin bir yarısı olmuşu. Herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken, ben ardı arkası kesilmeyen düşüncelerle boğuşuyordum.
  

   Biraz nefes almak içimdeki karanlığa bir nebze ışık olması düşüncesi ile lambayı söndürdüm. Pencerenin perdesini hafif araladım, bir müddet dışarıyı seyrettim.
  

   Etraf zifiri karanlığa bürünmüştü. Gökyüzünde tek bir yıldız görünmüyordu. Ortalığı evimizin az ilerisinde yanan sokak lambasının loş ışığı aydınlatıyordu. Lambanın ışığından süzülüp titreyerek yere inen yağmura takıldı gözüm. Bir müddet hiç bir şey düşünmeden izledim. Sonra nasıl olduğunu anlamadan, kendimi sokak lambasının yanında buldum. Üzerime hafif hafif yağan yağmur içimi ferahlatmıştı. Biraz oyalandım. Yerde biriken suya düşerken geniş haleler çizen damlaları seyrettim. Başımı havaya kaldırdım, ince ince serpiştiren damlalar yüzüme düşüyordu. Gözlerimi kapatıp bir süre öyle bekledim. İçim huzur dolmuştu. O anın büyüsünü bozmamak için gözlerimi açamıyordum. Yağmur hızını arttırmıştı. Üşüdüğümü hissettim. Gözlerimi açıp eve gitmeyi düşünürken birden ürkütücü bir şekilde şimşekler çakmaya başladı. Ardından sokak lambasının ışığı söndü. Her yer kararıverdi. Göz gözü görmüyordu. Sağa sola koşmaya başladım. Aman Allah'ım! neler oluyor? diye etrafımda dönüp duruyor, evimizi bulamıyordum. Nasıl olduğunu anlamadan kendimi uçsuz bucaksız bir ormanın içinde buldum. Korkmuştum! Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyor, nefesim kesiliyordu. Ayaklarımda derman kalmamıştı."İmdat, kurtarın beni, kimse yok mu?" diye bağırıyordum. Ancak sesimi kimseye duyuramıyordum. Kaçtıkça birbirine sarmaşık gibi kenetlenmiş ağaçlara takılıyordum. Ben kurtulmaya çalıştıkça onlar etrafımı sarıyordu. Elim yüzüm çizilmiş, hatta kanamıştı. Yağmur da şiddetini gittikçe arttırıyordu. Zannedersin ki, gök yarılmış bütün sular yeryüzüne boşalıyordu. Etraf bir anda çamur deryasına dönüşüverdi. Bastığım yerde ayağım kalıyordu. Ayakkabıma yapışan çamurlar yürümemi engelliyordu. Sık sık kendime: "Allah'ım neresi burası? ben buraya nasıl geldim? Allah'ım ne olursun kurtar beni! Buradan biran önce çıkmam lazım diye hem dua ediyor hem de ağlıyordum. Bir ara arkadan gelen garip sesler duydum. Hayvan sesi mi, yoksa insan sesi mi? ayırt edemedim. Bu sesler bir yanılsama mı, yoksa gerçek mi? bilmiyordum. Bildiğim tek şey vardı o da aklımı oynatacak kadar korktuğumdu. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. Bir taraftan da kaçmak için mücadele ediyordum. Ama nafile. Yoktu bir çıkış yolu. Aynı noktada dönüp duruyordum. Artık ümidimi kaybetmiştim. Olduğum yere oturdum. Son bir kere Allah'ım ne olursun bana yardım et. Bir çıkış yolu göster. Beni buradan kurtar diye yalvarmaya başladım. Bir süre sonra yağmurun şiddeti azalır gibi oldu. Derin bir nefes aldım. Kalktım tekrar yürümeye çalıştım. Ağaçlar seyreliyordu sanki. Bir süre sonra tamamen bitti. O sarmaşık gibi beni sarmalayan ağaçlar yoktu, kurtulmuştum. Önümde sonunu göremediğim uzun toprak, çakıllı ve çamur bir yol vardı. O yolu takip etmeliyim diye düşündüm. Hoş başka çarem de yoktu zaten. Bu yol beni evimize götürecekti, buna inanmaya başlamıştım. Düşe kalka koşuyordum. Üstüm başım sırılsıklam, elim yüzüm çamur içinde kalmıştı. Kollarımı ağaçlar çizmiş kan içindeydi. Artık biraz olsun rahatlamıştım. Çünkü o korkunç ormandan kurtulmuştum. İçimde bir ümit ışığı belirdi. Bu yol beni düze çıkaracaktı. Öyle de oldu. Yol bitmişti. Sabah olmuş, masmavi bir gökyüzü, pırıl pırıl parlayan bir güneş, envai çeşit çiçeklerle bezenmiş görkemli bir orman vardı. Burası diğerine hiç benzemiyordu. Çok şaşkındım. Etrafı seyretmeye başladım... Neler oluyor, ben neredeyim? diye kendime soruyordum. Hala şaşkın ve merak içindeydim. Karşıda tek katlı müstakil bir ev dikkatimi çekti. Merakımı gidermek için o eve doğru yürüdüm. Aynı anda biri bana doğru geliyordu. Uzun boylu dalgalı kumral saçlı biri. Yaklaştıkça tanıdık gelmeye başladı yüzü... Aman tanrım! Bu gelen babam! Siyah kaşe ceketi, beyaz balıkçı kazağı vardı. Şaşkınlığım iyice artmıştı. Babam yanıma geldi. Baba! sen misin? Burada ne yapıyorsun? Bizi neden bırakıp gittin?.. soruların ardı kesilmiyordu. Ağlayarak boynuna sarıldım. Öyle sıkı sardım ki, nefes almakta zorlanıyordu. Sonra öpmeye başladım. Ne çok özlemiştim. Bir müddet öylece kaldık. "Nasıl da özlemişim seni canım babam" dedim Söyleyecek öyle çok şey vardı ki, nereden başlayacağımı, hangisini önce söyleyeceğimi bilemiyordum. Hani derler ya, söyleyecek sözün çokluğu insanı dilsiz yapar, konuşamaz olursun. İşte öyle oldu. Sadece onu çok özlediğimizi söyleyip durdum. Bir taraftan da gözlerimden yaşlar durmaksızın akıyordu. Hüzün ve sevinci aynı anda yaşıyordum. Bizi neden bırakıp gittin?" diye sordum. Cevap vermedi. Sanki yaşadıklarımızdan haberdar gibi üzgün bakıyordu. "Hadi evimize gidelim babacığım" dedim. Babam tam konuşmaya başlamıştı ki, o anda duyduğum ezan sesiyle her şey biranda kaybolmuştu...

Değerli yorumlarınızı bekliyorum.:)


Muhabbetle
Hanife Mert

25 Ocak 2016 Pazartesi

Nostaljik Pazartesi ( Kara Tren Türküsü Hikayesi)


Türkülerimiz özümüz yüreğimizin bam teli, başımızın sevda yeli.Türküler umuttur, aşktır, hasrettir, özlemdir, vefadır. Kıvrım kıvrım akan bir nehir gibi, yüreklerde dolanan sılaya uzanan bir yoldur. Yüreğin gurbetinde yetişen özlemleri kor kor demet demet sunan hasret çiçeğidir. Yaşama sevincinden ölüm acısına kadar, vefayı vefasızlığı, hasreti, özlemi, sevgiyi, inancı, direnci, aşkı, kahramanlığı türkülerde hissedip türkülerde yaşadık. Velhasıl türkülerimiz bizi bize anlatan, bize tanıtan yürek seslerimizdir. Milletimizin bu nadide kültürünün gündemde tutulması , gençliğimize sevdirilmesi ve ilgi uyandırılması gereken önemli kültürel değerlerimizdendir. Her birinin kendine has bir hikayesi vardır.

   Ben uzun bir süre bu güzel  kültürümüzün hikayesini araştırdım ve bloğumda paylaştım. Son zamanlarda biraz ara verdim. Nostaljik pazartesi için 09.01.2013 tarihinde paylaştığım  kara tren türküsü ve hikayesi...



Hüzünlü hikayesi ve kara tren türküsü eşliğinde iyi okumalar.



TIKLA

24 Ocak 2016 Pazar

Neden Haber Vermedin ki



Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti, İyi İnsanlar iyi atlara binip gitti. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Aynada ki Yalan” isimli romanının başkahramanı Naci’nin arayış içerisinde olduğu bir dönemde kendisine “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti” cevabı verilir ve şöyle bir hikâye anlatılır: “Bir gün cins at meraklısı bir adam, cins atlarıyla meşhur bir yere gidiyor. Tanıdıklarından kimi sorsa “Öldü!” cevabını alıyor. Ya şu ağa, ya bu ağa..? Göçtü..! Ya filan atın soyu, ya filan kısrağın dölü..? Kurudu…! Sonunda at meraklısına şu karşılığı veriyorlar: “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti?
  Üstad ne güzel söylemiş. İyi insanlar, ardında bıraktıkları güzel isimleri ile bir bir hayata veda edip gidiyor. Tıpkı son dönemde ülkemiz için canını feda eden aziz şehitlerimiz ve değerli hizmetleriyle bu milletin gönlünde taht kurmuş sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının çok değerli insanlarının ardında gözü yaşlı sevenlerini bırakarak veda etmesi gibi... Onlara Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum.
   Her ne kadar dünyanın cezbedici süsüne kendimizi kaptırarak; bizim için kaçınılmaz son olan ölüm gerçeğini gündemde tutmak istemesek de, o hayatımızın bir parçasıdır. Biz onu unutsak da o bizi hiç unutmaz. Vakti geldiğinde kapımızı çalar. Ölümden korkmak veya korkulacak bir şey gibi görmek, içimizdeki iman eksikliğinin bir sonucu olsa gerek. insanca ve İslamca bir hayat sürmek ölümün korkulacak bir şey olmadığını anlamamızı kolaylaştırır.
  Cahit Sıtkı Tarancı "yaş otuz beş" şiirinde; 
…Neylersin ölüm herkesin başında. 
Uyudun uyanamadın olacak. 
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında? 
Bir namazlık saltanatın olacak, 
Taht misali o musalla taşında. 
  Dizeleri ile ölümün  zamanı ve yeri belli olmayan bir anda herkesin başına gelebileceğini ifade etmekte.
  Ölüm dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. İnsanlar ölüm ve ölüm sonrası hayatın mahiyetini bilemediği için, hayatın bu dönüm noktasını soğuk ve itici bulur...
 Onda n kaçmak imkansız. Nerede olursak olalım o bizi mutlaka bulur. Yüce Allah “her nefis ölümü tadacaktır.”(Al-i İmran 3/185) buyurarak yaratılan her canlının ölümü mutlaka tadacağını haber vermektedir. Öyleyse kaçmak niye?
 Kaçmak yerine yapılacak en akıllıca iş onu beklemek...Giderken götüreceklerimizin hazırlığını yapmak olmalı.
 Sadi Şirazi, Gülistan isimli eserinde bir hikaye anlatır. Hikaye şöyle başlıyor; adamın biri yıkılan evinin karşısına geçmiş bir yandan ağlıyor, diğer yandan da: "Ah evim! Çökmeden evvel bari bir haber verseydin de ona göre tedbir alsaydım" diye söylenip duruyormuş.
 Birden o harabeden bir ses yükselmiş; "Be adam!.. Ben yıllardır sana, çatlayan duvarlarım ve dökülen sıvalarımla çöküyorum diye haber veriyordum. Fakat sen, her defasında bir avuç toprak ile çıka geliyor ve o çatlakları örterek verdiğim haberi adeta ağzıma tıkıyordun" demiş.
  Hikaye manidardır. Çünkü bizim hayat evimizde de hızla tahripler, çatlaklar oluşmakta ve ömür binamızdan her geçen gün bir taş daha düşmektedir. Çok insaflıdır ölüm... Gelmeden önce nice haberler gönderir de, biz bir türlü dönüp bakmayız o ikazlara...Her birine bir bahane bulur , "hastalıktır geçer" der, önemsemeyiz.
 Günbegün tükenip gittiğimizi görmeyiz... Ömür, bitmeyecek bir hazine gibi görünür gözümüze; Oysa her şeyin bir sona mahkum olduğuna inanmak istemeyiz. Aldanırız, ama kabul edemeyiz bunu bir türlü...
 Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza... Şaşırır ve endişeli soru veririz; "Neden haber vermedin ki?"
 Cevap vermek zorunda mıdır ölüm... Zira  o, haberini çoktan vermiştir...

  Ölüm kaçınılmaz son. Lakin ölüm doğal olmalı. Allah’ın verdiği canı zalim almamalı. Ölüm gerçeği insanları can yakmaktan, can almaktan, hak yemekten, adaletsizlikten, yetim malı yemekten, suç işlemekten, savaşlardan alı koymalı. Her insanın barış içinde, huzurlu, mutlu kendini güvende hissedebileceği bir dünyada yaşamak en doğal insani hakkıdır…

Muhabbetle,
Hanife Mert



19 Ocak 2016 Salı

DÜĞÜNÜMÜZE DAVETLİSİNİZ


Bizim oralarda hızlı giden birine "bu ne acele ardından atlı mı kovalıyor?" derler. Ben de aynı soruyu durmadan dinlenmeden hızla akıp giden zamana sormak istiyorum. Bu ne hız, bu ne acele ardından atlı mı kovalıyor?.. 

  Bu kadar hızlı geçen zaman bazen de geçmek bilmez.
 Hani mutlu bir haber beklerken, uzun süredir göremediğin bir hasrete kavuşurken, acı duyarken, insanın içi yanarken ve benzer bir çok nedenden dolayı da geçmek bilmez. Zamanın geçmesi ya da geçmemesi insanın düşüncesi ile ilgili mi? diye de düşünmeden edemiyorum...  

  Malumunuz tek düze bir hayat yaşamıyoruz. Özellikle son dönemlerde gerek ülkemizde ve gerekse komşularımızda hoş olmayan, mutluluktan ziyade, mutsuzluğa endekslenmiş olaylara şahit olmaktayız. Öyle ki, kimi zaman içimiz yanıyor, sinirlerimiz hat safhada geriliyor, bazı insanların  insafsızca insanlık dışı  davranışları sebebiyle de yaşamaktan bezgin bir duruma gelebiliyoruz. Tüm bu olumsuzluklara rağmen bazen de;  küçük sevinçler, mutluluklar, kimi zaman da hayattan tat almamızı sağlayacak türden güzellikler de yaşamıyor değiliz. Kaldırımda kendiliğinden açan bir çiçeğin etrafa güzel koku yayması gibi.

 Zamanın hızla akıp gittiğinden dem vurdum. Sizinle mutluluğumu paylaşmaktı amacım. Lakin yaşananlar bizi öylesine etkiliyor ki, mutlu olmayı bile kendimize neredeyse yasaklar duruma getirebiliyor.
  Daha dün gibiydi ebenin minik Merve'mi  elime verdiği. Uzun kumral saçları, çekik kahverengi gözleri ile dünyamızı aydınlatmıştı. Bize anne baba duygusu gibi eşsiz bir duyguyu hissetmemize vesile olmuştu. Bizi tarifsiz şekilde mutlu etmişti. Yaşamının her evresinde ailemizin hem gurur hem de  mutluluk kaynağı olmuştu...


  Hiç şüphesiz her anne babanın en büyük arzusudur hayatına anlam katan, ona Allah'ın en güzel lütfu olan evladının kendi ayakları üzerinde durduğunu, yuvasını kurduğunu görmek. Onun mutluluğu ile mutlu olmak... 

  İşte dedim ya, şöyle etrafıma baktığımda bu mutluluğu yaşayamayacak anneleri babaları, küçücük bir umudun peşinden giden ve sonu hüsranla biten, karaya vuran, minicik bedenleri ateşte yanan günahsız bebeleri düşündükçe, mutluluğum acıya dönüşüveriyor. Elden bir şey gelmemesi üzüyor insanı.
  Hal böyle iken,  bir yerde ölümler yaşanırken, bir başka yerde doğumlar, düğünler yaşanıyor. Bu durum da ise, ölenle kimse ölmüyor, hayat devam ediyor düşüncesi meşgul ediyor zihnimi.

 Özetle,  değerli blog yazarları 06 Şubat 2016 tarihinde kızım Merve'nin düğününü sizlere haber vermek istedim. Bu nasıl düğün daveti mutsuzluk içeriyor diye düşünebilirsiniz. Maalesef ülkemizin , insanlığın gerçeği bu...

İşte hayat bu! Mutlu olmak için önce mutsuzluğu yaşatıyor insana. Hani her nimetin bir külfeti olurmuş ya.. Tıpkı benim mutlu bir haber vermek için onca mutsuzluktan bahsettiğim gibi...


NOT: Gelebilecek durumda olan arkadaşları düğünümüze beklerim.

Muhabbetle,
Hanife Mert

18 Ocak 2016 Pazartesi

Nostaljik Pazartesi (Toplum Nereye Gidiyor)




Sevgili arkadaşlar yeni gördüğüm ve çok faydalı bir paylaşım olacağını düşündüğüm Nostaljik Pazartesi paylaşımlarına bu günden itibaren ben de katılıyorum. Bu gün sizlerle 05 Eylül 2012 tarihinde paylaştığın yazımı ekliyorum.

Bir toplumda farklı anlayış ve bölgesel kültürleri birleştiren,herkesin ortak paydasını oluşturan bazı değerler vardır. Vatan gibi,bayrak gibi,bağımsızlık gibi, ülkü gibi, tarih, kültür gibi değerler..
 Yüzyıllar boyunca aynı geçmişe sahip oluşumuz, aynı inançları paylaşmamız, aynı vatan toprakları üzerinde barış içinde kardeşçe yaşamamız,oluşan bazı farklılıkları unutturmuştur. 
Sevinçli günlerimizde temel değerler etrafında bir araya gelerek sevincimizi paylaştık. Ülkemizin bir tarafında meydana gelen acı bir olay karşısında hep birlikte yas tuttuk. Yardım için elimizden geleni yapmaya gayret ettik.. 
Ancak şu son günlerde, yaşanan toplumsal olaylar ve verilen daha doğrusu verilemeyen tepkiler gösteriyor ki; bir halkın yapı taşlarından biri olan toplum olgusu kökünden sallanmaya başlamıştır... 
Yazının devamını linkten okuyabilirsiniz.

http://yaren33.blogspot.com.tr/2012/09/toplum-nereye-gidiyor.html




Hanife Mert 





Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...