hayatın içinden satır araları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayatın içinden satır araları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2014 Cuma

Kendimle Hemhal...

Bu  günlerde  çok farklı bir ruh hali  içerisindeyim! Havadan mı, sudan mı, topraktan mı, mevsimden mi?  Bilmiyorum... Ancak bildiğim bir şey var ki, hiç bir konuda yazamadığım,yazdıklarımı tamamlayamadığımdır.  İstekli bir şekilde bilgisayarın başına geçiyorum, ya okuduğum bir haber, ya da izlediğim bir video bütün yazma isteğimi bir anda yok ediyor. Yazıyı tamamlamadan yarıda bırakıp bilgisayarı kapatıp çıkıyorum. Şuan taslaklar bölümünde tam 9 adet yazı tamamlanmayı bekliyor. 
   Bir çok etkenle birlikte asıl ve önemli sebep hepimizce malum. Son dönemde Ülkemizin içinde bulunduğu kaos ortamı! Bu durum bizi  gelecek kaygısına, belirsizlikler umutsuzluğa ve dolaysıyla da huzursuzluğa ve mutsuzluğa sevk etmektedir. 
    Herkes gibi ben de; gelecek günlerin ülkemize, milletimize ve devletimize hayırlı, güzel günlere vesile olmasını canı gönülden diliyorum.... 
   Madem yeni bir yazı yazamıyorum ya da yazmaya başladığım yazılarımı tamamlayamıyorum. Ben de ilk paylaştığım yazılara ve dolayısıyla da geçmişi yad etmeye karar verdim. Ne çok şeyler paylaşmışım... "Nereden nereye" dedim. 
   İlk olarak 9 Mart 2010 yılında  "he-m" ismi ile blogcuyla tanıştım. Orada çok güzel seviyeli değerli dostlarım dostluklarım oldu. Hiç birinin yüzünü görmeden sadece paylaştıkları ile gönüller arasında bir köprü kuruyor dostluk temelleri atılıyordu. Her biri seviyeli saygılı kendi çapında değerli dostlardı. Orada sorun yaşamadım. Daha sonra bazı teknik nedenlerden dolayı blog ismimi "yaren-1" olarak değiştirdim. 
  Blogcuda  genellikle okuyup beğendiğim ve başkasına da faydalı olacağına inandığım yazarların, şairlerin  yazılarını şiirlerini  alıntılayarak paylaştım. 

  Blogcuda  beni oradan hatırlayanlar bilir. Paylaşımlarımın önemli bölümünü  ilahiyat ağırlıklı konular oluşturdu. Bunun sebebi bu konulara duyduğum aşırı ilgiden kaynaklanıyordu.   Zira  inanıyorum ki; İnsan eş, anne, baba, arkadaş dost, amir, memur, patron, işçi, vali, doktor avukat, hakim, savcı, milletvekili, bakan, cumhurbaşkanı...olabilir. Bu bağlamda her ne olursa olsun aynı zamanda İllaki kuldur.   Kime kul? "Ancak ve ancak sadece Allah'a kul.Başka şeylere kul olanlar benim ilgi alanımın dışındadır. Dolayısıyla bize yüklenen misyonlar  dinimizi öğrenmeye engel değildir. Zira   bu anlayış çerçevesinde kul olma bilincinin idrak edilmesi kişiyi  daha başarılı, daha huzurlu, daha çalışkan, daha adil, daha erdemli bir insan olmasına büyük katkı sağlayacaktır... Hal böyle iken İlgilisi için paylaşmayı gerekli buldum. Zira insan neye ihtiyaç duyarsa onu arar, arayan da bulurmuş...
   Diğer taraftan felsefe, sosyal ve toplumsal içerikli konular paylaştım. Bu bağlamda öncelikle her insanın bir hayat felsefesi olması gerektiğine inanan biri olarak, insan öncelikle, kendini çok iyi tanımalı. İç dünyasını irdelemeli. Zira her şeyin çözümü kendi iç dünyasında ruhunda, yüreğinde gizli. Aslolan o yüreği kullanabilmeli...Diğer yandan, insanı insan yapan onu erdemli, saygın kılan bazı değerler vardır. Dostluk, vefa, hatır, gönül, doğruluk,adalet, edep,ahlak,haya, sevgi, saygı, vicdan, merhamet gibi değerlerin önemini  yitirdiği günümüzde okuyucuya hatırlatma babından içerikler bu bölümün konusunu oluşturdu.
  Ayrıca toplumsal içerikli, milli ve manevi değerleri öne çıkarmayı amaçlayan yazılar da paylaşımımın konusunu oluşturmaktaydı. 
   Tam blogcuya alışmışken, profil sayfamla ilgili her türlü değişikliği yapabilecek konuma gelmişken blogcu yönetimi ve biz blogcularla aramızda çıkan sorun yüzünden oradan ayrıldık. Topluca blogspota taşıdık paylaşımlarımızı. Burada yabancılık çekmedim. Zira blogcu bizim için bir basamak, bir staj yeri oldu. 
  28.01.2012 den beri de "yaren" isimli, ağırlığı kendi yazılarıma, yazmakta olduğum romanlarımın bazı bölümleri ve bazen de amatörce yazmaya çalıştığım deneme şiirlere yer verdiğim bloğumda paylaşımlarıma devam ediyorum. 

  Ayrıca 08.06.2012 den beri değerli Hüseyin Hocamın tavsiyesi ile blog.milliyet.com.tr de de yazılarımı paylaşıyorum. Orada da çok değerli, seviyeli, saygın dostlarım oldu.
  
 Yazamama konusu geçici bir durum olduğunu biliyorum. Bir müddet sonra her şey normale döner buna inanıyorum. Ancak  beni endişelendiren zaman zaman da karamsarlığa sevk eden, canım cennet kadar güzel ülkem ve güzel ülkemin güzel insanlarına reva görülen olumsuzlukların bir an önce son bulması ve özlediğimiz güzel günlerin tekrar bizimle olması dileğim...

 Bazen geçmişe yolculuk iyi gelir yüreğe. Canlanır gözünde filizlenen tomurcukların güle dönüşü...  

  Şöyle geçmişe doğru bir bakıyorum da bu blog herkes gibi bana çok güzel şeyler katmış. Hala görüşmeyi sürdürdüğüm çok değerli dostlar, yazma ve okuma alışkanlığımı geliştirdiğim, çok faydalı yeni bilgiler öğrendiğim, en önemlisi de bu sayede iki tane kitabımı da okuyucularla  buluşturma olanağı sağladı. Eskiden olduğu kadar aktif olamasam da ara ara paylaşımlarda bulunuyor ve değerli blog arkadaşlarımın yazılarını okumaya zaman ayırabiliyorum. Mutluyum bu anlamda...

Sevgi  ve muhabbetle,
Hanife Mert

20 Ağustos 2013 Salı

Atatürk'ün Hakimi Adalet Ağlıyor!!

Bu hikayeyi muhtemelen bir çoğunuz biliyordur... Ancak ben bu gün tesadüfen gördüm okudum ve çok etkilendim. Okurken gözyaşlarımı tutamadım. O nedenle yazıyı olduğu gibi sizlerle paylaşmak istedim. Ne çok etkilendiğimi tahmin edemezsiniz. Düşünüyorum da şu kısacık ömrü hayatımızda kaçımız verdiğimiz sözün peşine düşüp onu gerçekleştirdik veya gerçekleştirmek için çaba sarf ettik?  Sözü daha fazla uzatmadan; BUYURUN OKUYUN, YORUM SİZİN...

Yaşlı kadın yatağından kalktı.
88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi açması ile birlikte odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş cıvıltıları doluştu.
...
Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerine sabahın ılık esintisi ile doldurdu. Mutfağa yöneldi. Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı.
Oturma odasına yöneldi. Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti.
Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen parmaklarını dolaştırdı.
Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı.

Yaşlı kadın ‘Günaydın Anne,
Günaydın Baba’ dedi.
Usulca yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi eline aldı.
Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. ‘Günaydın Kocacığım’ dedi.
Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son çerçeveye uzandı.
Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara bakıp ‘Günaydın Evlatlarım’ dedi.
Tüm çerçevelere kısaca göz atıp ‘Sizleri, hepinizi çok özledim’ dedi.
Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak için bile yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama ‘Bir taksi istiyorum’ dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu.
Sabırsızlanan taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. ‘Patlama be adam’ dedi. Nihayet taksiye binebildi.
’Teyze hoş geldin’ dedi 25-30 yaşlarındaki şoför. ‘Nereye gidiyoruz?’
Kadın kısa bir sessizliğin sonunda ‘Tüm bir gün beni taşırmısın?’ diye sordu.
‘Sana 500 lira veririm.’
Adam küçümser bir gülümseme ile, ‘Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor teyze’ dedi.
Kadın gülümsedi
‘O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?’
‘Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce nereye gideceğiz?’
‘Anıtkabir’e
‘Anıtkabir’e mi?

‘Evet’

‘Tamam teyzeciğim’

‘Yaş kaç teyzeciğim?’

‘Seksen sekiz’

‘Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim’

‘Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum’

‘Haklısın teyzecim’


Taksi Anıtkabir’in kapısına gelmişti. Şoför ‘Teyzeciğim geldik’ dedi. Dalgın görünen kadın ‘Evladım burada yardımına ihtiyacım var’ dedi. ‘Benimle gel’ Adam şaşırmıştı. ‘Tabii teyze’ dedi. Kuşkulu gözlerle ‘Bizi buraya alırlar mı?’ diye sordu.

O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak ‘Ne demek almamak? Sen daha önce hiç gelmedin mi buraya?’ dedi ‘Hayır’

‘Kaç yıldır Ankara’da yaşıyorsun?’

‘Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme’

‘Ee o zaman’

‘Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram olmayınca burası kapalı sanıyordum ben’

Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı.

Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan mermer merdivenlere kadar konuşmadılar. Merdivenlere geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde

‘Nasıl çıkacaksın Teyze?’ diye sordu.

‘Her ay nasıl çıkıyorsam öyle’

‘Her ay geliyormusun?’

‘Evet’

Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu. Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği mozoleye koydu. Şoför şaşkınlıkla olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin döküldüğünü fark etti.
‘Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım’. Ağır ağır geriye çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra, ‘Hadi gidelim’ dedi.

Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı.
‘Yoruldun mu Teyze’ dedi.
Kadın sustu.
Bir süre suskunluktan sonra ‘Evet hem de çok yoruldum’ diye cevapladı. Nereye gidiyoruz?’

‘Bankaya’!

Şoför arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk’e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda dayanamadı.

‘Teyzeciğim bir şey sorabilirmiyim?’

‘Sor bakalım evladım’

‘Anıtkabir’de Atatürk’e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz. O söz nedir?’

‘Uzun hikaye evladım’

‘Olsun be teyze anlat ne olur’

‘Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende ‘Adalet’ dedim. Bunun üzerine ‘Ne güzel ismin varmış’ dedi. ‘Okulu bitirince ne olacaksın’ dedi bana. Hemşire dedim.
Oda ‘Güzel meslek ama bence sen Hakim ol ismine çok yakışır’ dedi. Ben kadından hakim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı, ‘Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hakim olacaksın’ dedi .’

‘Sen ne dedin peki?’

‘Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim.’

‘Peki olabildin mi Adalet Teyze?’

‘Evet ben Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerindenim.’

‘Vay be. Sende ne hikaye varmış Adalet Teyze’

‘Herkesin bir hikayesi vardır evladım. Herkesin hikayesi de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikayelerini bilip anlayabilirsen insanlara daha anlayışlı davranabilirsin’ ‘Haklısın Adalet Teyze. Bu banka mı gelmek istediğin’?

‘Evet’!

‘Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?’

‘Hayır. Sen burada bekle lütfen.Bu arada adın neydi evladım?’

‘Osman teyzeciğim’

‘Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur mu?’

‘Tamam teyzeciğim’!

Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin geldiğini
fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü.
‘Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür’ diye düşündü. Tam vaktinde bankanın önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi.

‘Hoş geldin Hakim Teyze’

‘Çok uzun zamandır bana Hakim denmemişti.’

‘Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?’

‘Yok aksine hoşuma gitti. Sağol’

‘Nereye gidiyoruz?’

‘Seyranbağlarına’

‘Tabii’

‘Hakim Teyze çok yer gezmişsindir sen’

‘Tüm Anadolu’yu karış karış gezdik rahmetli kocamla’

‘Ne iş yapardı amca?’

‘Subaydı.’

‘Ne zaman vefat etti?’

‘1952′de’

‘Çok olmuş.Gençmiş’

‘Kore savaşında şehit oldu.’

‘Allah rahmet eylesin Hakim teyze’

‘ Sağol’

‘Seyranbağları’na geldik nereye gideceğiz?’

‘Sağa sap. İkinci binanın önünde dur.’

‘Tamam.Buyur Hakim Teyze.Geleyim mi ben’ ‘Yok bekle burada’

Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan görünen levhasına baktı. ‘Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu’ yazısını okudu. Anlam veremedi. ‘Bu kadın burada ne yapar ki?’ diye düşündü.

Yarım saat sonra Adalet hanım göründü. Yanında orta yaşlı kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın ‘Adalet Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin’ dedi.

Adalet hanım, buğulu gözlerle ‘İnşallah. Kızlara selamımı söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın’ dedi.

Araba hareket etti.

‘Nereye Hakim Teyze?’

‘Hemen iki sokak öteye’

Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne park etti.
Bu binada da ‘Ankara Seyranbağları Huzurevi’ yazıyordu.

‘Bekle beni’

‘Tabii Hakim Teyze’

Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer etrafında bir çok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp
öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım’ın gözlerinden akan yaşları fark etti.

‘İyi misin Hakim Teyze’

‘İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş oluyor’

‘Nereye gidiyoruz?’

‘Cebeci Asri Mezarlığına’

‘Tamam’

‘Teyze nerelisin sen?’

‘Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşa gitti. Söke işgal oldu. Biz dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke’ye döndük. Allah’a Şükür Babam’da sağ salim döndü savaştan.’

‘Sonra ne oldu?’

‘Liseye Aydın’a gönderdi babam. Orada Atatürk’le karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul’a gittim. Hukuk fakültesine girdim. Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye’de okuyordu o zaman. Mezun olunca evlendik..’

‘Çocuğunuz var mı?’

‘Bir kızım bir oğlum vardı.’

‘Neredeler şimdi?’

‘Oğlum dışişlerinde çalışıyordu.’

‘Ne güzel’

‘1978′de Fransa’da Ermeniler öldürdüler.’

‘Üzüldüm Hakim Teyze. Başın sağ olsun. O da babası gibi şehit oldu yani’ Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı vermesin.’

‘Amin. Ya kızın?’

‘O eşi ve çocukları ile İzmit’te yaşıyordu. Öğretmendi. 1999′da depremde hepsi vefat ettiler.’

‘Allah rahmet eylesin.Boş boğazlığımla üzdüm seni Hakim Teyze kusura bakma’

‘Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım.Sen üzülme sağol’

‘Geldik Teyze’

‘Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin.’

‘Hakim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni bekleyeyim eve bırakayım.’

‘Yok beni alacaklar buradan’

‘Hakim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan söyledim.
Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 ‘yi ona veririm. Gerisi kalsın.
Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok zaten.’

‘Çocukların var mı?’

‘İki tane ellerinden öperler.’
Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi.

‘Adları nedir?’

‘Kemal ve Ayşe’

‘Oğlumun adı da Kemaldi.’

Sessizliğin ardından Osman’ın elindeki parayı ittirdi Adalet Hanım..

‘Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut.
Atatürk’ün bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla.
Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütle onlara.’

Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi evlatlar yetiştireceğine söz verdi.
Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı gözlerle onu izliyordu.
Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı.
Osman arabasını mal sahibine götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı.

Ertesi gün Ankara’da garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden almış, durağa gelmişti.
Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki haberlere göz gezdirdi.
Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili kötü haberleri genellikle oradan alırlardı.
Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti:
’Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet tarihinin ilk Kadın Hakimlerinden Adalet YILMAZ’a ait olduğu belirlendi. Adalet YILMAZ’ın bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi. YILMAZ vefat ettiği gün bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek Seyranbağları’ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ’ın mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor.’

Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar.
Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını.
Herkesin tek bildiği Osman’ın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında
’Gökler bile sana ağlıyor’ diyerek ağladığıydı..

İşte bu günlerde de adalet ağlıyor...

13 Mart 2013 Çarşamba

Bir fidan da sen dik!!

“Bir ulusun uygarlık düzeyi, üzerinde yaşadığı toprakları ağaçlandırmasıyla ölçülür.” (Franklin Roosevelt.) 
Dünya hayatının vazgeçilmez nimetlerinden biridir ağaç... 
Her insanın, doğumundan ölümüne kadar, hayatının her safhasında ihtiyaç duyduğu, kökünden, yaprağından, kerestesinden, çiçeğinden, dalından, gölgesinden, kokusundan, güzelliğinden faydalandığı ağaçsız bir dünya düşünülemez. 
İnsan için hayati önem taşıyan ağaçlanma faaliyetlerine gereken önem verilmemektedir. 
Ya kundaklama eylemleri ile yok edilen ormanlarımız, ya dikkatsizlik sebebi ile yakılan bir sigara sebep olmakta veya yapılan piknik sonucu söndürülmeyen ateş sebep oluyor oksijenimizi yok etmeye, daha acısı da, metropolleşmenin bir sonucu olarak,  devasa binalara yataklık ediyor güzelim yeşilimiz yeşilliğimiz… 
Yeşil uygarlık demek, huzur demek, sağlık demek, sabır demek, emek demek, sevgi demek...  Toprağa dikilen bir fidan sevgiyi, huzuru, sabrı, emeği, özlemi çağrıştırır.  Her bir fidan için sarf edilen emek, çaba, sabır, inanç geleceğimiz olan fidanlarımıza, gençlerimize verilmiş emek demektir.
 Toplum ağaç dikmeye teşvik edilmeli. Hem bu gün hem de gelecek nesillere mutlu huzurlu sağlıklı bir dünya  bırakmak için gerekli...
Bu konuda Hz peygamberimiz (s.a.v) Müslümanları ağaç dikmeye teşvik etmektedir.

 “Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan insan, hayvan veya kuş yerse bu yenen şey kıyamete kadar o kimseye sadakadır.” 
“Yarın, öleceğini bilsen bile ağaç dik..." 
" Kıyametin koptuğunu görsen bile, elinde yeşil dal varsa dik..." 

"Atatürk ün doğayı, ağacı sevmesinin en belirgin örneklerinden birisi ise kuşkusuz Atatürk Orman Çiftliği dir. Atatürk, 1925 yılında kendi aylığından ödeyerek çiftliğin bugünkü yerini satın almıştır. O yıllarda bu topraklar, ortasından demiryolu geçen bataklık ve boş bir araziydi. O, toprağa karşı zafer kazanabileceğini de kanıtlayarak çiftliği burada kurdu. Bugün, Ankaralılar için çiftlik bir dinlenme yeri haline gelmiş, Atatürk ün önderliğinde dikilen ağaçlar büyümüş, gölgesinde insanlar dinlenir olmuştur. O doğadan zevk alan bir insan olarak, yeşilliği ve ormanı daima sevmiştir."
Maalesef bu gün bu güzelim çiftlik, beton yığınına yataklık eder hale getirilmeye çalışılıyor...
"Bir kuşağın diktiği ağacın gölgesinde gelecek kuşaklar serinler"(Çin Atasözü)
Harun Reşit Veziri ile birlikte tebdili kıyafet dolaşırken bahçesinde hurma fidanları diken bir ihtiyar görür. Selam verir ve aralarında şu konuşma geçer:
- Kolay gelsin, ne yapıyorsun böyle?
- Hurma fidanları dikiyorum.
- Peki bu diktiğin hurma fidanları ne zamana kadar büyür ve meyve vermeye başlar?
- Kim bilir belki on, belki yirmi sene sonra yetişir ve meyve vermeye başlar.
- Peki onların meyvelerini görebilecek misin?
- Bu yaşlı halimle belki göremem. Ama bizden öncekilerin diktikleri ağaçların meyvelerini biz yedik. Biz de bizden sonrakilerin istifadeleri için bu hurma fidanlarını dikiyoruz. Bu söz Harun Reşit’in hoşuna gider ve bir kese altın verir… İhtiyar, Allah'a hamd eder ve:
- Diktiğim ağaçlar hemen meyve verdi, der… 

Anadolu lisesi 10. Sınıfta okuyan kızım, okulunda öğretmenleri ile görüşerek ağaç dikme kampanyası başlatmak istediğini bildirir. Orman bölge müdürlüğü yetkilileri ve belediye başkanlığı yetkilileri ile görüşerek yer taini ve dikilecek fidanlar tespit edilerek bu güzel hayırlı işe vesile olmuştur. 
Kızımın bu güzel davranışı, beni de bu yazıyı yazmaya ve fidan dikmeye teşvik etmiştir...
Sevgi ve muhabbetle 

7 Mart 2013 Perşembe

"Hiç Yaşamamış gibi Öldürülen Kadınlarımız"

Nazım Hikmet "kadınlarımız" isimli şiirinde“…Anamız, avradımız, yârimiz. Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen… Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ...Ve ekinde, tütünde, odunda ve kara sabana koşulan kadınlarımız”... dizeleri ile özellikle, çileli cefakar vefakar Anadolu kadınını anlatmaktadır.
O, Atamızın ; "Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim."övgüsüne mashar olmuş  gizli kahramandır.
 O, ne yeri  öküzden sonra gelebilecek kadar değersiz ,ne de zulme uğramayı, horlanmayı hak edecek kadar zavallı  bir yaratılışa sahip.
O, insan olmanın en temel unsuru, hayatın can damarıdır …En güzel şekilde yaratılmıştır.İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En büyük dertlerin dertlisi, çilelerin çilelisi, en büyük mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, eştir, yardir. Lakin var oluşundan bu yana, hak ettiği yere hiç bir zaman konamayan, hep zarar gören ama kimseye zarar veremeyen kişidir. Çilekeştir. Zillete düşendir. Bir kenara itilen, canı çıkana kadar dövülendir. Her kabağın başına patladığı yazgısı kara talihsizlerin talihsizidir. Allah´ın kadını bir emanet olarak verdiğini unutan adamlara adam olmadıklarını anlatan sessiz aktörlerdir. 
"Sanki hiç yaşamamış gibi ölen, öldürülen kadınlar".
Ülkemizdeki kadınlar da, Tıpkı şiirdeki gibi hiç yaşamamış gibi ölüyor ve öldürülüyor.Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine, kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek öldürülüyor… 
Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı,parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. 
Önceki gün tv de haber sunucusu 8 martta 8 kadın öldürüldü diye haber verdi. Her defasında son olmasını dilediğim kadın cinayetleri her geçen gün artıyor.Gün geçmiyor ki, öldürülen şiddete maruz kalan kadın haberleri medyada öncelikli yerini almasın... Tıpkı çocukların oyun oynarken birbirlerine nispet yaptıkları gibi, sanki erkekler cinayet işlemede, şiddette birbirlerine nispet yapıyorlar... Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor... 
Sebep ister psikolojik, ister sosyolojik ve isterse toplumsal olsun, toplumun bu kanayan yarası biran önce tedavi edilmeli, çözüme kavuşturulmalı. 
Bu vesile ile kadınlara uygulanan şiddetin ve kadın ölümlerin son bulması, kadına anaya, eşe hak ettiği saygınlığın, değerin kazandırılması  dileğimle..
Dünya kadınlar gününüz kutlu olsun.

26 Şubat 2013 Salı

Daha Ne Olsun...İllaki Sağlık Olsun!

               Varsın çorbanın tuzu az gelmiş olsun.
Varsın pilav birazcık lapa olmuş olsun.
Varsın en sevmediğiniz yemek, kereviz olsun masada.
Sofranızda sevgi var mı, ondan haber verin ..
Tadına var akşamının… 
Gece evinde, dostların olsun. 
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun… 
Arkadaşım, hayat bu. 
Daha ne olsun? 
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun! 
Can Yücel dizelerinde hayatı ne güzel özetlemiş. Sevgi, dostlar, mutluluk ve her şeyden önemlisi de sağlık. Bunların dışında oluşan eksiklikleri dert etmeye değmez. Dostları ile birlikte olmanın, sevgiyi paylaşmanın yaşamanın tadına varabilmeli. Yaşadığı anı güzelleştire bilmeli... Gereksiz ayrıntılarla gününü zehir etmemeli insan.Ama tüm bu güzelliklerin farkına varabilmek, yaşayabilmek ve tad alabilmek için “illa ki sağlıklı olsun!” 
Sağlık insan için en büyük nimet…Hayattan zevk alarak yaşamanın belki de ilk şartı. Vücudumuzun en küçük bir azasının bile ağrıması insana hayatı zehir ettirebiliyor. Dünyaları verseniz gözünde olmuyor. İşte insan o zaman anlıyor, sağlıklı bir nefes almanın dünyanın en büyük nimeti olduğunu… 
Genellikle hasta olduğumuz zaman hatırlarız, Kanunu Sultan Süleyman'ın Zigetvar kalesi alınırken hasta yatağında yazdığı dizeleri ;
"halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. "
(Halk için saygın olan, değerli olan valilik, genarallik, başbakanlık gibi...makamdır.
Ancak gerçekte ise dünyada bir nefes sıhhatten daha değerli hiç birşey yoktur...) 
Hafta sonu kızımı mide bulantısı ve isal şikayeti ile acile götürdük.Doktor muayenesinden sonra, yazdığı ilaçları almak hayli zor oldu. Hafta sonu olması sebebi ile nöbetçi eczane bulmak zaman aldı. Canım kızım bir günde rengi soluverdi! üstelik pazar günü onun 16. yaş günü idi. Gönlüne göre bir doğum günü olmadı. Ama yinede pasta ve mumunu ihmal etmedik.Önemli olan sağlığı... 
Çok şükür şimdi biraz toparladı kendini. Bir gün okula göndermedim. Bu gün de kendi ısrarı ile okuluna gitti. Kızım iyileşti diye sevinirken, bu defada eşimde aynı şikayetler oluştu. Farklı olarak onda ateş de vardı. Bu sabahta eşimi götürdüm doktora. Dizanteri olmuş. İlaçlarımızı aldık. Tedaviye başladık. Şükür şimdilik iyi gibi gözüküyor. Neyse ki, ben de bir şey yok. İkisine de bakıyorum... 
Bir baş ağrısı bile bazen canından bezdirmeye yetiyor insanı. Allah kimseye ciddi bir hastalık vermesin. Hastanede evinde yatan hastalara da sağlık ve şifa versin. 

Sağlıklı günler…

30 Kasım 2012 Cuma

Canım Babam!!



Hepimizin hayatında öyle bir dönem vardır ki, ömrümüzün son demine kadar acısını hissettiren , adeta hayatımızın dönüm noktası diyebileceğimiz olayların yaşandığı dönem. 
Benim için de, acısını hissettiğim acı bir dönem, babamın ölümü! 
Hani derler ya, baba sırtını yasladığın dağ, devrilemez sandığın koca bir çınar, evimizin direği. Benim sırtımı yasladığım dağım, koca çınarım canım babam hüzünlü bir sonbahar günü aramızdan ayrıldı. 30 kasım 1980 Pazar günü. Oysa biz pazartesi ameliyat olup iyileşecek umuduyla beklerken, ameliyata girmeden bir gün önce veda etti. Hiç birimizi dünya gözü ile görmeden bizler ona, o bizlere hasret gitti. 

Saf tertemiz kocaman bir yüreği vardı..Sevgi timsali, hem varlığından güç aldığım, güven duyduğum çok sevdiğim, kimi zaman babam, kimi zaman sırdaşım, kimi zaman arkadaşım, öğretmenim kısaca hayatımın can damarı idi. İnsanın can damarı elinden alınırsa nasıl yaşar? Yaşıyor elbet, yaşamak denirse! Hayat dolu bir insandı. Yaşamayı, sevmeyi çok severdi. Hayalleri, beklentileri vardı. Benim avukat olmamı isterdi. Çünkü bana güvenirdi. “Seni okutmak için elimden ne geliyorsa yaparım, gerekirse sırtıma heybe takar dilenirim yine seni okuturum derdi canım babam. Ben avukat olamadım ama, yaşadığım her anımda ona layık evlat olmak için var gücümle gayret ettim. 

En büyük çocuğu bendim. Onu kaybettiğimde ben Ticaret lisesi 2. sınıf öğrencisi idim. O da daha hayatının baharı sayılabilecek kadar genç bir yaş 38 yaşında! yakalandığı,bizim de öldükten sonra hastaneden gelen raporlardan öğrendiğimiz siroz hastalığı, hasretlerini özlemlerini hayallerini sonlandırdı. Onu bizden aldı. Daha 15 yaşında bir çocuk nasıl kabullenir, hem de dünyada babasından başka kimsesi yokken… 

Oysa onu iyileşip aramıza dönme ümidi ile göndermiştik Ankara Yüksek İhtisas hastanesine...Annem ameliyatında başında bulunayım diye gidiyor ve cenazesi ile karşılaşıyor. Bu acıya yürek dayanır mı? Ben okula gidemiyorum. Babam ameliyat olacak merak ederim diye.. Telefonla durumunu öğrenmek için arıyoruz, telefondaki ses, ömrümün sonuna kadar kulağımdan gitmeyecek bir haber veriyor..O hasta vefat etti. Şuan hasta sahipleri geldi çıkış işlemleri yapılıyor!! Aman yarabbi! Bu kadın ne diyor dedim. Ağzından çıkanın farkında mı? İnanmak şok olmamak mümkün mü? bir iki kez tekrar aradık. Her defasında o ses bozuk plak gibi aynı şeyleri tekrar ediyordu. O hasta vefat etmiş, yakınları cenazeyi almaya gelmişler... Ağlayarak odadan çıktığımı hatırlıyorum. Kara haber tez ulaşır misali evin içi bir anda insanlarla doldu. Her kafadan bir ses yok o değilmiş, başka biri imiş gibi teselli edici sözler geliyor kulağıma. Öldüğüne inanamıyorum. Yalan olan bu sözlere inanıyorum inanmak istiyorum. 

Allahım bu acıyı,hele de genç ölümünü ve genç yaşında hiç kimseye yaşatmasın. Sabaha kadar ağladığımı hatırlıyorum. Bir ara uyumuşum. Sela sesi ile uyandım. Duymak istemiyorum kafamı yastığa gömüyorum, kulaklarımı tıkıyorum ve bağırıyorum ne olur susturun şu adamı! Ne çare ? İşte o ses her şeyimi bitirmişti. Umutların tükendiği,sözün bitti yer orası idi. Sesimi sözümü kesmişti ama, içimde ki, sessiz çığlıklarımı kesememişti. Cenaze geldi. Yıkamaya başladılar. Beni yanına götürdüler canım babam nasıl da özlemişim. Sarıldım öptüm. O da bizleri özlemiş olacak ki, insana güven veren o kara kara gözleri açık, bakıyordu. Daha sonra alıp götürdüler. 

Onun için hayat gencecik yaşında her şeyi ile sonlanmıştı. Bizim için ise hayat, acısı, kederi, ızdırabı ile devam etti, ediyorda… Onu çok özlüyorum. 

Allahım canım babama şu mübarek Cuma gününün hürmetine rahmet ve merhameti ile muamele etsin, günahlarını bağışlasın, mekanı Cennet olsun, nur içinde yatsın inşallah. Allah sizlere yaşatmasın. 

(Babam için sizden ricam, Onun ruhu için bir Fatiha okur musunuz?) 
Hanife MERT




19 Kasım 2012 Pazartesi

Birlikten Kuvvet Doğar


Özellikle 1980 öncesi dönemde çocuk olmayanlar bilir. Kuyruklarımız meşhurdu. Yağ kuyruğu, gaz kuyruğu, tüp kuyruğu vs. Özellikle zam geleceği zaman şeker, pirinç, fasulye yağ gibi gıda maddeleri saklanırdı. Daha yüksek fiyatta halka satılırdı. Bunu alabilmek için de halk  kuyruklar oluştururdu. İnsanlar sabahın erken saatlerinde sıraya girer, İtiş kakış izdiham yaşanır,ayrıca yer kavgası da cabası..
Kuyruklar sadece gıda maddelerinde değil, her şeyde her yerde olurdu. Banka, belediye, elektirik işletmesi, hastaneler, sinemalar, maç  türübünleri gibi… Kurumlara yapılacak ödeme günlerinde de aynı şekilde insanları canından bezdiren kuyruklar oluşurdu. Sabahın erken saatlerinde daha ilgili kurum açılmadan kapısında yığılmalar olurdu. Kurum açılır insanlar içeri hücum eder yine sıra kaybolur. İşin yoksa bir de sıra kavgası yap. Ne günlerdi o günler.
Teknolojinin gözünü seveyim. Numaratör sistemine geçildi de. Kuyruğa girme izdiham yaşama derdi kalmadı, diye sevinirken, bize teknoloji mi dayanır? Sistemi istediğimiz şekle dönüştürmede üstümüze yoktur. Her yerde, her şeyde  olduğu  gibi para ön planda… Ne kadar paran varsa, o kadar  değerin vardır.
Bu gün  kredi kartımın son ödeme günü idi. Sabah ödeme düşüncesi ile evden çıktım. Bankanın birine geldim. Numaratörden numaramı aldım. Benim önümde yaklaşık  27 kişi vardı. Beklemektense diğer bankadan da numaramı alayım diye düşündüm ve diğer bankadan da fişimi aldım. Orada da yaklaşık 18 kişi vardı önümde. Tekrar ilk fiş aldığım bankada bekledim bir süre sonra  işimi hallettim ve oradan diğer bankaya geçtim. Baya da kalabalık. Kimileri oturuyor, kimileri ayakta. Bekle bekle bizim numaraya bir türlü sıra gelmiyor. Bizden sonrakiler geliyor işlemini yaptırıp çıkıyor. Ben numarayı 10.30 gibi aldım. Saat 11.45 oldu. Hala  benim numaradan bi haber. Artık kızmaya başladım. Sabır sabır dedim baktım olacak gibi değil. Yanımda oturan insanlar da şikayetçi durumdan ancak ses çıkarmıyorlar. Ben daha önceki tecrübelerimden biliyorum. Bu banka fiş sırasını para hareketi en fazla olan müşterilerine öncelik veriyor. Eğer çok paranız yoksa, girdi çıktı işlemleriniz olmuyorsa bekleyeceksiniz!  Size ne zaman sıra gelir Allah bilir. Baktım olacak gibi değil.Ayağa   kalktım, orada ki insanlara gelin müdüre çıkalım bir çözüm bulsun dedim. Önce tereddüt ettiler. Sonra bir bayan arkamdan gelmeye başladı. Baylar da katıldı.Sanki biraz tereddüt eder gibi idiler. Bayan onlara bizi  yalnız bırakmayın diyordu. Ben beklemedim çıktım. Müdire hanımın yanına  durumumuzu izah ettim. Biraz da sert çıktım. Hemen bir telefon, daha  biz aşağı inmeden işimiz halloldu..
 Banka yetkilileri gelecek aylarda bu toplu tepkiyi dikkate alır da sistemi düzeltir mi bilmiyorum? Lakin  bildiğim  bir şey  var ki; bu ülkede eğer sessiz kalırsan üzerine bindikçe biniliyor. Ama eğer bir haksızlık varsa uygun bir dille, toplu olarak  tepki ile dile getirmişseniz de çözüme kavuşturuluyor.  Bir diğer konu ise, insanlar kendi başına bir şey  yapamıyor. Onları  yönlendirecek, "hadi!" diyecek birine ihtiyaç duyuyor.  
Artık bu halk koyun değil, şartlar olgunlaştığında ortamını bulduğunda birlik olarak tepkisini gösteriyor. 
Çünkü bilir ki; birlikten kuvvet doğar.
Hanife Mert

6 Kasım 2012 Salı

Hayatın İçinden Satır Araları -BURS

Emekli olmadan önce çalıştığım kurum, maddi ihtiyacı olan üniversite öğrencilerine karşılıksız burs veriyordu.. O dönemlerde özellikle eylül ayının gelmesini hiç istemezdim. Çünkü burs için müracaatlar eylül ayında başlıyordu. Bu esnada çok farklı, çok üzücü durumlarla karşılaşıp yardıma ihtiyacı olan öğrencilerin durumları beni çok üzerdi..
Müracaat için gelenler kimi annesi, kimi babası, babaannesi, anneannesi ile gelirlerdi. Öğrenciler değil de yanlarında gelenlerin bursu alabilmek için sarf ettikleri çaba ve her birinin ayrı ayrı anlattıkları hikayelerini dinlemek servis çalışanları olarak bizi çok üzerdi.Müracaat eden öğrenciler genellikle anadoludan okumaya gelmiş, kimi işçi, kimi çiftçi, kimi memur çocukları... Kimileri de geçmişinde bırakın burs almayı, bizim kurumun verdiği ğrenci sayısı kadar, öğrenciye karşılıksız burs verecek düzeyde zenginliğe sahipken, herhangi bir nedenle fakirleşmiş, kendi çocuğu bursa ihtiyaç duyar hale gelmiş. O durumda olan insanların durumu sanırım diğerlerine göre daha üzücü. Hani şöyle bir sözümüz var; “Allah kimseyi attan indirip eşeğe bindirmesin” diye. Hal böyle iken . Kimisi kara ar olmaz mantığı ile yaklaşıp,kendi evinde hizmetçi, uşak çalıştırır düzeyde iken, durumundan ötürü, çocuk bakmak, evelere temizliğe gitmek için iş talebinde bulunan, kimisi de bu durumu kabullenemeyip, istemekten utanan bu durumdan dolayı da gözyaşı döken insanlara şahit oldum..
Kurum yetkililerimiz burs alabilecek öğrencileri belirleme konusunda olabildiğince titiz davranırlardı. Ailenin gelir durumu, anne, babanın sağlık durumu, yaşayıp yaşamadığı, boşanmış olup olmadıkları gibi durumları kıstas alırlar. Değerlendirmeye almadan önce, adaylar hakkında bağlı bulundukları muhtarlıktan belge isterlerdi. Hatta müracaat eden ticari bir işletme sahibi ise, bir personel görevlendirip geliri hakkında da bilgi edinirdi. Torpil yapılmaması konusuna da ayrıca özen gösterilirdi.
Yine burs müracaatlarının başladığı eylül ayının birinde işe geliyorum. Merdivenlerde eskiden tanıdığım bir tanıdıkla karşılaştım. Hal hatırın ardından ne yaptığını sordum. Bizim üst katımızda bulunan kurum da üniversite öğrencilerine karşılıksız burs veriyor. Oraya müracaat için geldiğini söyledi. Bu tanıdığım hakkında çok detaylı olmasa da genel bilgim var. Kendisi öğretmen. Elektirik mühendisi olan eşini bir iş kazasında kaybetti. Bir oğlu bir de kızı var. Oğlu maliye okuyor, kızı da Ankara’da mimarlık kazanmış ancak, istemediği için tekrar sınava girip eczacılık fakültesini kazanmış, orada okuduğunu söyledi. Bizim kurum da veriyor geçerken uğra, hem çayımı içersin hem de bize de müracaat edersin dedim.
Ablamız müracaatını yapmış geldi. Çay ısmarladım bir taraftan sohbet ediyoruz. Bu arada söylediği bir söz bende adeta şok etkisi yarattı. Hani derler ya “ üzerimden kaynar su döküldü” aynen öyle hissettim. Söz şu idi; aslında benim buradan alacağım paraya çocuklarımın hiç ihtiyacı yok. Maddi durumum çok iyi.Ben çok rahat onların ihtiyacını karşılayabiliyorum.Lakin herkes alıyor ben neden almayayım.. Böyle mi düşünüyorsun dedim. Bu sözü söyleyenin bir eğitimci, öğretmen olması daha çok üzdü beni. Madem ihtiyacın yok neden ihtiyacı olan birinin almasına mani oluyorsun. Bu paraya öyle çok ihtiyaç duyan öğrenciler var ki. Bırak onlara engel olma dedim. Hatta Nazilli’den bir öğrenci vardı. O öğrenciyi örnek verdim. Beni affetsin.Umarım şuan çok güzel ona yaraşır bir makamda bulunuyordur. Bu öğrencinin ailesi çiftçi idi ve maddi durumları iyi değildi. Çocuk çok zor şartlarda okuyordu. Üzerine giydiği penye bir tişört vardı. Sürekli giyilip yıkanmaktan renk desen birbirine girmiş, hatta bir yeri sökülmüş ve dikilmiş belli. Öyle ki bu penye tişörtü genç bir delikanlının giymesi şöyle dursun, paspas bezi dahi yapılacak durumda değildi. Bu öğrenciden bahsettim. Böyle çirkin bir taleple gelen öğretmen ablamıza içten içe çok kızdım. Sonuçlanınca biz seni ararız, kılişe şözle gönderdim. Arkadaşa da dilekçeyi sümen altı yapalım dedim.
Ülkemde benzer örnekler çok fazla. Öyle insanlar da vardı ki, çocuğunu Ankara’da çok rahat bir şekilde okutan, bırakın devlet yurdu, özel yurdu, apart evi. Kızına dayalı döşeli ev alan buna rağmen utanmadan, belki onun kuaför masrafı bile olmayan üç kuruşluk bursa tamah eden insanlara şahit oldum.
Biz nasıl bu hale geldik diye başkasına değil de kendime sordum. Nerde kaldı bizim yardımseverliğimiz, kadirşinaslığımız, paylaşımcı ruhumuz? Yapılan yardımı gerçekten ihtiyacı olmasına rağmen, bir başkasına teklif eden gözü tok, gönlü cömert insanlarımız. Bu anlattığım sadece bir örnek. Belediyelerin, sosyal dayanışma fonlarının dağıttığı yardım malzemeleri, para yardımı gibi ayni ve nakti yardımları ihtiyacı olmamasına rağmen almaktan çekinmeyen, “herkes alıyor ben neden almayayım, “Rabbena hep bana” zihniyetinden ne zaman vazgeçeceğiz?. Bu zihniyette olan insanların çoğalması durumunda zenginin daha zengin, fakirin ise daha fakirleşmesi kaçınılmaz değil midir?

Unutmayalım ki, bu fani dünyada baki değiliz. Sahip olduklarımız biz bu dünyadan göçtükten sonra burada kalacak. Bize ait olmayan şeyleri biriktirmekten ziyade, ihtiyacımız fazlası edinimlerimizi, başkaları ile paylaşma huzuru ve dinginliğini yaşamaktan mahrum olmak, insanın kendisine yapacağı en büyük kötülük olsa gerek..
Hayatı paylaşalım, çünkü hayat paylaştıkça güzeldir.

Hanife Mert

31 Ekim 2012 Çarşamba

Çanakkale 1915 Filminden İzlenimler






Bayramın 3. günü eşim, büyük kızım ve ben birlikte daha önce bloğumda tanıtımını yayınladığım ve görülmesi gerekli diye tavsiyede bulunduğum “ Çanakkale 1915” isimli filme gittik.                                                                           
Bayram ve tatil oluşu sebebiyle evden çıkmak pek kolay olmadı. Ani bir kararla çıktık ve kendimizi sinemada   bulduk,   14.45 seansına girdik. Film başladı. Önceden film hakkında  ön bilgim olduğu için daha büyük bir heyecan ve merakla izlemeye başladım..                                         

Kanaatimce, eksiklerine rağmen izlenmeye değer bir film olmuş. Kısa kısa kareler halinde bir çok şey   güzel anlatılmış.. Emeği geçenleri kutluyorum. Filmdeki her şey gerçeklerle uyum içinde ve kronolojiye uygun yapılmış. Birlik ve beraberlik mesajı çok güzel verilmiş. Dostluk, yardımlaşma,dayanışma sorumluluk,göreve sebat,komutan- asker dayanışması gibi güzel hasletler filmde çok başarılı bir şekilde yansıtılmış.Tüm bu güzel özelliklere sahip milletimizin yokluk ve imkansızlıkların tavan yaptığı bir dönemde; top yekün, emsali görülmemiş  azim, sebat, sabır  ve kararlılıkla kazandığı  bir savaş  ve  bağımsızlık mücadelesine karşın; şimdi, o zorluklarla elde tutulan toprakların  birilerine peşkeş çekilmeye çalışılması,kendi özgürlük ve bağımsızlık bayramını kutlamasının polis gücü ile engellenmeye çalışılması,terörist muamelesine maruz kalması gibi olaylar yaşıyor olması, geldiğimiz noktayı göstermek açısından,  İnsana nerden nereye  dedirten bir film olmuş. Çok etkilendiğimiz duygulanıp ağladığımız  sahneler vardı.Kısaca bir örnek; askerimizin yaralı, güçsüz yardım isteyen bir anzak askerine, ölümü göze alarak yardım etmesi, bu durum o askerin şivesel konuşması, izleyiciyi hem güldürdü hem düşünmesine neden oldu.Filmde zaman zaman,benzer karelere yer verilmiş.
Çanakkale bu! bir Milletin diriliş, yeniden doğuş destanı. Orada yaşananlar elbette bir kaç saatle, bir kaç sahneyle sınırlandırılacak kadar basit değil... Ancak bir çok şeyi anlamamız ve o ruhu tekrar canlandırmamız adına bu tür filmlerin dizilerin yapılması sağlanmalı. Bizlerin  de bu film ve dizleri kaçırmaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü düşman dün ne ise, bu günde aynı düşüncede.  Bizim onlara bakışımızla onların bize bakışı kıyas bile  edilemez. Bizde insan değerlidir, düşman bile olsa, yaralı ise, savunmasız ise aciz ise kurşun sıkılmaz.Benzer bir duruma yeni yakın şahit olmadık mı? Esir alınan elleri bağlı bir pkklıya TÜRK askerinin kendi eliyle bir şeyler yedirmesi, sigara içirmesi gibi...internette, tv de yayınlandı. Bu özellik sadece biz Türklere has bir özellik..Bu özelliğimiz filmde çok duygulu sahnelerle gayet  güzel işlenmiş.  
Filmde ayrıca türkü, ilahi, marşlar, toplu dua edilmesi, toplu namaz kılınması  gibi dini motiflerin işlenmesi, bu savaşın Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının yüksek askeri dehası ve  savaş  stratejisinin yanında yüreklerinde ki, vatan sevgisi  ve imanın da çok etkili olduğu mesajı da verilmiş.
Kısa bir eleştiri birincisi, Mustafa Kemal rolünü oynayan oyuncu bana göre rolünün hakkını verememiş.  Oyuncu rolünü gereği gibi yansıtamayınca, bu filmde sanki, M.K  Atatürk  pasif olduğu izlenimi vermiş.Diğer taraftan, kolay değil elbet Atatürk gibi bir dehayı canlandırmak...
Ayrıca bir diğer eleştirim; filmin sonunda  savaşın bitiminde; onca zorluğa karşı kazanılan zaferin coşkuyla  kutlanması ve o coşkunun seyirciye yansıtılması gerekirdi diye düşünüyorum.
Film hakkında anlatacak çok şey var..Ancak daha fazla konuşmaktan öte izlemenizi tavsiye ediyorum. İnanıyorum ki, filmi izledikten sonra sizde bir kez daha Türk olmaktan onur ve gurur duyacaksınız. Tıpkı benim duyduğum gibi..
Hanife Mert

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Bayramımıza Kan Damladı!!!



Günlerdir içimi dağlayan acı, hüzün , nefret ve kızgınlıkla karışık duygular adeta elimi kolumu, zihnimi, fikrimi esir aldı..Ne okuyabiliyor, ne yazabiliyor ne de bir fikir yürütebilecek gücü kendimde bulamıyordum. Öyle sanıyorum ki, bu hal bir çoğumuzda da mevcut.. 

Çünkü Millet olarak,sevinç ile başladığımız kutlu "bayramımıza kan damladı"..Sevinçlerimiz göz yaşına, yürek acısına, kızgınlığa isyana dönüştü.. Daha hayatı anlamadan öğrenmeden tanımadan ateş topuna döndürülen minicik bedenler, suçsuz, günahsız, habersiz nice insanların hunharca, gaddarca, kalleşçe son verilen hayatları.. Hayatının baharında kimi baba olmaya aday, kimi eş, kimi de hasret ana, baba, kardeş..Hain bir kurşun yada habersizce,kalleşçe patlatılan mayın devirir gencecik fidanları ve sonlandırır her birinin yarım kalan hikayelerini..Bu acılara yürek dayanır mı? 

Ülkenin bu hale gelmesinden, terörün tırmanıp şehirlere kadar inmesinden, suçsuz günahsız insanların, gencecik fidanlarımızın gençliklerinin baharında hayatlarının son bulmasından, kanlarının son damlasına kadar, en az insanlıkla uzaktan yakından alakaları olmayan caniler kadar, bunlara prim veren ,uyguladıkları yanlış politikalarla şimaran ve semirip palazlanmalarına fırsat veren basiretsiz, sorumsuz, Milletin Meclisini işgal eden hükümet ve yandaşları da sorumludur.. Halkın karşısına geçip timsah gözyaşları dökmek,terörü lanetlemek onları sorumluluktan asla kurtarmayacaktır. 
Ülkemizin bu günlere gelmesinde en büyük etken; bu güne kadar ülkeyi  yönetenlerin, halkın önünde hiçbir zaman inandıkları gibi konuşmamaları,verdikleri sözleri tutmamaları, kendilerini bulundukları makama getirenin halk olduğunu unutmaları, halkı bir "anlam kargaşası"na sürüklemiştir. Halka açık ve net olarak doğruları söylemedikleri için de,oluşan anlam  karışıklığı halkın da aklını mantığını karma karışık olmasına neden olmuştur. Bu kafa karışıklığı halkın huzurunu kaçırdı.Milletin  huzursuz olması toplumun düzenini bozdu. İşte, toplumun düzenini bozanlardır ki, bugün "devlet" yapısının da tehlikeye düşmesine sebebiyet vermişlerdir: 
Vatan için elbette ölmek kutsaldır; fakat esas olan ölmeden yaşayarak vatanı sevmektir. Siyasilerimizin asıl amacı, askerlerimizi yaşatarak yurdunu sevdirmek olmalı, onları ölüme göndererek vatan sevdirilmez. 

Ancak bunu anladıklarında görevlerini tam olarak icra etmiş olacaklardır;aksi halde, bunca şehidin, suçsuz günahsız insanların vebali üstlerinde bir "kan lekesi" gibi iz bırakacaktır. 

İçinde bulunduğumuz bu zor günlerde Millet olarak bizlere düşen başımız dik ve ümit var olmak, şucu bucu ayırımına girmeden bir ve beraber olarak birbirimize kenetlenmek, vatan sevgisini her şeyin üzerinde tutmaktan başka çaremiz olmadığının bilincede hareket etmektir.. 

Hanife Mert



17 Ağustos 2012 Cuma

Bayramlarınız Bayram Ola..

…..
Serilsin gönüller döşek misali
Patlasın sevgiler fişek misali
Hakikat, durmadan, şimşek misali
Çaksın, BAYRAM OLSUN BAYRAMLARINIZ.
ABDURRAHİM KARAKOÇ
Yine bir bayram arifesindeyiz.Bayramı bayram tadında, bayram sevincinde yaşamak; küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran, çocukları sevindiren, Ülkeme, Milletime barış, sevgi, güven, huzur ve mutluluğun hakim kıldığı bir bayramda bayramı yaşamak en büyük dileğim..

Klışeleşmiş bir söz vardır, hani hepimizin geçmişe olan özlemini ifade etmek için kullanırız. ”Nerde  o eski bayramlar.” Her birimizin hayalinde farklı anıları çağrıştıran bir söz..Oysa hiç birimiz eski bayramları bayram yapan o dönemlerde yaşayan insanımızın kültürel, milli ve manevi değerlere olan bağlığını sorgulamayız.. Elbette eski bayramlar çok güzeldi. Çünkü eski bayramları güzelleştiren güzel zihniyette olan güzel insanlardı. İnsanların düşünce ve hayat felsefeleri  değiştikçe bayramların da ifade ettiği anlam değişime uğradı. Eski örf ve adetlerin yerine modern dünyanın  makineleşmiş düşünceleri , kuralları hakim olunca da eski bayramların saflığını, güzelliğini, sevincini, yardımseverliliğini insanı huzura mutluluğa boğan günlerini özler olduk..
Nerde, o günler öncesinden özene bezene seçilen tebrik kartları ve yine aynı hassasiyetle gönlünden yüreğinden gelen ifadelerle yazılıp gönderilen ve beklenen  tebrikler? ..Nerde o arife günü   alınan bayramlıklarla birlikte yattığımız, günler öncesinden içimizin kıpır kıpır olduğu, çocukça saf,  tertemiz bir heyecan ve coşkuyla beklediğimiz bayram sabahı? .. Arife günü herkesi bir telaş alır, ev temizlenir, banyo yapılır, çamaşır yıkanır. Bir taraftan bayramda ikram için baklava ve su böreği yapılır.Elde yapılan baklava ve su böreğinin tadına doyum olmaz..O telaşın arasına bayram alış verişi de sıkıştırılır. Sonra ilginç bulduğum  yöresel bir adet diyeyim. Yoğurt, yumurta, un karışımından oluşan, elde açılan yağda kızartılan adına bişi dediğimiz hamur kızartması yapılır.. İlginç bulduğum nokta herkes yapar ve herkes yaptığı bişiden birbirine göndermesi.. Sanırım insanlar arası paylaşımın güzel bir örneği olsa gerek..
Bayram sabahı erken kalkıp bayramlıkları  giydiğimizde, o sevinci anlatmaya sanırım kelime yetmezdi. Anne ve babamızın elini öpüp  aldığımız harçlığın sevinciyle, kendimizi dışarı atar, mahalledeki diğer çocuklarla bir araya gelip bir taraftan kıyafetlerimizi karşılaştırır, kimlere gideceğimizi planladıktan sonra  komşuları gezmeye başlardık. Bu gezme  bir çoğumuzun  çocukluk anılarını süsleyen   şeker toplama . .Bazı komşular şekerle birlikte mendilin arasında bayram harçlığı da verirlerdi.. Topladığımız paralarla lunaparka gider  bayram sevincini son demine kadar yaşardık...
Hanımlar sabahın erken saatinde kalkıp eşini bayram namazına gönderir, kendisi de evin önünü balkonu bir kez daha yıkar ve o günün yemeğini, erkekler camiden çıkmadan hazırlardı. Çünkü, bayram namazı sonuna kadar çeşmelerden akan suyun zemzem suyu olduğuna inanırlardı.. İnanç hurafe yada batıl olabilir..Sonrasında büyüklerin elleri öpülür, bayramlaşma merasimleri bayram sonuna kadar devam ederdi. Ben aynı geleneği kendi evimde de uygulamaya çalışıyorum..Ne güzel günlerdi o günler..
Günümüzde ise metropolleşmenin sonucu ortaya çıkan  şehirlerimizde,  insanlar kendini hayatın keşmekeş çarkına öylesine kaptırmış ki. Kimine göre sadece bir tatil, kimine göre ise anne baba akraba ziyareti için bir vesileden öteye gitmiyor..Hissedemiyor  bayramı bayram sevincini,kendini  bu güzelliği yaşamaktan mahrum ediyor..Dolayısıyla   bayramlar da, ramazanlar da eski heyecanını kaybetmiş durumda..

Velhasıl bayram büyük bir heyecan dalgası, mutluluk patlamasıdır. Kanaatin zirvesi, bereketin ta kendisidir.
İşin doğrusu, kendimiz ve çocuklarımızın bu mutluluk ve bereketten yoksun kalmamasını ve gelecek kuşaklara  aktarılmasını sağlamak, bayram sevincini  yaşama ve yaşatma bizim elimizde..
 Tadı bayramlarda değil kendimizde aramak lazım. Çocukluğun verdiği sayfiyette. Onun getirdiği küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarabilme yeteneğinde. 


Bayramınız bayram tadında geçsin...
Hanife Mert

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Hayatın İçinden Satır Araları "ŞİDDET!!!!"

ŞİDDET!!Bu iki hecelik kelimenin söylenmesi bile tüyleri ürpertip,insanın gerilmesi için yeterli..
Kelime anlamı; güç ve baskı uygulayarak insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu hareketlerin tümüdür. Şiddet maalesef toplumumuzun her kesiminde mevcut neredeyse bu tanımdan çok, uygulamaya geçmiş durumda.
Aile içi şiddet toplum içinde sıkça karşılaştığımız konular arasında en başta geliyor. Bir kişinin eşine, çocuklarına, anne babasına, kardeşlerine veya yakın akrabalarına yönelik uyguladığı her türlü saldırgan davranışların tümü..Tabi bu tanıma sadece kaba kuvvet içeren davranışlar değil aşağılamak, tehdit etmek, ekonomik özgürlüğünü kısıtlamak gibi..Son yıllarda öylesine arttı ki, neredeyse şiddet haberlerini okumadığımız, duymadığımız gün yok..
En acısı da, anaya, eşe, kadına uygulanan şiddet. Toplum olarak öylesine kanıksadık ki, her şeyde olduğu gibi bu konuda da tepkisiz, duyarsız kalıp, başımızı kuma gömmekten, bana değmeyen yılan bin yaşasın felsefesinden kendimizi kurtaramıyoruz.
Akşam üzeri iftara, yaklaşık yarım saat kalmıştı. Masayı hazırladım bekliyoruz..Bir ses duyduk öylesine bir ses ki; adeta feryat ediyor sanki yer deliniyordu..Şaşkın ve korku ile kapıya koştuk. Ses üst kattan geliyordu..Apar topar yalın ayak koştuk. O durumda kimin aklına terlik ayakkabı giymek gelir..Tam kapıya koşup ne oldu? Diyerek merakımı gidermek istedim ki..Bir el “hiçbir şey yok” diyerek Kapıyı suratıma kapattı..Aslında çok şey vardı..Cevap alamayacağımı düşünerek diğer komşularla birlikte eve döndük..
Bir süre sonra tekrar üst kata çıktık. Bu defa saçlar dağılmış, surat kıpkırmızı, koltuğuna minicik daha 25 günlük yavrusunu sıkıştırmış bir ana..Ne sorumu sorabildim, ne de cevabını bekledim.. Soru ve cevap o kıpkırmızı yüzde ve ağlamaktan kan çanağı olmuş gözlerde gizliydi..Alt komşu evine almış. Belli ki, benden çekiniyordu..Olayın geçmişini, ben bilmiyordum..O anda kendi içimde öylesine bir acı hissettim ki, kelimelerle ifade edemem..Son zamanlarda etrafımda ki dostlarımı, arkadaşlarımı, komşularımı ihmal ettiğim için kendime kızdım..
Hatamı telafi için ve ne olduğunu anlamak için, ben de alt komşuya indim..Ne olduğunu sorduğumda, o kapkara gözlerden akan yaşlar, o mahcubiyetle karışık, incinen onuru, kırılan gururu öylesine yansımıştı ki yüzüne..Şiddete uğradığını, hem de daha doğum yapalı yirmi beş gün olmuş, bir anaya..Daha da acısı nedir biliyor musunuz? Beni kahreden o kadına o hakareti, aşağılanmayı, reva gören yine bir kadın..O dayağı yemesine,aşağılanmasına, öldürmekle tehdit edilmesine sebep komşumun eşine kancayı takmış ve hemcinsim olmasından utanç duyduğum bir kadın..Merak ediyordum, evli üstelik üç tane çocuğu olan birinden ne bekleyebilirdi ki? O çocukların , ananın gözyaşları üzerine mi kuracaktı mutluluğu?

Bir yuvanın yapılması hiç kolay değil.. Tabiri caizse hani derler ya, dişiyle tırnağıyla kuruluyor.Belki çok uzun mücadelenin, sabrın,özverinin çok şeyden feragat etmenin, taviz vermenin eseri bir yuva..Temeli sevgi, saygı ve güven olmazsa olmazı bir ailenin.. Bu üç sac ayağından biri yok olduğu zaman o temel sallanmaya başlar. Saygı ve güven yok olduğu zaman da o evlilik bitmiş demektir. Bunun sonucu şiddet, aşağılamak, onur kırmak, gurur incitmek değildir, olmamalı..Medeni insanlar karşılıklı konuşarak bir sonuca bağlamalı..Korku, tehdit, kaba kuvvet insanın acizliğinin bir sonucudur..
Şurası unutulmamalıdır ki,çocuk ailenin yansımasıdır.Bir çocuk nasıl bir ortamda yetişirse büyüdüğünde aynı şeyi kendi çocuklarına, eşine ve ailesine uygular. Dileğim şiddetten uzak nesillerin yetişmesi umuduyla..
Hanife Mert


16 Temmuz 2012 Pazartesi

Hayatın İçinden Satır Araları.. TATİL



Yaklaşık bir haftadır bloğuma girip siz değerli dostlarımın paylaşımlarını okuma ve yorumlama fırsatını bulamadım. Ara ara tesadüf ettiği zamanlarda da genel olarak bakabildim.

Bizim tatil demiyeyim, aile ziyaretimiz bu defa çok plansız proğramsız alelacele oldu.Hani hepimizin bildiği bir deyim vardır, “iki ayağını bir papuca sokmak” tam da böyle başladı. Eşimle Anamur’a  gitme tarihini netleştirememiştik. Geçen hafta Salı günü öğleye doğru, ben kahvaltı hazırlamaya koyuldum, eşim ekmek alma düşüncesi ile evden çıktı. Ben kahvaltı masasını hazılamıştım ki, eşim telefonla  aradı. Hemen valizi hazırlayın ve çarşıya gelin ben bilet aldım, otobüsle Anamur'a gidiyoruz!. Ben şaşkın birazda tedirgin bir durumda alelacele valizi hazırladım. İlk aklıma gelen şeyleri yaptım ve kızımla evden çıktık.. yaklaşık onbeş- yirmi dakika sonra otobüs geldi ve bizim ilginç Anamur yolcuğumuz başladı..

Yolcuğumuz başladı, başlamasına ama, bende de ardı arkası kesilmeyen soru silsilesi başladı.Öncelikle almayı unuttuğum şeyler gelmeye başladı bir bir aklıma. Telefonu almışım, şarj cihazı kalmış, fotoğraf makinesi alınmış, şarj cihazı unutulmuş, unuttuğumuz daha neler. Sonrasında klasik sorular;acaba, tüpü kapattım mı, balkon kapılarını kapattım mı, elektiriği kapattım mı, kahvaltılıkları dolaba yerleştirdim mi? Sonu “mi” ile biten soru cümleleri öylesine meşgul etti ki zihnimi, o güzelim doğa ve deniz manzaralarını izleyip huzur bulma zevkinden beni mahrum etti.. Artık yapılabilecek bir şey yoktu. Çünkü artık yolculuk başlamıştı.. Anamur'da yaklaşık bir hafta kaldık.Mersin'e döndüğümüzde gördüm ki; tüm endişelerim, kafama takılan sorular yersizmiş. Her şey yerli yerinde..İşte kadın olmak, eş olmak, anne olmak böyle bir şey dedim.Koskoca evin ailenin yuvanın sorumluluğu senin üzerinde..Bilinç altımıza öylesine yerleşmiş ki, sorumluluk duygusu. Evde Düzen ve intizamın sağlanması için özel çaba gerekmiyor. O düzeni zaten farkında olmadan sağlıyorsun.. Bu yolculuğun ardından, sizlere Anamur hakkında küçük bir bilgi vermek isterim..


Masmavi denizi, çam kokusuyla, ormanlarla kaplı harika doğal güzelliklere sahip bir ilçe Anamur. Meşe, çınar, kavak, çam ve daha pek çok çeşit ağaç ve bitki çeşitleriyle donanmış zengin bir doğal yapısı var.
Anamur, Mersin iline bağlı turistik bir ilçedir. Anamur’un Yıllık sıcaklık ortalaması 20-24 derece civarında, nüfusu ise 60 bini aşkın.
Anamur ilçe olmasına rağmen aslında il olmaya aday nitelikte. Akdeniz bölgesinin de önemli turistik bölgelerinden biri.


Anamur’un Tarihi

Anamur antik çağlara kadarki geçmişinde sırayla Kizuvatlalılar, Hititler, Asurlular ve Persler’in egemenliğine girer. Anamur, MÖ 333 yılında Büyük İskender’in burayı ele geçirmesiyle Makedonya Krallığı’na bağlanır ve “Anemurium” ismini alır.
Anemurium’un anlamı ise “Rüzgarlı Burun” dur. Anamur, MÖ 1. yüzyılda Roma, ardından Bizans egemenliğine girer ve Bizans döneminde tekrar inşa edilir.

Anamur daha sonraları sırayla Arap, Bizans’, Anadolu Selçuklu, tekrar Bizans ve Kilikya Ermeni Krallığı’nın eline geçer. Anamur, Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat’ın, Ertokuş Bey’i kıyı şehirlerinin alınmasıyla görevlendirmesi sonucunda, 1228 tarihinde Selçuklu’nun 1243 tarihinde tekrar Kilikya Ermeni Krallığı’nın, 1275 tarihinde Karamanoğlu Beyliği’nin elinde bulunur ve 1471 tarihinde ise Osmanlı İmparatorluğu Anamur’u fetheder.

Anamur Yaylaları
Anamur’da halk, yazın 40-45 dereceye varabilen çok sıcak zamanlarda, Torosların yüksek serin kesimlerindeki küçük yayla köylerine giderler ve 3 ay gibi bir süre burada kalırlar. Anamur İlçesi’nde yayla turizminin yaygınlaşmasıyla, yaylaların altyapıları da tamamlandı.

Yayla köylerinde halen gelenksel mimariye uygun olarak taştan toprak damlı, tek gözlü, içinde ateş yakma yeri (ocaklık) ve baca yer alan, bir veya iki pencereli olarak da yapılmakta. Bu evlere evcik adı verilmekte.

Yeni modern yapılar inşa edilirken de eski evler tamamiyle yıkılmayıp, toprak damlara beton dökülmek sureyitle, pencerelere de demir panjurlar eklenir.

Anamur İlçesi’nin en kalabalık yaylası Abanoz Yaylası’dır. Diğer bilinen Anamur Yaylaları ise Akpınar Yaylası, Kozağacı Yaylası, Kaş Yaylası, Elbalak Yaylası, Halkalı Yaylası, Çandır Yaylası, Bodrum Yaylası’dır.


Anamur’un Tarihi, Gezi, Turistik Yerleri

- Mamure Kalesi

- Anamurium antik kenti

- Titiopolis antik kenti

- Ak Camii

- Ala Köprü

- Ören beldesinde bulunan tarihi evler

- Anamur Müzesi

- Azıtepe

- Pullu milli parkı

- Dragon Vadisi

- Anamur hamamları

- Anamur mağaraları



Anamur’un Köyleri

Akine Köyü, Emirşah(Ceritler) Köyü, Karadere Köyü, Alataş (Kızılkilise) Köyü, Kaşdişlen Köyü, Malaklar Köyü, Çeltikçi Köyü, Bozdoğan Köyü, Ovabaşı(Frenk) Köyü, Korucuk Köyü, Aşağı Kükür Köyü, Yukarı Kükür Köyü, Lale Köyü, Çaltıbükü Köyü, Çamlıpınar Köyü, Çamlıpınaralanı Köyü, Çataloluk Köyü, Demirören (Melleç) Köyü, Evciler Köyü, Güleç (Orhana) Köyü, Karaaga Köyü, Köprübaşı (Ferizler) Köyü, Sarıağaç Köyü, Güngören(Teniste) Köyü, Karaçukur Köyü, Sarıdana Köyü, Kızılaliler Köyü, Gercebahşiş Köyü, Karalarbahşiş Köyü, Güneybahşiş Köyü, Pınarlar Köyü, Vinç Köyü, Kılıç Köyü, Ormancık Köyü, Sugözü Köyü, Boğuntu Köyü, Çukurabanoz Köyü, Uçarı Köyü, Kaledran Köyü.
Yolunuz Antalya tarafına düşerse, Akdeniz'in incisi Anamur'a uğramadan, gezmeden geçmeyin..
Hanife Mert

Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...