31 Ağustos 2017 Perşembe

Kurban Bayramınız Kutlu Olsun...




Bayramlar bireylerin toplum olarak bir arada yaşamasına olanak sağlayan, onlara paylaşmayı, yardımlaşmayı, saygı duymayı, sevmeyi, şefkat ve merhametli olmayı sağlayan manevi harçlarımızdır. Bu harcı her yıl bir üst seviyeye çıkarmamız gerekirken, çıkarmak şöyle dursun onları her defasında gözardı etmekten çekinmedik. Bayramları bayram tadında yaşamaktan uzaklaştık.

 Bayramlaşmak tek kişiyle yapılacak bir eylem değildir. Birbirimizle, her birimizle ayrı ayrı bayramlaşarak, onun hazzını yaşayarak gerçekleştirilecek bir ibadettir. Bizler bu paylaşımdan tamamen uzak kendi halimizde kendi derdimizde telaşımızda etrafımızdan uzak yapayalnız kaldık.

  Klışeleşmiş bir söz vardır, hani hepimizin geçmişe olan özlemini ifade etmek için kullanırız. ”Nerede o eski bayramlar” cümlesi ile başlayan; her birimizin hayalinde farklı anıları çağrıştıran bir söz. Biz bu özlemi dile getirirken, hiç birimiz eski bayramları bayram yapan o dönemlerde yaşayan insanımızın kültürel, milli ve manevi değerlere olan bağlığını sorgulamayız. 

Elbette eski bayramlar çok güzeldi, çok heyecan vericiydi. Bayramdan bayrama alınan bayramlık elbiselerimizi başucumuzda saklar, heyecanla sabahın olmasını beklerdik. 
Annelerimizin babalarımızın gözünde hissederdik o heyecanı o telaşı... 

Özellikle arefe günlerinde kıyasıya bir hazırlık yapılırdı. Onların heyecanı telaşı herkese her yere yansırdı. Çünkü o güzel insanların güzel düşünceleri ve güzel zihniyetleri ile güzelleşirdi eski bayramlar... İnsanların düşünce ve hayat felsefeleri değiştikçe bayramların da ifade ettiği anlam değişime uğradı.
Bayramları bayram yapan örf ve adetlerimiz, aile sevgi ve bağlılığımız, konu komşu düşüncelerimiz ve en önemlisi dini emirleri göz ardı etmememiz iken şimdi her şeye bir cevap bularak geçiştiriyoruz. Kurban kesmeyi hayvan eziyeti olarak görmek yada derin dondurucuları etle doldurup 6 ay o eti yemek marifetmiş gibi, el öpme yerine mutat cep mesajlarından atma, cafelerde oturma, tatile kaçma olarak algılıyoruz. 

Her şeyi unuttuğumuz gibi bayram keyfini, sıcaklığını, samimiyetini, ruhani değerlerini unutup, geleceğe aktarmayı ihmal edip sonrada ''nerdeee o eski bayramlar'' diye yakınıyoruz. Kabahat kimde hızla koşan zamanda mı, o koşan zamanı yakalayacağım derken eldeki kuşu uçuran bizde mi?


Dileğim odur ki; her şeye rağmen bayramlarımızın özlemini çektiğimiz eski bayramların tadında, sevincinde yaşanması, küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran, açları doyuran, savaşları sonlandıran, çocukları sevindiren, ülkeme, milletime tüm İslam ve insanlık alemine barış, sevgi, saygı, kardeşlik, güven, adalet, huzur ve mutluluğu hakim kılan bir dünyada bayramı yaşamak...


Bayramlarınız bayram tadında geçsin...


Muhabbetle
Hanife Mert

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Çifte Mutluluk



Bir kadına "mutluluğu iliklerine kadar ne zaman hissettin?" diye sorsalar, hiç şüphesiz anne olduğum zaman diyecektir. İstisnaları elbette vardır. Ancak istisnalar kaideyi bozmaz mış.
Bana sorsanız mutluluğu ne zaman iliklerine kadar hissettin? diye; ilk olarak tarifini kelimelerle ifade edemeyeceğim bir acının ve yorgunluğun ardından Mersin Devlet Hastanesi doğum servisindeki ebenin, beyaz kundakta daha gözleri bile açılmamış halde ilk kızım Merve'yi, bir müddet sonra da küçük kızım Hande'yi kucağıma verdikleri an derim.

Çocuklarımdan sonra ise, ona benzer bir mutluluk yaşadığım, hissettiğim anım, "DÜŞ BATIMI" kitabımı yayımlattığım yayın evinin kitabımı kargo aracılığıyla elime vermesi derim. Bazılarınız "daha neler" diyebilir. Ama inanın öyle... Öyle sanıyorum ki, kitap çıkaran arkadaşlarım da bu konuda benimle hemfikir olacaktır... Bu bağlamda, elinde malzemesi olduğu halde yayınlatmayan dostlarıma en kısa zamanda bu mutluluğu yaşamalarını tavsiye ediyorum...

Özetle; kitabımı okuyan, okumayan, benim için paha biçilmez değerli yorumlarını gerek blğunda ve gerekse farklı platformlarda paylaşarak, ya da paylaşmadan desteklerini esirgemeyen tüm dostlarıma teşekkür ederim. Birinci baskı tamamen bitmiş olup, şuan ikinci baskıya geçilmiştir. Bu aşamada da desteklerinizi bekliyorum...

Muhabbetle
Hanife Mert

24 Haziran 2017 Cumartesi

Bayramımız Kutlu Olsun


Yine bir bayram arifesindeyiz.Bayramı bayram tadında, bayram sevincinde yaşamak; küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran, çocukları sevindiren, Ülkeme, Milletime barış, sevgi, güven, adalet, huzur ve mutluluğun hakim kıldığı bir bayramda bayramı yaşamak en büyük dileğim..

Klışeleşmiş bir söz vardır, hani hepimizin geçmişe olan özlemini ifade etmek için kullanırız. ”Nerde o eski bayramlar.” Her birimizin hayalinde farklı anıları çağrıştıran bir söz..Oysa hiç birimiz eski bayramları bayram yapan o dönemlerde yaşayan insanımızın kültürel, milli ve manevi değerlere olan bağlığını sorgulamayız.. Elbette eski bayramlar çok güzeldi. Çünkü eski bayramları güzelleştiren
güzel zihniyette olan güzel insanlardı. İnsanların düşünce ve hayat felsefeleri değiştikçe bayramların da ifade ettiği anlam değişime uğradı. Eski örf ve adetlerin yerine modern dünyanın makineleşmiş düşünceleri , kuralları hakim olunca da eski bayramların saflığını, güzelliğini, sevincini, yardımseverliliğini insanı huzura mutluluğa boğan günlerini özler olduk..
Nerde, o günler öncesinden özene bezene seçilen tebrik kartları ve yine aynı hassasiyetle gönlünden yüreğinden gelen ifadelerle yazılıp gönderilen ve beklenen tebrikler? ..Nerde o arife günü alınan
bayramlıklarla birlikte yattığımız, günler öncesinden içimizin kıpır kıpır olduğu, çocukça saf, tertemiz bir heyecan ve coşkuyla beklediğimiz bayram sabahı? .. Arife günü herkesi bir telaş alır, ev temizlenir, banyo yapılır, çamaşır yıkanır. Bir taraftan bayramda ikram için baklava ve su böreği yapılır.Elde yapılan baklava ve su böreğinin tadına doyum olmaz..O telaşın arasına bayram alış verişi de sıkıştırılır. Sonra ilginç bulduğum yöresel bir adet diyeyim. Yoğurt, yumurta, un karışımından oluşan, elde açılan yağda kızartılan adına bişi dediğimiz hamur kızartması yapılır.. İlginç bulduğum nokta herkes yapar ve herkes yaptığı bişiden birbirine göndermesi.. Sanırım insanlar arası paylaşımın güzel bir örneği olsa gerek..

Bayram sabahı erken kalkıp bayramlıkları giydiğimizde, o sevinci anlatmaya sanırım kelime yetmezdi. Anne ve babamızın elini öpüp aldığımız harçlığın sevinciyle, kendimizi dışarı atar, mahalledeki diğer çocuklarla bir araya gelip bir taraftan kıyafetlerimizi karşılaştırır, kimlere gideceğimizi planladıktan sonra komşuları gezmeye başlardık. Bu gezme bir çoğumuzun çocukluk anılarını süsleyen şeker toplama . .Bazı komşular şekerle birlikte mendilin arasında bayram harçlığı da verirlerdi.. Topladığımız paralarla lunaparka gider bayram sevincini son demine kadar yaşardık...
Hanımlar sabahın erken saatinde kalkıp eşini bayram namazına gönderir, kendisi de evin önünü
balkonu bir kez daha yıkar ve o günün yemeğini, erkekler camiden çıkmadan hazırlardı. Çünkü, bayram namazı sonuna kadar çeşmelerden akan suyun zemzem suyu olduğuna inanırlardı.. İnanç hurafe yada batıl olabilir..Sonrasında büyüklerin elleri öpülür, bayramlaşma merasimleri bayram sonuna kadar devam ederdi. Ben aynı geleneği kendi evimde de uygulamaya çalışıyorum..Ne güzel günlerdi o günler..
Günümüzde ise metropolleşmenin sonucu ortaya çıkan şehirlerimizde, insanlar kendini hayatın keşmekeş çarkına öylesine kaptırmış ki. Kimine göre sadece bir tatil, kimine göre ise anne baba akraba ziyareti için bir vesileden öteye gitmiyor..Hissedemiyor bayramı bayram sevincini,kendini bu güzelliği yaşamaktan mahrum ediyor..Dolayısıyla bayramlar da, ramazanlar da eski heyecanını kaybetmiş durumda..

Velhasıl bayram büyük bir heyecan dalgası, mutluluk patlamasıdır. Kanaatin zirvesi, bereketin ta kendisidir.
İşin doğrusu, kendimiz ve çocuklarımızın bu mutluluk ve bereketten yoksun kalmamasını ve gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamak, bayram sevincini yaşama ve yaşatma bizim elimizde..
Tadı bayramlarda değil kendimizde aramak lazım. Çocukluğun verdiği sayfiyette. Onun getirdiği küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarabilme yeteneğinde...

SİZCE DE ÖYLE DEĞİL Mİ?

Bayramınız bayram tadında geçsin...
Hanife Mert

Bir Umut İşte


Mersin Yazarlar Derneği(MYD)'nin çıkardığı 4 Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat ve Haber Dergisinde yayınlanan yazımı siz değerli dostlarımla paylaşmak istiyorum... Keyifli okumalar.

Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne vuran alev alev yakıcı güneş ışığının etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu. Lakin derenin kenarındaki dut ağacının yapraklarının hışırtısı, dalların arasından dalga dalga etrafa yayılan ışık huzmesi ile masmavi gökyüzü, ruhu dinginleştiriyordu. Küme halinde uçan serçelerin cıvıltıları ve çekirge sesi insana yaşama sevinci aşılıyordu.
Her zamanki gibi bebeğini kucağına alıp derenin kıyısına, dut ağacının dibine oturdu. İnsana huzur veren güzelliklerin farkında bile değildi. Zira aklı kocasında idi… Derenin kıyısında bir müddet oturdu. Başını önüne eğdi. Gürül gürül akan suya bakıyordu. Sanki suyun binlerce metre derinindeki bir noktayı görüyordu. Başını kaldırdı, önce yavrusunun gözlerinin ta içine, sonrada ufka baktı:
-Sanırım bugün de gelmeyecek! Baban dedi sanırım artık gelmez… Bakışlarını akan suya sabitledi. Uzaktan gelen minibüsün korna sesi ile irkildi. Bebeğini kucakladığı gibi koşarak yola çıktı. Minibüs tam da önünde durdu. İnenlere baktı soran gözlerle… Artık son kişi de inmişti. Kimse kalmamıştı. Kapının yanına geldi. Şoföre baktı umutla…
-Yok bacım, kocan bu gün de yok! Dedi.
İstanbul’a çalışmaya gitmişti. Gidiş o gidiş... Bir daha haber alamamıştı kocasından... O, her şeye rağmen umudunu yitirmeden, sabırla çaresiz bekleyişini sürdürüyordu. Gelmeyeceğini bile bile, onu çaresizlik içinde her gün yavrusu ile birlikte, dere kenarına getiren, içinde kaybetmediği umuttu.

 Neydi umut dediğimiz şey? Çıkmayan candan vazgeçilmeyen inanç mı?Yada aza kanaat eden fakirin sofrasındaki katık mı? Umut sabırdır, mücadeledir, heyecandır, hüzündür, inanmaktır, hayal etmektir kısaca insanı hayata bağlayan ölüm ile hayat arasındaki köprüdür…

  Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla desteklenerek hayat bulur. Kimi zaman bir fakirin sofrasındaki çorbada, kimi zaman zenginin bankadaki hesabında, bir hastanın ilacındaki şifada, bir öğrencinin notunda, bir gencin geleceğinde, bir aşığın vuslatında, bir memurun emeklisinde, bir kuşun kanadında, bir toplumun savaşsız, barış, kardeşlik sevgi duyguları ile bezenmiş çağdaş uygarlığı yakalamasında, soğukta titreyen evsiz bir yetimin sıcacık huzurlu bir evinde, huzuru tüketmiş bir ailenin saadetinde gizli…
  İnsan umuda en fazla çaresizliğin pençesinde çabalarken ihtiyaç duyar. Çünkü umut çaresizliğin girdabında çabalarken anlamlıdır. Umut öyle bir şey ki, çaresiz kaldığın en zor anlarda görülen küçük bir ışığa, tıpkı pervanenin ateşe koştuğu gibi koşmaktır.
Yapmak istediklerinizin peşine düşmek! Bu uğurda zorluklar, engeller, önünüze çıkan her ne varsa umutla, sabırla, kararlılıkla, azimle ve inançla mücadele etmek…
Bu çok kolay değil elbet… Hatta hiç kolay değil! Zaten önemli olan zoru başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen hedefe ulaşıldığında duyulan mutluluğu tarif edebilmek mümkün mü? Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o istediğiniz şeye ulaşmanın kıymetini anlayabilir miydiniz? Her karşılaşılan engelde, zorlukta vazgeçmek yerine umudunu güçlendirerek “olay daha bitmedi” diyerek mücadeleye ve yola yeniden devam etmek. Yılmadan, yorulmadan…

  Kimi zaman da umut eder, hayal eder, sabreder, mücadele eder ama istediğimize ulaşamayabiliriz. Karamsarlığa kapılıp umuttan, hayalden vaz geçmek yaşamaktan vaz geçmek demek değil midir? Çünkü insan umut ettiği ölçüde yaşar. Aydınlık karanlığın bittiği yerde başlar.

Yaşamınızda umut ışığınız hiç sönmesin…!

Muhabbetle,

Hanife MERT

16 Haziran 2017 Cuma

Bir Kereden Çok Şey Olur!!!


Televizyondan akşam haberlerini izlemek, benim için uzun zamandır vazgeçemediğim ve alışkanlık haline gelen bir durum oldu. Nur içinde yatsın dedem de babam da haberleri hiç kaçırmazdı. Çocukluğumun anıları arasında dedemin bize "susun çocuklar, acans dinliyorum" diyen sesi kulaklarımda hala. Belki de onlardan gelen bir alışkanlıktı bu...
Eşim ve kızlarım her fırsatta haberleri izlememem konusunda tepki gösterseler de, ben ısrarla izlemeye devam etmek istiyorum. Onların tepkisi benim üzülmem ve kendimi strese sokmamdan dolayıydı.
Güzel ülkemin durumu hepimizce malum. Hangi birini yazayım ki… Hani deveye sormuşlar; “senin boynun neden eğri? O da nerem doğru ki?" Diye cevap vermiş. Bizde de öyle değil mi? Nereyi tutsak elimizde kalıyor. Her defasında son olur inşaallah diye dileklerde bulunduğum ve neredeyse her gün toprağa verdiğimiz gencecik fidanlarımız, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, hırsızlık olayları, haksızlık hukuksuzluk olayları, eğitimdeki çarpıklıklar, kavgalar, tacizler ne bileyim, eksiğimi siz tamamlayın lütfen...
Haberleri elbette internette gazetelerden de okuduğum oluyor arada. Ama illaki televizyondan izlemek beni rahatlatıyor. Sanki bir şehit haberlerinde şehit yakınlarıyla birlikte ağlamak, annesi ölen bir çocuk için üzülmek, ağlamak, yapılan bir haksızlığa birebir tepki vermek, kızmak hakaret etmek, eleştirmek, az da olsa güzel bir olaya sevinmek… Daha da önemlisi toplumun içinde olduğumu hissettirmekti, beni televizyonda izlemeye çeken. İzlemediğim zaman kendimi toplumdan soyutlanmış gibi hissediyorum...
Yaklaşık üç gün önce izlediğim bir haberden bahsetmek istiyorum. Daha önceden örneklerini çok gördük. İllaki hepimizce bilinen bir konu... Haberlerde; sokak aralarında, park köşelerinde, apartman boşluklarında, yıkık harabelerde dünyadan bihaber, yerlerde sere serpe yatan gençlerimizi gösteriyordu haber muhabiri. Bu çocukların durumu içimizi kanattı. Bu gençlerimize neden sahip çıkılmıyor? Devlet neden bunları koruma altına almıyor? Diye hayıflandım kendi kendime. Sonra bu gençler üzerinden milyonlar kazananlara verdim veriştirdim. Hiç mi içiniz sızlamıyor? Bu gençler de ana kuzusu! Bir çocuk kolay yetişmiyor… Haber muhabiri bonzai illetini kullanma yaşının 10- 12 yaş gurubuna kadar indiğini söylüyordu. "BİR KEREDEN BİR ŞEY OLMAZ!!" diyerek kandırıyorlarmış çocukları...
Ülkemizde yeşillikler yok edilerek devasa AVM ler yapılıyor. Büyük iş merkezleri açılıyor. Açılsın elbette, denizde yüzen cami planları projeleri yapılıyor. Yapılsın ülkemiz güzelleşecekse, çağı yakalayacaksak olsun. Ama lütfen bu uyuşturucu tacirleri ile etkili mücadele yöntemleri de arttırılsın. Ayrıca uyuşturucu belasının kollarına atılmış bu gençlerimizi tedavi edecek rehabilitasyon merkezlerinin sayıları da arttırılsın. Uyuşturucu bağımlılarının sayılarının hızla arttığı ülkemizde, uyuşturucu bağımlılarıyla mücadele eden 12 kurum olduğunu http://www.hurriyet.com.tr/uyusturucu-bagimliligiyla-mucadele-eden-12-kurum-var-38557465 linkten okudum..
Bir kereden bir şey olmaz demeyin. Bir anda hayalleriniz son bulur, düşler kabusa döner, umutlarınız yok olur, beklentileriniz biter, hayat hikayeniz son bulur... Kısaca bir kereden sayamayacağınız kadar çok şey olur.

Muhabbetle,
Hanife Mert

11 Haziran 2017 Pazar

Düşünmek ve Konuşmak Üzerine

Şüphesiz insan düşünen bir varlıktır. Onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği düşünmesi fikir sahibi olmasıdır.
  Ünlü Fransız filozof Descartes'in "Düşünüyorum öyleyse varım" sözünden yola çıkarak; var olmanın ve insanı yaratılmış diğer canlılardan ayıran özelliğinin düşünmesi olduğunu anlamak yanlış olmasa gerek.Var olan yaşayan insan aynı zamanda düşünebilen akıllı insandır.
 
 Basit anlamıyla düşünmek; sorgulamak, incelemek, düşünce üretmek, fikir etmek, aklından geçirmek, zihninde göz önüne getirmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamıyla baktığımızda toplumumuzda elbette düşünebilen fikir üretebilen, kafa yoran ve çok başarılı işler ortaya koyanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Pek ilgi görmeseler de, önemsenmeseler de...


 İnsan, aklıyla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydayı zarardan ayırt eder. Çevresinde olup bitenleri anlar ve değerlendirir. Olaylar arasında neden –sonuç ilişkisini kurar. Karşılaştığı güçlüklere çözümler üretir, böylece yeni şartlara uyum sağlayarak yaşamını kolaylaştırır. Bilim aklın bir meyvesidir. İnsan aklı sayesinde diğer varlıklardan kolayca yararlanır, araç, gereçler üretir ve buluşlar yapar. En küçük şehirlerden dev sanayi ürünlerine, güzel sanatlardan mimariye kadar pek çok şeyi aklı sayesinde yapabilmiştir.
   Tüm bunlara rağmen ne yazık ki; aklını kullanmayan, kolaycılığa kaçan, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, düşünmeyen, üretmeyen insanların sayılarının da günden güne arttığını yaşanan akıllara zarar olarak değerlendirdiğimiz olaylardan anlamak zor değil...
  Hal böyle iken cehalet tırmanışını hiç bir engelle karşılaşmadan sürdürmektedir. Toplumda belli bir yer edinmiş, kelli felli dediğimiz isminin önüne "prof" ünvanı almış kimselerin bile toplumun kurtuluşunu fertlerin cahilleştirilmesinde gördüğünü ifade etmesi geldiğimiz noktayı gözler önüne sermektedir.
  Toplum olarak rahatı, ağzımıza geleni konuşmayı severiz. Severiz sevmesine de bir de dinlemeyi, konuşulanı anlamayı, anladığımızı idrak etmeyi bilsek. Belki de bir çok sorunumuz hallolacak ama nerde!! Dinlemeye sabrımız yok. Buna karşın konuşmaya mecalimiz hep var. Yerli yersiz gerekli gereksiz hep konuşuyoruz. Konuşmuş olmak için, laf ebeliği yapmak için, söylenen sözün altında kalmamak için konuşuyoruz...

Fikir üretmek, bilgi üretmek yerine laf üretiyoruz. Hani ağzı olan konuşuyor derlerdi ya! Benim doğrum senin doğrundan üstün, benim sözüm doğru... Kimi zaman da bir yerde söylediğimiz sözü, bir başka yerde inkar edebiliyoruz. Çevir gazı yanmasın...

Toplum böyleyken, seçtikleri farklı olur mu? Hani balık baştan kokarmış ya! Hükümetiyle muhalefetiyle laf üretmekte üstümüze yok. Lafa gelince mangalda kül bırakmayız, icraata gelince sorumluluğu başka yerlerde arar işi kapatmanın yoluna bakarız...

Konuşabilme yeteneği, insana yaratılışıyla birlikte verilmiş ve onu diğer canlılara üstün kılmış en önemli özelliklerinden biridir. İnsan elbette konuşmalı. Zira konuşarak kendini ifade eder. Kişiliğini bu şekilde ortaya koyar. Çünkü kişiliği konuşmasında gizlidir. Bu demek değildir ki hep konuş ama boş konuş...

Çocukluğumuzda büyüklerin karşısında çok konuşmamamız öğütlenirdi. "İki düşün bir konuş, sana sorarlarsa, söz verilirse konuş, konuşacaksan da dilin doğruyu hakkı konuşsun. Zira haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" denirdi.               



Böyle bir kültürün, medeniyetin varisleri olan bizler, özellikle son dönemlerde yaşadığımız onca haksızlıklara, olumsuzluklara, adaletsizliklere, yolsuzluklara, yoksulluklara, yoksunluklara, zulümlere, ölümlere, tacizlere, tecavüzlere karşı hep sustuk. Asıl konuşulması, neler oluyor? Diye yetkililerden yetkisizlerden hesap sorulması gerekirken sesimiz soluğumuz kesildi. Konuşamaz olduk. Belki korktuk, ürktük. Bana dokunmasınlar da, işime aşıma, kurduğum düzene zarar gelmesin de... Bana değmeyen yılan bin yaşasın gibi felsefelerle kabuklarımıza çekildik. Bireysel çıkarlarımız her zaman toplumsal çıkarlarımızın önüne geçti.
                                                       
Bu durumlar karşısında susan ağzımız, göz göre göre insan onur ve haysiyetini zedeleyen kadın programlarını, yarışma programlarını, Türk aile yapısı ile uzaktan yakından alakası olmayan evlilik programlarını, dizileri, kime ne yakışır gibi anlamsız faydasız programları ve gazetelerin magazin sayfalarını konuştu. Bu programlar vaktimizi ve zihnimizi meşgul etti. Düşünme üretme yetisi devre dışı kaldı.
Pusu kurularak kalleşçe şehit edilen Mehmetçiklerimize, polisimize, gerekli önlemlerin alınmadığı için şehit verdiğimiz komutanlarımız, toprağa verdiğimiz onca canlarımız, neredeyse her gün şiddete uğrayarak canından olan kadınlarımız, yetim hakkı yiyenlerin, haksızlık, yolsuzluk yapanların, adaleti kişiye göre işletenlerin durumu, milli ve manevi değerlerimize, Atatürk'ümüze yapılan haince saldırılar, iftiralar, eğitim sistemimizdeki düzensizlikler, dışarıda aç ve perişan durumda olanların durumları yukarıda saydıklarım kadar insanımızın zihnini meşgul etmedi...
Okumaktan, düşünmekten, bilgi üretmekten çağı yakalamak ve çağdaş seviyeye ulaşmak için çaba harcamaktan, yaşamı ve yaratılışımızı anlamaktan uzak geçen, geri gelmesi imkansız olan haybeye geçen günler...

Aydınlığın önünü kesen, keşkelerle örülmüş kara bir duvar gibi karanlık dikilince karşımıza, kaçacak sığınacak bir bahane fayda vermez olur.

Sözün özü; zalimin zulmünün susturulduğu, hakkın, doğrunun, sevginin, barışın, kardeşliğin, özgürlüğün, insan haklarının, kadın haklarının, hayvan haklarının insanca yaşamın konuşturulduğu, uygulandığı bir dünyada yaşamak dileğiyle...

Muhabbetle,
Hanife Mert

26 Nisan 2017 Çarşamba

Dünyanın Sorunu Cahillerin Özgür ve Küstahça Hareket Etmesidir



Cahil kelime olarak; iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan yoksun olan kimse olarak nitelendirilir.

Cahil kimse, erdemli doğru ve araştırıp öğrenmeyi kendine ilke edinmiş, akıllı bilgili kimselerden uzaktır. Çünkü kendini olduğundan fazla büyük görme hastalığına tutulmuş olup, tevazudan yoksundur. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Dediğim dedikçidir, yanıldığını kabul etmez. Çünkü o, etrafı ancak gördüğü gibi değerlendirir. Fazla detaya girmez. Ben bilirim, benim dediğim doğrudur zihniyetindedir. Kendi düşüncesinde olmayanı ötekileştirir. Kitleleri birleştirmek yerine ayrıştırıcı politikalar üretir.

"Cahil kimse meyve vermeyen ağaca benzer" atasözünde ifade edildiği gibi, etrafına pek fayda sağlayamaz. Eğitim almak ya da almamak bu kimselerin cehaletinin üzerinde pek de etkili olmaz. Günlük yaşamımızda bu özelliklere sahip kimselerle, kimi zaman iş yerinde arkadaşımız, şefimiz, müdürümüz, patronumuz; sokağımızda, mahallemizde, sitemizde, apartmanımızda komşumuz, iş yaptırmak zorunda olduğumuz bir kurumda yardımına ihtiyaç duyduğumuz kurum çalışanı olarak diyalog halindeyiz. Öylesine cahilce bir tutum sergiler ki; işgal ettiği makam yer ve konum birbiriyle tamamen zıttır.

Hatta kimi zaman tv de izlediğimiz, gazetede okuduğumuz, hasbelkader bir yere gelmiş olan ve düşünmeden cahilce söylemlerde bulunan, bizi şaşırtan, "adam nasıl bakan, milletvekili, vali, amir, memur" olmuş dediğimiz kimseler görürüz. Bir işgal ettiği makama, konumuna bir de hareketlerine bakarız da, bu insan bu makama, bu duruma nasıl getirilmiş? Diye, kendimize sorarız.

İlk bakıldığında kendilerinden kattıkları çok fazla bir nitelikleri olmamasına rağmen, hasbel kader sahip olduğu durumu kendi lehlerine çevirmede üstlerine yoktur. Cahilce tutumlarını kabul edilmez bulursunuz. Her hareketlerinde düşünme, kontrol etme, bilgi gibi olgulardan uzak özgürce davranış sergilerler. Karşı tarafın bilgisi, eğitimi tecrübesi bu kimselerin gözünde önemsenmeye değer bulunmadığı gibi, aksine onları küçük düşürücü davranışlardan kaçınmazlar.


Bertrand Russel'in ifade ettiği gibi;


Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”


Şuan gerek ülkemizin ve gerekse içinde bulunduğumuz dünyanın yaşanılmaz hale getirilmesinin belki de en önemli nedeni, cahillerin akıllılardan daha özgür ve küstahça hareket etmesidir...



Muhabbetle
Hanife Mert







24 Nisan 2017 Pazartesi

Reddetmek Kolay Zor Olan Neden Reddettiğini Bilmektir!!!

Hilal'le dertleşmek ve ondan fikir almak iyi gelebilir diye düşünmüştüm. Ankara'dan geldiğimden beri onu görmemiş ve evde misafir olduğu için de, fırsat bulup ziyaretine gidememiştim...
Annemlerin teyzemlerle birlikte gezmeye gidecekleri bir gün, ben de Hilal'in yanına gitmek için annemden izin istedim. Başta kabul etmek istemedi. Çünkü onun bana akıl verdiğine ve beni, kendilerine karşı doldurduğuna inanıyordu. Doğruluk payı vardı elbet. Ancak, Hilal beni onlara karşı doldurmaktan ziyade, benim göremediğim, algılamada zorluk çektiğim gerçekleri görmeme yardımcı oluyordu. Çok ısrar etmem ve teyzemlerin de "izin ver" demesi üzerine, "evdeki bütün işleri bitirmem ve akşam olmadan eve gelemem şartıyla izin vermişti. Hilal'i görmek için annemin şartlarını kabul etmiştim.
  Söz verdiğim gibi, ev işlerini  bitirip gittim. Hilal, evlerinin önünde küçük bir taburenin üzerinde oturmuş, yol kenarındaki kanaldan akan suya bakıyordu. Bakışları öyle derindi ki; adeta gürül gürül akan suyla birlikte akıp gidiyordu çok uzaklara... Hilal'in bu halini görünce; Mevlana'nın “Nehir gibidir insan, sadece yüzeysel bilinir; derinliklerinde ne saklar, ne fırtınalar kopar söylemez. Sadece sessizce akar ve gider…” sözü gelmişti aklıma. İlla ki, insanın kimseye söyleyemediği, kendinden bile sakladığı, kiminin kendisiyle birlikte mezara götürdüğü gizli sırları vardır. Hilal de bu insanlardan biriydi. O da derin bakışlarında bir sır saklıyor gibiydi... 
Öyle dalgındı ki; yanına kadar gelip elimle omuzuna dokunana  kadar fark etmemişti beni. Başını kaldırıp yüzüme baktı boş boş. Hilal'i daha önce böyle hiç görmemiştim. O, çok üzgün ve perişan bir haldeydi. Rengi solmuş, ağlamaktan göz kapakları şişmişti. Sanki dünya yıkılmış da, O altında kalmış gibiydi...  Birlikte içeri girdik. Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordum. Telaşlanmıştım:
-Ne oldu sana? Neyin var?.. dedim.
Oturduğumuz kanepenin üzerinden eğilerek pencereden dışarı baktı. Kimsenin olmadığından emin olduktan sonra, gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek:
-Sorma! dedi. Neler oldu bir bilsen...
İyice meraklanmıştım:
-Anlatsana, ne oldu? Seni bu kadar üzen sebep ne? dedim.
Elindeki kırış kırış olmuş peçeteyle önce gözlerini, sonra burnunu sildi.
-Nasıl anlatayım bilmiyorum ki, dedi.
-Olduğu gibi anlatabilirsin, dedim.
 Gözlerimin içine bakarak, İki elimi ellerinin arasına aldı:
-Önce bana söz vermelisin? dedi.
-Tamam söz, dedim.
Ona o kadar  çok güveniyordum ki; "ne için" demek aklıma bile gelmemişti... 
Hilal konuşmaya devam etti:
 -Sana anlatacağım şey ikimizin arasında kalacak. Kimseye demeyeceksin. Annene bile.., dedi.
-Tamam söz! Kimseye söylemeyeceğim. Aramızda kalacak,  dedim.
-Hani sen Eskişehir'e geldiğinde sana erkek arkadaşımdan söz etmiştim ya, dedi.
-Evet hatırlıyorum. Adı Cem'di, fotoğrafını da göstermiştin...,  dedim.
-Evet, dedi. Konu onunla ilgili...,
-Yoksa, yoksa..., dedim.
-Yok daha değil, ama her an olabilir, dedi.
-Peki ama neden? Birbirinizi çok seviyordunuz hani, dedim.
-Yine seviyoruz ay. Ama sanırım o sevginin bedeli çok ağır  olacak, dedi.
Hilal bilmece gibi konuşuyordu. Lafı uzattıkça uzatıyor bir türlü konuya giremiyordu. Hem meraklanmış hem de sıkılmıştım. Biraz sert bir ifadeyle:
-Hilal anlatacak mısın artık. Lafı dolandırıp durma. Ne oldu? Olanı söyle bana, dedim.
-Cem var ya, işte onunla bizim bir geleceğimiz asla olamaz, dedi. Tekrar ağlamaya başladı. Hilalin hali beni çok üzmüştü. Elimi omzuna koydum. Bir elimle de göz yaşlarını silmeye çalışıyordum.
-Lütfen ağlama Hilal! ne olur ağlama, dedim. Kendimi zor tutuyordum. Benim de gözlerimden yaşlar inmeye başlamıştı.
-Üzülme ne olur. Vardır bir çaresi. Karşılıklı konuşur bir çözüm bulursunuz. Ölüm yok ya ucunda! dedim.
-Bizim derdimizin çaresi yok Elif,  tek çaremiz ayrılmak,dedi.
-Peki ama neden? dedim.
-Çünkü Cem, bizden değil! O Aleviymiş! Ben de yeni öğrendim, dedi.
-O ne demek Hilal? Alevi ne demek? Neden sizin bir araya gelmenize engel oluyor, hani Hazan gibi mi? Ona da tahtacı demiştin de, Engin'den öğrenmiştim ne olduğunu, dedim.
-Ya, ben de bilmiyorum detayını. Ama O Alevi olduğu için bizimkiler beni asla ona vermezler, dedi.
-Peki sizinkiler Aleviliğin ne olduğunu biliyorlar mı?
-Ya zannetmiyorum bildiklerini, dedi.
-Peki canım benim, o zaman insan bilmediği bir şeyi neden reddetsin ki, bak sen de tam olarak ne olduğunu bilmiyorsun. Öncelikle Aleviliğin ne olduğunu, insanların  karşı çıkmasının sebebini iyice öğren ki, ailene karşı Cem'i savuna bilesin, dedim.
Hilal'in durumuna üzülmüştüm. Diğer yandan da yadırgamıştım. İnsan bir şeye karşı çıkıyorsa, mutlaka mantıklı bir sebebi olmalıydı. Kulaktan dolma, doğruluğundan emin olmadığı bilgilerle birini yok saymak, onu dışlamak, ötekileştirmek ne kadar yanlıştı. Birbirini seven, kendilerine gelecek planları yapan iki insan da Hilal'in  ailesinin cahilliğine kurban mı edilecekti?..
Hilal:
-Çok haklısın Elif, öyle yapmalıyım, iyi ki geldin diyerek boynuma sarıldı. Hilal rahatlamıştı. Vakit de bir hayli ilerlemiş akşam olmak üzereydi. Annemler gelmeden gitmem gerekiyordu. İzin istedim ve oradan ayrıldım. Yolda yürürken Hilal'i  düşündüm. Sonra kendimle kıyasladım. Ne farkımız vardı ki; Hilal'in ailesi Cem'e alevi olduğu için karşı çıkıyordu. Peki annem Engin'e neden karşı çıkıyordu? bilmiyordum... Herkesin yaşadığı hayatın kalitesine göre, mücadele ettiği sıkıntıları da farklı oluyordu. Mücadele edemeyen de benim gibi, kendinden ödünler vererek silikleşmeye mahkum oluyordu...

  İnsan düşünen bir varlıktır. Kimi zaman bu yönünü kötü kullandığı gibi, kimi zaman da iyiyi güzeli, ve faydayı göz önünde bulundurarak kullanır. Bazen de düşünmeden kulaktan dolma bilgilerle doğruluğunu yanlışlığını test etmeden körü körüne cahilce kullanır. Oysa insan davranışlarında bilinçli olmalı. Bir şeyi reddetmek en kolayı. Zor olan ise, onu neden reddettiğini sorgulaması, öğrenmesi ve mantık süzgecinden geçirmesi ve  kavramasıdır...

NOT: Yeni kitap çalışmamdan bir bölüm paylaştım. Eleştirilerinizi öğrenmek isterim.

Muhabbetle,
Hanife Mert






23 Nisan 2017 Pazar

Miraç Kandili (Bin Yıllık Yanılgı)

Miraç kelime anlamı olarak merdiven, yükselmek, yukarı çıkmak anlamına gelmektedir..
Miraç olayı Kuranda “ Kulu Muhammedi, geceleyin, Mescid’i Haram’dan, kendisine bazı Ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid’i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Her şeyi hakkıyla işiten hakkıyla gören O’dur. “ (İsra suresi)  geçmektedir.
      Üç aylar diye bilinen ve bu aylarda kutlanılan Miraç kandili, Regaip kandili ve Beraat kandili kutlaması ülkemizde ve tasavvuf kültürünün yoğun yaşandığı bazı İslam ülkelerinde, Kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibadetle geçirilmesi bir gelenek haline gelmiştir. Bu gelenek Osmanlı dönemine dayanmaktadır. Osmanlı padişahı 2. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için "kandil" olarak anılmaya başlanmıştır.
  Kandil kutlamalarının dinde sonradan ortaya çıkarılmış bir bidat olduğunu "Kandil Geceleri ve Bin Yıllık Yanılgı” isimli kitabında anlatan Mehmet Emin Akın, Kandil geceleri ve üç aylarla ilgili yüzyıllardır  yanlış bilinen ibadetlere dikkat çekmektedir. Kitabında İslam dininin iki temel dayanağı Kur'an ve Sünnetler de bu kutlamaların yer almadığını ayetlerle ve hadislerle anlatmaktadır
  Allah Azze ve Celle bize kitabında dinini kemale erdirdiğini ve kullarına verdiği nimetlerini tamamladığını haber vermiştir.
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve size nimetimi tamamladım ve din olarak ta sizin için İslam’dan razı oldum.” (Maide:3)
 Bu dinin nasıl yaşanması gerektiğini de, O’nun Rasulü Muhammed (s.a.v) bize apaçık biçimde Sünneti ile öğretmiştir. Öyleyse yolumuzu bize tanıtan, aklımıza, kalbimize ve tüm hayatımıza yön verip onu terbiye edecek olan Kur’an ve O’nun Rasulü (s.a.v) tarafından anlaşılıp hayata uygulaması demek olan Sünnet-i Nebeviye gibi iki rehberimiz var.
Kur’an Allah Rasulü’nü hem imanda, hem de amelde bizim için uyulması gereken yegane örnek olarak tanıtır. Allah O’na “Usve-i Hasene” adını vermiştir.
“Andolsun ki sizin için Allah’ın Rasul’ünde en güzel bir usve vardır.” (Ahzab:21)
Allah böyle söyledikten sonra İslam’ın yaşanmasında kim O’ndan daha iyi bir örneğin olduğunu söyler veya kim O’nun getirdiklerine yine bir şeyler eklenmesi gerektiğini iddia ederse, kendisine Allah’ın dinininden başka bir din seçmiştir.
“Rasul size neyi getirmişse onu alınız ve sizi neden de alıkoymuşsa ondan da sakınınız.” (Haşr:7)
Ey iman edenler Allah’a itaat edin ve Rasul’e de itaat edin ve sizden olan Ulu’l emre de.
Eğer herhangi bir şeyde çekişmeye düşerseniz, onu Allah’a ve Rasul’e götürünüz” Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bu sizin için işleri aslına çevirmede en iyisidir.” (Nisa:59)
Her hangi bir meselede bile onu Allah ve Rasul’üne götürmemiz emredilirken, bunu eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsak yapmamız gerektiği vurgulanmakta.
  Kuran'a ve Rasul’ün (s.a.v.) Sünneti’ne iman ettiğini söyleyipte Kitap ve Sünnet’te olmayan (İçtihadi amel hariç) bir amel veya ibadeti İslam’a maletmeye çalışanlar ise bid’at ehlidirler. Bunların bir kısmı kafirdir, diğer bir kısmı ise kebair (büyük günah) sahibidirler. Ne yazık ki Müslümanlar arasında bin yıldan fazladır sayısız bid’at ve hurafelerle amel edile gelinmektedir. Bunun ortaya çıkmasının yegane nedeni, insanların heva ve heveslerine uyup, Kitap ve Sünnet’te yaptıklarına bir delil olmadığı halde; yeni ibadet, dua, zikir ve tevessül türleri icad etmeleridir.
    Kabir ve türbeleri ziyaret, Mevlid, Reğaib, Mirac ve Beraat gecelerini kutlama, artık dini bir ibadet ve zaruret halini aldı. Ve böylece avam halk zamanla bunu dindenmiş zannetti. Halbuki, bu ibadetlerin veya amellerin kaynağı Sünnet değil Allah Rasulü (s.a.v.) adına uydurulmuş “Mevzu” hadislerdi.
 Mesela; her ne kadar Receb ve Şa’ban aylarının faziletlerine delil olacak zayıf, Hasen ve kısmen de kimi alimlerin dediğine göre, sahih hadisler olmasına rağmen, bu konuda hiç aslı ve eseri olmayan hadislerle de amel edile gelindi.
Ne yazık ki burada siyasi fırkaların (Bermekiler, Fatimiler vb.) eli olduğu gibi, özellikle de tasavvufi kurumların etkisi vardır. Bunu IV. Hicri asırdan itibaren yazılmış olan yüzlerce kaynakta çok açık olarak görmekteyiz.
 Böylece Muhammed (s.a.v.) Ümmeti uydurma veya çok zayıf hadislerde bize dini ibadet gibi gösterilen şeylerle, amel ede ede, hem Rasul’ün Sünnet’ini saptırdı hem de ibadette Tevhid-i İlahiyeye şirk karıştıracak bir hale geldi.
  Hepimiz biliyoruz ki, ne Allah Rasulü ve ne de O’nun ashabı ne Mevlid-i Nebevi’yi ne Miracı, ne Reğaibi ve ne de Beraat Gecesini kutladılar. Belki bu günlerden bazıları geldiğinde, bunun fazilet ve nimetini hatırlıyorlardı. Ama yaklaşık olarak Hicri IV. yüzyıldan bu yana kesintisiz olarak devam eden bu merasimlerin hiçbirisini yapmıyorlardı. Çünkü Sünnet, Kur’an’î bir yaşayışı tanzim etme ve ve beyan etmede henüz etkisini yitirmemişti.
  Ancak hadis uydurucuların her tarafta çoğalarak, bid’at olan bir çok ibadeti yaymaları ile bugünkü şekliyle dini birer hurafe bayramları koleksiyonu haline getirdi. Daha sonra sultanlar ve emirler de bunu çeşitli biçimlerde istismar etmeye başlayarak, sultanlıklarını daha da kökleştirmek amacıyla şehirlerde cadde ve camiler de bu geceleri kutlamak için “Kandil” geceleri ihdas ettiler.
  Zamanla ahlaki bozukluklara bile sebep olan törenler her tarafa yayıldı. Öyle ki kimi İslam beldelerinde, kimi evliyayı anmak için binlerce insan dergah ve makamlara, türbelere akın edip, sanki küçük bir “Hac ibadeti” eda ediyorlarmış gibi bir konuma geldiler. Üzülerek belirtmek gerekir ki, bu törenler tıpkı hıristiyanların dini kutlamalarına benziyor. Hele tarihi kaynaklarda, Mısır, Kuzey Afrika, Irak, Şam diyarı, Endülüs, Pakistan, Hindistan ve İran’da olanlar bunun önemli örnekleri arasındadır.
Ne ilginçtir ki gerçekten bu gecelerin “Kandil” adı altında kutlanması ve bu gecelere özgü ibadetlerin uydurulması, özellikle de o gün Irak, Şam, Kudüs ve Kahire gibi İslam beldelerinde Hıristıyanların yoğun oldukları yerlerde ortaya çıkmıştır.
  Sonra, bütün bu tarihi ve sosyal birikimlerde insanların farkında olmadan birbirlerinin kandillerini kutlamalarının Sünnet dışı bir davranış olduğunun farkına varmaları elbette mümkün olmazdı. Çünkü, tüm Osmanlı Saltanatı boyunca bugünler kutlanmış ve kutsal bir özen görmüştür. Daha önceleri olduğu gibi.

  Hele günümüzde dine karşı kayıtsız olmasına rağmen milyonlarca insanın “kandiller”için hazırlık yapması, çörekler ve börekler hazırlayıp,yılın çoğunda hiç Allah için alınlarını yere koymadıkları halde, bu gecelerde yüzlerce rekat namaz kılıp sabahlamaları gerçekten içler acısı ve ağlanacak bir durumdur. Öte yandan farzlar inkar edilircesine ihmal edilmekte. Din insanların hevasına uydurulmakta, bunun ızdırabı ise çok az duyulmakta.

Ülkede milyonlarca insan sefil, aç, açık, mazlum konumdayken yüz milyonlar belki de milyarlar harcayarak “kandil” kutlamalarını hangi İslami vicdan ve yürek, İslam adına yapılmış bir hareket olarak görebilir. Bunlar bazıları tarafından tıpkı bir günah çıkarma günleri olarak algılanmaktadır. Hatta pavyonlarda Müslüman kızlarının ırzlarını ve vücutlarını satanlar dahi bu gecelerde günah çıkarmayı ihmal etmezler. Üzülerek ifade etmek gerekir ki cami ve mescidlerini kabir haline getirip, Kur’an’a hayatlarında sırt dönenlere, gaflet ve isyan içinde yaşayanlara, Kandiller, Mevlidler değil, Kur’an gerekir. Bu insanlar camilerin yönetimini ve ibadetlerin edasını, İslam’a hayat hakkı tanımayan bir sisteme teslim etmeye razı olduktan sonra, ne “kandiller” onları kurtarır ne de “Mevlidler”.
 Bu toplum, Kitap ve Sünnete muhalefetten ötürü, bir karanlığın içine gömülmüştür. Beş vakit namazların, bile bile terk ettikleri halde Cuma günü camilere doluşanlar, kandillerde ucuz ve sahte telaşlar içine giren, yılbaşlarında piyango, ihmal etmeyen, birasından veya çıplaklıklarından vazgeçmeyen insanlar acaba bu törenlerle mi İslami emirleri yerine getirmiş olacaklar?
Müslüman düşünürlere, aydınlara ve ilim adamlarına düşen; insanları, Kur’an’ı ve onun ilmini, ahkamını öğrenmeye çağırmak ve bunu teşvik etmektir. Hayatı boyunca belki hiç Kur’an okumamış veya bir tek Nebevi sözü bilmeyen insanları, böyle şeylerle uğraştırmanın hiçbir değeri yoktur.

Öyleyse bu insanların önce Rabblerini ve O’nun kitabını ve Rasulü’nün (s.a.v.) Sünnetini tanımaya ihtiyaçları vardır. İçine düştüğümüz bu cehalet ve zilletin tek nedeni “İlim”den elimizi çekmemiz ve ona sırt dönmemizdir.
İnsanları “üç aylar” adına sünnet dışı ibadetlere ve hayır işlemeye davet edenler bir bakıma, Allah Rasulü (s.a.v.) adına yalan hadis uyduranların çizgisini ve geleneğini devam ettirmektedirler. Dikkat edilirse insanlar Hristiyanlıktaki gibi, tamamen pasif olan ve Müslümanı, Kur’anî görevinin dışındaki amelleri işlemeye teşvik edilmişlerdir. 
  
 Görünen o ki, bize bin yıldır bir gelenek- görenek din olarak dayatılmış ve öyle yaşamaya teşvik edilmiş. Ülkenin en büyük din otoritesi olan Diyanet işleri başkanlığının hazırladığı İslam Ansiklopedisinde bu kandillerin gelenekleştirilmiş olduğu ifade edilmiştir. Buna rağmen  Kandil gecelerini bizzat organize eden, camilerde mevlid ve dua merasimleri düzenleyen, bu geceler münasebetiyle kutlama mesajları yayınlayan ve halkın kandilini kutlayan da yine Diyanet’in kendisi. Anlaşılır gibi değil...

Yararlanılan Kaynak:Kandil Geceleri ve Bin Yıllık Yanılgı(Mehmet Emin Akın)
              

Muhabbetle
Hanife Mert

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlu Olsun


Egemenlik verilmez alınır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
"Çocuk sevgisi insan sevgisi için bir ihtiyaçtır."

Gazi Mustafa Kemal Atatürk' ün tüm çocuklara armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun. Atamızı sevgi, saygı ve minnetle anıyoruz...


Muhabbetle,
Hanife Mert



20 Mart 2017 Pazartesi

KIRGIN UMUTLAR


Bu sabah öyle durgundu ki sular, 
Sardı yüreğimi huzursuzluklar. 
Bu sabah öyle kırgın ki umutlar, 
Açtırmaz gülü, solgun tomurcuklar.

Ekti yüreğime nefret tohumu,
Kesti aydınlığa çıkan yolumu. 
Özenle  hazırlar acı sonumu
Bulamadım gitti, doğru yolumu.

Şüpheyle bakarken hüzünlü gözler.
Ne yapsa kar etmez, söylenen sözler, 
Mutsuzluğa gebe olmuş atıyor, 
Acıyla dağlanmış çarpan yürekler. 
                               
Bilirim sonsuza dek sürmeyecek,
   Yol yakınken yanlıştan dönülecek. 
Ağlayan gözlerim, elbet gülecek,
Umutlu günlerim geri gelecek.
                         
                              Hanife Mert

16 Mart 2017 Perşembe

Güven ve İnsan


Derler ki; "Yaşadığın yeri cennet yapamadığın sürece, kaçtığın her yer cehennemdir." Bu sözden yola çıkarak insanın öncelikli görevinin; hayatı yaşanılır kılmak,huzur içinde, barış içinde, adil bir biçimde, insanca yaşamasına olanak sağlamak olmalıdır. Bu durum sağlanmadığında ise, toplumda huzursuzluk, güvensizlik, mutsuzluk, sevgisizlik, gerilim, hakim olacaktır. Bu bağlamda toplumda çıkar kargaşası yaşanması, şahsi çıkarların toplumsal çıkarların önüne geçmesi de kaçınılmaz bir hal alacaktır. Devamında da " BEN" merkezli bir hayat felsefesi benimsenmiş, ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım düşüncesi hükmetmiş durumda vicdanlara...
   Hiç şüphesiz insan güvende olmak güvenmek ister. Zira yaradılışı gereği kendini güvende hissedeceği ortam ve etrafında güvenebileceği insanları görmek ister. İnsanlar arasında olması gereken en önemli ve en kuvvetli duygudur güven duygusu.İnsan ilişkilerini doğrudan etkileyen, yaşantısına direk etki eden bir durumdur. Yaşam ve toplum güven üzerine kurulmuştur.
    Tarif etmesi zor olan bu duyguyu yaşadığımız toplumda ne kadar hissedebiliyoruz? Hangimiz etrafımızdaki insanlara yüzde yüz güvene biliyoruz? Bu soruya evet demek neredeyse imkansız. Öyle olmasaydı toplumda birlik sağlanırdı. Öyle olmasaydı hak hukuk kişilere göre farklılık göstermezdi, öyle olmasaydı bize reva görülenler yaşanmazdı. Zulümler olmazdı. Birlikten kuvvet doğar sözünün gereği sağlanırdı. Verilen sözler tutulur, saymakla bitiremeyeceğim sorunlar yaşanmazdı.
    Konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir Nasrettin Hoca fıkrasını paylaşmak istiyorum;
Akşehir çevresini mesken tutmuş olan Timur bu bölgeye beraberinde bir de fil getirmiş. Başıboş bırakılan fil bağlara, bahçelere ve ekili tüm alanlara zarar vermeye başlamış. Yaşanan durumdan bezdir kalan Akşehir halkı çareyi Nasreddin Hoca’ya başvurmakta bulmuş. Demişler ki: Hoca, bu Timur denilen adam senin sözünü dinler. Şu filin bir çaresine baksan, anamızı ağlattı.
   Hoca bu teklifi kabul etmiş ve yarın hep birlikte Timur’un huzuruna varalım, derdimizi anlatalım demiş. Ertesi gün buluşmuşlar. Nasreddin Hoca önde, Akşehir halkı arkasında Timur’a gitmek üzere yola çıkmışlar. Her yol ayrımında gruptan birileri kopuyormuş. Nasreddin Hoca Timur’un karşısına geldiğinde bir de bakmış ki yanında kimsecikler kalmamış. Duruma fena halde bozulan Hoca               Akşehirlilere bir ders vereyim diye düşünmüş ve Timur’a:
  -Efendim, biz Akşehirliler olarak getirmiş olduğunuz fili çok sevdik. Fakat hayvancağız yalnızlıktan olsa gerek çok huzursuz görünüyor. Akşehir halkı bu filin eşini de getirmenizi istiyor, der. Timur bu sözlerden hoşlanır ve Akşehirlilerin isteğini yerine getireceğini söyler. Timur’un yanından ayrılan Nasreddin Hoca kendisini beklemekte olan ahalinin yanına geldiğinde halk merakla ne yaptığını sorar. Hoca gülerek cevap verir: Müjdeler olsun. Belânın dişisi de geliyor.
  Yaşadığımız ortamlarda benzer olayları hepimiz yaşamış olabiliriz. Kendilerine güven telkin ederek bir işi yerine getirmesi için görevlendirdiğimiz kimseleri yarı yolda bırakmak insanlığa sığmaz...


Muhabbetle,
Hanife Mert

8 Mart 2017 Çarşamba

Kördüğüm Gibi Sevgi



Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygu. O öyle bir duygu ki, paylaşıldıkça azalmaz aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Sevginin yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır.

Zira, hayatın anlamı, ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir… Sevgi günümüzde olduğu gibi yüreklere hapsedilmemeli. Aynı zamanda eyleme dönüştürülmeli dillendirilmelidr de...

Eşlerin birbirine duyması gereken sevginin şeklini derecesini gösteren, yaşadığı hayatla bize örnek teşkil eden sevgili peygamberimizin eşine olan sevgisini gösteren bir hadise kulak verelim.

Peygamberimiz, eşine ayrı bir önem verir, aynı zamanda eşleri birbirine kenetleyen sevgi sözcük­lerini eşinden esirgemezmiş. O, aşkı sadece yüreğine hapset­mez aynı zamanda onu dillendirirmiş de… "Ben, Allah'ın sevgilisinin sevgilisiyim" diye kendisiyle övünün peygamberimizin sevgili eşi Hz. Ayşe annemiz bir gün her kadının merak edebileceği eşine sorabileceği bir şeyi sorar peygamberimize:


– Efendim, beni seviyor musun? der.

Sevgili peygamberimiz de; "Bu ne biçim soru, bu da nereden çıktı, sevmesem yanında olur muydum," türünden cevaplar vermek yerine, O kendinden emin bir şekilde şöyle der:
– Evet, ya Ayşe elbette seni seviyorum!
Bu cevap Ayşe annemizi muhtemelen tatmin etmez ki, sevgisinin ölçüsünü merak eder ve ardından ikinci sorusunu sorar:

– Beni ne kadar seviyorsun ya Resûlallah? der

Bunun üzerine peygamberimiz, hem Hz. Ayşe'nin hem de bizim yüreğimizin derinliklerini titreten şu içten, samimi ve bir o kadar da edebi ifadeyle şöyle cevap verir:

– Kördüğüm gibi.

Peygamberimiz, eşini asla açılmayan, çözülmeyen, kördüğüm gibi bir sevgiyle sevdiğini söylüyordu. Bu, açılmayan, bitmeyen sırlı bir sevgi demekti. Eşinden duyacağı sevgi sözcükleri bir kadının gıda­sıdır...

Aradan birkaç yıl geçiyor… Hz. Ayşe, yıllar öncesinden kalma o “kördüğüm”ü hatırlatmak istiyor ve Efendimiz’e… Damdan düşer gibi soruyor: “Efendim, kördüğüm ne alemde?”

“Ne kördüğümü?” diye sormuyor Efendimiz…

“Bunca işimin arasında yıllar önce söylediğim bir kelimeyi hatırlamamı bekleyemezsin” diye azarlamıyor Hz. Ayşe annemizi… “Ben nelerle meşgulüm, sen nelerle meşgulsün” diye de küçümsemiyor…

O cümleyi bir dakika önce söylemiş gibi gülümsüyor, sadece. Derin derin eşine bakıyor ve teminat veriyor:

“Kördüğüm daha ilk günkü gibi, yüreğime bütün bütün dolaştı…”der.


 Kadının değersizleştirildiği, en ağır zulmün reva görüldüğü bir dönemden geçmekteyiz. Bu vesileyle hayatını örnek olarak almak durumunda olduğumuz sevgili Peygamberimizin yaşayışı ve tavsiyelerinin referans olması temennisiyle, tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günününü kutluyorum..


Muhabbetle,
Hanife Mert

Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...