26 Aralık 2021 Pazar

Umudunu Yitiren Her Şeyini Yitirir!


 

Sabah pencereme vuran güneşin ışıklarıyla uyandım. Uyku mahmurluğuyla perdeyi aralayıp dışarıya bakayım derken, pencerenin  buğulu olduğunu fark ettim. Günlerdir süren yağmurlu ve soğuk hava yerini, güneşli ama yine soğuğa bıraktı. Güneş olmasına rağmen dışarı çıktığında buz gibi bir havayla karşılaşıyor insan. Kış kendini hissettirmeye başladı artık.

Yılın sonlarına geldiğimiz şu günlerde içimde bir burukluk hissediyorum. Kendi kendime acaba bitişler mi benim böyle hissetmeme sebep,  yoksa sürprizler mi? diye düşünmeden edemiyorum. Oysa bitişler hüzün verse de başlangıçlar heyecanlandırmalı, umutlandırmalı değil mi? Yeni başlangıç yeni umut demekti. Ama yok, hüzünle beraber huzursuzluk yaşama sevincimi azaltıyor. Buna rağmen umudumu kaybetmedim. Her ne yaşanırsa yaşansın nefes alıyorsa insan umut hep vardır felsefesine inananlardanım. Çünkü umudunu yitiren her şeyini yitirmiş demektir. Çıkmayan candan umut kesilmezmiş.

2021’in son demlerini yaşadığımız şu günlerde kendimle ilgili beni böyle hüzne sevk edecek bir iki önemli olayın dışında kayda değer pek bir şey olmadı hayatımda. Olan da tüm yaşamıma bedeldi. Daha fazla meraklandırmadan;  ilk olarak 2021 Mart ayında ailecek yakalandığımız Covit 19 hastalığını yine ailecek verdiğimiz bir mücadeleyle atlattık. Atlattık atlatmasına da etkisini pek o kadar kolay atamadık üzerimizden. Hep endişeli, hep korkuyla yaklaştık insanlara. Her şey öyle ani oldu ki hazırlıksız yakalandığımız bu illet tüm alışkanlıklarımızı alt üst etti. Bizde ne kültürel değerler, ne paylaşımcı yaklaşım ne vefa ne dostluk ne de arkadaşlık, ne akrabalık ilişkileri bırakmadı. Hepsini yerle bir etti. Yerine zaten var olan insanın sadece kendi çıkarını önemsediği, bencillik duygusunu başköşeye oturttu. Çünkü bu illet bir girdi mi, girdiği yeri alimallah talan ediyor. Orada kim var kim yok hepsini beraber alıp götürüyor. Hem de kimsenin gözünün yaşına bakmadan... Biz hayattayız ve bu belayı atlattık çok şükür. Ya atlatamayan genç yaşlı, binlerce, hatta yüz binlerce, milyonlarca insanın yaşam öyküsünü sonlandırıp bu hayattan koparması. Bununla da bitmiyor etkileri geride kalan sevenlerinin de yaşamını alt üst ediyor.  

Her karanlığın sonu aydınlık, her sıkıntının sonu ferahlıkmış ya hani. Nur içinde yatsın babaannem; “ acı, sıkıntı beraberinde gizli armağanla gelirmiş, sen acına sabret, vakti geldiğinde sıkıntın, armağanını bırakır ve gider.” demişti. Öyle de oldu. Nasıl mı? Elbette Covit 19 belası sürekli değiştirdiği varyantlarla dünyayı etkisi altına almaya can almaya devam ediyor. Bana sunduğu armağan şu; üç yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım ünlü şairimiz Orhan Veli'nin yaşam öyküsünü yazdığım Fırçadaki Son Şiir adlı kurmaca biyografik romanım temmuz gibi raflarda yerini aldı. Bu benim için inanılmaz bir sevinç ve mutluluk kaynağı oldu. Kitap çıkaranlar iyi bilir. Kitaplar yazarların çocukları gibidir. Benim için de öyle oldu... Bu heyecan ve sevinç 20-28 Kasım tarihleri arasında Mersin’de altıncısı yapılan CNR Kitap Fuarında da devam etti. Ancak 27 Kasım akşamı aldığımız acı haber hem şaşkınlığa hem de hüzne boğdu  bizi. Eşimin ablasını kaybettiğimizi öğrenmiştik. Hem de çağın vebası olan Covit 19 virüsü sebebiyle... Daha bu acıyı kabullenememişken hemen ertesi gün ablam gibi sevdiğim kuzenimin ölüm haberiyle sarsıldım.

Güzel ülkeme baktığımda ise benden pek farklı olmadığını görüyorum. O benden daha fazla buruk  ve hüzünlü hatta yaslı... Sebebi herkesçe malum... Kötü yönetim ve sonucunda ona reva görülenler... Mış gibi, mahsuzcuktan, evcilik oynar gibi, dostlar alış verişte görsün, kitabına uydurmakla, ben  yaptım oldu dayatmalarıyla gelinen nokta... Sonuç mu? Sonuç ortada güvensizlik, belirsizlik, umutsuzluk, mutsuzluk, işsizlik, açlık, sefillik perişanlık ve daha neler neler... Bir devletin varoluş garantisi, temeli olan ekonomi yönetimini “gözlerindeki ışıltı”yla çözüme kavuşacağına inanan bakanlar. Daha ne olsun pamuk ipliğine bağlı bir ekonomi, bir gecede yapılan açıklamalarla perişan edilen halk...  Bildiğiniz şeyi detaylandırmaya ne hacet... Deveye “boynun neden eğri”  diye sormuşlar. O da “nerem doğru ki?” diye yanıtlamış. Biz de öyle değil miyiz? Nereyi tutsak elimizde kalıyor... Ülkede sorun mu biter?

 Acaba diyorum üzerimize çöreklenen bu kara günler, babaannemin dediği gibi armağanını bırakarak bizi terkedecek mi? Ne dersiniz? Ben diyorum ki gitsin de armağanını bırakmasa da olur...

 

 Okurlarıma sevgilerimle,

 Hanife Mert

16 Kasım 2021 Salı

Orhan Veli Şiiri Aşık Olduğu Bir Kadını Sever Gibi Severdi!

Orhan Veli yaşamı boyunca yalnızlık, yoksunluk ve yoksulluk içinde parasızlıkla boğuşurken bile çok sevdiği şiirle soluklanmayı bilmiş, sevdasıyla yaşama tutunmayı başarmış bir şairdir.

Melih Cevdet’in deyimiyle Orhan Veli şiiri; “Âşık olduğu bir kadını sever gibi severdi...” işte usta şair sevdasını ve şiiri kendisiyle öylesine özdeşleştirmişti ki, şiirsiz Orhan Veli, Orhan Velisiz de şiir düşünülemezdi. O bazen yaşadığı gibi yazar, bazen de şiirlerinde yazdığı gibi yaşardı...
Otuz altı yıllık kısa yaşamında iki büyük savaşa, sayısız devrimlere tanıklık etmiş, birebir çalışmalarda bulunmuş, hatta kendisi de şiirde bir devrim yaparak, Köklü Türk şiir geleneğine hatırı sayılır bir yenilik getirmiştir.
Usta Şair, kısacık yaşamında sıradan mı sıradan, yoksul mu yoksul bir hayat yaşadı. Hayatın içinden ve yine hayatı anlatan şiirleriyle edebiyat dünyasını sarstı. O, şiiri anane şiir olmaktan, şairanelikten, belli kalıplardan ve burjuva sınıfının tekelinde duygusallıktan kurtarmış, gerçek halkla buluşturmuştur. Çocukluğundan ömrünün sonuna kadar yanında olan ve hiç ayrılmayan Oktay Rıfat, Melih Cevdet’le birlikte tüm çilelere göğüs gererek Garip Akımını gerçekleştirmişlerdir. Zamanın ünlü şairleri, edebiyatçılarına rağmen. Onlar yirmili yaşlarda pek çok kişinin cesaret edemeyeceği bir oluşuma önderlik etmişlerdi. Karşılarında çok donanımlı başarılı bir edebiyat ordusuna karşı, tek başlarına donanımlı bir ordu gibi karşılık vermişlerdir. Hakaretlere aşağılanmalara karşı, nazikçe kırmadan incitmeden nükteli sözlerle karşılık vermişlerdir. Zira Orhan Veli Orhan Akbal’a söylediği, “Aleyhimde söylenen sözlerin, lehimdekilerden çok olması beni mutlu eder.” sözüyle kendisine yapılanlara tepkisiz kalmış, gerektiği zaman nükteli sözlerle şiirlerini savunmuştur. İlk garip şiirlerini 1941 yılında çıkardıkları Garip adlı kitapla duyurmuşlardır. Orhan Veli adıyla çıkan kitap, Orhan Veli’nin yazdığı önsözle kitap olmaktan ziyade bir manifesto özelliğini taşımaktadır. Bu bağlamda;

Orhan Veli'ye göre şiir;

"İnsanları duygusallığa sevk eden ve belli bir kesime hitap eden sözcükleri; aruz- hece gibi ölçülerle; redif, kafiye, mısra gibi dayatmalarla ve ayrıca teşbih, teşhis gibi sanatlarla kurallara boğmaktan kurtarmak gerekiyordu. Şiir duyguya değil, akla hitap etmeliydi. Şiir sözcüklere yüklenen anlamlardan oluşmaktaydı. Bu nedenle sözcükler özgürleştirilmeli, duygular anlatılırken net ifadeler kullanılmalıydı. Şiir bir kesime değil, tüm halka mal edilmeliydi. Dağdaki çoban, şehirdeki memur, meyhanedeki sarhoş, sokaktaki satıcı, kerhanedeki hayat kadını, hapishanedeki kader mahkûmu da şiire konu edilmeli, onlar da şiir okuyabilmeliydi...”
Kendini doğruluğun ve samimiyetin emrine veren şair, bu düşüncesini gerçekleştirirken şiiri halka götürmüş, adına "halkça" dediği ve halkın da anlayabildiği bir dil kullanmıştır.
Orhan Veli tıpkı şiirlerinde kuralları kaldırıp sözcükleri özgürleştirdiği gibi, yaşamında da özgür olmayı seven bir insandı. Onun bohem hayat tarzı başta ailesi olmak üzere pek çok kişiye garip gelmiştir. Dost arkadaş canlısı bir insandı. Çocukluğundan beri; elleri nasırlı alnından şıpır şıpır ter akarak geçimini sağlamaya çalışan insanları çok sevmiştir. Bu insanları şiirlerinde görmek mümkündür. Örneğin Kitabe-i Sengi Mezar (Mezar yazıları) adlı şiirinde “...Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” diyerek ayağı nasırlaşmış halktan birini şiirine konu etmiştir.

Kitabe-i Sengi Mezar Şiiri Orhan Veli’nin yaşamında dönüm noktası olmuştur. Zira bu şiir dönemin kelli felli edebiyatçıları tarafından hakarete varacak şekilde eleştirilirken, halk tarafından kabul görmüş bir şiirdir. Orhan Veli’nin pek çok şiirinde benzer özelliklere rastlanır.
Orhan Veli’nin şiirlerinin temel özelliği, daha önce yayınlanmış şiirlere benzememesi, dönemin önemli şairlerinin şiirlerine benzememesi (Nâzım Hikmet, Yahya Kemal Beyatlı...) şiirlerinin kafiye, redif ve mısradan yoksun olması, duygusallıktan uzak, gerçekçi bir anlatımla düşüncenin direkt ifade edilmesi, konuşma diliyle yazıldığı için okuyucunun kolay anlaması, yazımının da kolay olacağı izlenimini vermesi gibi özellikleri taşıyordu.

Ünlü şairimiz Orhan Veli, gençliğinin baharında, 14 Kasım 1950 tarihinde otuz altı yaşında aramızdan ayrıldı. Ünlü şairimizi ölümünün 71. Yılında minnet ve şükranla anıyoruz. Ruhu şad olsun.

Toplum olarak bize düşen ünlü şairlerimize, edebiyat ve sanat insanlarımıza sahip çıkmak, onları iyi tanımak ve bizden sonraki kuşaklara tanıtmak en önemli görevimiz olmalı.



Muhabbetle

Hanife Mert

22 Ekim 2021 Cuma

Eskici

Eskiden yeterdim kendime,                                                                                                                                 
Artardım bile.

Şimdi ne yapsam nafile!

Ve

Kim demiş "can eskimez" diye

Bu can tedirgin tende

Can da eskimiş

Ben de...

Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Eskici adlı şiirinde ifade ettiği gibi her ne kadar kabul etmek istemese de insan, gençliğinde verdiği hayatta kalabilme var olabilme mücadelesi, onu ruhen ve bedenen yıpratmıştır. Artık gençlik günleri geride kalmış yorgun, yaşlı ve eskimiş bedeni sona yaklaşmış olmanın tedirginliğini hissetmektedir.
İnsanın en verimli üretken olduğu bir dönem vardır. Gençlik, hani kanının deli aktığı delikanlılık dönemi. Hani taşı sıksa suyunu çıkardığı, bastığı yerden ses getirdiği, her şeye herkese yetiştiği dönem... İşte gün gelir gençliğin elden gittiğini haber verir azaları. Saçlar beyazlar, derileri buruşur, ruhta ve bedende yorgunluklar baş gösterir.

Artık güç, kuvvet, anılar, yaşanmışlıklar birer birer rafa kalkar, geçmişe eskiler arasına saklanır. Bu habercilerin haberine kulak vermek istemez insan. Kendini gizlemenin yollarını arama gayretine girer. Eskimeyi yaşlanmayı kabullenmek istemez. Ama nafile...İstemese de can da tıpkı beden gibi hatıralar gibi tende eskir.

Ten kafesine sığamaz olur. Kendini eskilerde geçmişte mazide aratır hale gelir.
Maziyi hatırlamak bazen iyi gelir yüreğe. Eskiden yaşadığı tüm güzellikler çiçeklenir yeniden kalbinde. Uzun zamandır içinden çıkamadığı sorulardan sorunlardan, yoğunluktan olumsuzluklardan kurtulur anlık da olsa. Yüreğe iyi gelen bu küçük mutluluklar için eski olan her şeye bakmak yeterlidir. Kimi zaman gözlerde nemli yürekte hüzünlü bir hal yaşatsa da, eskiler güzeldir. Anlam doludur, hatıra doludur... Gelecek için umut olur eskimiş yüreklere...
Her yaşın kendine özgü bir güzelliği vardır. Aslolan yaşanılan anı farkına vararak yaşamaktır. Erdemli, ahlaklı, saygı ve sevgi ortamını içselleştiren, başkalarını ötelemeyen, kibir ve güç bataklığına saplanmadan örnek bir hayat yaşamanın önemini kavramalı.

Muhabbetle,

Hanife Mert



 

17 Ekim 2021 Pazar

SEMİR BOLAT İLE AKDENİZDEN DALGA DALGA HANİFE MERT



İÇEL Televizyonu Akdeniz'den Dalga Dalga Programına Semir Bolat'ın konuğu

olarak katıldım. Programda edebiyat, şiir ve sanat adına keyifli bir söyleşi yaptık.

Keyifle izlemenizi diliyorum.

25 Eylül 2021 Cumartesi

Neremiz Doğru ki?


 

Televizyondan akşam haberlerini izlemek benim için uzun zamandır vazgeçemediğim ve alışkanlık haline gelen bir durum oldu. Nur içinde yatsın dedem de babam da haberleri hiç kaçırmazdı. Çocukluğumun anıları arasında dedemin dişsiz ağzıyla bize "susun çocuklar, acans dinliyorum" diyen sesi kulaklarımda hâlâ. Belki de onlardan gelen bir alışkanlıktı bu.
Eşim ve kızlarımın, her fırsatta haberleri izlememem konusunda verdiği tepkiler etkisiz kalıyor. Çünkü ben  ısrarla izlemeye devam etmek istiyorum. Onların tepkisi benim üzülmemem  ve kendimi strese sokmamam içindi.
Güzel ülkemin durumu hepimizce malum. Hangi birini yazayım ki… Hani hepimiz biliriz deveye; “senin boynun neden eğri?  diye sormuşlar. O da  “nerem doğru ki?" diye yanıt vermiş.

     Bizde de öyle değil mi? Nereyi tutsak elimizde kalıyor. Her tarafımızdan bela musibet yağıyor. Her defasında son olur inşallah diye dileklerde bulunduğumuz, ama neredeyse her gün sessiz sedasız toprağa verdiğimiz gencecik fidanlarımız, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, hırsızlık olayları, haksızlık hukuksuzluk olayları, eğitimdeki çarpıklıklar, masum hayvanlara yapılan insanlık dışı zulümler, kavgalar, tacizler, tecavüzler, açlık, almış başını giden enflasyon, fakirleşen açlık sınırının altında yaşamaya çalışanlar, ne iş olursa yapmaya razı insanların olmasına rağmen, işsizliğin tavan yaptığı bir toplumda daha nelerden bahsedilir ki...

 İnsanların ötekileştirildiği, adam kayırmacılığın tavan yaptığı, hukukun kişilere göre işletildiği durumlarından bahsetmiyorum bile. Bir de söylemeden geçemeyeceğim. Covit 19 virüsünün hiçbir engel tanımadan önüne çıkanı kırıp geçirdiği, sürekli varyantların arttığı bir durumda, buna dur diyecek bir babayiğidin henüz çıkmadığını düşünürsek, söylenecek sözlerin ne kadar kifayetsiz kaldığı aşikâr...

   Haberleri elbette internette gazetelerden de okuduğum oluyor arada. Ama illaki televizyondan izlemek beni rahatlatıyor. Sanki bir şehit haberinde şehit yakınlarıyla birlikte üzülmek, annesi ölen bir çocuk için üzülmek,  yapılan bir haksızlığa birebir tepki vermek, kızmak hakaret etmek, eleştirmek, az da olsa güzel bir olaya sevinmek… Daha da önemlisi toplumun içinde olduğumu hissettirmekti. 
  Yaklaşık üç gün önce izlediğim bir haberden bahsetmek istiyorum. Daha önceden örneklerini çok gördük. İllaki hepimizce bilinen bir konu... Haberlerde; sokak aralarında, park köşelerinde, apartman boşluklarında, yıkık harabelerde dünyadan bihaber, yerlerde sere serpe yatan gençlerimizi gösteriyordu haber muhabiri. Bu çocukların durumu bir anne olarak  içimi  acıttı. Bu gençlerimize neden sahip çıkılmıyor? Devlet neden bunları koruma altına almıyor? diye hayıflandım kendi kendime. Sonra bu gençler üzerinden milyonlar kazananlara verdim veriştirdim. Hiç mi içiniz sızlamıyor? Bu gençler de ana kuzusu! Bir çocuk kolay yetişmiyor… Haber muhabiri bonzai illetini kullanma yaşının 10- 12 yaş gurubuna kadar indiğini söylüyordu. Çocukları; "Bir kereden bir şey olmaz!” diyerek kandırıyorlarmış. Ülkemizde yeşillikler yok edilerek  devasa AVM ler yapılıyor. Büyük iş merkezleri açılıyor. Açılsın elbette, denizde yüzen cami planları projeleri yapılıyor. Yapılsın ülkemiz güzelleşecekse, çağı yakalayacaksak olsun. Ama lütfen bu uyuşturucu tacirleri ile etkili mücadele yöntemleri de arttırılsın. Ayrıca uyuşturucu belasının kollarına atılmış bu gençlerimizi tedavi edecek rehabilitasyon merkezlerinin sayıları da arttırılsın. Toplum ve  aileler bu konularda bilinçlendirilsin. O gençlerin her biri bizim geleceğimizi inşa edecek toplumsal yapı harçlarımızdır. Sahip çıkılmalı...

Özetle “Bir kereden bir şey olmaz” demeyin. Bir anda hayalleriniz son bulur, düşler kabusa döner, umutlarınız yok olur, beklentileriniz biter, hayat hikayeniz son bulur... Kısaca bir kereden sayamayacağınız kadar çok şey olur.

Muhabbetle,

Hanife Mert

 

21 Eylül 2021 Salı

Eskiden mi Güzeldik? Yoksa Eskiler mi Güzeldi?


Her geçen gün geçmişe duyulan özlemimiz artıyor. Buna sebep içinde bulunduğumuz yaşam şartlarının günden güne zorlaşması olsa gerek. Bu durum insanların kabuğuna çekilmesine, kendinden başkasına ne olduğunun önemsenmemesine sebep olmakta. Yani insanları bencilleştiren, yalnızlaştıran bir yaşam tarzı benimsemesidir. 

Hal böyleyken sorunlarıyla kendi başına mücadele etmeye çalışan insan, geçmişin dayanışma, yardımlaşma, paylaşımcı, sevgi, saygı, dostluk duygularını ön plana alan bireylerin olduğu bir yaşama özlem duymakta. Maalesef bizler erdem sayılan bu güzel değerlerimize sahip çıkamadık. Onları ne bugüne ne de gelecek kuşaklara taşıyamadık. Gelecekte yaşayacak olanlar bu değerlerin varlığından habersiz bir yaşam tarzı benimseyeceklerdir belki de. Kim bilir...   

  Buna bir de yöneticiler tarafından yürütülen dengesiz, basiretsiz politikalarla toplumu oluşturan bireyler arasında adil olmayan bir gelir dağılımıyla geçim kaygısı eklenince yaşam çekilmez bir hal almakta. Kimi alabildiğince varlıklı şatafat içinde yaşarken, kimisi de yaşamını zorluklarla kazanarak günü kurtarma, karnını doyurma çabasında. Bu dengesizlik bireylerin yarınından umudunun azalmasına kiminin ise tamamen yok olmasına neden olmaktadır. Özetle  bakıldığında bu zorlu yaşam şartlarının bir sonucu olarak hayatından memnun olan yok. Kiminde gelecek kaygısı, kiminde günü kurtarma çabası, kimi de karnını doyurma derdinde.

Yaşadığım site ana cadde üzerinde. Günün her saatinde insanlar cadde ve sokakları dolduruyor. Geceleri de sokak lambasının ışığında canlılık devam ediyor...

  Sokak ve caddelerde oluşan çöp konteynerlerinin etrafında insanlar görüyorum. Her biri kendince o günkü rızkını çıkarmanın derdinde. Elleri yüzleri kirden siyahlaşmış, giysileri rengini kaybetmiş şekilde...  Bazısı da marketlerin pazarların önünde bekliyor. Bozulmaya yüz tutmuş sebzeleri meyveleri alarak o da o günkü rızkını elde etme düşüncesinde...
 

 Her nerede olursa olsun, çöp konteynerinde bulduğu ekmeği yemek durumunda kalan bir tek kişinin dahi olması, o toplumu yönetenlerin sosyal devlet olma işlevini yerine getirmediği ve  o toplumun da sosyal yardımlaşma dayanışma ruhunda bozulmanın olduğunun bir göstergesidir.

 Bizler çocukluğumuzda “komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” felsefesiyle yetiştik. Yardıma muhtaç insanlara yardım edilmesi gerektiği yönünde öğütler aldık. 

Annem; "göz hakkı olur" der evimizin önündeki tarlada yetişen sebze ve meyvelerden komşulara da verirdi. Hatta biz alışalım diye, komşuya bizimle gönderirdi. Sadece annem değildi, sokağımızda herkes benzer şekilde kendinde olanı paylaşırdı...   Ancak görünen o ki bizim kuşak ailemizden aldığımız güzel davranışları bugünlere taşıyamadık. İnsanın aklına eskiden mi güzeldik? Yoksa eskiler mi güzeldi? diye sorası geliyor. Eskiden bir toplulukta bulunan insanlar arasında yaşam kalitesi açısından bugünkü kadar fark yoktu. Dolayısıyla insan da düzende bozuk değildi. Hem eskiler hem de eskiden güzeldi her şey. İşte bu yüzdendir, bugün insanın düne özlem duyması...

Son söz olarak, dilerim en kısa zamanda toplumu oluşturan bireyler arasındaki ekonomik ve sosyal dengesizlikler düzelir, her birey milli gelirden eşit oranda adil bir biçimde pay alır, insanca yaşayabileceği saygın ve kaliteli bir yaşama kavuşturulur.

 


Muhabbetle,

Hanife Mert









9 Eylül 2021 Perşembe

Güzel Yaşamak İstemez misiniz?


Her ne kadar güzellik göreceli bir kavram olup kişiye göre farklılık gösterse de, insanın sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi için iç güzelliğine, ruh güzelliğine önem vermesi gerekmektedir. Ruhunu güzelleştiren ona uygun gıdalar veren kişi, yaratılan her şeyde güzeli arama, güzeli görme ve gördüğü çirkinlikleri güzelleştirme eğilimindedir.

İnsan her ne yaparsa yapsın illaki öncelikle sağlıklı bir ruh yapısına sahip olmalı. Bu durum kişinin kendi ile barışık yaşamasını, insanları, birlikte yaşamak zorunda olduğu diğer canlıları ve hayatı sevmesini, onlara karşı sorumlu, saygılı, dürüst şefkat ve merhametli davranmasını sağlar. Bunun için önce ön yargılarından kurtulmalı, olaylara karşı bakış açısını değiştirmeli, güzel düşünmeli, kendini çıkmaza sokacak eylemlerden uzak durmalı. Zira" Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayattan tat alır." demiş Mevlana.

Her insan huzur ve güven içinde yaşamak, dostluğun ve sevginin var olduğu ortamlarda olmak ister. Bulundukları yerlerde sevgi, saygı, huzur, mutluluk, barış, kardeşlik, hak ve adaletin özlemini duyar. Lakin özlediği bu ortamın oluşması yönünde kendisi gayret göstermek istemediği gibi, dostluğu, güler yüzü, güzel sözü karşısındaki kişilerden bekler ya da bu ortamları sağlayacak birilerinin çıkmasını bekler.

 

Bu yönüyle de insan toplumsal bir varlıktır. Yaşadığı toplumun olmazsa olmaz taşlarından biridir. Kendini yaşadığı toplumdan ve o toplumu ilgilendiren değerlerden soyutlayamaz. Hal böyleyken toplumun bir parçası konumunda olan her bireyin özlemini duyduğu değerlerin oluşması, yerleşmesi, gelişmesi ve devamlılığının sağlanması adına üzerine düşeni yapması gerekmez mi? Herkesin olanakları ölçüsünde büyük küçük, az çok yapabileceği mutlaka bir şeyler vardır. Bunun için biraz duyarlı olması yeterli.  

 

Örneğin,  bu sıcak yaz gününde açlıktan susuzluktan takati kesilmiş hayvanlar için evinin bir köşesine bir tabak yemek veya su koymak, yaşlı ve kimsesizleri ziyaret edip gönlünü almak, birilerine selam vermek, tebessüm etmek, insanlara iyi niyetli dürüst davranarak dostluk için küçük kapılar aralamak, birliği güçlendirmek, milli manevi değerlere sahip çıkılması yönünde önderlik ve örneklik ederek teşvik etmek, haksızlık karşısında onurlu ve dik duruşunu korumak, evinde sokağında, mahallesinde hoş olmayan göze hoş görünmeyen olumsuzlukları düzeltmek gibi yükte ağır pahada hafif erdem sayılan güzel davranışları sergilemek gibi.

 

Kolay değil elbet gönüller arasında pencere aralamak. Zira sevgi ve dostluk bağları kurmak emek ister, sabır ve özveri ister. Maalesef günümüzde bu değerler yeterince önemsenmiyor. İnsan için varsa yoksa kendi çıkarı ve kazanımı ön planda...

 

 Bir toplumda her birey sadece  kendi çıkarlarını, rahatını düşünerek hareket eder, konuşur ve kendi çıkarları doğrultusunda yaşarsa bencil, huzursuz, mutsuz, agresif insanlardan oluşan bir toplum halini alır. Böyle bir toplumda hak ve adaletten, birlikte huzur içinde yaşamaktan söz edilemez. Hak hukuk adaletin kişilere göre farklılık gösterdiği bozuk ve bozguncu bir düzen hakim olur.

 

Zira, toplumun yetiştirdiği her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcu vardır. Yaşadığı toplumu güzelleştirmek, temel değerlere sahip çıkmak, yaygınlaştırmak, geliştirmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve kendinden sonra gelecek kuşaklara en güzel şekilde bırakmak insanın asli görevidir. 

Oysa biz ney yapıyoruz? Kapitalist dünyanın aldatıcı büyüsüne kaptırdık kendimizi gidiyoruz. Her türlü kazanımlarımız "ben" merkezli... Hayatımızda yer eden her şeyi maddi bir değerle ölçüyor, her insana bir etiket yapıştırıyoruz. Son yılların iletişim ve teknoloji çılgınlığı, televizyonların ışıltılı dünyası da bizim maddeciliğimize çanak tutuyor. Pahalı en iyi son moda olan ne varsa alıyoruz, ve doymak bilmiyoruz. Hep bir tarafımız aç. Giderek hep tatminsiz, mutsuz ve yalnız insancıklar olduk. Bizler küçüldükçe faturalarımız büyüdü, borçlarımız kabardı ama biz hala küçücüğüz, büyüyemedik.

Biz bu yaşama alıştık veya alıştırıldık. Artık kazanmanın yerini emek sarf etmeden, alın teri dökmeden kolay yoldan kazanmak aldı. Güçsüzü ezmek, zalimi alkışlamak, güçsüzün kafasına vurup elinden ekmeğini almak, kolay kazanmak uğruna başkalarını kullanmak, kırmak başarılı akıllı insan oldu.

İçimizde büyüttüğümüz hırslarımız, bizi küçülttü. İnsanlığımızı, dostluğumuzu, dostlarımızı, saygınlığımızı, toplumsal benliğimizi kaybettirdi. Düzensiz, sistemsiz, kalitesiz bir yaşam sürmemize neden oldu. İnsana verilen değer neredeyse kalmadı. İnsanın kazandığı paranın değil, paranın kazandığı insanların değeri arttı. Araç amacın önüne geçti...

Gözlerin, kulakların zihinlerin açılması ve insanlığın kazandığı insani değerlerin artması, güzel görüp, güzeli düşüneceğimiz ve güzel yaşayacağımız günlerin gelmesi dileğiyle.

 

 Muhabbetle,

Hanife Mert


Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...