23 Ağustos 2025 Cumartesi

ÇAMLARIN ISLIĞI

 


                       
                                                     

Her zaman söylerim, insanın yaşamı tekdüze değildir. Dünya, bir denge üzerine kurulmuştur. İyi ve kötü, güzel ve çirkin, mutlu ve mutsuz, haklı ve haksız... Her biri birbirine zıt gibi görünse de aslında birbirini tamamlayan olaylar ve hikayelerle örülüdür yaşam.

Ancak bu dengeyi toplumumuzda görebilmek neredeyse olanaksız hale geldi. Özellikle son yıllarda toplumumuzda görülen toplumsal çöküş, cehalet temelli bozulmalar bizi öyle yıprattı ki  insanlığımızı sorgular hale geldik. Bu sorunlar beraberinde sıkıntı, stres, kaygı, huzursuzluk, mutsuzluk, sevgisizlik gibi duysal bozulmayı da tetikledi. Adeta sorun yumağı haline gelmiş bir toplum olduk. Hiç bir sorunumuz çözüme ulaştırılmıyor. Günü birlik önlemlerle, etkisiz politikalarla gün kurtarılmaya çalışılıyor.

Çözüme ulaşmayan bu sorunlar içimizde öyle büyük bir bir yara haline geldik ki kendime her fırsatta şu soruyu soruyorum;" biz nasıl bir dönem yaşıyoruz? Acaba bu sıkıntılar ne zaman son bulacak? Ne zaman huzura kavuşacağız? Ne zaman adil, çağdaş eğitimi yakalamış, ekonomik açıdan istikrarlı, refahı yakalamış, ahlaklı, sevgi ve saygının hüküm sürdüğü bir ülke olacağız?" 

Benim fikrimi sorarsanız, “bu çok olanaksız gibi görünüyor.” diye düşünürken hemen ardından, Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim." sözü aklıma geliyor ve yüreğime ferahlık serpiliyor, umutlanıyorum.

Tüm bu sıkıntılar arasında, yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştığım altıncı kitabım "ÇAMLARIN ISLIĞI"  2 Temmuz'da raflardaki yerini aldı. Herdem yayınevinden çıkan kitabımla  birazcık içimi rahatlatmak istediğimdeyse ülkemde bizlere reva görülen yaşam şartlar gözümün önüne geldiğinde sevinemedim ya da buruk bir sevinç yaşadım.

"Çamların Islığı" romanımdan biraz bahsetmem gerekirse; bu defa farklı bir tür denedim, genç kurgu aşk romanı. Bu kitap biraz gençlerin talebi üzerine yazıldı gibi. Unuttuğumuz bazı duyguları hatırlatmaktı amacım. 

Kitap arka kapak yazısını aşağıya ekledim. 

Bunca zamandır duygularımı bastırarak yaşadım. Ama artık içimdeki fırtınayı susturacak gücüm kalmadı. Herkes gibi benim de ilgi görmeye, sevilmeye, anlaşılmaya ihtiyacım vardı. Birinin gözlerimin içine bakarak beni sevdiğini söylemesini duymak istiyordum.

Hayatta sahip olduğum her şey için minnettardım: beni koşulsuz seven bir ailem, müzikle nefes aldığım gitarım, daima yanımda olan dostlarım vardı... Ama bunlar kalbimdeki boşluğu doldurmaya yetmiyordu. Ben sadece, birinin kalbime dokunmasının ne demek olduğunu bilmek istiyordum. Bunun için Rüzgâr biçilmiş kaftandı…

Tabularımı yıktım, seyirci koltuğundan kalktım. Artık sahneye çıkma zamanım gelmişti. Işıklar beni izleyecekti. Bu benim hikâyem, bu benim hayatımdı… Ve Rüzgâr… Bu sahnede neye uğradığını anlamayacaktı.

Çamların Islığı, cesaretle sınırları aşan, kalbinin sesini dinleyerek hayata meydan okuyan bir genç kızın hikâyesi. Ruhunuzun derinliklerine işleyecek, kalbinizde unutulmaz bir iz bırakacak bu romanla, sevilmenin ne kadar büyük bir cesaret gerektirdiğini keşfedeceksiniz.

Bu keşfe hazır mısınız?

 

 Yüreğinizde yer edinmek dileğiyle,

Hanife Mert









21 Haziran 2025 Cumartesi

"BATIDA ON YIL" HÜSEYİN GÜZEL

 


Merhaba sevgili blog dostlarım,

Her ne kadar düzenli yazamasam da fırsat buldukça sayfamı ziyaret ediyor, sizlerin paylaşımlarını okumaya çalışıyorum. Şunu içtenlikle söyleyebilirim ki blog sayfam ve siz değerli blog arkadaşlarım hayatımda çok özel bir yere sahipsiniz. Yazarlık serüvenimde, yayımladığım kitaplarda sizlerin katkısı büyük. Bu gerçeği inkâr edemem.

Bugün altıncı kitabım yayımlanıyor, yedinci için de hazırlıklara başladım. Aranızdan “Bu ne hız?” diyenler olabilir 🙂 Ama kitap yazanlar bilir; bir kitap, yazar için adeta bir evlat gibidir. Nasıl ki bir anne bebeğini dokuz ay boyunca karnında taşır, türlü zorluklara katlanır, doğum sancısı çeker ama sonunda yavrusunu kucağına aldığında tüm acıları unutur… Kitap da aynen böyledir. Yazmak ayrı bir emek, yayımlatma süreci başlı başına bir uğraş. Ama o kitap elinize geçtiğinde yaşadığınız mutluluk her şeye değer. Bu duyguyu herkesin tatmasını isterim.

Bugünkü yazımı ise çok kıymetli bir blog dostum, sevgili Hüseyin Güzel hocamın yeni kitabını sizlere tanıtmak için kaleme aldım.

Hüseyin hocam, yazı hayatımda ve kitaplarımın yolculuğunda çok özel bir yere sahiptir. Belki kendisi hatırlamaz ama bir yazımın altına şöyle bir yorum bırakmıştı:
“Hanife Hanım, kaleminiz çok güçlü. Neden kitap çıkarmayı düşünmüyorsunuz? Eğer edebiyatla ilgili bir bölüm mezunu olsaydınız, kim bilir kaçıncı kitabınızı okuyor olurduk.”
İşte bu cümle beni çok etkiledi ve kitap yazma fikrini ciddiye almama vesile oldu. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum.

Geçtiğimiz günlerde Hüseyin hocam, yeni çıkan “Batıda On Yıl” adlı kitabını imzalayıp bana gönderdi. Nazik jesti için çok teşekkür ederim. Bu kitapta, Atatürk’ün izinden giden, idealist bir öğretmenin anılarla harmanlanmış deneyimlerine tanıklık edeceksiniz. Yazım sürecine birebir şahit olduğum bu değerli eseri siz kitap severlere gönül rahatlığıyla öneriyorum.

Henüz okuyamadım ama okuduktan sonra detaylı yorumumu da mutlaka paylaşacağım.

Sağlıkla, sevgiyle ve kitapla kalın...

Hanife Mert


3 Nisan 2025 Perşembe

Toplumsal Çürüme ve Vicdanların Sessizliği

 

 





Bir toplumun yetiştirdiği her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcu vardır. Bu anlayışla, yaşadığı toplumu güzelleştirmek temel değerlerine sahip çıkmak, onları yaygınlaştırmak, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve gelecek kuşaklara aktarmak asli görevidir. Ancak günümüzde bu bilinç giderek zayıflamakta, toplumun değer yargıları büyük bir değişime uğramaktadır.

Dünya değişim ve gelişim çağındadır. Bu değişime paralel olarak teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. Bu süreç bireylerin yaşam felsefesini ve değerlerini yeniden şekillendirirken, onları asıl sorumluluklarından uzaklaştırıyor.

Günümüzde artık kişiliğimiz, ahlaki duruşumuz, vicdanımız ya da insanlara karşı beslediğimiz sevgi ve merhamet, ne yazık ki eskisi kadar önemsenmiyor. Bunun yerine, mevki, makam, para ve güç her şeyin belirleyicisi hâline gelmiş durumda.

Toplumumuzda erdem kabul edilen değerler birer birer geri plana atılıyor. Artık insanların iç dünyalarına, bilgi birikimlerine ya da karakterlerine bakılmıyor. Dış görünüş, maddi varlık, statü ve güç, bireyin değerini belirleyen unsurlar hâline gelmiş durumda. Oysa geçmişte, kültürümüzün temelini ahlak, ilim, irfan, edep ve vicdan oluşturuyordu. Bu topraklar sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, adalet ve güzel ahlak üzerine inşa edilmişti.

Bugün geldiğimiz noktada, toplumsal değerlerimiz aşınmış, insanlar sadece izleyen, sorgulamayan, hesap sormayan bir hâle bürünmüş durumda. Kapitalist dünyanın aldatıcı parıltısına kapılarak, hayatı sadece maddiyat üzerine kurduk. Birlikteliğimizi, bizi bir arada tutan değerleri sıradanlaştırdık. Artık insana saygı göstermek, adil olmak, merhametli davranmak eskisi kadar önemli değil. Yolsuzluk, rüşvet, adaletsizlik, ötekileştirme gibi olumsuzluklar hayatımızın bir parçası hâline geldi. Yardımlaşmayı, paylaşmayı unuttuk; güçsüz olanı ezmek doğal bir davranışmış gibi algılanmaya başladı. Kadınlara, çocuklara, yapılan eziyetler, hayvanlara ve doğaya verilen zararlar bile kanıksanır hâle geldi.

Tüm bunlar bizi mutsuz ve huzursuz kılıyor. Sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk, vefa gibi kavramların unutulması, toplumun ruhunu yaralıyor. Artık iyinin kötüden, doğrunun yanlıştan, haklının haksızdan ayrılması zorlaştı. İçinde yaşadığımız toplumda, büyük bir belirsizlik içinde yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.

Belki bu yazı karamsar görünebilir, ancak sayıları az da olsa, hâlâ değerlerine sahip çıkan insanların var olduğunu biliyorum. Onlar, ahlakı, edebi, ilmi ve irfanı önceleyenlerdir. Onlara duyduğum saygı ve sevgi sonsuz. Fakat yalnızca maddi gücüyle varlık gösterenlere, zayıfı ezenlere, adaleti hiçe sayanlara, merhametten yoksun olanlara aynı duyguları beslemek mümkün değil.

Değerlerimizi yeniden hatırlamak ve yaşatmak zorundayız. Toplumu güzelleştirmek, ahlaki ve insani değerleri korumak hepimizin sorumluluğudur. Ancak bu şekilde, kendimizden sonraki nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakabiliriz.

Okurlarıma sevgilerimle,

Hanife Mert

16 Şubat 2025 Pazar

Göklerden Gelen İyilik- Çocuk Öyküsü

                     

Seni Yarattım

Okuldan eve dönerken zihninde tek bir ifade yankılanıyordu: "Seni Yarattım!" Bu ifade, Miraç'ın zihnini kurcalıyordu. Eve varana kadar bunu düşündü. Kapıdan içeri girer girmez çantasını bir kenara bıraktı ve mutfağa geçti. Annesi yemek hazırlıyordu. Zuhal Hanım oğlunun dalgın hâlini fark edince gülümseyerek, "Bugün okul nasıldı, Miraç?" diye sordu. Miraç sandalyeye oturdu, gözlerini yere dikti ve bir süre sessiz kaldı. Sonra, "Öğretmenimiz bize bir hikâye okudu." dedi.

Zuhal Hanım, Miraç’ı  dinlemek için yanına oturdu. Miraç ellerini masanın üzerinde birleştirerek anlatmaya başladı: "Bir gün, küçük bir kız sokakta dileniyormuş. Çok açmış ve üstü başı da perişanmış. O sırada genç, sağlıklı ve zengin bir adam oradan geçiyormuş. Bu adam kızı fark etmiş ama görmezden gelip yoluna devam etmiş. Adam eve vardığında, onu güzel bir sofra bekliyormuş. Ancak adamın içi rahat değilmiş. Aklında hep o küçük kız varmış. Sonunda Allah'a dönüp sormuş: 'Böyle bir şeye nasıl izin veriyorsun? O kıza neden yardım etmek için bir şeyler yapmıyorsun?” O anda içinden bir ses duymuş: 'Yaptım. Seni yarattım!'

Miraç derin bir nefes alıp başını kaldırdı. "Bu ne demek, anne?" diye sordu. Annesi Miraç'ın saçlarını okşayarak gülümserken, "Bu hikâye bize, dünyayı değiştirecek olanın biz olduğumuzu anlatıyor oğlum." dedi. "O adam, sadece kıza acımak yerine ona yardım etseydi, dünya biraz daha güzel bir yer olurdu. Yani bir şeylerin değişmesini beklemek yerine biz değişimi başlatabiliriz." 

Miraç bir süre düşündü ve gülümserken, "O zaman ben de küçük bir iyilikle başlayabilirim, değil mi anne?" diye sordu. Annesi başını salladı. "Evet, Miraç. İyi bir insan olmak, iyiliği düşünmekle başlar. Başkalarının acılarını hissetmek, anlamak ve yardım eli uzatmakla devam eder. Yapılan her iyilik, dünyayı biraz daha güzelleştirir. Paylaşılan acı azalır, mutluluk artar." Annesinin yumuşacık sesi Miraç'ın içini ısıttı. Küçük kızı düşünerek annesinin mis kokulu yemeğini yedi. Ardından odasına gitmeden önce annesine sımsıkı sarıldı. "Seni çok seviyorum, anneciğim," diye fısıldadı. O gece huzur içinde uykuya dalarken, annesinin sözlerinin anlamını hiç beklemediği bir şekilde keşfedeceğinden habersizdi...

                          Beklenmedik Karşılaşma

Okulda son derse girmişlerdi. Miraç çok acıkmıştı. Onun için zaman bir türlü geçmiyordu. Karnı gurulduyor, göz kapakları ağırlaşıyordu. Aklında sadece yiyecekler vardı: sıcacık börekler, mis kokulu poğaçalar, lezzetli pizzalar... Nihayet zil çaldı! Miraç, çantasını kaptığı gibi okuldan çıktı. Eve doğru hızlı adımlarla ilerlerken, sitenin yanındaki çöp kutusunun önünde oturan bir kız fark etti. Küçük kız elindeki bayat ekmeği ufalayarak yemeye çalışıyordu. Üzerindeki incecik elbise soğuk rüzgârda savruluyordu. Saçları dağınık, yüzü kir içindeydi. Bu manzara Miraç'ın içini burktu. Biraz önce hayalini kurduğu yiyecekler bir anda anlamını yitirdi. Birden aklına öğretmeninin önceki gün onlara okuduğu hikâye geldi. Şaşkınlık içindeydi. Kendi kendine, "Nasıl olur böyle bir şey?" diye düşünürken zihninde bir ses yankılandı: "Seni yarattım!" Bu düşünceyle yardım etmek için çantasını karıştırdı. Evirdi çevirdi çantada ne para ne de yiyecek vardı. Tam umutsuzca eve dönecekken eline buruşturulmuş bir kâğıt parçası geldi.  Onu açtığında heyecanla: "İşte bu, para!" diye sevindi.

Hemen sitelerinin yakınındaki Mersin Tantuni' ye geldi. Yarım ekmek arası bir tantuni ve bir şişe de Mersin limonatası aldı. Ancak bunları ödemeye parası yetmedi. Miraç dükkân sahibine dönerek, "Amca, paranı hemen getireceğim!" dedi. Adam gülümseyerek, "Boş ver evlat, hediyem olsun," diye karşılık verdi.

Miraç buna şaşırsa da en önemli şey, bu yemeği küçük kıza ulaştırmaktı. Koşarak geri döndü ama kız yerinden kalkmış, uzaklaşıyordu. Miraç hızla yanına giderek nazik bir sesle, "Bir dakika bekler misin?" dedi. Kız ürkmüş bir şekilde ona baktı. Miraç, yumuşacık bir sesle ekledi: "Benden korkma, sana yardım etmek istiyorum." Bu söz üzerine kız duraksadı. Miraç elini uzatıp gülümseyerek, "Ben Miraç, senin adın ne?" diye sordu. Küçük kız, kirlenmiş ve soğuktan çatlamış elini tedirgin bir şekilde uzattı. Kısık bir sesle, "Yaren," dedi. Miraç, elindeki paketi ona uzattı. "Bu senin için," dedi. Yaren şaşkın bir ifadeyle bir Miraç'a bir pakete baktı. Miraç hiçbir şey söylemeden yanından ayrıldı.

Eve geldiğinde iştahı tamamen kaybolmuştu. Annesi, durgun halini fark edip merakla sordu: "Oğlum, iyi misin?" Miraç gözlerini yere indirerek fısıldadı: "Bugün bir şey gördüm anne..." Sonra, öğretmeninin anlattığı hikâyeyi hatırladı ve olanları annesine anlattı.

Zuhal Hanım, oğlunun duyarlılığına sevinirken, Yaren için içi burkuldu. Miraç'ın en sevdiği yemeğini yapmak için mutfağa geçti, ama aklı bir yandan da küçük kızdaydı.

               Rüya Diyarının Sırrı

Miraç, annesiyle konuştuktan sonra biraz rahatlamıştı. Ancak küçük kızı hâlâ düşünmeden edemiyordu. Okul kıyafetlerini çıkarıp günlük kıyafetlerini giydi, sonra çalışma masasına oturdu. Bilgisayarını açtığında ekranda garip şeyler olmaya başladı. Sayfalar kendiliğinden açılıyor, tuhaf ışıklar beliriyordu. Miraç şaşkınlıkla ekrana bakarken parlak bir ışık büyüyerek her yeri kapladı. Bir anda kendini gökyüzünde, bulutların arasında süzülürken buldu! “Neler oluyor?” diye bağırdı ama sesi neredeyse fısıltı gibiydi. O anda ayaklarının altındaki beyaz bulutlar dağıldı ve Miraç, papatyalarla kaplı bir yolda buldu kendini. Yolun sonunda altın rengi bir ışık parlıyordu. Işığın içinden, başında papatyalardan yapılmış bir taç olan zarif bir peri prenses belirdi. Sıcacık bir gülümsemeyle, “Merhaba Miraç,” dedi. Miraç şaşkınlıkla etrafına baktı. “Ama… Ben buraya nasıl geldim? Siz benim adımı nereden biliyorsunuz?” diye sordu. Peri Prenses Ece, nazikçe başını okşadı. “Rüya Diyarı’na iyilik dolu yüreğe sahip çocuklar gelir. Senin kalbinin güzelliği seni buraya getirdi, korkma,” dedi.

Miraç büyüleyici manzarayı hayranlıkla izledi. Gökkuşakları, parlayan yıldızlar ve uçuşan kelebeklerle doluydu burası. Ama aklı hâlâ küçük kızdaydı. Peri Prenses Ece onun endişeli olduğunu fark etti. “Burada yalnız olmak istemiyorsun, değil mi?” diye sordu. Miraç heyecanla başını salladı. “Evet! En yakın arkadaşlarım Ali ve Hira da burada olsun isterdim!” Peri Prenses hafifçe gülümsedi. “Onları buraya çağırabilmen için Sihirli Göl’e adlarını yazmalısın,” dedi ve ileride parlayan bir gölü işaret etti. Miraç merakla gölün yanına gitti. Su, ay ışığını yansıtıyormuş gibi parlıyordu. Eğilip elini uzattığında, yüzeyde harfler belirdi. Titrek bir yazıyla “Ali ve Hira” yazdı. O anda göl ışıldamaya başladı! Minik dalgalar kıyıya vururken altın rengi kıvılcımlar havaya yükseldi. Miraç nefesini tuttu. Birkaç saniye sonra Ali ve Hira yanında belirdi! Sevinçle yerinde zıplayarak “Yaşasın!” diye bağırdı ve onlara sarıldı. Ali şaşkınlıkla etrafına bakındı, sonra Miraç’a eğilip fısıldadı. “Burası neresi kanka? Sen nasıl geldin? Biz buraya nasıl geldik?” Hira ise gözlerini kocaman açmıştı. Tüm bu olanlar ona fazla gelmişti. Dudaklarını büzüp ağlamaya başladı. “Ben annemi istiyorum… Evimize dönelim!” dedi.

Peri Prenses Ece yanına eğildi. “Sakın korkma, Hira. Burada harika şeyler öğreneceksiniz ve zamanı geldiğinde hepiniz güvenli bir şekilde evinize döneceksiniz.” Miraç, Ali ve Hira birbirlerine baktılar. Hâlâ merak içindeydiler ama korkuları azalmıştı. Çünkü burası gerçekten büyülü bir yerdi…

Mutluluğun Sırrını Keşfetmek

Peri Prensesi Ece, "Çocuklar, mutluluğun sırrını keşfetmeye hazır mısınız?" diye sordu. Çocuklar hep bir ağızdan "Hazırız!" diye bağırdılar. Böylece Rüya Diyarı’na doğru yola çıktılar. Burası adeta bir masal dünyasıydı. Renkli kuşlar gökyüzünde dans ediyor, kristal şelaleler ışıl ışıl parlıyordu. Miraç, Ali ve Hira bu büyüleyici manzaraya hayranlıkla bakıyor, kuşlara dokunmaya çalışıyordu. Birden karşılarında altın bir kapı belirdi. Üzerinde ışıl ışıl parlayan harflerle "Mutluluk Ülkesi" yazıyordu. Kapı kendiliğinden açıldı ve çocuklar içeri girdiler. Burası ışık saçan, büyülü bir yerdi. Sarayın ortasında kristal bir masa ve üzerinde altın kaplı bir kitap vardı. Tam o sırada yanlarına gülümseyerek Mutluluk Ülkesinin kralı, Kral Mutluluk geldi. “Mutluluk Ülkesi ’ne hoş geldiniz, çocuklar!” dedi. Sadece Miraç heyecanla “Hoş bulduk!” diyebildi. Kral Mutluluk, “Mutluluğun sırrını öğrenmek ister misiniz?” diye sordu. Çocuklar başlarını hızla salladı. Kral gülümseyerek konuşmaya başladı:

1.     Mutluluk, başkalarına iyilik yapmakla başlar. 2-İyilik yaparken karşılık beklememelisiniz. 3- İyiliği başkalarıyla paylaşarak yapın ki hem siz hem de başkaları mutlu olsun.

Tam o anda, sarayın pencerelerinden karanlık gölgeler süzülmeye başladı. Gölgeler, salonun içinde dolaşarak ışıkları yavaş yavaş yutuyordu. Kral Mutluluk endişeyle ayağa kalktı. "Karanlık Gölgeler geri döndü! Onlar, insanların umutlarını çalarak güçlenirler," dedi. Miraç, Ali ve Hira birbirlerine baktılar. Kral Mutluluk’un sözlerini hatırlayarak iyilik yaparak gölgeleri yok etmeye karar verdiler. Ancak her iyilik yaptıklarında yeni bir bilmecenin içinde buluyorlardı kendilerini. İlk görevleri, Nehir Vadisi’ndeki üzüntü içindeki kelebeklere yardım etmekti. Renkleri solmuş ve uçmayı unutmuş olan kelebeklere mutluluk getirmeleri gerekiyordu. Üç arkadaş, kelebeklere güzel hikâyeler anlatıp onlarla oyunlar oynayarak renklerini geri kazanmalarını sağladı. Kelebekler yeniden uçmaya başladığında, bir ışık huzmesi belirdi ve gölgeler biraz daha dağıldı. Ancak maceraları daha yeni başlıyordu. Gölgeler, iyiliğin ışığından kaçıyor ama tamamen yok olmuyordu. Üç arkadaş, Karanlık Gölgelerin tamamen yok olması için daha fazla iyilik yapmalı ve yeni bilmeceleri çözmeliydi. Her yeni iyilik, bir bilmecenin kapısını açıyordu. Miraç ve arkadaşları cesaretlerini kaybetmemeye çalışarak, iyiliğin gerçek gücünü hatırladılar. Kral Mutluluk gülümseyerek onlara baktı. "Endişelenmeyin," dedi. "Gerçek iyiliğin gücünü öğrendiğinizde, her şey yoluna girecek ve zamanı geldiğinde güvenli bir şekilde evinize döneceksiniz."

Miraç, Ali ve Hira birbirlerine baktılar. Hâlâ merak içindeydiler ama korkuları azalmıştı. Çünkü burası gerçekten büyülü bir yerdi…

 

Gerçeğe Dönüş

Miraç, omzunda sevgi dolu bir elin sıcaklığını hissederek gözlerini araladı. Annesinin yumuşak sesi kulağında yankılanıyordu: “Miraç, hadi oğlum, uyan.” Başını kaldırdığında, çalışma masasının üzerinde uyuyakaldığını fark etti. Gözleri mahmur bir halde annesine baktı ve uykulu bir sesle mırıldandı: “Mutluluğun sırrı, iyiliği paylaşmak...” Annesi gülümseyerek saçlarını okşadı. “Hadi bakalım, sana çok sevdiğin topalak çorbası yaptım.” Miraç, sevinçle kollarını havaya kaldırdı. “Harika! yaşasınn!” diye neşeyle bağırdı ve annesinin boynuna sarıldı. İşte gerçek mutluluk buydu! Rüyasında gördüğü Kral Mutluluk ’un kurallarını uygulamak istiyordu. Bunun için hemen Ali ve Hira’yı çağırdı ve onlara Yaren’den bahsetti. Üçü birlikte ona nasıl yardım edebileceklerini planladılar. İlk adım olarak annelerinden destek istediler. Zuhal Hanım, Yaren için kıyafet ve yiyeceklerden oluşan bir paket hazırladı. Miraç, paketi alıp küçük kıza götürdüğünde Yaren, gitmeye hazırlanıyordu. Yanına oturan Miraç, paketi ona uzattı. Küçük kız şaşkın gözlerle baktı. Titreyen elleriyle paketi aldı ve fısıldayarak sordu: “Bunları benim için mi getirdin?” Miraç, gülümseyerek başını salladı. “Evet, ama sadece bunlar değil. Ali ve Hira ile birlikte sana ve ailene daha fazla yardım edeceğiz, söz veriyoruz.”

Miraç sözünü tuttu. Üç arkadaş, sitede bir yardım kampanyası başlattı. Kısa sürede herkes seferber oldu. Kıyafetler, oyuncaklar ve yiyecekler toplandı. Site sakinleri, kapıcı dairesini baştan düzenleyerek Yaren ve ailesi için yeni bir yuva haline getirdi. Birkaç hafta sonra Yaren artık okula gidiyor, yeni arkadaşlar ediniyor ve en önemlisi umutla gülümsüyordu. Bir gün, Miraç’ın yanına geldi ve elini tuttu. “Hayatımı değiştirdin. Sana ve arkadaşlarına minnettarım. Artık yeniden hayal kurabiliyorum.”  dedi, Miraç, Yaren’in gözlerindeki ışığa baktı ve gülümsedi.

Bir sabah gökyüzüne baktığında, gri bulutların dağıldığını ve yerini pırıl pırıl bir gün ışığına bıraktığını fark etti. O anda annesinin sözleri yeniden kulağında yankılandı: “İyi olmak, başkalarının acılarını hissetmek, onları anlamak ve her zaman bir el uzatmaktır.” İşte o zaman anladı ki gerçek güç, paylaşmaktan ve iyilik yapmaktan geliyordu. Derin bir nefes aldı, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti. Gökyüzüne bakarken içini sıcacık bir mutluluk kapladı.

Çünkü bazen dünyayı değiştirmek için yalnızca bir gülümseme yeterdi.

 SON

 


28 Eylül 2024 Cumartesi

Utanmayı Unuttuk mu?


 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı yapmaktan çekinmez. Eğer toplum da bu duruma kayıtsız kalıyor ve "Bana değmesin, ne yaparsa yapsın" anlayışıyla yaklaşıyorsa, kötülükler önlenemez hale gelir. Maalesef, bugün de durum böyle.

Geçmişte, insanlar yanlış yapmaktan ve suç işlemekten çekinirdi. Suç işleyen kişi utanır, yüzü kızarırdı. “El âlem ne der?" diye düşünür, vicdanının sesini dinlerdi. Toplumun kınaması, çoğu zaman bir mahkemenin verdiği cezadan daha etkili olurdu. Suçlu kişi, yaptığını gizleyemezdi.

Oysa utanmak, insanın en güzel süsüdür. Utanmak, insanın kalitesini gösterir. Utanan insan saygılıdır, edeplidir, vicdan sahibidir. Merhametli olur hem insanlara hem de doğaya karşı duyarlıdır. Emeği olmayan bir şeye sahip olmayı istemez. Hak ve adaleti gözetir, sorumluluk sahibidir.

Ancak ne yazık ki, bu değerler günümüzde önemini yitiriyor. Utanmak bile utanılacak bir şey haline geldi. Toplum böyle de yöneticiler farklı mı? "Balık baştan kokar" derler. Yönetenlerin haksızlıklara sessiz kalması, suç işleyenlere caydırıcı cezalar vermemesi, toplumu daha da kötüye götürüyor. "Nasıl yaşarsanız öyle yönetilirsiniz" der büyüklerimiz. Artık toplum olarak ne korkumuz ne de utanacak yüzümüz kaldı. Edep, adalet, hak ve hukuk unutuldu.

Her gün haksız yere öldürülen çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Çöp konteynerlerine atılan bebekler, birkaç kuruş için cana kıyan insanlar… Kaza geçirip acı çeken insanları sadece izleyen, yardım etmekten çekinen vicdan yoksunları… Sokak hayvanlarına eziyet eden caniler… İnsanların çöpten yiyecek topladığı görüntüler… Bunlar hepimizin vicdanını sızlatması gereken olaylar. Ama toplum, vicdanını devre dışı bıraktığı sürece bu manzaralar artarak devam edecek.

Artık biz de her şeyimizi paraya adadık. Tüm değerlerimizi paraya endeksledik. Paran varsa değerlisin, yoksan değersizsin. İnsana saygı kalmadı. Merhamet, vicdan, yardımseverlik, paylaşmak unutuldu. Toplum olarak utanmayı unuttuk ve hep birlikte bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete... Haksız mıyım?

 


11 Eylül 2024 Çarşamba

Hüzünler Arasında Gelen Güzellik


Her zaman söylerim, insanın yaşamı tekdüze değildir. Dünya, bir denge üzerine kurulmuştur. İyi ve kötü, güzel ve çirkin, mutlu ve mutsuz, haklı ve haksız... Her biri birbirine zıt gibi görünse de aslında birbirini tamamlayan olaylar ve hikayelerle örülüdür yaşam.

Ancak bu dengeyi toplumumuzda görebilmek neredeyse olanaksız hale geldi. Özellikle son yıllarda toplumumuzda görülen toplumsal çöküş, cehalet temelli bozulmalar bizi öyle yıprattı ki  insanlığımızı sorgular hale geldik. Bu sorunlar beraberinde sıkıntı, stres, kaygı, huzursuzluk, mutsuzluk, sevgisizlik gibi duysal bozulmayı da tetikledi. Adeta sorun yumağı haline gelmiş bir toplum olduk. Hiç bir sorunumuz çözüme ulaştırılmıyor. Günü birlik önlemlerle, etkisiz politikalarla gün kurtarılmaya çalışılıyor.

Çözüme ulaşmayan bu sorunlar içimizde öyle büyük bir bir yara haline geldik ki kendime her fırsatta şu soruyu soruyorum;" biz nasıl bir dönem yaşıyoruz? Acaba bu sıkıntılar ne zaman son bulacak? Ne zaman huzura kavuşacağız? Ne zaman adil, çağdaş eğitimi yakalamış, ekonomik açıdan istikrarlı, refahı yakalamış, ahlaklı, sevgi ve saygının hüküm sürdüğü bir ülke olacağız?" 

Benim fikrimi sorarsanız, “bu çok olanaksız gibi görünüyor.” diye düşünürken hemen ardından, Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim." sözü aklıma geliyor ve yüreğime ferahlık serpiliyor, umutlanıyorum.

Son günlerde hepimizi derinden sarsan olaylara şahit oluyoruz. 8 yaşındaki yavrumuz Narin ve daha binlerce öldürülen istismara uğrayan çocuklarımızın şüpheli ölümü, hayvanların uyutularak katledilmesi, kadın cinayetleri gibi içimizi parçalayan pek çok olay yaşanıyor ülkemizde. Bildiğiniz şeyler bunlar…

Tüm bu sıkıntılar arasında, yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştığım ve dokuz aydır da yayınevleriyle mücadelesini verdiğim Sarı Kulplu Fincan adlı öykü kitabım nihayet çıktı. Herdem yayınevinden çıkan kitabım cumartesi günü elime ulaştı. Birazcık içimi rahatlatmak istediğimdeyse Narin'in masum yüzüyle karşılaştıkça sevinemedim. Yada buruk bir sevinç yaşadım...

Neyse size kitabımdan kısaca bahsetmek isterim. Sarı Kulplu Fincan iki ana öykü ve iki yardımcı öyküden oluşuyor. Konularını gerçek yaşamdan alıyor. İlk öykü olan Bir Düşüş Hikayesi'nde, İstanbul Üniversitesi Makine Mühendisliği öğrencisi Aydın'ın, anne ve babasını bir trafik kazasında kaybetmesiyle başlayan hikayesini ve tek başına hayatta kalma mücadelesini okuyacaksınız. Aydın, Şule adlı bir kıza âşık olur ve evlenir. Ancak Şule'nin lüks düşkünlüğü, Aydın'ın tüm mal varlığını tüketmesine ve entrikalarla her şeyi kendi ailesinin üzerine geçirmesine neden olur… Beş parasız ortada kalan Aydın'ın hüzünlü hikayesi sizleri bekliyor.

İkinci ana öykü olan Sarı Kulplu Fincanın Gözyaşları ise birçok kişiye tanıdık gelecektir… Kaderci bir anlayışla yetiştirilen Ayla ve Şebnem, çocukluk arkadaşıdır. Kadının hor görüldüğü, aşağılandığı, erkeğin üstün olduğu bir kültürde büyürler. Ayla, on yedi yaşında Timuçin adında bir gence âşık olur. Timuçin, Ayla'nın kafasında yerleşmiş olan kaderci, dayatmacı anlayıştan kopması kolay olmamaktadır. Timuçin uzun bir uğraştan sonra Ayla’ya kadın ve erkek eşitliğini, yasa önündeki hak ve sorumlulukları hakkında anlattıkları Ayla'nın kafasını karıştırır. Zamanla Timuçin’in haklı olduğuna inanır ve ailesinin dayatmalarına sevdiği gencin desteğiyle karşı çıkar. İki genç, ailelerinin itirazlarına aldırmadan evlenirler.

Şebnem ise Ayla kadar şanslı değildir. Doğduğu andan itibaren babası tarafından istenmeyen bir çocuk olarak büyütülür. Lise ikinci sınıfta okuldan alınıp, kendisinden sekiz yaş büyük biriyle evlendirilir ve Hollanda’ya gelin gider.Şebnem’in Hollanda’daki zorlu yaşamı, kitapta tüm gerçekliğiyle anlatılıyor.

Ayrıca Türkiye'ye döndüğünde arkadaşı Ayla'yı ziyaret eden Şebnem; Ayla’nın evliliklerinin ilk yıllarında aldığı ve kendileri için sadakatin, mutluluğun simgesi olan sarı kulplu ince belli fincanla içtiği kahve ve devamında Şebnem’in kendi falında gördüğü olumsuzluklar nedeniyle fincanı kırması sonucu yaşanan trajik bir cinayetin Ayla üzerindeki etkisini okuyacaksınız bu kitapta...

Arkadaşlar Sarı Kulplu Fincan kitabım; D&R, Kitapyurdu, İdefix gibi pek çok kitap satış sitelerinde satışta.

Okurlarıma keyifli okumalar dilerim.

 


19 Ağustos 2024 Pazartesi

RABBENA HEP BANA


 Dostoyevski, Budala adlı eserinde, ilk bakışta biraz ağır gelse de şöyle der:

“Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse, herkes gülüyor: ‘Yahu, bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?’ Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor...”

Yüzyıllar önce yaşamış Dostoyevski’nin dönemindeki insan profiliyle bugünkü insanın düşünce, huy ve karakteri ne kadar da birbirine benziyor. Bu da gösteriyor ki insan, dün neyse bugün de o; yarın da aynı kalacakmış gibi görünüyor.

Bu düşüncenin gerçekliğini bakın Nasrettin Hoca fıkrasında görüyoruz.

Bir gün Nasreddin Hoca yol kenarında portakal ağacı dikiyormuş. Gelen geçen de acıyarak bakıyormuş Hocaya. Biri dayanamayıp sormuş: “Hocam, meyvelerini yemeğe ömrün yetmeyecek bir ağacı neden dikiyorsun?” Hoca da doğrulup cevap vermiş: “Ömrümün yetip yetmeyeceğini Allah bilir. Ama ben de, sen de ömrü bu günleri görmeye yetmemiş insanların diktiği fidanların meyvelerini yiyoruz.”

Bu da bize gösteriyor ki insan her dönemde aynı insan. Onun düşüncesini, zihniyetini değiştirmesi için ne yaparsanız boşuna Her ne kadar yıllar, yüzyıllar geçse ve bilim ilerlese de; atların, eşeklerin, develerin yerini arabalar, trenler, uçaklar alsa da; bilgisayar ve internet çağına girmiş olsak da, insanların zihniyetleri değişmediği sürece sorunların çözümünde pek bir ilerleme kaydedilememiştir. Geçmişte yaşananlardan ders alınmamış ve tarih hep tekerrür etmiştir.

Özetle, insanın “Rabbena hep bana” bencilliği her dönemde revaçta. Kimse kimsenin kimsesi olmak istemiyor, kimse kimsenin ne durumda olduğunu bilmek istemiyor, kimse kimseyi umursamıyor! Zaman değişse de, insanlığın yararına geliştirilen teknoloji, bilgisayar ve uzay çağı bile insanın bencilliğini azaltamıyor. Aksine, hırs ve bencillik kol kola girip başarı naraları atıyor.


22 Temmuz 2024 Pazartesi

SARI KULPLU FİNCAN ÇOK YAKINDA OKURLARIYLA!


Daha doğmadan belirlenirmiş insanın kaderi. Sonradan bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmezmiş. Doğmadan belirlenmiş bir kaderin insanın yaşamını nasıl şekillendireceğini merak ederdim. Bu gerçekle yüzleştiğimde, kendimi çaresizce kaderin insafına terk etmiştim. Hayatıma ne şekilde yön vereceğim konusunda herhangi bir etkimin olamayacağını ise baştan kabullenmiştim.

Annemin bozuk plak gibi her fırsatta söylediği: “Yuvayı dişi kuş yapar. Evi çekip çeviren, çocukları yetiştiren kadındır. Yorgun argın işten gelen kocaya hizmet etmek ve ona huzurlu ortamı sağlamak da kadının görevidir..” gibi sözleri zihnime mıh gibi kazınmıştı.

Bu duruma karşı çıkmak, neden böyle olduğunu sorgulamak gibi bir lüksüm yoktu. Bunun aksini düşünmek ve bu fikri değiştirmek aklıma bile gelmezdi. Ta ki on yedi yaşında iken aşık olduğum gencin, bana dayatılan hiç bir öğretinin adil olmadığını söylemesine kadar. Bu genç adamın; " bir yuva kurmanın ve sürdürmenin kadın ve erkek arasında eşit haklara dayandığını" anlatmasıyla duygu ve düşüncelerim kökten sarsılmıştı. Bugüne kadar öğrendiklerimden vazgeçmek benim için hiç kolay olmadı…

 Alıntı yaptığım bu metin, Sarı Kulplu Fincan adlı öykü kitabımdan. Yeni kitabım Sarı Kulplu Fincan okuyucusuyla buluşmak için gün sayıyor.

Düş Batımı ve Bakış Acısı adlı kısmen otobiyografik romanım, Fırçadaki Son Şiir / Bir Orhan Veli Romanı adlı Orhan Veli Kanık'ın yaşam öyküsünü anlattığım kurmaca biyografik romanım ve Yolculuk adlı kişisel gelişim tarzındaki kitaplarımdan sonra, beşinci kitabım Sarı Kulplu Fincan adlı kitabım çok yakında okurlarıyla buluşacak. 

Sarı Kulplu Fincan adlı kitabımın türü öyküdür. Kitapta "Bir düşüş hikayesi ve Sarı Kulplu Fincanın Gözyaşları adlı ana öykü, Telefondaki Ses ve Mutluluğu Beklerken adlı yardımcı öyküler bulunmaktadır... Daha fazla spoiler vermek istemiyorum...

Şu an, bebeğini kucağına almayı bekleyen anne gibi çok heyecanlıyım. Kitabı olan arkadaşlarım bilir, bir yazar için kitabı evladı gibi değerlidir. Her ikisinde de büyük bir emek, mücadele, sabır, özveri vardır...


Değerli blog arkadaşlarım şimdi de sizlerle kitabımın arka kapak yazısını paylaşıyorum:

Ayla; mutluluğun ve mutsuzluğun ne anlama geldiğini kavramadan kaderci bir anlayışla büyümüş genç bir kadındır. On yedi yaşında iken Timuçin'e âşık olduğunda gerçek mutluluğu tatmış ve içindeki farklı duyguları keşfetmiştir.

Genç adamın toplumsal normlara meydan okuyan sözleri, Ayla'nın hayata bakış açısını değiştirmiştir. Ona kaderin ötesinde bir dünya keşfetmesini ve kendi kaderini kendisinin değiştirebileceğine olan inancını sağlamıştır.

Evliliklerinin ilk yıllarında, maddi zorluklarla mücadele ettikleri bir zamanda satın aldıkları sarı kulplu özel bir fincan, onlar için mutluluk ve umudu simgeler.
Ancak Ayla'nın okuldan arkadaşı olan Şebnem'in ziyareti sırasında yaşanan korkunç bir olay, bu mutluluk sembolünü paramparça eder.

Şebnem'in kendi falında gördüğü olumsuzluklar sebebiyle fincanı fırlatarak kırmasıyla yaşanan trajik bir cinayetin ardından, Ayla'nın hayatı altüst olur. Ancak bu olay, ona mutluluğun ve mutsuzluğun arasındaki ince çizgiyi hatırlatır.

Bu hikâyede, mutluluğun kırılgan doğasını ve yaşamın beklenmedik dönemeçlerini keşfedeceksiniz. Aşkın, umudun ve trajedinin iç içe geçtiği bu hikâye, sizi duygusal bir yolculuğa çıkaracak.

“Sarı Kulplu Fincan" sizi, mutluluğun ve mutsuzluğun arasındaki dengeyi sorgulamaya ve hayatın karmaşıklığını keşfetmeye davet ediyor.

Siz bu keşfe var mısınız?

Özetle, Sarı Kulplu Fincan kitabımın tüm okurlarıma hayırlı olmasını ve keyifle okumalarını diliyorum.

Hanife Mert

18 Nisan 2024 Perşembe

Halimiz Ortada


 

Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kaptırdık ki; ne eş-dost -arkadaş, ne akraba, ne yaşlı, ne büyük- küçük umurumuzda bile olmuyor artık.

Umurumuzda olmuyor derken yanlış anlaşılmasın. Kendimizi yaşam denilen bu keşmekeşte öylesine kaybettik ki, akıl edemiyoruz  diyelim sadece.  Hoş aklımıza gelse de şu yaşam kaygısı ruhen ve bedenen öylesine sardı ki benliğimizi, kimseyi düşünecek takatimiz kalmıyor... Konumuz bu değil tabii.

Sevdiğim bir arkadaşımdı arayan kişi. Geçmişe dair pek çok güzel anılarımız vardı. Lisede, üniversitede birlikte okuduk. Aşağı yukarı aynı dönemde çalışma hayatına başladık, aynı dönemde evlendik ve yaklaşık aynı dönemde de emekli olduk. 

Arkadaşımın sohbetini severim. Hani, "gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül sohbet ister, kahve bahane." cinsinden, sohbet etmesini iyi bilen biri. O, hem konuşmasını hem de dinlemesini bilir. Yani, her lafa maydanoz olan, fikri olsa da olmasa da konuşmaya çalışan, ancak karşıdakini dinlemeye tahammülü olmayan, yalnızca ben konuşayım, beni dinlesinler mizacında olanlardan değil.

Sohbet kısa bir hal hatırın ardından, yönünü direkt tüm sohbetlerin ortak noktası olan ekonomiye çevirdi. Artık kimse öyle iyi misin? Hoş musun? Derdin sıkıntın var mı? diye sormuyor. Öyle laf lafı da açmıyor artık. Çünkü sorun tek ve ortak... Konu,  sebze- meyve fiyatları, et fiyatları, elektrik –doğal gaz faturaları, benzine-mazota- motorine gelen zamlar ve enflasyonun hız kesmeyen yükselişi... Doğal olarak da yılbaşında aldığı zammın aynı ay içinde erittiği  cebindeki paradan dert yanmaya başlıyor insan.

Artık günümüzde ekonomist olmak için öyle yıllarca üniversitelerin iktisat- işletme fakültelerinde dirsek çürütmeye gerek kalmadı. Türkiye'de yaşamanız yeterli... Şartlar size kafanıza vura vura öğretir ekonomiyi...

Arkadaşımla geçmişle bugünü karşılaştırdık. Emekli olduğumuz dönemlerde aldığımız emeklilik tazminatıyla rahatlıkla orta halli bir ev ve ikinci el bir de araba alınırdı. Şimdi öyle mi? Eşimden biliyorum, Ağustosta emekli oldu. Aldığı tazminatla bunların hiç birinin yanına bile yaklaşılmadı...

Arkadaşım çok endişeliydi. Çünkü onun bu sorunlarının yanında bir de üniversitede okuyan bir oğlu vardı. Eşiyle birlikte aldığı pula dönen emekli maaşıyla nasıl zorlandığını ve zaman içinde nasıl zorlanacağını düşünüyordu kara kara. O haklıydı... İlkokul, ortaokul ve lisede bile çok zorken, üniversitede çocuk okutmak ailelerin iyice belini kıracağa benziyor... 

Bu sorunları aşıp okulu bitirse bile karşılığında işsizler ordusuna dahil olduktan sonra, ne kıymeti var diyesi geliyor insanın. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş. Bizler elimizden geldiği hatta gelmediği kadar bile olsa mücadeleye devam etmek zorundayız. Pes etmek bize yakışmaz.

Arkadaşımla uzun ancak keyifli demeyim de kaliteli bir dertleşme yaptık. Yine de laf lafı açtı. Eee sorun ortak. Çözüm olamasak da sıkıntımızı paylaştık. Eskilerin dediği gibi, sıkıntılar paylaşılırsa hafiflermiş ya...

Zaten bizde sorun bitmez. Hani deveye sormuşlar; "Neden boynun eğri?" diye, o da "nerem doğru ki?" demiş ya, işte öyle bir şey bizde haller durumlar.

Okurlarıma sevgilerimle,

Hanife Mert

10 Ocak 2023 Salı

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!




Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. Sebebine gelince; kısmen özel ancak temelde genel...

Bildiğiniz gibi insan yaşamı tek düze değildir. İnsanın kimi zaman sevinç, kimi zaman hüzün, kimi zaman da tatlı heyecanlar yaşayacağı gibi, vicdanını sızlatacak, canını acıtacak, hatta kanını donduracak kadar üzüntü, öfke yaşaması da muhtemel... Ülkemizin içinde bulunduğu durum hepinizce malum. Onları tekrar dillendirmeye ne gerek var...

 Benimle ilgili olan değişimden bahsedeyim sizlere. Fırçadaki Son Şiir/ Bir Orhan Veli Romanı adlı kurmaca biyografik romanımı biliyorsunuz. Geçen yıl temmuz ayında çıkarmıştım. Ardından vakit kaybetmeden dördüncü kitabımın hazırlıklarına başladım. "Bu ne acele? Ardından atlı mı kovalıyor? diye düşünebilirsiniz. Bu durum sanırım edebiyat dünyasına geç girmiş olmanın eksiğini hissediyor olmamdan kaynaklı olsa gerek.

Düş Batımı, Bakış Acısı ve Fırçadaki Son Şiir kitaplarımda olduğu gibi  "Yolculuk"  kitabımın da yayımlatma süreci beni oldukça zorladı. İnanın ülkemizde kitap çıkartmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor. Her şeyde olduğu gibi artık yayınevleri de işi ticarete dökmüşler. Kitap basımı için istedikleri paraları duysanız dudaklarınız uçaklar. Onların benden istedikleri parayla biz şuan ki  oturduğumuz evi satın almıştık. Varın ötesini siz düşünün...

Yayınevlerinin istediği parayı ödemedim tabi ki. Bunun olanağı yoktu. Aralarında vicdanlı yayınevleri de yok değil hani. Uyanış Yayınevi bunlardan biriydi. Makul bir sözleşmeyle anlaştık. Tabi bu arada benim sevincime diyecek yoktu...

Kitabım 22 Aralık 2022'de raflardaki yerini aldı. Çiçeği burnundaki yeni kitabım "Yolculuk" diğerlerinden farklı olarak kişisel gelişim tadında bir kitap. Bu kitabı yazma nedenimden kısaca bahsedeyim. Toplum olarak, bireyler olarak hayat gailesine öylesine kaptırdık ki, “kendimizi” unuttuk... Yaşamın amacını  sadece yemek yemek, para kazanmak, işte çalışmak ve günlük rutine bağladığımız işleri yapmak olarak algıladık ve bundan öteye gidemedik.

 Oysa yaşamımızı sağlıklı bir şekilde sürdürmek için, sağlıklı bir ruh yapısına ihtiyacımız vardır.  Bunun için se kendimize zaman ayırarak vicdanımızın sesini dinlemek, ruhumuzu dinlendirmek, onun isteklerine kulak vermek gerekir. Yaşamı anlamlı kılmanın temel nedeni sağlıklı bir ruh yapısına sahip olmak  değil mi? Bu yaşam şartlarında pek olası gibi gözükmese de olanaksız değildir...

Ben de bu düşünceyle okurlarıma nefes aldırmak amacıyla “Yolculuk” kitabımda kişiye kendine yönelmesini, kendini tanımasını, kendisine zaman ayırmasını, kendini sevmesi ve kendisiyle barışık yaşaması için kapı aralamaya çalıştım. Anlayacağınız bu kitapla okur kendi iç dünyasına yolculuk yapacak...

Kitabımı  yaşanmış öykülerden kurguladım, filozofların sözleriyle de süslemeye çalıştım. Uyanış Yayınevinden çıktı. 160 sayfalık çabuk okunabilecek bir kitap. Kişisel gelişim kitaplarını sevenlerin beğenebileceği bir kitap diye düşünüyorum.

Tekrar aranızda olmaktan mutluluk duydum.

 Yolculuk Kitabı Arka Kapak Yazısı:

Hani bazen hayat üzerimize  çöreklenir de  nefes alamaz hale geliriz ya, her şey üst üste gelmiştir. Bundan dolayı iç dünyamızda tarif edemeyeceğimiz sıkıntılar, hüzünler yaşarız. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen, içimizden hiçbir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz. Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani... Bizi tanıyan bilen olmayan bir yere kaçıp gizlenmek, yok olmak isteriz.  

Bu düşünce insanın kendinden kaçma isteğidir. Peki ama insan kendinden kaçabilir mi? Ya da insan neden kendinden kaçmak ister?

İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, onun yaşadığı toplumun dayattığı yaşam tarzı ve devamında oluşan duygu birikiminin insan ruhunda yarattığı olumsuz etkinin bir sonucudur.

Her insan, hayatını kendi istediği şekilde özgürce yaşamak, onu istediği gibi düzenlemek ve denetlemek ister. Peki kaçımız yaşamak istediğimiz hayatı yaşama cesaretini  gösterebiliyoruz? Yaşadığımız hayat gerçekte yaşamak istediğimiz hayat mı? Hayatımızla ilgili verdiğimiz kararlarda özgür müyüz?

İşte tüm bu ve benzer soruların yanıtını bu kitapta bulacaksınız. Ayrıca bu kitapta okurlarıma; iç dünyasına yolculuk yaptırarak oradaki kendini tanımasına, anlamasına, sevmesine ve kendisiyle barışarak, mutlu yaşaması için bir kapı aralamaya çalıştım. Peki siz  kendinizi tanımaya, anlamaya ve sevmeye var mısınız?



 

 

 


28 Eylül 2022 Çarşamba

Üç Kuruşluk Çıkar İçin Heba Ettiğimiz Değerler




Bir toplumun yetiştirdiği her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcunun olduğunu savunanlardanım. Bu anlayışla, yaşadığı toplumu güzelleştirmek temel değerlerine sahip çıkmak, onları yaygınlaştırmak, geliştirmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve kendinden sonra gelecek kuşaklara en güzel şekilde bırakmak onun asli görevidir.

Kaldı ki dünya değişim ve gelişim çağındadır.  Bu değişime paralel olarak  teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle  insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. Bu değişim insanı asli görevinden uzaklaştırmakta hatta unutturmaktadır.

 Özellikle son yıllarda toplumumuzda yaşanan örnekler alışılagelmiş bazı değerlerimizin göz ardı edildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir. Nasıl mı? Örnek çok.  Örneğin; artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle, hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor da... Hal böyle iken bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz dediğimiz  değerlerin yerini mevki - makam, para ve güç almış durumda.  Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen değme keyfine, el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani nitelikleri üstünde taşı, ağzınla kuş tut, eğer paran yoksa hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde. Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor. Kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..

Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki, bütün değer yargıları;  şekil, görünüş ve madde üzerine kurulmuş durumda. Şeklin güzelse değerlisin, paran varsa saygınsın, zenginsen önemlisin, mevki makam sahibi isen adamsın gibi..

  Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, hak, adalet, güzel ahlak ve edeple inşa edilmiştir. 

   Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.   İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, ötekileştirme diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. Güçsüz insanlara reva görülen zulümleri, haksız yere cana kıyanları, çocuklara yapılan eziyetleri, hayvanlara, doğaya yapılanları söylemiyorum bile...

Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz. İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz. 

Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve sevgim onlara. Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil.

 

Hanife Mert


21 Eylül 2022 Çarşamba

Umut Ne Zaman Ölür?

Sabahları çok erken kalkarım. Öyle ona on ikiye kadar uyuduğum pek görülmemiştir. Çalıştığım yıllardan kalma bir alışkanlık...

 Bu sabah da erken saatte pencereme vuran sabah güneşinin ışıklarıyla uyandım. Uyku mahmurluğuyla perdeyi aralayıp dışarıya bakarken, pencerenin aralığından içeriye girmeye çalışan sabah yelinin yüzüme hafif hafif dokunuşuyla, içime huzur yayılıverdi.

 Sonbaharın ılık günlerini yaşadığımız bugünlerin tadını çıkarmalıyız diye düşündüm. Zira “bu kış zor geçecek söylemleri” nedeniyle dondurucu soğuğuyla kış kapıda...

Yeni bir güne, yeni bir haftaya, yeni bir mevsime veya yeni bir yıla başlamak beni her zaman heyecanlandırır. Çünkü bitişler hüzün verse de, yeni başlangıçlar yeni heyecan, yeni umut demekti... Toplum olarak, dünya insanlık ailesi olarak en çok ihtiyacımız olan şeydir;“Umut”

Umut nedir diye hiç düşündünüz mü? Umut hakkında pek çok yazı yazdım ve çoğunlukla çeşitli sosyal medya hesaplarımda paylaştım. Hatta son kitap projemin konusu da umut. “Umut fakirin ekmeği, çıkmayan candan umut kesilmez” gibi söylemlerde bulunmuş atalarımız. Nefes alıyorsan umut etmeye devam etmelisin. Zira umudunu yitiren her şeyini yitirir...

Her ne kadar Friedrich Nietzsche “Umut en büyük kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır.” diye tanımlasa da, ben umudun yaşamla ölüm arasında bir köprü olduğuna inanırım. Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla desteklenerek hayat bulur.

  İnsan ne zaman umutsuzluğa düşer? Kendisine umut vadedenin sözünde durmaması, vadettiği şeyi yerine getirmemesi insanın umudunu kaybetmesine neden olur. Umudunu kaybeden de her şeyini kaybeder.

Yazıma konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir hikayeyle devam etmek istiyorum.

Ülkenin birinde bir kral dondurucu bir kış mevsiminde gecenin soğuğunda nöbet tutan muhafıza sorar:

– Üşümüyor musun?

Muhafız:

– "Alışığım sayın kralım" diye yanıtlar.

Kral:

– "Olsun, sana sıcak tutacak elbise getirmelerini emredeceğim" der ve gider. Gidiş o gidiş.

Bir süre sonra içeri girdiğinde emri vermeyi unutur...

Ertesi gün duvarın yanında muhafızın soğuktan donmuş cesedini görürler, duvarın üzerinde de bir yazı vardır: "Soğuğa alışkındım; fakat senin sıcak elbise vaadin beni öldürdü..."

 Türlü türlü vaatlerle insanları bekleterek onları bir umuda bağlayarak kesinlikle bir kazanç sağlamaya çalışmayın. Çünkü insan, bekledikçe değişir. Beklettiğiniz kişi hakkınızda telafisi imkânsız olumsuz düşüncelere girer. Kendisine umut verip de sözünüzü yerine getirmediğiniz kimsenin önce umudunu öldürürsünüz, ardından sevgi, saygı, güven ölür, dostluk ölür, muhabbet ölür. Sonra insanlık ölür.

Hanife Mert

 

 


 

15 Nisan 2022 Cuma

OHAN VELİ 108 YAŞINDA



1914 yılının, Nisan ayının on üçünde sabaha karşı bir Orhan Veli geldi bu dünyaya. O, Mehmet Veli Bey ve Fatma Nigar Hanım’ın ilk göz ağrısı, Adnan Veli ve fırfırcığım diye sevdiği kız kardeşi Firuzan Yolyapan’ın çok sevdikleri ağabeyiydi…

Orhan Veli aynı zamanda lise sıralarında iken her teneffüste; "Oktay teneffüsü gavur etmeyelim, şiir konuşalım” dediği Oktay Rıfat Horozcu ve aynı kıza âşık olduğu Melih Cevdet Anday’ın en yakın dostuydu. İleriki yaşlarında Türk şiirine hatırı sayılır bir yenilik getirecek olan şiirimizin bu üçlü sacayağı, bütün boş vakitlerini şiir ve edebiyat konuşarak araştırarak geçirmiştir. Ayrıca bu üçlü yirmili yaşlarına ve dönemin usta yazarlarına ve şairlerine rağmen, şiirde kafiye, redif, mısra, hece vezin gibi kuralları kaldırarak şiirimizde bir devrim yapmışlardır. Cemal Süreya’nın deyimiyle “Orhan Veli şiire kasket giydirdi. Onu sivilleştirdi...”

Orhan Veli şairliğinin yanında, bir dost arkadaş canlısıydı. Dönemin pek çok ünlü edebiyatçılarıyla yakın dostluk kurmuştur. Ancak bunlardan Sait Faik Abasıyanık’la olan dostluğu farklıdır.. Pek çok ortak noktaları vardı. Ruh ikizi gibiydiler... Orhan Veli Sait Faik'in şair, Sait Faik ise Orhan Veli'nin öykücü haliydi....

Bu iki yakın dostla ilgili bir anıyı paylaşmak istiyorum.

İstanbul Kasımpaşa'daki Deniz Hastanesi'nde yatan Melih Cevdet'i ziyaret etmek için Oktay Rıfat'la birlikte İstanbul'a gelen Orhan, ziyaretin ardından hastaneden ayrıldıktan sonra yakın dostu Sait'le buluşur. İstanbul'a kadar gelip de sevgili dostunu görmeden Ankara'ya dönmek olmazdı. Buluştuklarında Sait Faik:

-Orhan içimden geldi. Gel bugün seni ben yemeğe davet ediyorum, dedi. Zamansız bu davet Orhan Veli’yi şaşırtmıştı. Her zamanki muzip dalgacı tavrıyla:

-Hayırdır, hangi dağda kurt öldü? Böyle durup dururken?”

Orhan'ın tavrı Sait'i kızdırmıştı:

-Ulan içimizden geldi davet ettik. Vazgeçtim, yok davet mavet. Unut, dediklerimi, dese de Orhan'ın mazlum, muzip bir çocuk edasıyla ısrarına dayanamadı ve birlikte Mustafa'nın meyhanesine gittiler. Meşrutiyet Caddesi’nde, İngiliz Konsolosluğu'ndan Tepebaşı’na giden yolun solunda bulunan meyhane Sait'in keşfettiği ve zaman zaman da yalnız gittiği bir meyhaneydi.

Masaları donatılmış, şaraplarını yudumlarken, Sait rahat durmuyordu. Orhan'ı kızdırmak en büyük zevklerindendi.

- Orhan, dedi.

Orhan seslenmedi, sadece yüzüne baktı. Sait muzipçe gülüşünü gizlemeye çalışarak baktı Orhan'ın yüzüne. Gecenin ilerleyen saatleriydi. Şarabın etkisiyle ikisi de gevşemişti. Bugün Sait'in muzipliği üzerindeydi tekrar:

-Orhan, dedi

Orhan tam sigarasından bir nefes çekmiş, ardından da şarap bardağını ağızına götürürken baktı Sait'e, bardağı ağzında tuttu:

“Gene ne oldu?” dedi.

Sait :

-Sence en büyük şair kimdir?

Orhan Veli düşünmeden:

-Fuzuli, dedi.

Sait Faik alaylı, muzip gülüşüyle sakin sakin demleniyordu. Orhan farkındaydı, Sait'in kendini

tongaya düşüreceğinin. Şarapları bitmişti. Sait eliyle işaret etti.

-Mustafa! hadi bakalım masayla ilgilenin! dedi.

Masa temizlendi, şarap ve meze geldi. Sait Faik yerinde duramıyordu. İkinci şişenin ikinci bardağını içerken Orhan'a tekrar sordu:

-Sonra? dedi.

Orhan Veli Sait Faik'in ne sorduğunu unutmuş izlenimi verir gibi:

-Azizim sonra ne?

Sait: -Fuzuli'den sonra kim?

Orhan Sait'in pes etmeyeceğini anlamıştı. Kısa kesmek için:

-Fuzuli mi dedim? Yok canım Fuzuli de kimmiş? O da avuç açanlardan, dedi.

Sait Faik:

-Öyle mi? Peki bana göre en büyük şair kim öğrenmek ister misin? diye sordu.

Orhan Veli merakla:

-Kim?

Sait Faik alaylı gülümsemesini bozmadan,

-Sen! Benim için en büyük şair sensin, dedi.

İşte Orhan, Sait'in bu alaylı cevabına öfkelenmişti. Elindeki bardağı sinirlice masaya bıraktı.

Kaşlarını çattı, gözlerini kısarak,

-Hadi oradan it! dedi.

Sait Faik söylediğinde samimiydi, ancak amacına ulaşmanın zevkini yaşıyordu.

-Ömründe hiç küfür etmemiş Çelebi Orhan Veli'yi kızdırdım! diye nara attıktan sonra bir kahkaha patlattı. Keyfine diyecek yoktu.

Edebiyatımızda Garip Hareketi ( Birinci Yeniler) olarak bilinen hareketin öncülerinden olan ve 36 yıllık kısacık yaşam öyküsünü araştırıp kitap haline getirerek okurlarıma sunmaktan büyük mutluluk duyduğum Ünlü Şair Orhan Veli’yi saygı ve rahmetle anıyorum. İyi ki doğdu ve iyi ki bu dünyadan bir Orhan Veli geçti. Ruhu şad olsun.



Hanife Mert

8 Nisan 2022 Cuma

Halimiz Ortada!

Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kaptırdık ki; ne eş-dost -arkadaş, ne akraba, ne yaşlı, ne büyük- küçük umurumuzda bile olmuyor artık. Umurumuzda olmuyor derken yanlış anlaşılmasın. Kendimizi yaşam denilen bu keşmekeşte öylesine kaybettik ki, akıl edemiyoruz  diyelim sadece.  Hoş aklımıza gelse de ruhen ve bedenen öylesine sardı ki benliğimizi, kimseyi düşünecek takatimiz kalmıyor... Konumuz bu değil tabii.

Sevdiğim bir arkadaşımdı arayan kişi. Geçmişe dair pek çok güzel anılarımız vardı. Üniversitede birlikte okuduk. Aşağı yukarı aynı dönemde çalışma hayatına başladık, aynı dönemde evlendik ve yaklaşık aynı dönemde de emekli olduk. 

Arkadaşımın sohbetini severim. Hani, "Gönül ne kahve ister, ne kahvehane. Gönül sohbet ister, kahve bahane." cinsinden, sohbet etmesini iyi bilen biri. O, hem konuşmasını hem de dinlemesini bilir. Yani, her lafa maydanoz olan, fikri olsa da olmasa da konuşmaya çalışan, ancak karşıdakini dinlemeye tahammülü olmayan, yalnızca ben konuşayım, beni dinlesinler mizacında olanlardan, değil.

Sohbet kısa bir hal hatırın ardından, yönünü direkt tüm sohbetlerin ortak noktası olan ekonomiye çevirdi. Artık kimse öyle iyi misin? Hoş musun? Derdin sıkıntın var mı? diye sormuyor. Öyle laf lafı da açmıyor artık. Çünkü sorun tek ve ortak... Konu,  sebze- meyve fiyatları, et fiyatları, elektrik –doğal gaz faturaları, benzine-mazota- motorine gelen zamlar ve enflasyonun hız kesmeyen yükselişi... Doğal olarak da yılbaşında aldığı zammın aynı ay içinde erittiği  cebindeki paradan dert yanmaya başlıyor insan.

Artık günümüzde ekonomist olmak için öyle yıllarca üniversitelerin iktisat- işletme fakültelerinde dirsek çürütmeye gerek kalmadı. Türkiye'de yaşamanız yeterli... Şartlar size kafanıza vura vura öğretir ekonomiyi...

Arkadaşımla geçmişle bugünü karşılaştırdık. Emekli olduğumuz dönemlerde aldığımız emeklilik tazminatıyla rahatlıkla orta halli bir ev ve ikinci el bir de araba alınırdı. Şimdi öyle mi? Eşimden biliyorum, Ağustosta emekli oldu. Aldığı tazminatla bunların hiç birinin yanına bile yaklaşılmadı...

Arkadaşım çok endişeliydi. Çünkü onun bu sorunlarının yanında bir de üniversitede okuyan bir oğlu vardı. Eşiyle birlikte aldığı pula dönen emekli maaşıyla nasıl zorlandığını ve zaman içinde nasıl zorlanacağını düşünüyordu kara kara. O haklıydı... İlkokul, ortaokul ve lisede bile çok zorken, üniversitede çocuk okutmak ailelerin iyice belini kıracağa benziyor... 

Bu sorunları aşıp okulu bitirse bile karşılığında işsizler ordusuna dahil olduktan sonra, ne kıymeti var diyesi geliyor insanın. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş. Bizler elimizden geldiği hatta gelmediği kadar bile olsa mücadeleye devam etmek zorundayız. Pes etmek bize yakışmaz.

Arkadaşımla uzun ancak keyifli demeyim de kaliteli bir dertleşme yaptık. Yine de laf lafı açtı. Eee sorun ortak. Çözüm olamasak da sıkıntımızı paylaştık. Eskilerin dediği gibi, sıkıntılar paylaşılırsa hafiflermiş ya...

Zaten bizde sorun bitmez. Hani deveye sormuşlar; "Neden boynun eğri?" diye, o da "nerem doğru ki?" demiş ya, işte öyle bir şey bizde haller durumlar.

Okurlarıma sevgilerimle,

Hanife Mert

 Not: Görsel pinterest sitesinden alıntı.

 


ÇAMLARIN ISLIĞI

                                                                                Her zaman söylerim, insanın yaşamı tekdüze değildir. Dünya,...