İÇEL Televizyonu Akdeniz'den Dalga Dalga Programına Semir Bolat'ın konuğu
olarak katıldım. Programda edebiyat, şiir ve sanat adına keyifli bir söyleşi yaptık.
Keyifle izlemenizi diliyorum.
Bu sitede yayınlanan öykü şiir ve makalelerimi izinsiz kopyalamak ve yayınlamak, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca suçtur!
İÇEL Televizyonu Akdeniz'den Dalga Dalga Programına Semir Bolat'ın konuğu
olarak katıldım. Programda edebiyat, şiir ve sanat adına keyifli bir söyleşi yaptık.
Keyifle izlemenizi diliyorum.
Televizyondan akşam haberlerini izlemek benim için
uzun zamandır vazgeçemediğim ve alışkanlık haline gelen bir durum oldu. Nur
içinde yatsın dedem de babam da haberleri hiç kaçırmazdı. Çocukluğumun anıları
arasında dedemin dişsiz ağzıyla bize "susun çocuklar, acans
dinliyorum" diyen sesi kulaklarımda hâlâ. Belki de onlardan gelen bir
alışkanlıktı bu.
Eşim ve kızlarımın, her fırsatta haberleri izlememem konusunda verdiği tepkiler
etkisiz kalıyor. Çünkü ben ısrarla
izlemeye devam etmek istiyorum. Onların tepkisi benim üzülmemem ve kendimi strese sokmamam içindi.
Güzel ülkemin durumu hepimizce malum. Hangi birini yazayım ki… Hani hepimiz
biliriz deveye; “senin boynun neden eğri? diye sormuşlar. O da “nerem doğru ki?" diye yanıt vermiş.
Bizde de
öyle değil mi? Nereyi tutsak elimizde kalıyor. Her tarafımızdan bela musibet
yağıyor. Her defasında son olur inşallah diye dileklerde bulunduğumuz, ama
neredeyse her gün sessiz sedasız toprağa verdiğimiz gencecik fidanlarımız,
kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, hırsızlık olayları, haksızlık hukuksuzluk
olayları, eğitimdeki çarpıklıklar, masum hayvanlara yapılan insanlık dışı
zulümler, kavgalar, tacizler, tecavüzler, açlık, almış başını giden enflasyon,
fakirleşen açlık sınırının altında yaşamaya çalışanlar, ne iş olursa yapmaya
razı insanların olmasına rağmen, işsizliğin tavan yaptığı bir toplumda daha
nelerden bahsedilir ki...
İnsanların
ötekileştirildiği, adam kayırmacılığın tavan yaptığı, hukukun kişilere göre işletildiği durumlarından bahsetmiyorum bile. Bir de söylemeden geçemeyeceğim.
Covit 19 virüsünün hiçbir engel tanımadan önüne çıkanı kırıp geçirdiği, sürekli varyantların arttığı bir durumda, buna
dur diyecek bir babayiğidin henüz çıkmadığını düşünürsek, söylenecek sözlerin
ne kadar kifayetsiz kaldığı aşikâr...
Haberleri
elbette internette gazetelerden de okuduğum oluyor arada. Ama illaki
televizyondan izlemek beni rahatlatıyor. Sanki bir şehit haberinde şehit
yakınlarıyla birlikte üzülmek, annesi ölen bir çocuk için üzülmek, yapılan bir haksızlığa birebir tepki vermek,
kızmak hakaret etmek, eleştirmek, az da olsa güzel bir olaya sevinmek… Daha da
önemlisi toplumun içinde olduğumu hissettirmekti.
Yaklaşık üç gün önce izlediğim bir
haberden bahsetmek istiyorum. Daha önceden örneklerini çok gördük. İllaki
hepimizce bilinen bir konu... Haberlerde; sokak aralarında, park köşelerinde,
apartman boşluklarında, yıkık harabelerde dünyadan bihaber, yerlerde sere serpe
yatan gençlerimizi gösteriyordu haber muhabiri. Bu çocukların durumu bir anne
olarak içimi acıttı. Bu gençlerimize neden sahip
çıkılmıyor? Devlet neden bunları koruma altına almıyor? diye hayıflandım kendi
kendime. Sonra bu gençler üzerinden milyonlar kazananlara verdim veriştirdim.
Hiç mi içiniz sızlamıyor? Bu gençler de ana kuzusu! Bir çocuk kolay yetişmiyor…
Haber muhabiri bonzai illetini kullanma yaşının 10- 12 yaş gurubuna kadar indiğini
söylüyordu. Çocukları; "Bir kereden bir şey olmaz!” diyerek
kandırıyorlarmış. Ülkemizde yeşillikler yok edilerek devasa AVM ler yapılıyor. Büyük iş merkezleri
açılıyor. Açılsın elbette, denizde yüzen cami planları projeleri yapılıyor.
Yapılsın ülkemiz güzelleşecekse, çağı yakalayacaksak olsun. Ama lütfen bu
uyuşturucu tacirleri ile etkili mücadele yöntemleri de arttırılsın. Ayrıca
uyuşturucu belasının kollarına atılmış bu gençlerimizi tedavi edecek
rehabilitasyon merkezlerinin sayıları da arttırılsın. Toplum ve aileler bu konularda bilinçlendirilsin. O
gençlerin her biri bizim geleceğimizi inşa edecek toplumsal yapı harçlarımızdır.
Sahip çıkılmalı...
Özetle “Bir kereden bir şey olmaz” demeyin. Bir anda
hayalleriniz son bulur, düşler kabusa döner, umutlarınız yok olur,
beklentileriniz biter, hayat hikayeniz son bulur... Kısaca bir kereden
sayamayacağınız kadar çok şey olur.
Muhabbetle,
Hanife Mert
Her geçen gün geçmişe duyulan özlemimiz artıyor. Buna sebep içinde bulunduğumuz yaşam şartlarının günden güne zorlaşması olsa gerek. Bu durum insanların kabuğuna çekilmesine, kendinden başkasına ne olduğunun önemsenmemesine sebep olmakta. Yani insanları bencilleştiren, yalnızlaştıran bir yaşam tarzı benimsemesidir.
Hal böyleyken sorunlarıyla kendi başına mücadele etmeye çalışan
insan, geçmişin dayanışma, yardımlaşma, paylaşımcı, sevgi, saygı, dostluk
duygularını ön plana alan bireylerin olduğu bir yaşama özlem duymakta. Maalesef
bizler erdem sayılan bu güzel değerlerimize sahip çıkamadık. Onları ne bugüne
ne de gelecek kuşaklara taşıyamadık. Gelecekte yaşayacak olanlar bu değerlerin
varlığından habersiz bir yaşam tarzı benimseyeceklerdir belki de. Kim
bilir...
Buna bir de
yöneticiler tarafından yürütülen dengesiz, basiretsiz politikalarla toplumu
oluşturan bireyler arasında adil olmayan bir gelir dağılımıyla geçim kaygısı
eklenince yaşam çekilmez bir hal almakta. Kimi alabildiğince varlıklı şatafat
içinde yaşarken, kimisi de yaşamını zorluklarla kazanarak günü kurtarma,
karnını doyurma çabasında. Bu dengesizlik bireylerin yarınından umudunun azalmasına
kiminin ise tamamen yok olmasına neden olmaktadır. Özetle bakıldığında bu
zorlu yaşam şartlarının bir sonucu olarak hayatından memnun olan yok. Kiminde
gelecek kaygısı, kiminde günü kurtarma çabası, kimi de karnını doyurma
derdinde.
Yaşadığım site ana cadde üzerinde. Günün her saatinde insanlar cadde ve
sokakları dolduruyor. Geceleri de sokak lambasının ışığında canlılık devam
ediyor...
Sokak ve caddelerde oluşan çöp konteynerlerinin etrafında insanlar
görüyorum. Her biri kendince o günkü rızkını çıkarmanın derdinde. Elleri
yüzleri kirden siyahlaşmış, giysileri rengini kaybetmiş şekilde... Bazısı da marketlerin pazarların önünde
bekliyor. Bozulmaya yüz tutmuş sebzeleri meyveleri alarak o da o günkü rızkını
elde etme düşüncesinde...
Her nerede olursa olsun, çöp konteynerinde bulduğu ekmeği yemek durumunda kalan bir tek kişinin dahi olması, o toplumu yönetenlerin sosyal devlet olma işlevini yerine getirmediği ve o toplumun da sosyal yardımlaşma dayanışma ruhunda bozulmanın olduğunun bir göstergesidir.
Bizler çocukluğumuzda “komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” felsefesiyle yetiştik. Yardıma muhtaç insanlara yardım edilmesi gerektiği yönünde öğütler aldık.
Annem; "göz hakkı olur" der evimizin önündeki tarlada yetişen sebze ve meyvelerden komşulara da verirdi. Hatta biz alışalım diye, komşuya bizimle gönderirdi. Sadece annem değildi, sokağımızda herkes benzer şekilde kendinde olanı paylaşırdı... Ancak görünen o ki bizim kuşak ailemizden aldığımız güzel davranışları bugünlere taşıyamadık. İnsanın aklına eskiden mi güzeldik? Yoksa eskiler mi güzeldi? diye sorası geliyor. Eskiden bir toplulukta bulunan insanlar arasında yaşam kalitesi açısından bugünkü kadar fark yoktu. Dolayısıyla insan da düzende bozuk değildi. Hem eskiler hem de eskiden güzeldi her şey. İşte bu yüzdendir, bugün insanın düne özlem duyması...
Son söz olarak, dilerim en kısa zamanda toplumu oluşturan bireyler arasındaki ekonomik ve sosyal dengesizlikler düzelir, her birey milli gelirden eşit oranda adil bir biçimde pay alır, insanca yaşayabileceği saygın ve kaliteli bir yaşama kavuşturulur.
Muhabbetle,
Hanife Mert
Her ne kadar güzellik göreceli bir kavram olup kişiye göre farklılık
gösterse de, insanın sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi için iç
güzelliğine, ruh güzelliğine önem vermesi gerekmektedir. Ruhunu güzelleştiren ona
uygun gıdalar veren kişi, yaratılan her şeyde güzeli arama, güzeli görme ve
gördüğü çirkinlikleri güzelleştirme eğilimindedir.
İnsan her ne yaparsa yapsın illaki öncelikle sağlıklı bir ruh yapısına sahip
olmalı. Bu durum kişinin kendi ile barışık yaşamasını, insanları, birlikte
yaşamak zorunda olduğu diğer canlıları ve hayatı sevmesini, onlara karşı
sorumlu, saygılı, dürüst şefkat ve merhametli davranmasını sağlar. Bunun için
önce ön yargılarından kurtulmalı, olaylara karşı bakış açısını değiştirmeli,
güzel düşünmeli, kendini çıkmaza sokacak eylemlerden uzak durmalı. Zira" Güzel
gören güzel düşünür, güzel düşünen hayattan tat alır." demiş Mevlana.
Her insan huzur ve güven içinde yaşamak, dostluğun ve sevginin var olduğu
ortamlarda olmak ister. Bulundukları yerlerde sevgi, saygı, huzur, mutluluk,
barış, kardeşlik, hak ve adaletin özlemini duyar. Lakin özlediği bu ortamın
oluşması yönünde kendisi gayret göstermek istemediği gibi, dostluğu, güler
yüzü, güzel sözü karşısındaki kişilerden bekler ya da bu ortamları sağlayacak
birilerinin çıkmasını bekler.
Bu yönüyle de insan toplumsal bir varlıktır. Yaşadığı toplumun olmazsa
olmaz taşlarından biridir. Kendini yaşadığı toplumdan ve o toplumu ilgilendiren
değerlerden soyutlayamaz. Hal böyleyken toplumun bir parçası konumunda olan her
bireyin özlemini duyduğu değerlerin oluşması, yerleşmesi, gelişmesi ve devamlılığının
sağlanması adına üzerine düşeni yapması gerekmez mi? Herkesin olanakları ölçüsünde
büyük küçük, az çok yapabileceği mutlaka bir şeyler vardır. Bunun için biraz
duyarlı olması yeterli.
Örneğin, bu sıcak yaz gününde açlıktan susuzluktan takati kesilmiş
hayvanlar için evinin bir köşesine bir tabak yemek veya su koymak, yaşlı ve
kimsesizleri ziyaret edip gönlünü almak, birilerine selam vermek, tebessüm
etmek, insanlara iyi niyetli dürüst davranarak dostluk için küçük kapılar
aralamak, birliği güçlendirmek, milli manevi değerlere sahip çıkılması yönünde
önderlik ve örneklik ederek teşvik etmek, haksızlık karşısında onurlu ve dik
duruşunu korumak, evinde sokağında, mahallesinde hoş olmayan göze hoş
görünmeyen olumsuzlukları düzeltmek gibi yükte ağır pahada hafif erdem sayılan
güzel davranışları sergilemek gibi.
Kolay değil elbet gönüller arasında pencere aralamak. Zira sevgi ve dostluk
bağları kurmak emek ister, sabır ve özveri ister. Maalesef günümüzde bu değerler
yeterince önemsenmiyor. İnsan için varsa yoksa kendi çıkarı ve kazanımı ön
planda...
Bir toplumda her birey sadece kendi çıkarlarını, rahatını
düşünerek hareket eder, konuşur ve kendi çıkarları doğrultusunda yaşarsa
bencil, huzursuz, mutsuz, agresif insanlardan oluşan bir toplum halini alır.
Böyle bir toplumda hak ve adaletten, birlikte huzur içinde yaşamaktan söz
edilemez. Hak hukuk adaletin kişilere göre farklılık gösterdiği bozuk ve
bozguncu bir düzen hakim olur.
Zira, toplumun
yetiştirdiği her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcu
vardır. Yaşadığı toplumu güzelleştirmek, temel değerlere sahip çıkmak,
yaygınlaştırmak, geliştirmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve kendinden
sonra gelecek kuşaklara en güzel şekilde bırakmak insanın asli görevidir.
Oysa biz ney yapıyoruz?
Kapitalist dünyanın aldatıcı büyüsüne kaptırdık kendimizi gidiyoruz. Her türlü
kazanımlarımız "ben" merkezli... Hayatımızda yer eden her şeyi maddi
bir değerle ölçüyor, her insana bir etiket yapıştırıyoruz. Son yılların iletişim
ve teknoloji çılgınlığı, televizyonların ışıltılı dünyası da bizim
maddeciliğimize çanak tutuyor. Pahalı en iyi son moda olan ne varsa alıyoruz,
ve doymak bilmiyoruz. Hep bir tarafımız aç. Giderek hep tatminsiz, mutsuz ve
yalnız insancıklar olduk. Bizler küçüldükçe faturalarımız büyüdü, borçlarımız
kabardı ama biz hala küçücüğüz, büyüyemedik.
Biz bu yaşama alıştık
veya alıştırıldık. Artık kazanmanın yerini emek sarf etmeden, alın teri
dökmeden kolay yoldan kazanmak aldı. Güçsüzü ezmek, zalimi alkışlamak, güçsüzün
kafasına vurup elinden ekmeğini almak, kolay kazanmak uğruna başkalarını
kullanmak, kırmak başarılı akıllı insan oldu.
İçimizde büyüttüğümüz hırslarımız, bizi küçülttü. İnsanlığımızı,
dostluğumuzu, dostlarımızı, saygınlığımızı, toplumsal benliğimizi kaybettirdi.
Düzensiz, sistemsiz, kalitesiz bir yaşam sürmemize neden oldu. İnsana verilen
değer neredeyse kalmadı. İnsanın kazandığı paranın değil, paranın kazandığı
insanların değeri arttı. Araç amacın önüne geçti...
Gözlerin, kulakların zihinlerin açılması ve insanlığın kazandığı insani değerlerin
artması, güzel görüp, güzeli düşüneceğimiz ve güzel yaşayacağımız günlerin gelmesi
dileğiyle.
Hanife Mert
Yıllar geçtikçe zaman
değişiyor. Buna parelel olarak insanlar değişiyor. Ardından ihtiyaçları,
beklentileri, düşünceleri, istekleri, öncelikleri değişiyor. Bu değişim onun
hayat felsefesini yaşam biçimini de değiştiriyor.
Bu değişime farklı bir açıdan bakan Hüseyin Güzel Hocam der ki;“Yaşam
kulvarında zaman en iyi yargıç olsa da akıllara gelen soru şu; insanlar neden
değişiyor? İhtiyaçları, istekleri, hükmetme arzuları, zalimlikleri, yok etme
girişimleri neden dur durak bilmiyor ve değişiyor?
Farklı düşüncede kulaç atanlar için değişimin ana sebeplerine verilecek
cevaplar hiç kuşkusuz farklı olacaktır. Değişimin ana kumandasına bakıldığında
karşımıza egemenler, emperyalistler, kapitalistler ve bu sistemden palazlanan
piyonlar çıkıyor.” diyor.
Bu
bağlamda sermaye sahipleri kapitalist, emperyalist güçler ve bunların gücünden
etkilenerek kendilerini köle yapanlar ve karşılarında el pençe divan durmaya
çalışanların cehaleti de içler acısı...
Kibir ve bencilliğin tavan yaptığı
bir zamanda yaşıyoruz. Bencillik o boyuta geldi ki bencil insan her şeyde “ben”
diyor başka da bir şey demiyor. Ben bilirim, ben yaparım, ben haklıyım, ben
doğruyum, ben yaparsam olur düşüncesi hükmetmiş vicdanına. Karşısındakine
fırsat vermek şöyle dursun, onu
eleştiren, rencide eden, küçümseyen, ötekileştiren hatta onunla alay eden
tavırlar bu insanlar arasında revaçta. Benciliğin ardından kibir de kendini
göstermekten geri durmuyor.
Konuyla ilgili olduğunu düşündüğüm Mesnevi’den
bir hikaye paylaşmak isterim. Mevlana Mesnevi’de şöyle bir hikaye anlatıyor;
“Kendini beğenmiş kibirli bir gramer
(nahiv) bilgini, boğazdan karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve gururla
oturdu yerine.
Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir insandı. Hiç ses çıkarmadan küreklere
asılıyor, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmek ve üç beş kuruş kazanmak
istiyordu.
Denizin orta yerine geldikleri sırada bilgin küçümser bir eda içinde sordu:
-Sen hiç gramer okudun mu? Dil biliminden anlar mısın?
Kayıkçı:
-Hayır efendim dedi, ben cahil bir kayıkçıyım, dediğiniz şeylerden hiç anlamam.
-Vah vah dedi bilgin, ömrünün yarısı boşa geçmiş!
Böyle bir süre ilerledikten sonra rüzgar şiddetini artırmaya, dalgalar büyümeye
başladı. Denizde fırtına çıkmış, bilgin korkmaya başlamıştı.
Kayıkçı olağanüstü bir güçle kurtulmaya, sağ salim karşı kıyıya geçmeye
çalışıyordu. Gördü ki artık kurtuluş ümidi yok, bilgine dönüp sordu:
-Efendim, yüzme bilir misiniz?
Bilgin:
-Ne yazık ki bilmiyorum diye inledi.
O zaman kayıkçı:
-Vah vah dedi, şimdi ömrünün hepsi boşa gidecek! Keşke gramer bileceğinize
benim gibi yüzme bilseydiniz de canınızı kurtarsaydınız, der.
“Kibir ruhu kaplayan deridir.” der Nietzsche. İnsanı alçak gönüllü olmaktan uzaklaştırır. İnsanın kibri
arttıkça hırsı ve kıskançlığı da artıyor. Bu durumsa insanı mutsuz ediyor. Kibir, hırs ve kıskançlık insan ruhuna yüktür. Huzurlu ve mutlu
bir yaşam düşleyen bu yükten kurtulmalıdır.
Muhabbetle,
Hanife Mert
Özellikle son günlerde çok kayıp verdik, çok... Hepimizce malum ormanlarımız, içinde yaşayan hayvan dostlarımız, evlerimiz, canlarımız gitti. Günlerce endişeden korkudan nefesimiz tükendi. Biz bu kayıplarımıza ağlarken, duyduğumuz bir kayıp vardı ki tarif etmeye sözcükler yetmezdi. Yirmi bir yaşında bir fidanımızı geleceğimizi kaybetmek bizi şaşkına çevirdi. Üzüntümüzü ifade etmeye sözcükler yetersiz kaldı. Üniversite öğrencisi Azra Gülendam Haytaoğlu adındaki kızımız hunharca canice öldürülmüştü. Sadece Azra değildi, ardından başka kadın cinayeti haberlerini okuduk öğrendik üzüldük, ağladık, ah vah ettik... Ancak ah vah etmekle kadınlara reva görülenler çözüme kavuşturulmadı...
Maalesef ülkemizde kadınlar şiddet görüyor. Kimi sokak ortasında, kimi gizli bir köşede, kimi de çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine. Cani bir el son kez dokunarak onu bu hayattan koparıyor.
Eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Bahane mi? Bahane çok, kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor.Ülkemizin özellikle kıyı bölgelerindeki ormanlarda başlayan ve pek çok şehirlerimize hatta köylerimize kadar yayılan yangın karşısındaki çaresizliğimiz gibi. Yaklaşık beş gündür söndürülemeyen yangın, ülke yönetiminde söz sahibi olan yöneticilerin yetersizliği nedeniyle, her birimizin yüreğinde farklı yangınlara ve acılara sebep olmaktadır.
Çaresizliğin ne kadar zor olduğunu anlamak için Manavgat Belediye Başkanı'nın elinde telefonuyla yere çöküp gözyaşı dökmesinden anlamak mümkün. Sadece belediye başkanı mı? Evini, yuvasını ve geçim kaynağı hayvanlarını kaybeden insanların korkudan endişeden ve çaresizlikten yuvalarından fırlayacak gibi bakan yaşlı gözlerinden, yangından kaçamayan yanan canlıların kömür olmuş iskeletlerinden... Sırtına tonlarca ağırlıktaki ve metrelerce uzunluktaki hortumu sırtlayarak yangın söndürmek için mücadele etmeye çalışan kadınlarımızın bakışlarındaki acıdan. İçindeki eşyalarıyla birlikte evi yanarak viraneye dönen eviyle birlikte anılarını, hayallerini, ümidini kaybeden genç kızımızın yanan göz nuru el emeği çeyizinin kül olması nedeniyle akıttığı gözyaşlarından. Viraneye dönmüş evine bakarak: "Ben kanser hastasıyım, içeride eşyalarımla birlikte tedavi param da yandı kül oldu" diye ağlayan teyzenin gözlerine ve daha nice hikayelere bakmak lazım...
Bu ülke bu ulus tüm çaresizlikler içinde bile, kendine yeni çareler üreterek her defasında küllerinden doğarak yeniden ayağa kalkmıştır. O, bu gücü tarihinden, ulu önderi Mustafa Kemal Atatürk'ün kendine aşıladığı güçten ve ruhtan almıştır. Buna inancım sonsuzdur...
Yazımı kendilerini efendi, halkı ise maraba sanan ve öyle davranan, yangında her şeyini yitirmiş acılar içinde kıvranan vatandaşlara çay atan yöneticilere seslenerek bitirmek istiyorum.
Ben bu yaşıma kadar onca terör eylemi, onca doğal afet, onca toplumsal olay gördüm. Ancak, böyle bir çaresizlik, böyle bir acizlik, böyle bir yetersizlik, böyle bir basiretsizce yönetilen bir yönetime tanıklık etmedim. Ülkenin onca olanakları varken, sudan bahanelerle kullanmadıkları için, çaresiz kalan halk, kendi devletinden değil, başka devletlerden yardım dilenmek zorunda bırakılmıştır. Onlara adeta yalvardık. Ne olur bizi kurtarın! diye haykırdık. Bu durumdan utanç duymayan bizi muhannete muhtaç eden bu ülkeyi yönetemeyen yöneticilere yazıklar olsun! diyorum.Muhabbetle
Hanife Mert
Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...