6 Kasım 2012 Salı

Kalp Kırmak..


Konuşurken hani, istemeden de olsa çıkar ya bazen yanlış bir kelime ağzınızdan…Aslında öyle demek  istememişsinizdir; ama geri dönüşü yoktur artık.Hele bir de kırmış iseniz muhatabınızın kalbini; işte o an yazık etmişsinizdir; hem sevdiğinize, hem kendinize, hem de duygularınıza… O kelimenin söylenmemiş olmasını bin bir pişmanlık içinde dilersiniz, fakat sözünüz bir ok gibi yüreğine saplanmıştır bir kere muhatabınızın…
Hani en masumane bir sözünüz, iyi niyetle söylediğiniz, hiç art niyet taşımadan kurduğunuz sıradan bir cümleniz, muhatabınızın gönül dünyasına bir bomba gibi düşer ya bazen… Siz farkında bile olmadan; sevdiğinizi, dostunuzu, arkadaşınızı, kardeşinizi, eşinizi, çocuğunuzu,ana veya babanızı kırmışsınızdır artık. Söylediğiniz basit bir söz, kurduğunuz hesapsız bir cümle ya da ağzınızdan öylesine çıkıveren bir ifade; hiç tahmin etmediğiniz manalar yüklenerek en sevdiğinizin yüreğinde volkan gibi patlar da bundan haberiniz bile olmaz çoğu zaman… Sizin haberiniz olmamıştır; ama en sevdiğiniz, uğruna canınızı hiç düşünmeden feda edebilecek kadar değer verdiğiniz, "ona değil de bana gelsin" diyerek göğsünüzü kurşunlara, bela ve zorluk oklarına hedef   kılarak   isar ve fedakârlıkta bulunduğunuz insanın kalbi parça  parça  olmuştur bir kere...
Hani bazen beklemediği bir insandan, beklemediği bir söz işitir ya insan… Ya da en basitinden beklemediği bir davranış veya hiç beklemediği bir anda yüzünde farklı anlamlar çıkarabileceği mimikler bulur ya bazen… Böyle bir karşılığa maruz kalan bir insanın gönül dünyasının altüst olmaması, kalbinin kırılmaması, yüreğinde korkunç fırtınaların kopmaması, gücenip darılmaması hiç mümkün müdür?
Hem kıran, hem de kırılan olarak zaman zaman  bu tip durumların ve duyguların tam merkezinde; bazen etken,bazen de edilgen olarak odak noktasında yer almadık mı çoğumuz?..
Kalp kırılmalarının, küskünlük, dargınlık, kırgınlıkların çoğunun yanlış anlaşılmaktan veya yanlış sonuçlar çıkarmaktan kaynaklandığı da bir gerçektir. En iyi dostlarımızı ve en sevdiğimiz insanları bir yanlış anlamaya kurban verebiliyoruz ne yazık ki bazen… Ya da söylenen hak ve doğru bir söz; üslup ve ses tonumuza bağlı olarak bazen en dar anlamıyla algılanıp bir hakaret gibi görülebilir muhatabımız tarafından… Hassasiyetler, özellikle dostlar ve aralarında sevgi bağı olan kişiler arasında çok daha fazladır.

 İşte bu nedenle dilimizin keskin bir kılıç, davranışlarımızın tahrip edici bir gülle,mimiklerimizin delici bir mızrak olmaması için çok dikkatli olmak zorundayız ilişki ve konuşmalarımızda…

Kalp kıran ve kalbi kırılanlardan olmamanız dileğiyle..

Hayatın İçinden Satır Araları -BURS

Emekli olmadan önce çalıştığım kurum, maddi ihtiyacı olan üniversite öğrencilerine karşılıksız burs veriyordu.. O dönemlerde özellikle eylül ayının gelmesini hiç istemezdim. Çünkü burs için müracaatlar eylül ayında başlıyordu. Bu esnada çok farklı, çok üzücü durumlarla karşılaşıp yardıma ihtiyacı olan öğrencilerin durumları beni çok üzerdi..
Müracaat için gelenler kimi annesi, kimi babası, babaannesi, anneannesi ile gelirlerdi. Öğrenciler değil de yanlarında gelenlerin bursu alabilmek için sarf ettikleri çaba ve her birinin ayrı ayrı anlattıkları hikayelerini dinlemek servis çalışanları olarak bizi çok üzerdi.Müracaat eden öğrenciler genellikle anadoludan okumaya gelmiş, kimi işçi, kimi çiftçi, kimi memur çocukları... Kimileri de geçmişinde bırakın burs almayı, bizim kurumun verdiği ğrenci sayısı kadar, öğrenciye karşılıksız burs verecek düzeyde zenginliğe sahipken, herhangi bir nedenle fakirleşmiş, kendi çocuğu bursa ihtiyaç duyar hale gelmiş. O durumda olan insanların durumu sanırım diğerlerine göre daha üzücü. Hani şöyle bir sözümüz var; “Allah kimseyi attan indirip eşeğe bindirmesin” diye. Hal böyle iken . Kimisi kara ar olmaz mantığı ile yaklaşıp,kendi evinde hizmetçi, uşak çalıştırır düzeyde iken, durumundan ötürü, çocuk bakmak, evelere temizliğe gitmek için iş talebinde bulunan, kimisi de bu durumu kabullenemeyip, istemekten utanan bu durumdan dolayı da gözyaşı döken insanlara şahit oldum..
Kurum yetkililerimiz burs alabilecek öğrencileri belirleme konusunda olabildiğince titiz davranırlardı. Ailenin gelir durumu, anne, babanın sağlık durumu, yaşayıp yaşamadığı, boşanmış olup olmadıkları gibi durumları kıstas alırlar. Değerlendirmeye almadan önce, adaylar hakkında bağlı bulundukları muhtarlıktan belge isterlerdi. Hatta müracaat eden ticari bir işletme sahibi ise, bir personel görevlendirip geliri hakkında da bilgi edinirdi. Torpil yapılmaması konusuna da ayrıca özen gösterilirdi.
Yine burs müracaatlarının başladığı eylül ayının birinde işe geliyorum. Merdivenlerde eskiden tanıdığım bir tanıdıkla karşılaştım. Hal hatırın ardından ne yaptığını sordum. Bizim üst katımızda bulunan kurum da üniversite öğrencilerine karşılıksız burs veriyor. Oraya müracaat için geldiğini söyledi. Bu tanıdığım hakkında çok detaylı olmasa da genel bilgim var. Kendisi öğretmen. Elektirik mühendisi olan eşini bir iş kazasında kaybetti. Bir oğlu bir de kızı var. Oğlu maliye okuyor, kızı da Ankara’da mimarlık kazanmış ancak, istemediği için tekrar sınava girip eczacılık fakültesini kazanmış, orada okuduğunu söyledi. Bizim kurum da veriyor geçerken uğra, hem çayımı içersin hem de bize de müracaat edersin dedim.
Ablamız müracaatını yapmış geldi. Çay ısmarladım bir taraftan sohbet ediyoruz. Bu arada söylediği bir söz bende adeta şok etkisi yarattı. Hani derler ya “ üzerimden kaynar su döküldü” aynen öyle hissettim. Söz şu idi; aslında benim buradan alacağım paraya çocuklarımın hiç ihtiyacı yok. Maddi durumum çok iyi.Ben çok rahat onların ihtiyacını karşılayabiliyorum.Lakin herkes alıyor ben neden almayayım.. Böyle mi düşünüyorsun dedim. Bu sözü söyleyenin bir eğitimci, öğretmen olması daha çok üzdü beni. Madem ihtiyacın yok neden ihtiyacı olan birinin almasına mani oluyorsun. Bu paraya öyle çok ihtiyaç duyan öğrenciler var ki. Bırak onlara engel olma dedim. Hatta Nazilli’den bir öğrenci vardı. O öğrenciyi örnek verdim. Beni affetsin.Umarım şuan çok güzel ona yaraşır bir makamda bulunuyordur. Bu öğrencinin ailesi çiftçi idi ve maddi durumları iyi değildi. Çocuk çok zor şartlarda okuyordu. Üzerine giydiği penye bir tişört vardı. Sürekli giyilip yıkanmaktan renk desen birbirine girmiş, hatta bir yeri sökülmüş ve dikilmiş belli. Öyle ki bu penye tişörtü genç bir delikanlının giymesi şöyle dursun, paspas bezi dahi yapılacak durumda değildi. Bu öğrenciden bahsettim. Böyle çirkin bir taleple gelen öğretmen ablamıza içten içe çok kızdım. Sonuçlanınca biz seni ararız, kılişe şözle gönderdim. Arkadaşa da dilekçeyi sümen altı yapalım dedim.
Ülkemde benzer örnekler çok fazla. Öyle insanlar da vardı ki, çocuğunu Ankara’da çok rahat bir şekilde okutan, bırakın devlet yurdu, özel yurdu, apart evi. Kızına dayalı döşeli ev alan buna rağmen utanmadan, belki onun kuaför masrafı bile olmayan üç kuruşluk bursa tamah eden insanlara şahit oldum.
Biz nasıl bu hale geldik diye başkasına değil de kendime sordum. Nerde kaldı bizim yardımseverliğimiz, kadirşinaslığımız, paylaşımcı ruhumuz? Yapılan yardımı gerçekten ihtiyacı olmasına rağmen, bir başkasına teklif eden gözü tok, gönlü cömert insanlarımız. Bu anlattığım sadece bir örnek. Belediyelerin, sosyal dayanışma fonlarının dağıttığı yardım malzemeleri, para yardımı gibi ayni ve nakti yardımları ihtiyacı olmamasına rağmen almaktan çekinmeyen, “herkes alıyor ben neden almayayım, “Rabbena hep bana” zihniyetinden ne zaman vazgeçeceğiz?. Bu zihniyette olan insanların çoğalması durumunda zenginin daha zengin, fakirin ise daha fakirleşmesi kaçınılmaz değil midir?

Unutmayalım ki, bu fani dünyada baki değiliz. Sahip olduklarımız biz bu dünyadan göçtükten sonra burada kalacak. Bize ait olmayan şeyleri biriktirmekten ziyade, ihtiyacımız fazlası edinimlerimizi, başkaları ile paylaşma huzuru ve dinginliğini yaşamaktan mahrum olmak, insanın kendisine yapacağı en büyük kötülük olsa gerek..
Hayatı paylaşalım, çünkü hayat paylaştıkça güzeldir.

Hanife Mert

3 Kasım 2012 Cumartesi

Cehennem Sevgisiz Yüreklerde Yaşanır..

   
Bu yazımı 3 Kasım 2012 de paylaşmışım. Bu gün sevgi Müjde'nin (bücürükveben) Facebookta paylaştığı her yıl mart sonu itibarı ile yapılan  hükümet destekli fok avı caniliğini anlatan resim ve son günlerde ülkemizde özellikle küçük çocuklara yapılan taciz ve tecavüzlerin sonucunda öldürülmeleri, yine aynı şekilde arkası bitip tükenmek bilmeyen kadın tacizleri ölümlerine dikkat çekmek adına tekrar paylaşmak istedim. Biliyorum  bu paylaşımım belki bir derde derman olmayacak. Ancak insan olarak elimden gelenin bu olduğu bilinci ile en azından tepkimi göstermiş olabileceğimi düşündüm.

SEVGİ, varlığı ile insana hayat veren özü hoş görü,şefkat, merhamet, güven, dostluk, kardeşlik, saygı gibi, kaynağını Allah’tan alan yüce bir duygu.. Çünkü kainatın yaratılış gayesi ve insanın mayası sevgidir. Allah insanı, dünyayı ve tüm evreni sevgi üzerine yaratmıştır.

Bu kutsal duyguyu özünde barındıran insanın hayata bakışı, olayları değerlendirmesi, insanlara ve diğer canlılara davranışı sevgi ile olacaktır. Çünkü her insan, diğer insanlarla bir arada yaşamayı ve kendi yalnızlığından kurtulup, başkaları ile birlikte olmayı ister. İnsan, kendini ve diğer insanlarla olan ilişkilerini anlayabilmek için sevme güçlerini geliştirebilmeli ve tüm canlılarla beraber sevgisini paylaşabilmelidir. Dünya ile olan ilişkisini düşünce ve sevgi üzerine kuran bir kişi kendini tüm evrenle bir olmuş gibi hisseder. Sevgiyle yaklaşır her şeye. Evrende yaşayan tek canlının kendisi olmadığını bilir, diğer canlılara yaklaşımı sevgi ile olur..
Sokakta titreyen bir köpeğe merhamet edebilecek kadar, yaralı bir kediye merhem olacak kadar, aç bir kuşa yem, soğuktan titreyen bir yaşlıya ısı, kimsesiz yavrulara kimse, dalındaki çiçeği koparmaya kıyamayacak kadar şefkatli, yaratılanları Yaradan’dan ötürü sevecek kadar merhametli...

Yaşam, bu insanlar için tabiri caizse dünyada cenneti yaşamaktır. Zor durumda olanların yardımına koşmak, sıkıntıda olanların sıkıntısını paylaşarak gidermek, güçsüzlere, fakirlere, çaresizlere, dertlilere çare olabilmek insanı mutlu, huzurlu hissettirir. Özünde huzuru duyabilen insan, kendisi ile barışık, pozitif bir hayat yaşayan insandır..
Böyle insanların sayıca çok olması o toplumda acı, gözyaşı,yakmak, yıkmak yok etmek olan savaşların daha asgari düzeyde yaşanması anlamına gelmektedir. Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Sevgiyi yüreğinde hissetmeyi başaramamış insanlar, sevginin özünü oluşturan unsurlardan uzak kalmış demektir. Böylelikle kendilerinden ve toplumdan uzaklaşarak yalnız kalmak, kendisini zayıf ve çaresiz hissederek özgüven kaybı yaşarlar.. Çünkü özgüvenin en önemli unsurlarından biridir sevgiye layık olabilmek. Kişi, kendisinin sevgiye layık olmadığı inancıyla baş edemez ve güçsüz düşer. Bu duygu ise insanı günden güne zayıflatır. Ruhu  Hata yapma riskini arttırır. Kin, nefret, kıskançlık,maddi tatminsizlik duygularının yoğun yaşanmasına neden olur.

Ruhun gıdasıdır sevgi.Nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir müddet sonra, biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz ise, ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.

Böyle bir durumda hoşgörü , sevgi ve evrensel dostluğun timsali Mevlana’nın "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya.
Sık sık şahit olduğumuz çirkin olaylar, örneğin bebeklere, çocuklara, yaşlılar ve  kadınlar gibi savunmasız insanlara, hayvanlara yapılan insanlık dışı davranışların temel sebebi sevgisizliktir. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; pişman mısın? diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. 
Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerde, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor. Sevelim ki sevilebilelim. Sevilebilelim ki kendimize,insanlara,yaşama güvenebilelim.“Sevgi yoksa güven, güven yoksa doyum yoktur”. 
Kısaca sevgi her şeydir.
Hanife Mert

2 Kasım 2012 Cuma

HERKESE HAYIRLI CUMALAR (YAŞAR HOCAMLA GÜNCEL DİNİ SOHBET)

Soru;Hocam,dinimiz nakle dayalı, selim akıl dinidir. Hal böyle iken ilahiyatçı hocalarımızınn ilmihali konularda tartışmaları özellikle halkın önünde tartışmaları doğru mu?
Dinimizi ilgilendiren, özellikle muamelat ile ilgili konularda (ilmihali) öncelikle ilahiyatçı bilim adamlarının kendi aralarında konuşup, tartışıp, anlaşıp konuyu bir karara bağlaması lazım diye düşünüyorum. Çünkü bu tür konuları halkın önünde konuşmak, tartışmak halkın kafasının karışmasına ve dini düşünce sisteminde olumsuz bir etkiye neden olabiliyor. Örneğin; özellikle Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerimizde sıkça rastlanılan bir su kesintisi hadisesinde, abdest konusunda her kafadan farklı şeyler çıkıyor. Bu durumun önlenmesi lazım. Bana göre bu konularda yetkililer konuşmalı sadece doğru olanı demeliler.
İş paparaziye dönüşmemeli. İyi niyetli olanlar önemli değil de, istismar edenlere fırsat vermemek lazım. Ufacık bir şey, düşmanlığa dönüştürüyor.

Soru: Konular yoruma açık konular galiba..?
Konular yoruma açık gibi görünse de, aslında açık da değil. İslam dini hür düşünceye o kadar çok önem vermiş bir din ki; kendi özel yapısı iyi niyetli olduktan sonra her türlü yoruma müsaade etmiştir.Bu durum onun evrenselliğinin bir göstergesidir.Bir hocamız şöyle söylemişti;
“Dini bir konuda bir İslam aliminden ne duyarsanız, kesinlikle başka bir islam alimi aynı konuda benzer bir sözü söylemiştir. Dinimiz o kadar çok zengin ve hür düşünceye değer veriyor ki, bunu buradan bile anlayabiliriz” demişti.

Soru: Dinimizin hür düşünceye önem vermesi konusunda;
Hür düşünce kişiye göre yorum fırsatı veriyor, bu da sıkıntıya neden olmuyor mu?

Hür düşünceye önem vermesi, bilim adamları arasında sıkıntıya neden olabilir gibi gözükse de, bu duruma neden olan dinimiz değil, bizim katı kalıplarımız sıkıntı oluşturuyor. Çünkü halk arasında yanlış bir görüş hakim.Biz öylesine kendimizi  şartlandır mışız ki;din deyince akla, hemen baskı mekanizması getiriliyor. Oysa esnek olan dinimizi katı kalıplara sokmamız sıkıntıya neden oluyor. Mezhepler konusunda mesela; beni tek bir mezhebe sığdırma dinin emri değil, dini eksik anlayanların dayatması. Dinin içinde olduktan sonra neden ben kolayıma ve bana uygun olanı seçmeyeyim.

Soru: Herhangi bir mezhebe tabi olmak dinen gerekli mi?

Mezhep kelime anlamı itibariyle takip edilen yol demektir.

( Din açısından ise, müctehid sıfatını kazanmış bir islam aliminin kapalı veya kesin olmayan (zanni) ayet ve hadisleri islamın temel prensiblerine zıt gelmeyecek şekide yorumlayarak çözüm getirmesine denir.)
( Bir anlamda dini yaşama kurallarının öğretisi denilebilir.)

Şöyle diyelim zorunlu eğitim kaç yıl?8 yıl değil mi? Hukuken çocuklarımıza bu eğitimi vermek zorundayız. Türk vatandaşı olan herkes 8 yıl eğitim öğretim almak zorunda. Ama size kimse gidip şu isimli okula kayıt yaptırmalısınız diyemez değil mi? kimisi özel, kimisi sınavlı, kimisi normal bir okula gidebilir. Bu sizin tercihinize kalmış bir şey.Mezheplerde de sadece bir konu hariç benzer durum var. Müslümanım dinimi öğrenmek için islam alimlerinin görüşlerine uymam gerekiyor. Bunun adı Hanefi’dir, Şafi’dir, Maliki’dir,Hambeli’dir. Bunları 4 e indirdik..Ama sayıları çok daha farklı idi.Siyasi, ekonomik, toplumsal gibi daha bir çok etken mezheplerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Neticede hepsi bir amaca hizmet ediyor. Dini anlamda bir takım gruplara ayrılmak ve aralarında düşmanlık yapmak dine terstir. Çünkü din bir ağaçtır mezhepler de o ağacın dalları. Aslında bu konuştuğumuz konunun pratikte bir uygulaması yok. Fazla sıkıntı da çıkmıyor. Düşünsel anlamda tartışıyoruz.. İbadet ve muamelatla ilgili. İnançla ilgili sıkıntı yok..


YAŞAR GEDİKLİ

(ALLAH RAHMET ETSİN, MEKANI CENNET OLSUN İNŞAALLAH. RUHUNA FATİHA OKUMAYI UNUTMAYALIM LÜTFEN)

31 Ekim 2012 Çarşamba

Çanakkale 1915 Filminden İzlenimler






Bayramın 3. günü eşim, büyük kızım ve ben birlikte daha önce bloğumda tanıtımını yayınladığım ve görülmesi gerekli diye tavsiyede bulunduğum “ Çanakkale 1915” isimli filme gittik.                                                                           
Bayram ve tatil oluşu sebebiyle evden çıkmak pek kolay olmadı. Ani bir kararla çıktık ve kendimizi sinemada   bulduk,   14.45 seansına girdik. Film başladı. Önceden film hakkında  ön bilgim olduğu için daha büyük bir heyecan ve merakla izlemeye başladım..                                         

Kanaatimce, eksiklerine rağmen izlenmeye değer bir film olmuş. Kısa kısa kareler halinde bir çok şey   güzel anlatılmış.. Emeği geçenleri kutluyorum. Filmdeki her şey gerçeklerle uyum içinde ve kronolojiye uygun yapılmış. Birlik ve beraberlik mesajı çok güzel verilmiş. Dostluk, yardımlaşma,dayanışma sorumluluk,göreve sebat,komutan- asker dayanışması gibi güzel hasletler filmde çok başarılı bir şekilde yansıtılmış.Tüm bu güzel özelliklere sahip milletimizin yokluk ve imkansızlıkların tavan yaptığı bir dönemde; top yekün, emsali görülmemiş  azim, sebat, sabır  ve kararlılıkla kazandığı  bir savaş  ve  bağımsızlık mücadelesine karşın; şimdi, o zorluklarla elde tutulan toprakların  birilerine peşkeş çekilmeye çalışılması,kendi özgürlük ve bağımsızlık bayramını kutlamasının polis gücü ile engellenmeye çalışılması,terörist muamelesine maruz kalması gibi olaylar yaşıyor olması, geldiğimiz noktayı göstermek açısından,  İnsana nerden nereye  dedirten bir film olmuş. Çok etkilendiğimiz duygulanıp ağladığımız  sahneler vardı.Kısaca bir örnek; askerimizin yaralı, güçsüz yardım isteyen bir anzak askerine, ölümü göze alarak yardım etmesi, bu durum o askerin şivesel konuşması, izleyiciyi hem güldürdü hem düşünmesine neden oldu.Filmde zaman zaman,benzer karelere yer verilmiş.
Çanakkale bu! bir Milletin diriliş, yeniden doğuş destanı. Orada yaşananlar elbette bir kaç saatle, bir kaç sahneyle sınırlandırılacak kadar basit değil... Ancak bir çok şeyi anlamamız ve o ruhu tekrar canlandırmamız adına bu tür filmlerin dizilerin yapılması sağlanmalı. Bizlerin  de bu film ve dizleri kaçırmaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü düşman dün ne ise, bu günde aynı düşüncede.  Bizim onlara bakışımızla onların bize bakışı kıyas bile  edilemez. Bizde insan değerlidir, düşman bile olsa, yaralı ise, savunmasız ise aciz ise kurşun sıkılmaz.Benzer bir duruma yeni yakın şahit olmadık mı? Esir alınan elleri bağlı bir pkklıya TÜRK askerinin kendi eliyle bir şeyler yedirmesi, sigara içirmesi gibi...internette, tv de yayınlandı. Bu özellik sadece biz Türklere has bir özellik..Bu özelliğimiz filmde çok duygulu sahnelerle gayet  güzel işlenmiş.  
Filmde ayrıca türkü, ilahi, marşlar, toplu dua edilmesi, toplu namaz kılınması  gibi dini motiflerin işlenmesi, bu savaşın Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının yüksek askeri dehası ve  savaş  stratejisinin yanında yüreklerinde ki, vatan sevgisi  ve imanın da çok etkili olduğu mesajı da verilmiş.
Kısa bir eleştiri birincisi, Mustafa Kemal rolünü oynayan oyuncu bana göre rolünün hakkını verememiş.  Oyuncu rolünü gereği gibi yansıtamayınca, bu filmde sanki, M.K  Atatürk  pasif olduğu izlenimi vermiş.Diğer taraftan, kolay değil elbet Atatürk gibi bir dehayı canlandırmak...
Ayrıca bir diğer eleştirim; filmin sonunda  savaşın bitiminde; onca zorluğa karşı kazanılan zaferin coşkuyla  kutlanması ve o coşkunun seyirciye yansıtılması gerekirdi diye düşünüyorum.
Film hakkında anlatacak çok şey var..Ancak daha fazla konuşmaktan öte izlemenizi tavsiye ediyorum. İnanıyorum ki, filmi izledikten sonra sizde bir kez daha Türk olmaktan onur ve gurur duyacaksınız. Tıpkı benim duyduğum gibi..
Hanife Mert

29 Ekim 2012 Pazartesi

CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN..



Türk Milleti milli ve manevi değerleri ile bir bütündür..En güzel örneğini de bu yıl yaşadık. Maneviyatımızın göstergesi olarak kutladığımız kurban bayramımızın hemen ertesinde, bağımsızlığımızın göstergesi olarak da Cumhuriyetimizin 89. yılını kutluyoruz.O coşkuyu yaşamak ve yaşatmak hepimizin görevi.Çünkü  bu vatanın her karış toprağı, atalarımızın yoksulluk ve yoksunluk içerisinde, yaşlısı genci, çocuğu, zengini , fakiri, askeri sivili tek bir bilek tek bir vücut halinde her şeylerinden vaz geçip  tüm varlığını bu vatana feda etmeleri, bize  sahip olduğumuz huzur ve güveni sağlıyor... Bizde onların torunları olarak emanet edilen bu vatana her şeyimizle sahip çıkarak bir nebzede olsa  vefa borcumuzu ödemeliyiz. Ülkemizin zor durumdan geçtiği şu günlerde birbirimize  her zamankinden daha fazla kenetlenmeli, aramıza nifak tohumları sokanlara izin vermeden bu güzel  Cumhuriyetimize kavuşmamızın 89. yıl dönümünü  aynı coşku ve mutlulukla kutlamalıyız..Herkese kutlu olsun.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.
Hanife Mert

26 Ekim 2012 Cuma

Bayram Yetimi...






Bir bayram sabahıydı... Bayram namazını müteakip evlerine neşeyle dağılan insanların arasındaydı Efendimiz (sav)... Kimi eliyle selam veriyor, kimi omzuna dokunup durduruyor, kimi elini öpüp sarılıyordu... Yollara küçük 
ikramlar sermiş olan bazıları, "buyurun, buyurun" diyerek hurmaya, süte, ekmeğe davet ediyordu mescitten çıkan bayram cemaatini... Çocuklar, neşeyle çığlık atan küçük kırlangıçlar gibi bir o yana bir bu yana koşuşarak oyunlar 
yapıyordu kendi aralarında... Bayram, en çok onlar içindi ve en çok onlara geliyordu sanki... Birbirlerinin ensesine dokunup koşuşmaya başlıyorlardı... 
Ya da yerdeki bir hurma çekirdeğini en önce kim kapacak oyununu başlatıp yerlerde yuvarlanmaya... 
Mescidin hemen dışında bırakmışlardı dal parçalarını. Namaz biter bitmez elleri değince, bir anda dal parçası kişneyen bir ata dönüşüyor, üzerine binmiş bu küçük süvarileri meydanlarda koşturmaya girişiyordu. Haydi dehh... dehhh... Çocuk süvariler, anında bir meydan açıyor, hemen birbirleriyle buluşup yeni bir oyun  kuruyordu... Gelen geçen bu şen şakrak çocuk topluluğuna ve yaramazlıklarına, sevinçle, gülerek bakıyor, bazı hamiyet 
sahibi olanlarsa başlarından aşağı şekerler saçıyordu bayramın ilk saatlerinde... Biri hariç... Gerçi o da içindeki çocuğu yine içindeki hayali  atına bindirmiş, için için koşuşuyordu ama... Anası da yoktu babası da... 
Ayakları onu, kendi çağdaşlarının arasına, oyun  meydanlarından birine sürüklemişti gayri ihtiyari ama... Çemberin dışında, yere çöktü, dizlerine dayadığı elleri arasına aldı başını... Arkadaşlarını seyrediyordu... Hurma çekirdeğini yakalamak için yerlerde yuvarlanan arkadaşlarıyla bazen o da heyecanlanıyor, içinden kendi yerine tuttuğu çocuğa "hadi, hadi yakala!" diye tezahüratlar yapıyor, ama hemen ardından da kendi yoksunluğuna çarparak gözleri yaşarıyordu... O, bir hurma çekirdeğinin peşinden koşacak kadar kaygusuz olamazdı ki; o bir yetimdi... 

Gelen bayram sabahı da olsa, o, bu bayrama bir türlü ellerini değdiremiyordu. Derken kalabalığı yara yara evine doğru ilerleyen Sevgili Efendimiz (sav)?in yolu da düştü bu çocuk oyunun civarına... Hemen yolunu oyun mahalline çevirerek, adeti üzere çocukların halini hatırını sormaya 
yöneldi Efendimiz (sav)... Önce gözlerinde güller açtı, "cennet kokusudur" dediği çocukların sevinçli çığlığı her şeye bedeldi onun için... Başıyla selam vererek, oyunu bozmayıp devam etmeleri manasında bir müddet onları seyretti... Cebinden çıkarttığı şekerleri yükseğe fırlatarak "haydi yağma, yağma!" deyip, oyunu hızlandırdı... 
Çocuklar naralar atarak iyice coştular... Tam bu anda... Vücuduyla dönerek, çemberin dışında yere çömelmiş diğerlerini seyreden mahzun çocuğu keşfetti Efendimiz (sav)... Kalbinden vurulmuştu onu öyle mahzun haliyle görünce... "Evladım" dedi, "Sen niçin oynamıyorsun??... 

Çocuk, üstü başı hırpani, bakımsız haline çeki düzen vermeye çalışarak hemen ayağa fırladı, elini öptü Efendimiz'in, "Efendim" dedi başını öne eğerek, *"Ben 
yetimim..."Bir anda bütün Medine yerden havalanarak, olanca ağırlığıyla Efendimiz (sav)'in omuzlarına bindi sanki... Bayramın bir türlü gelmediği, gelemediği 
şu küçük kuzuya bakarak, gözleri yaşardı Kainatın Efendisi'nin (sav)... Bütün salıncaklar durdu, bütün dal parçasından yapılma atlar kişnemelerini kestiler, bütün serçeleri şehrin nefeslerini tuttular, şekerler eridi, sular 
kırıldı, rüzgar zınk diye durdu... Yer gök şahitti, yer gök kulak kesildi... 
"Ben de yetimim" dediğinde Efendimiz, içindeki suskun çocukluğu konuşuyordu sanki... O anda iki yetimdiler...* Oyun çemberinin dışındaydılar... Elini uzattı ağlayan gözlü küçüğe... *"Ben baban, Aişe annen, Hasan ve Hüseyin de 
kardeşlerin olsun mu??" dedi canın ta içinden... 

Ağlayan gözlü çocuk başını bu eski yetime kaldırarak, "Olsun" dedi... Olsun deyince, bir anda rüzgar koşmaya, serçeler kaldıkları yerden ötmeye, şekerler zıplamaya, sular çırpınmaya, dal parçasından yapılma taylar 
kişnemeye başladı... Efendimiz (sav) çocuğu evine götürdü, onu baştan aşağı giydirdi, yüzünü, saçlarını yıkadı... Doğru bayram yerine fırlayan küçük yetim, hurma çekirdeği yakalama yarışmasına karıştı... "Ne oldu sana?" 
deyince arkadaşları, çocuk "Hiç.." dedi... "Resûlullah babam, Aişe annem, Hasan ve Hüseyin kardeşlerim oldu, bugün bana bayram geldi" dedi... 

Bayram günleri kapımı çalan, sarıldığım her çocukta, sarılamadıklarım geldi aklıma... Sokağımda,şehrimde, ülkemde, dünyada kaç çocuk var kim bilir sarılmayı  bekleyen... Bayramı bekleyen... Oyuna alınmayı 
bekleyen... 


alıntı
Tüm  dostlarımın mübarek Kurban Bayramını en samimi dileklerimle kutluyor; mutlu, huzurlu bir bayram geçirmelerini diliyorum..

Cennet herkese yetecek kadar geniştir ..

Birbirimize önyargıyla bakmaktan, kıyasıya eleştirmekten bir türlü kurtulamıyoruz.
Hıristiyan ve Yahudi dünyasıyla diyalog yollarını ararken, kendi insanımızla diyaloğun bütün yollarını tıkıyoruz.
Yabancıya karşı gösterdiğimiz sevecenliği, yerli insanımıza gösteremiyoruz. Ruh dünyamızın arka bahçesine kazdığımız siperlerden birbirimizin açığını, gediğini, eksiğini, tökezlenmesini gözetleyip duruyoruz: Bir düşse de çiğneyip geçsem. Hatta ezip külünü sağa sola savursam. Kollarımızı kavuşturmuş böylece bekliyoruz.
Siyaset dünyamız üslubunu ağırlaştırıyor, medyamızda birçok yazar burnundan kıl aldırmıyor, ilahiyatçılarımız ufak bir fetva çevresinde tozu dumana katıyor, sokaktaki insanımız birbirine -yakın tanıdığı olmazsa- Allah'ın selamım büe çok görüyor. Zengin fakirin farkında değil -istisnalar kaideyi bozmuyor tabu ki- fakir sürekli serzenişte bulunuyor ve onlar da çok haksız sayılmaz.
Bu yazımızda, hoşgörüsüzlüğün medya basamağından birazcık olsun bahsetmek istiyorum.
Medyamızın iki değerli yazarının umreye gidecekleri duyurulmuştu. Benim için güzel bir haberdi bu.
Oraları gören ve iyi bilen bir insan olarak bu iki kardeşimizin oralardan manen faydalanarak, bilgilenerek döneceğini düşündüğüm için hoş bir haber olarak karşıladım.
Ama medyada öyle yankılanmalar oldu ki, oturup ciddi ciddi düşünme ihtiyacı hissettim. Bazı yazılarda ve yazarların kaleminde niyet okumalar gördüm. Kimisi dönüşte sakal önerdi, kimisi terlik giymelerini! Peki, bu tavır doğru mu? Faydalı mı? Anlamlı mı? Sanmıyorum
Sadece biz ibadet yapabiliriz, bizim niyetimiz iyi, umreye de hacca da biz -ama sadece biz- gitmeliyiz anlayışı İslami midir? İnsanımızın niyetlerini sadece Yüce Allah bilir. İnsanı en makul ibadetten bile soğutacak anlayışla yazı yazmanın, alay etmenin, rövanş almanın kime, ne faydası var? Bugüne kadar ne faydası oldu bu tavrın? Bence hiç. Koca ve bomboş bir hiç.
Yine bazı yazılarına katılmadığım bir hanımefendi yazar; "Ezan sesi yükselmeyen bir ülkede yaşamak istemem. Seviyorum ezan sesini. İçimi huzur kaplıyor, hatta bazen ağlama isteği geliyor" tarzında cümleler kurmuş. Ne kadar anlamlı sözler. Bu sözler alkışlanmaz da ne yapılır? Bu sözlerin ardında bir "bit yeniği" aramanın faydası var mı? Veya bu cümleleri yazanın hayat tarzı, varsayalım bize aykırı veya katılmadığımız yazıları var diye anlamsız mı sayacağız? Hayır. Bence bin defa hayır. Her anlamlı tavrı, her güzel ve temiz sözü hakikatin bir beyanı sayıp arkasında durmalıyız. Doğru olan budur çünkü.
Başka bir hanımefendi yazarın, medya kuruluşlarında namaz kılmak isteyenler için bir odayı mescit olarak kullanma talebi de böyle değerlendirilmelidir. Ama hayır, biz henüz bu olgunlukta değiliz maalesef. Her teklifte bir bit yeniği ararız ya. Bir kesimimiz diğer kesimden gelecek her türlü makul teklife karşı savaş zırhlarımızı giyiniverir hemen. Bu anlayıştan sıyrılmanın zamanı geliyor artık.
Daha olgun davranmalıyız. Kardeşliğimizi, sabrımızı, sevecenliğimizi, sağduyumuzu hırpalayacak tavırlara prim vermemeliyiz. Fitneye ve şerre siper olmalıyız. Doğrunun ve güzelin yanında olmalıyız. Namaz veya ezan sadece bir kısmımızın değil, herkesin sahiplenebileceği bir değerdir. Bunu böyle kabul etmeliyiz. Umre veya hacca gitmek bir kısmımızın değil herkesin hakkıdır. Kimsenin elinden, dilinden, kalbinden bu hassasiyetleri alamayız. Kimseye böyle bir yetki verilmemiştir. Ne İslam, ne Kur'ân-ı Kerim ve ne de Hz. Muhammed (sav) kimsenin tekelinde olamaz. Onlar herkesindir. Herkes onlara aidiyetini rahatça ilan edebilmeli. Kimse de bunu teraziye koyma becerisini göstermemeli. Herkes hayatının her döneminin hesabını verebilmeli. Ama herkes.
Bırakınız insanları niyetlerine göre sadece Yüce Allah sorgulasın. Onu da burada değil, öteki âlemde yapacaktır.
Hz. Peygamber (sav) bir seferinde anlatır: Beni İsrail'de İslam'dan önce günahkâr bir adam vardı. Çok günah işlemişti. Nihayet ölüm vakti gelince çocuklarına dedi ki: "Ben ölünce beni yakın ve küllerimi havaya savurun, yok olup gideyim." Dediler ki, "Neden böyle yapalım?" Dedi ki, "Günahlarımdan dolayı Allah'tan utanıyorum. O'nun huzuruna çıkamam. Yok olayım da, savrulup gideyim belki Allah beni affeder." Ve bu hassasiyetinden dolayı Allah onu affetti.
Bir bardağı yapmak zordur. Kırmak ise kolaydır. İnsanı kırmak da buna benzer. Kalbi kırmak kolaydır ama o kalbi onarmak zordur. Sevmeyi ve hoş görmeyi beceremiyorsak da, nefretle bakmamayı beceremez miyiz? Doğru ve güzel olan sözü alkışlayamaz mıyız? İman ve ibadet lütfunu başkasıyla paylaşamaz mıyız?
Merak etmeyiniz, cennet herkese yetecek kadar geniştir.
Prof. Dr. Nihat HATİPOĞLU 

23 Ekim 2012 Salı

İyi ki Varsınız!!!


Bazen zordur yaşamak…
Nefes almak bile güç gelir insana.
Bir kuşun kanadına takılıp gitmek istersin uzaklara…
Bazen güzel bir söz tutar seni ayakta!
Bir sırdaşının sıcak gülümsemesi bağlar insanı hayata 
birde iki kelime kalır dudaklarında:
İyi ki varsın hayatımda...der

“İyi ki varsınız”..

Gönül..




Bilmeyen ne bilsin seni, gamlanma deli gönül..
Gönülden anlamayana, bağlanma, deli gönül.
İçin tatlı, özlü yemiş, kıırıldıkça ballanır.
Sende ki seni koyup, avlanma, deli gönül..

Bu görünen ben değilim, ben ben dediğim nedir?
Dilimle söz söyleyen, sözü söyleten midir?
Baştan ayağa gömleksem, içimdeki ben midir?
Sureti ben sanıpta, avlanma deli gönül..

Sinenin içindekine aldanıp, gönül sanma..
Varacağın o menzili; tesbih, seccade, sanma..
Attığın üç, beş adımla, yollar tükendi sanma!
Yolların başındayken, sallanma, deli gönül..

Padişaha vasıl olan, elbet olur padişah..
Sırların sırrı onda "Lailahe illallah".
Görmeyerek yol yürüyen "bela bulur" ahu vah..
Sarayda vahdet vardır, canlanma deli gönül !

Hz. Mevlana.

Biraz da Müzik..Değme Felek. Sabahat Akkiraz



Not: Fon müziğini kapatmayı unutmayalım lütfen..:)



Bugün benim efkarım var zarım var
Değme felek değme telime benim
Gül yüzlü cananı elden aldırdım
Ecel oku değdi gülüme benim
Değme felek değme telime benim
Lokman Hekim gelse sarmaz yarayı
Hilebaz dostunan açtık arayı
Ne köşkümü koydu ne de sarayı
Baykuşlar tünedi dalıma benim
Değme felek değme telime benim
Özlemi’yem başım dumanlı dağlar
Gözlerim yaşlı da içim kan ağlar
Güz ayları geldi bozuldu bağlar
Hazan yeli değdi gülüme benim
Değme felek değme telime benim
Aşık Özlemi
Amasya






                              AŞIK ÖZLEMİ KİMDİR? 
Asıl adı Muammer Badem olan Aşık Özlemi, Amasya Gümüşhacıköy ilçesinin,İmirler köyünde 1957 yılında doğmuştur. ilk ustalarının Aşık Barani ve Şekip Şahatoğlu olduğunu söyleyen Özlemi'nin birçok eseri vardır. değme felek, deli gönül ve vay başıma gelene bak en tanınmış eserleridir.
değme felek adlı eseri sabahat akkiraz gibi büyük sanatçılar tarafından kasetlerine alınmıştır.
ozan, 1977 yılında plak çıkarmıştır. aşık özlemi halen gümüşhacıköy belediyesi'nde çalışmaktadır.

kaynak: www.gumushacikoy.org

20 Ekim 2012 Cumartesi

Mutluluk küçük ayrıntılarda gizlidir!


Mutlu olmanın yolu aslında kendini keşfetmekten geçer. Kendini tanıdıkça ve olumsuzluklarını olumluya dönüştürdükçe mutlu olur insan. Maddi unsurlarla yani parasal kaynaklı unsurlarla kendini mutlu edeceğini düşünenler yanılır. Çünkü maddi kazanımlı mutluluklar anlıktır ve geçici bir mutluluktur. Bir süre sonra sıkıcı bir ayrıntıdan öteye gitmez.

Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikayetleşmeye döner. Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler :
'Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında. Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız. Sunu bir düşünün: Hayat kahvedir. Is, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayati tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yasadığımız hayatin kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de. Bazen sadece bardağa odaklanarak Tanrının sunduğu kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz. Kahvenizin tadına varın! 
En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.

Bizler  de bu hikayede ki gibi hayatlar yaşıyoruz ve mutluluklarımızın sadece görüntülerle biçimlendiğini sanıyoruz. Oysa unutuyoruz ki; paket ne kadar büyük ve görkemliyse genellikle içi o kadar küçük ve değersizdir. Hayatımızda yer eden her şeyi maddi bir değerle ölçüyor, her insana bir etiket yapıştırıyoruz. Son yılların iletişim ve teknoloji çılgınlığı, televizyonların ışıltılı dünyası da bizim maddeciliğimize çanak tutuyor. Biz daha iyisinin, en pahalı olanda olduğunu zannediyor, Pahalı en iyi son moda olan ne varsa alıyoruz, ve doymak bilmiyoruz.. 
Farkında mısınız hep bir tarafımız aç. Giderek hep tatminsiz, mutsuz ve yalnız insancıklar olduk. Biz küçüldükçe faturalarımız büyüdü, borçlarımız kabardı ama biz hala küçücüğüz, büyüyemedik. Büyütmedi bizi akıttığımız milyonlar ve büyütmedi pahalı edindiğimiz o şeyler. Hepsi sadece hırsımızı,ve yalnızlığımızı çoğalttı.İnsanlığımızı, dostluğumuzu, dostlarımızı kaybettirdi. Dolayısıyla İnsanın kazandığı paranın değil, paranın kazandığı insanların değeri arttı…
Hanife MERT

19 Ekim 2012 Cuma

Hayırlı Cumalar.. Hadis..


Adaleti çiğneyen devlet adamlarını,
Cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır ..

Hz. Muhammed (s.a.v)

18 Ekim 2012 Perşembe

Sinema..Çanakkale 1915


Balkan Savaşı’ndan yenik ayrılan bir milletin silkinerek ayağa kalkışının, dirilişi ruhunun hikayesi. Rusya’ya yardım etmek ve İstanbul’u işgal etmek amacıyla Çanakkale’ye tarihin gördüğü en büyük donanmalardan biriyle saldıran Müttefik Kuvvetler’in, hiçbir silahın yurt sevgisinden daha güçlü olmadığını anladıkları, Mustafa Kemal Paşa’nın, Bigalı Mehmet Çavuş’un, Seyit Onbaşı’nın ve daha birçok is
imsiz kahramanın destansı hikayeleriyle ulaşılan zaferin öyküsü “Çanakkale 1915″

18 Ekim’de vizyona girecek olan ve merakla beklenen, yılın en büyük yapımlarından “Çanakkale 1915”in fragmanı yayında.


Filmin senaryosu Çılgın Türkler, Diriliş ve Cumhuriyet’ kitaplarının yazarı Turgut Özakman tarafından kaleme alındı. Türk milletinin diriliş hikayesini anlatan Çanakkale 1915′in teaser fragmanı da savaşta canla başla yer alan erlerin gözünden bir bakışla karşınızda.


Yeşim Sezgin’in yönetmenliğini yaptığı filmin görsel efektlerini, ‘Fetih 1453’ filminin dijital efekt uzmanı Serkan Zelzele hazırladı.


Haftaya 2.teaser fragmanı da yayınlanacak olan film, destansı anlatımı ile daha ilk görüntüleriyle dahi göz dolduruyor.

Genelkurmay’ın danışmalığıyla çekildi
Filmin en güvenilir noktası Genelkurmay danışmanlığıyla çekiliyor olması. Genelkurmay Başkanlığı’nın aldığı izinle film, Çanakkale’deki gerçek tabyalarda çekildi.
Filmin görsel efektlerini, “Fetih 1453” filmi ve Hollywood’da yaptığı filmlerle adını duyuran, dijital efekt uzmanı Serkan Zelzele hazırladı.

Filmde 2 bin Türk ve Anzak asker kostümü dikildi. 3 bini aşkın köylü ve sivil kostümü hazırlandı. 00 Türk mavzeri, 250 İngiliz, 250 Anzak tüfeği yapıldı. Bu silahların orijinalleri de Genelkurmay desteğiyle temin edilerek kullanıldı. Tüm askeri figürasyona ve oyunculara Genelkurmay Başkanlığı’ndan alınan danışman askerler tarafından eğitim verildi.

Bigalı Askerlik Şubesi restore edilip dönemin mimarisi ve görünümüne uygun hale getirildi.

Turgut Özakman: Çanakkale’yi çok doğru işleyen bir film


‘Diriliş’ adlı romanından uyarlanan “Çanakkale 1915”in senaryosunu da yazan Turgut Özakman, film için şöyle konuştu: “O dönem, deniz savaşlarıyla birlikte, birebir canlandırılıyor. Çanakkale’yi bir bütün olarak işleyen, doğru işleyen, Çanakkale ruhunu, dirilişi anlatan bir film oldu. Ben yazdım diye değil, hakikaten yapımcının, oyuncuların, tüm emeği geçenlerin emeğini korumak için söylüyorum.”


Hani uzunca zamandır “bizim tarihimiz, bizim senaryomuz her şeyimiz var da çeken yok” diyorduk ya, Turgut Özakman gibi bir kaynaktan, devlet askerinin bizzat desteğiyle ve en iyi dijital efektlerle bir tanesi daha karşımıza çıkıyor. Çokça eleştirilen Fetih1453′ten sonra çıtayı bir kere daha yükselteceğiz gibi duruyor.

Sanırım yayına girmiş.. Mutlaka izlenmesi gereken bir film diye düşünüyorum... Hele de gençlerimizin özellikle izlemesi çok gerekli..Ben merak ettim.
Kaynak:
www.hurriyet.com

17 Ekim 2012 Çarşamba

HAYATIN İÇİNDEN SATIR ARALARI ( YAŞAR HOCAM İLE DİNİ SOHBET)

Fotoğraf: YAŞAR GEDİKLİ HOCAM İLE DİNİ SOHBET..
… Ben  klasik anlamda,  İslam dinini   belli   bir döneme has kılıp, o şekli aynen ruhsuz olarak günümüze taşımanın  yanlış olduğunu  düşünüyorum . Özünü   ve  ruhunu kavrayıp, günümüze taşımak lazım. Eğer Kur’an,  bu gün peygamber (s.a.v)’e  gelseydi nasıl olurdu? sorusunun cevabını  iyi kavramak lazım .Çünkü dinimiz evrensel bir din ve kıyamete kadar devam edecek olan  bir dindir. Eğer onu iyi anlamlandıramaz ve anlatamazsak o zaman, dinde Samimi olmayanlar tarafından gerici, çağ dışı olarak nitelendirilir… Oysa tam tersi, Kur’an tüm çağları kapsamaktadır.  Bu da Kur’anı doğru  ve zamana uygun okumak ve anlatmakla mümkün..Kendisi zaten bunu istiyor. Hangi konu olursa olsun aslında peygamber dönemine gidersek işler hallolur.Ama peygamber dönemini bırakıp da  Emeviler, Abbasiler ve daha sonraki dönemlere takılırsak sıkıntı başlar.. Ana kaynak Kur’an ve sahih hadisler ışığında olmalı.

YAŞAR GEDİKLİ- ALLAH RAHMET ETSİN...(FATİHA)
Ben klasik anlamda, İslam dinini belli bir döneme has kılıp,o şekli aynen ruhsuz olarak günümüze taşımanın yanlış olduğunu düşünüyorum . Özünü ve ruhunu kavrayıp, günümüze taşımak lazım. Eğer Kur’an, bu gün peygamber (s.a.v)’e gelseydi nasıl olurdu? sorusunun cevabını iyi kavramak lazım .Çünkü dinimiz evrensel bir din ve kıyamete kadar devam edecek olan bir dindir. Eğer onu iyi anlamlandıramaz ve anlatamazsak o zaman, dinde Samimi olmayanlar tarafından gerici, çağ dışı olarak nitelendirilir… Oysa tam tersi, Kur’an tüm çağları kapsamaktadır. Bu da Kur’anı doğru ve zamana uygun okumak ve anlatmakla mümkün..Kendisi zaten bunu istiyor. Hangi konu olursa olsun aslında peygamber dönemine gidersek işler hallolur.Ama peygamber dönemini bırakıp da Emeviler, Abbasiler ve daha sonraki dönemlere takılırsak sıkıntı başlar.. Ana kaynak Kur’an ve sahih hadisler ışığında olmalı.

YAŞAR GEDİKLİ- ALLAH RAHMET ETSİN...(FATİHA LÜTFEN)

13 Ekim 2012 Cumartesi

Üç Günlük Dünya!!



“Geçmişimizi bu güne taşıdığımız sürece, bu gün yeni bir gün olmuyor. Geçmişin yükünden kurtulamadığımızda, her sabah yeni bir güne değil, düne uyanıyoruz…”

  Üç günlük dünya deyimi; kimine göre “aman sen de, takma kafana her şeyi” düşüncesi ile dünyaya karşı bir boş vermişlik havası estirirken, kimine göre ise tam tersi “artık kafana taksan iyi olur, ömür sermayesi azaldı kendine çeki düzen ver” anlamında bir uyarı olarak algılanır..
  Üç gün dediğimiz dünya; dün,”geçmişimiz” bu gün, “yaşadığımız an” ve yarın “geleceğimiz” den oluşmaktadır. Dün geçti, iyisi ile kötüsü ile yaşandı ve bitti. Bu gün hali hazırda yaşanıyor. Yarın henüz gelmedi bilmiyoruz. Yarın hakkında konuşmak çok gerçekçi olmasa gerek. Çünkü yarın belirsiz ve sınırsızdır.
  Öyleyse dün geçti, yarının geleceği belli değil, bu günün kıymetini bilmeli insan. Çünkü bu günden geçen her dakika düne dahil olurken, aynı esnada gelecekle ilgili planlar peşinde koşmak da bize kaç tane bu gün kaçırtıyor bir bilseniz… Gitti mi gelmeyen bütün o anlarla geçmişi zenginleştirirken, keşkelerle dolu bir geleceğe de yatırım yapmış oluyoruz. Kötü anılarımız da iyi anılarımız da gelecek içinde kısa anlara dönüşürler. Örneğin günlerce okuduğumuz uzun bir kitabı, nasıl beş dakika içerisinde anlatabiliyorsak geçmiş de geleceğimizin içinde kısa anlardan ibaret aktarılır, bir günden diğerine…
  Dünde yaşamak ve bu güne dünden kalma şeylerle uyanmak, bu günden çok şey kaybettirir.Bu günün pırıl pırıl bir güne başlamanı engelleyenin; beklemediğin bir söze muhatap olman, uzun mücadelenin sonunda elde edemediğin bir başarı,zihninden atamadığın keşkeler, eşinle, çocuklarınla sağlayamadığın bir düzen,sahip olamadığın ev, araba, yazlık gibi insanı kısa süreli mutlu eden şeylerin olması... Sebep her ne olursa olsun dünü dünde bırakmak bu güne yeni umutlarla, isteklerle uyanmak gönlünü, sevgini insanlara, doğaya, bir kuşa, bir kediye, köpeğe sunarak başlamak ve devamını da getirmek hem kendimizi hem etrafımızda bizimle birlikte hayat yolculuğunda yol alan yol arkadaşlarımızı da mutlu huzurlu hissettirecektir. Bu silsile artarak çoğalacak ve yaşamın gayesini anlamak ve doğru anlamlandırmış bir vaziyette hayattan zevk alarak, sen de sana sunulan bu dünya sofrasında payına düşeni sunmuş olmanın huzurunu duyarsın.
   Kaldı ki, unutulmaması gereken; dünü değiştirmek gibi bir şansımızın olmadığıdır. Yaşanan bir olayı da tekrar yaşamak ya da, yaşanmamış saymak gibi bir lüksümüz de yoktur. Hal böyle iken neden ısrarla bu günde dün yaşanır ki? Dünü yaşamaya devam etmek, insanın psikolojisi üzerinde de olumsuz etkilere sebep olur. Nasıl ki, elinizin üzerini sürekli kaşırsanız, kaşınan yerdeki cilt tahriş olur, kızarmaya başlar ve bir müddet sonra yaraya çevirir.İişte geçmişte yaşanan olayların üzerini sürekli kaşımak da tıpkı elimizde açılan yara gibi, yüreğimizde, ruhumuzda tedavisi mümkün olmayan derin yaraların açılmasına neden olabilir...
  Peki düne hiç mi dönmeyeceğiz? Elbette döneceğiz, çünkü bir anlamda dünümüz geçmişimiz ve tecrübelerimizdir . Bu günümüze ve yarınımıza ışık tutan yaşanmışlıklarımız olarak kalmalı. Bu güne, taşıma gayesi, sadece dünden kalan deneyimlerimizi yeni bir günle birleştirerek hayatı güzelleştirmek, yapılan yanlışlardan ders almak olmalı.
   Kimi de gelecekte ne yaşayacağını bilmemesine rağmen, dün ve bu günden kalma yaşanmışlıklarına bakarak, hayalinde canlandırdığı, umut ettiği yaşayıp yaşayamayacağı belli olmayan bir konu hakkında endişelenerek bu gününü mutsuz etmek pahasına asıl gününü yaşamaktan kendini alıkoyar. Örneğin bir öğrenci başarısız olduğu bir dersten olumsuz etkilenerek artık o derste başarıyı asla yakalayamayacağı düşüncesi ile umudunu kaybedip, kendisini mutsuz ederek, tıpkı geçmişine takılıp günü kaçıranlar gibi, geleceğine takılıp da bu gününü yaşamaktan kendini mahrum eder.
   Şöyle bir hikaye anlatılır, köyün birinde bir aile akşam yemeğinde sofraya otururlar. Evin hanımı sofraya suyun getirilmediğini görür ve kızını kuyuya su çekmesi için gönderir. Aradan biraz zaman geçer suya giden kız gelmez. Hanım diğer kızını ablasına bakması için gönderir. Küçük kardeş kuyunun başına geldiğinde, ablasının ağladığını görür. Neden ağladığını sorduğunda; cevap ilginçtir. –Ben evlensem, çocuğum olsa ve burada oynarken bu kuyuya düşse ben nasıl dayanırım diye ağlamaktadır. Bu cevap üzerine iki kardeş kuyunun başında birlikte ağlamaya başlarlar. Sofrada su bekleyen aile kızlarının gelmemesi üzerine bu defa oğlunu gönderir. Oğlanda dönmez, bunun üzerine evin hanımı gider bakmaya o da dönmez. Artık evin beyi merak etmiştir giden dönmüyor. Kendisi gider ve bu defa gördüğü manzara karşısında şaşkındır. Evin hanımı çocukları ile birlikte kuyunun başında gelecekte olma ihtimali belki de hiç olmayacak bir olay için ağlamaktadırlar. Bu durum karşısında beyin cevabı . “Olsaydı ile bitseydiyi ekmişler HİÇ çıkmış” olmuş. Boş hayallerin peşinden gitmenin insana hiçbir şey kazandırmayacağını anlatmış.,
   İşte böyle, ne tamamen dünyaya boş vermişlik felsefesi ile yaklaşmak, ne de tüm enerjinizi geçmiş ve gelecek üzerinde yoğunlaşarak tüketmek yerine, hayata anlam katacak işlerle zamanı yaşamak, pozitif hale getirmek amaç olmalı. Keşkeler ve iyi düşün iyi olsun, umutla bak, akışına bırak sözlerin yanı sıra yaşadığın ana hayata da anlam katmak gerekir. Hayatın sesi kahkahaya, kokusu bir çiçeğe, görüntüsü masmavi bir gökyüzüne, tadı da lezzete dönüşmelidir. Çünkü şu üç günlük dünyanın en güzel günü sadece bugündür. Bugüne bir şeyler katmayı bırakıp, dün ve yarın için kaygılanmak, “artık” sizin olmayanla, “zaten” sizin olmayan için kaygılanmaktan başka ne olabilir ki?
   Şu üç günlük dünyada, en güzel günün kıymetini bilme zamanıdır şimdi… Sarılmak istediğinize sarılın; seviyorum demek istediğinizde tereddüt etmeyin; tanımadığınız insanlarla konuşmaktan korkmayın; güzel dileklerinizi insanlardan esirgemeyin; yolda yürürken sadece önünüze değil, gökyüzüne de bakın; nefes alırken gülümsemeyi unutmayın ve her zaman mutlu olup anı yaşayın…

Muhabbetle
Hanife Mert

























10 Ekim 2012 Çarşamba

Dua..

Say ki; sen bir kıyısın, gelip gidenler dalga.. 
kimi okşar, kimi vurur, kimi değer geçer. Kimine mest olursun o dalgaların, kimine sinir..Kimi zoruna gider, kimi hoşuna. 
De ki; Rabbim , şu deryanın sahibi sensin. 
O halde bana, şiddeti ve ziyareti ne şekilde olursa olsun dalgaları sevmeyi, fakat her birinin gelip geçiçi olduğunu unutmamayı nasip et. 
Zira dalga bazen bir kişi, bazen bir olay olur
da imtihan geliverir. İMTİHAN ..

O, seni olgunlaştırmak için Allah'ın lütfettiği bir ikramdır. Kimi zaman dostlarla, kimi zaman düşmanlarla imtihan edilirsin. 

Bazen kimsecikler olmazda kendi nefsinle imtihan edilirsin. 

Bazende çok sever sevdiklerinle imtihan edilirsin. 

Tüm imtihanları kazanabilmemiz duasıyLa..

5 Ekim 2012 Cuma

Cahil Cesareti!


Cahil kelime olarak; bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan yoksun olan  kimse olarak nitelendirilir.Cahil kimse  erdemli, doğru ve araştırıp öğrenmeyi  kendine ilke edinmiş, akıllı bilgili kimselerden uzak durur. Çünkü, kendini olduğundan daha fazla büyük  görme hastalığına tutulmuş, tevazudan  yoksundur. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Dediğim dedikçidir, yanıldığını asla kabul etmez. Çünkü o, etrafı ancak gördüğü gibi değerlendirir. Fazla detaya girmez. Ben bilirim, benim dediğim doğrudur zihniyetindedir,kendi düşüncesinde olmayanı ötekileştirir. Kitleleri birleştirmek yerine ayrıştırıcı politikalar üretir.  Eğitim almak ya da almamak bu kimselerin cehaletinin üzerinde olumlu rol oynamaz. Öyleleri vardır ki, mektep medrese görmüş, mürekkep yalamış ama kendini geliştirememiş yetiştirememiş cahil kalmıştır. Kimileri de vardır, okul yüzü görmemiştir ama kendisini en iyi şekilde eğitmiş hayata hazırlamış bilge kimseler kategorisine girmiştir.

Günlük yaşamımızda bu özelliklere sahip kimselerle,kimi zaman iş yerinde arkadaşımız, şefimiz, müdürümüz, patronumuz; sokağımızda, mahallemizde, sitemizde, apartmanımızda komşumuz,iş yaptırmak zorunda olduğumuz bir kurumda yardımına ihtiyaç duyduğumuz kurum çalışanı olarak karşılaşırız. Bu kimseler davranışlarıyla öylesine cahilce bir tutum sergiler ki;  işgal ettiği makam yer ve konum birbiriyle tamamen zıttır.

Hatta  tv de izlediğimiz düşünmeden cahilce söylemlerde bulunan bizi şaşırtan, adam nasıl bakan olmuş, ya da milletvekili, vali olmuş dediğimiz...
Bir İşgal ettiği makama, konumuna bir de hareketlerine bakarsınız! bu insan bu makama, bu duruma nasıl getirilmiş?  diye,  kendinize sorarsınız...
İlk bakıldığında kendilerinden kattıkları çok fazla bir nitelikleri olmamasına rağmen, hasbel kader sahip olduğu durumu kendi lehlerine çevirme de üstlerine yoktur. Cahilce tutumlarını kabul edilmez bulursunuz.. Her hareketlerinde düşünme, kontrol etme ,eğitim, bilgi gibi olgulardan uzak özgürce davranış sergilerler. Karşı tarafın bilgisi, eğitimi tecrübesi bu kimselerin gözünde önemsenmeye değer bulunmadığı gibi,aksine onları küçük düşürücü davranışlardan kaçınmazlar. 
 İki psikiyatri uzmanının, 10 yıl  önce ortaya attığı teoriye göre; 
"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."
Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli araştırmaların sonucunda  Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı: Buna göre;

“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!
Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur. 
‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.
Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçak gönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar..."
Bertrand Russel'in ifade ettiği gibi;
Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”

Şuan gerek ülkemizin ve gerekse içinde bulunduğumuz dünyanın yaşanılmaz hale getirilmesinin belki de en önemli nedeni, cahillerin akıllılardan daha özgür, küstahça hareket etmesidir... 
sevgi ve muhabbetle
Hanife Mert

3 Ekim 2012 Çarşamba

Akıl ve Zeka..(Yaşar Hocam'la Dini Sohbet)


Bir insanın zeki olması aklını kullanmasına bağlı. Hani Kur’anda da sık sık aklımızı kullanmamız ve akletmemiz istenir. Aklını kullanan insan da Rabbini tanıyan insandır. Neticede, eğer siz akıllıyım diyorsanız ve hala Rabbinizle sorunlarınız varsa, buna belki de akılsızlık denir.Çünkü kendisine hayrı olmayan akıl başkasına ne fayda verir? İnsanın yaradılış amacını çözemeyen akıl, belki de çok akıllılık anlamına gelmez…



YAŞAR GEDİKLİ

27 Eylül 2012 Perşembe

Artık Ben de Sıkıldım Güçlü Görünmekten..

Artık ben de sıkıldım güçlü görünmekten, 
İçim düğüm düğümken başka düğümleri çözmekten... 
Herkese yetişmekten ama hep kendime geç kalmaktan... 
Eskiden olsa bir şekilde yakasından tutardım hayatın, 
Ama şimdi tutunduğum her hayat elimde kalıyor... 
Ya benim gücüm tükenmiş, ya da hayatın karşıma çıkardığı yürekler çok acımasız... 
Haketmeyenler en konforlu kalplerde sefalarını sürerken, 
Nedense ben hep iyi halden tahliye ediliyorum yüreklerden... 
Nazım Hikmet Ran 

26 Eylül 2012 Çarşamba

Dinde İmkanın Ölçüsü (Yaşar Hocam'la Dini Sohbet)

-Toplumumuzda insanlar dini yaşama konusunda aileden gördüğü, çevresinden gördüğü ya da okuduğu kitaplar veya Ku'ran ve hadsilerden öğrendiği anladığı ile kısaca kendi imkanları çerçevesinde dinini yaşamaya çalışıyor, bu imkanlarda sınır ölçü nedir?
Dini yaşama anlamında imkanların ne olduğunu en iyi insanın kendi vicdanı ve Allah bilir. Bazen imkanları aşağı ya da yukarı çekmek insanı yanıltabilir. Mesela özellikle insanlar Ramazan ayında oruç tutacağı sıra yaparlar bunu, hani sağlık problemi olanlara oruç farz değil hesabı,inancında samimi olmayan hemen hasta oluverir..İşte burada iyi niyet ve samimiyet imkanların sınırını belirliyor. Bir başka örnek İslamın ilk şehidi bir kadın ismi; 
Ammâr İbn Yâsir´in annesi Sumeyye (r.anha) öldürülmesinin nedeni çok basitti belki, 
bir kelimeyi inkar etmesi istendi ondan. Ama samimiyetine göre imkanlarının sınırı çok dardı.Örnekleri çoğaltmak mümkün. İmanda samimiyet ne kadar artarsa imkanların sınırı o kadar daralır,taviz veremez olursunuz.Aksi durumda bahaneler ve imkansızlıklar sarıyor dört bir yanı.Sabah namazı için saat çalmıyor oluyor,kalkamadım oluyor.Ya da başka bir iş için hep bahaneler oluyor. 
-Bahsettiğiniz samimiyet birazda insanın mizacı, huyu ,karakteri ile alakalı değil mi? 
Dediklerinizin hepsi kişiliği oluşturuyor. Neticede huylarımız karakterlerimiz samimiyetimiz biz değil miyiz? 
Bunlar aynı zamanda bizim ahlakımızın da temelini oluşturur. Yüce Peygamberimiz (s.a.v) de bunları kemale erdirmek için gönderilmiştir. Bir kutsi hadiste; "ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur.
YAŞAR GEDİKLİ
NUR İÇİNDE YATSIN MEKANI CENNET OLSUN..
NOT:Yaşar Gedikli Hocam, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Din Sosyolojisi bölümünden mezun olup, doktorasını özel nedenlerden dolayı yarıda bırakıp, Din Kültürü Öğretmeni olarak görev yapmakta iken hakkın rahmetine kavuştu.. Allah rahmet etsin..

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...