25 Şubat 2022 Cuma

Savaşın Kazananı Olmaz!




Uzun süredir ara verdiğim bloğumda, içinde bulunduğumuz zamlı elektrik, doğal gaz faturalarını, zamları, üç haneli olan enflasyonu, işsizliği, coviti düşünmeyi bir kenara bırakıp bir nebze de olsa kendimizi stresten soyutlayacak bir yazı yazmayı düşünmüştüm. Bu mümkün mü?  Masum insanların katledildiği, yerinden yurdundan edildiği bir günde böyle bir yazıyı hazırlamaya vicdanım el vermedi. Ben de dilim döndüğünce sözüm yettiğince savaşın insanlığa ve tüm canlılara olan olumsuz etkilerinden bahsetmeye çalıştım.

Derler ki; "Yaşadığın yeri; cennet yapamadığın müddetçe, kaçtığın her yer cehennemdir." sözünden yola çıkarak yaşadığı yeri güzelleştirmek için yaratılan insan, var oluşundan beri kendini hep bir mücadelenin içinde bulmuştur. Bu mücadele; yaşanılan yere, zamana ve gelişen şartlara göre değişiklik gösterse de çoğu zaman güç savaşına dönüşmüştür. Yaratılışı aynı olmasına rağmen kendinden daha zayıf, daha güçsüz, daha farklı olanı ezerek, ötekileştirerek, onun varlığını yok etme pahasına, kendi varlığını ortaya koyma savaşını vermektedir.

Hepimizin bildiği gibi dünyada rahat ve huzur yok. Dünyayı yaşanmaz kılan insanların huzurunu bozan ve onu yaşamdan koparan yine insan değil mi? Buna sebep onun cahilce tutum ve davranışlardır.

Her ne kadar yıllar, yüzyıllar geçse ve bilim ilerlese de; atların, eşeklerin, develerin yerini arabalar, trenler, uçaklar alsa da; bilgisayar, internet, bilgi çağında olsak da; insanların eğitim seviyeleri yükseltilip zihniyetleri değişmediği için sorunların çözümünde bir arpa boyu yol alınamamıştır. Geçmişte yaşananlardan ders alınmamış ve tarih her daim tekerrür ettirilmiştir.

Şu an olduğu gibi ortalık yangın yerine döndürülmüştür. Her yerden kan, irin, kin, nefret, zulümler, ölümler fışkırmaktadır. Nehirlerden su yerine kan akmaktadır. Sabi sübyan ne olduğunu anlamadan, dünyayı tanımadan, hayatı anlamadan katledilmekte... İşkenceler, tacizler, tecavüzler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, saygısızlıklar, sevgisizlik, güvensizlik sonucunda; karamsarlık, umutsuzluk ve korku sarmış bedenleri... Açlık, sefalet, ihanet, vicdansızlık karartmış yürekleri.

Sebep tıpkı Rusya’nın Ukrayna’ya yaptığı saldırı gibi amacı gücü kaybetmeme, tekelinde bulundurma tek adamlık çabasında olanların dünya ve insanlık üzerindeki etkileri...

Savaşın kazananı yoktur. Kendisi de bir asker ve cephelerde savaş yöneten bir komutan olan Baş Komutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Millet hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa, savaş bir cinayettir.” Sözüyle savaşa karşı çıkmıştır. O, ” Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Millet hayatı tehlikeye girmedikçe, çıkarılan savaş savaş değil, cinayettir, öyleyse esas barıştır. “ diyerek savaşın kötü yüzünü göstermeye çalışmıştır, günümüzde savaşarak onca masum insanı canlıyı hayattan koparan canilere.

Ancak akıl tutulması yaşayan kendi egolarını tatmin etmeye çalışan kibir abidesi gözünü hırs bürümüş diktatörler bu düşünceden yoksundur. "Okuyun, okuyun çünkü mürekkebin akmadığı yerden, kan akıyor" diyerek insanlığın kurtuluş reçetesini vermiş sosyolog Ali Şeriati. Hal böyleyken, ben/ biz ne yapabiliriz? Demeden eli kalem tutan, fikir üreten her fert dili döndüğünce, bilgisi yettiğince elinden geleni yapmalı. Sait Faik Abasıyanık'ın "dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözünde ifade ettiği gibi güzelleştirelim etrafımızı... Unutmayalım ki insan düzelirse dünya düzelir. Toplumları bir kurt gibi kemirip yok etmeyi hedefleyen cehaletin pan zehiri olan eğitimin kalitesinin yükseltilmesi, bilim ve aydınlanmanın ışığında çağdaş seviyeye çıkarılması ile istenen hedefe ulaşılması sağlanmalı. Bataklıklar kurutulmalı...

Dileğim Rusya’nın aklını başına alması ve yaptığı hatanın farkına varması ve bir an önce Ukrayna’ya yaptığı saldırıyı durdurmasıdır...

Muhabbetle,

Hanife Mert

 

 

5 Ocak 2022 Çarşamba

Kaldığımız Yerden Devam!




Eski yılı geride bırakarak, yeni yıla yeni umutlarla ve yeni heyecanlarla başladık. Görünürde değişen pek bir şey yok gibi düşünülse de aslında çok şey değişti. Yeni bir yıla girdik. Bununla birlikte eski sorunlar çözüm bulmasa da, sorunların çözüleceğine dair içimizde bir umut ışığı belirdi...

Biten şey hüzünlendirir, başlayansa umutlandırır ve heyecanlandırır insanı. Bu umut ve heyecanla beklentilerimiz de değişime uğramaktadır. Bize düşen geçmişin keşke’lerine takılmadan kendimizi yeni yıla odaklandırmalıyız. Aksi halde geçmişin sorunlarıyla uğraşırken bu yılın güzelliklerini ıskalamamış oluruz. Çünkü geçmişte yaşanan her neyse yaşanmış ve bitmiştir. Bize düşen geçmişin muhasebesini iyi yapıp ondan dersler alarak bu güne bu yıla odaklanmaktır.

Şu an pek çok şey belirsiz gibi gözükse de umutla beklemek ve yeni kararlarla yeni yol haritası belirleyerek yola devam edilmeli. Umutlu olmak onu kaybetmemek çok önemli. Zira umudunu kaybeden hayallerini, beklentilerini kısaca her şeyini tüm yaşam enerjisini kaybeder. Bu ise insanı yaşayan ölüden farksız eder.

Umut bizim gelecekle; hayallerimizle, özlemlerimizle ve beklentilerimizle kurduğumuz bir köprüdür. Bu köprüyü sağlamlaştırmak elimizdedir. Çünkü umudunu güçlendiren, inançla güçlenir. İnanç umudun, umut ise mutluluğun kaynağıdır.

Yine yeniden ulusça çözüm bekleyen sorun yumağıyla başladık yeni yıla. Ancak bu sorunlar ne kadar büyük olursa olsun, bir gün mutlaka biteceğine dair umutlarımızla ve dahi inancımızla üstesinden gelecek umut ışığı içimizde yanmaktadır...

Hem her türlü zorluğu aşarak bu günlere gelen bu ulus bunun da üstesinden gelecektir. Tıpkı bundan yüz yıl önce 3 Ocak 1922 yılında Fıransız’ların işgal ettiği Mersin’i destanlar yazarak kurtardığı gibi...

Bu bağlamda Ulu Önder Atatürk’ün “
Mersinliler, Mersin’e Sahip Çıkınız” sözünden yola çıkarak; atalarımızın bize bıraktığı bu güzel Akdeniz’in incisi Mersin’i birlik ve beraberlik içerisinde sahip çıkmaya onu daha da geliştirip güzelleştirmeye gayret etmeliyiz.
Bu duygu ve düşüncelerle başta cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere; onun silah arkadaşlarını ve kurtuluş mücadelesinde destanlar yazarak bu vatana sahip çıkan tüm gazi ve şehitlerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz.

3 Ocak Mersin’in Kurtuluş Günü tüm Mersinlilere kutlu olsun.

Okurlarıma sevgiler,

Hanife Mert

NOT: Görsel netten alıntı.






26 Aralık 2021 Pazar

Umudunu Yitiren Her Şeyini Yitirir!


 

Sabah pencereme vuran güneşin ışıklarıyla uyandım. Uyku mahmurluğuyla perdeyi aralayıp dışarıya bakayım derken, pencerenin  buğulu olduğunu fark ettim. Günlerdir süren yağmurlu ve soğuk hava yerini, güneşli ama yine soğuğa bıraktı. Güneş olmasına rağmen dışarı çıktığında buz gibi bir havayla karşılaşıyor insan. Kış kendini hissettirmeye başladı artık.

Yılın sonlarına geldiğimiz şu günlerde içimde bir burukluk hissediyorum. Kendi kendime acaba bitişler mi benim böyle hissetmeme sebep,  yoksa sürprizler mi? diye düşünmeden edemiyorum. Oysa bitişler hüzün verse de başlangıçlar heyecanlandırmalı, umutlandırmalı değil mi? Yeni başlangıç yeni umut demekti. Ama yok, hüzünle beraber huzursuzluk yaşama sevincimi azaltıyor. Buna rağmen umudumu kaybetmedim. Her ne yaşanırsa yaşansın nefes alıyorsa insan umut hep vardır felsefesine inananlardanım. Çünkü umudunu yitiren her şeyini yitirmiş demektir. Çıkmayan candan umut kesilmezmiş.

2021’in son demlerini yaşadığımız şu günlerde kendimle ilgili beni böyle hüzne sevk edecek bir iki önemli olayın dışında kayda değer pek bir şey olmadı hayatımda. Olan da tüm yaşamıma bedeldi. Daha fazla meraklandırmadan;  ilk olarak 2021 Mart ayında ailecek yakalandığımız Covit 19 hastalığını yine ailecek verdiğimiz bir mücadeleyle atlattık. Atlattık atlatmasına da etkisini pek o kadar kolay atamadık üzerimizden. Hep endişeli, hep korkuyla yaklaştık insanlara. Her şey öyle ani oldu ki hazırlıksız yakalandığımız bu illet tüm alışkanlıklarımızı alt üst etti. Bizde ne kültürel değerler, ne paylaşımcı yaklaşım ne vefa ne dostluk ne de arkadaşlık, ne akrabalık ilişkileri bırakmadı. Hepsini yerle bir etti. Yerine zaten var olan insanın sadece kendi çıkarını önemsediği, bencillik duygusunu başköşeye oturttu. Çünkü bu illet bir girdi mi, girdiği yeri alimallah talan ediyor. Orada kim var kim yok hepsini beraber alıp götürüyor. Hem de kimsenin gözünün yaşına bakmadan... Biz hayattayız ve bu belayı atlattık çok şükür. Ya atlatamayan genç yaşlı, binlerce, hatta yüz binlerce, milyonlarca insanın yaşam öyküsünü sonlandırıp bu hayattan koparması. Bununla da bitmiyor etkileri geride kalan sevenlerinin de yaşamını alt üst ediyor.  

Her karanlığın sonu aydınlık, her sıkıntının sonu ferahlıkmış ya hani. Nur içinde yatsın babaannem; “ acı, sıkıntı beraberinde gizli armağanla gelirmiş, sen acına sabret, vakti geldiğinde sıkıntın, armağanını bırakır ve gider.” demişti. Öyle de oldu. Nasıl mı? Elbette Covit 19 belası sürekli değiştirdiği varyantlarla dünyayı etkisi altına almaya can almaya devam ediyor. Bana sunduğu armağan şu; üç yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım ünlü şairimiz Orhan Veli'nin yaşam öyküsünü yazdığım Fırçadaki Son Şiir adlı kurmaca biyografik romanım temmuz gibi raflarda yerini aldı. Bu benim için inanılmaz bir sevinç ve mutluluk kaynağı oldu. Kitap çıkaranlar iyi bilir. Kitaplar yazarların çocukları gibidir. Benim için de öyle oldu... Bu heyecan ve sevinç 20-28 Kasım tarihleri arasında Mersin’de altıncısı yapılan CNR Kitap Fuarında da devam etti. Ancak 27 Kasım akşamı aldığımız acı haber hem şaşkınlığa hem de hüzne boğdu  bizi. Eşimin ablasını kaybettiğimizi öğrenmiştik. Hem de çağın vebası olan Covit 19 virüsü sebebiyle... Daha bu acıyı kabullenememişken hemen ertesi gün ablam gibi sevdiğim kuzenimin ölüm haberiyle sarsıldım.

Güzel ülkeme baktığımda ise benden pek farklı olmadığını görüyorum. O benden daha fazla buruk  ve hüzünlü hatta yaslı... Sebebi herkesçe malum... Kötü yönetim ve sonucunda ona reva görülenler... Mış gibi, mahsuzcuktan, evcilik oynar gibi, dostlar alış verişte görsün, kitabına uydurmakla, ben  yaptım oldu dayatmalarıyla gelinen nokta... Sonuç mu? Sonuç ortada güvensizlik, belirsizlik, umutsuzluk, mutsuzluk, işsizlik, açlık, sefillik perişanlık ve daha neler neler... Bir devletin varoluş garantisi, temeli olan ekonomi yönetimini “gözlerindeki ışıltı”yla çözüme kavuşacağına inanan bakanlar. Daha ne olsun pamuk ipliğine bağlı bir ekonomi, bir gecede yapılan açıklamalarla perişan edilen halk...  Bildiğiniz şeyi detaylandırmaya ne hacet... Deveye “boynun neden eğri”  diye sormuşlar. O da “nerem doğru ki?” diye yanıtlamış. Biz de öyle değil miyiz? Nereyi tutsak elimizde kalıyor... Ülkede sorun mu biter?

 Acaba diyorum üzerimize çöreklenen bu kara günler, babaannemin dediği gibi armağanını bırakarak bizi terkedecek mi? Ne dersiniz? Ben diyorum ki gitsin de armağanını bırakmasa da olur...

 

 Okurlarıma sevgilerimle,

 Hanife Mert

16 Kasım 2021 Salı

Orhan Veli Şiiri Aşık Olduğu Bir Kadını Sever Gibi Severdi!

Orhan Veli yaşamı boyunca yalnızlık, yoksunluk ve yoksulluk içinde parasızlıkla boğuşurken bile çok sevdiği şiirle soluklanmayı bilmiş, sevdasıyla yaşama tutunmayı başarmış bir şairdir.

Melih Cevdet’in deyimiyle Orhan Veli şiiri; “Âşık olduğu bir kadını sever gibi severdi...” işte usta şair sevdasını ve şiiri kendisiyle öylesine özdeşleştirmişti ki, şiirsiz Orhan Veli, Orhan Velisiz de şiir düşünülemezdi. O bazen yaşadığı gibi yazar, bazen de şiirlerinde yazdığı gibi yaşardı...
Otuz altı yıllık kısa yaşamında iki büyük savaşa, sayısız devrimlere tanıklık etmiş, birebir çalışmalarda bulunmuş, hatta kendisi de şiirde bir devrim yaparak, Köklü Türk şiir geleneğine hatırı sayılır bir yenilik getirmiştir.
Usta Şair, kısacık yaşamında sıradan mı sıradan, yoksul mu yoksul bir hayat yaşadı. Hayatın içinden ve yine hayatı anlatan şiirleriyle edebiyat dünyasını sarstı. O, şiiri anane şiir olmaktan, şairanelikten, belli kalıplardan ve burjuva sınıfının tekelinde duygusallıktan kurtarmış, gerçek halkla buluşturmuştur. Çocukluğundan ömrünün sonuna kadar yanında olan ve hiç ayrılmayan Oktay Rıfat, Melih Cevdet’le birlikte tüm çilelere göğüs gererek Garip Akımını gerçekleştirmişlerdir. Zamanın ünlü şairleri, edebiyatçılarına rağmen. Onlar yirmili yaşlarda pek çok kişinin cesaret edemeyeceği bir oluşuma önderlik etmişlerdi. Karşılarında çok donanımlı başarılı bir edebiyat ordusuna karşı, tek başlarına donanımlı bir ordu gibi karşılık vermişlerdir. Hakaretlere aşağılanmalara karşı, nazikçe kırmadan incitmeden nükteli sözlerle karşılık vermişlerdir. Zira Orhan Veli Orhan Akbal’a söylediği, “Aleyhimde söylenen sözlerin, lehimdekilerden çok olması beni mutlu eder.” sözüyle kendisine yapılanlara tepkisiz kalmış, gerektiği zaman nükteli sözlerle şiirlerini savunmuştur. İlk garip şiirlerini 1941 yılında çıkardıkları Garip adlı kitapla duyurmuşlardır. Orhan Veli adıyla çıkan kitap, Orhan Veli’nin yazdığı önsözle kitap olmaktan ziyade bir manifesto özelliğini taşımaktadır. Bu bağlamda;

Orhan Veli'ye göre şiir;

"İnsanları duygusallığa sevk eden ve belli bir kesime hitap eden sözcükleri; aruz- hece gibi ölçülerle; redif, kafiye, mısra gibi dayatmalarla ve ayrıca teşbih, teşhis gibi sanatlarla kurallara boğmaktan kurtarmak gerekiyordu. Şiir duyguya değil, akla hitap etmeliydi. Şiir sözcüklere yüklenen anlamlardan oluşmaktaydı. Bu nedenle sözcükler özgürleştirilmeli, duygular anlatılırken net ifadeler kullanılmalıydı. Şiir bir kesime değil, tüm halka mal edilmeliydi. Dağdaki çoban, şehirdeki memur, meyhanedeki sarhoş, sokaktaki satıcı, kerhanedeki hayat kadını, hapishanedeki kader mahkûmu da şiire konu edilmeli, onlar da şiir okuyabilmeliydi...”
Kendini doğruluğun ve samimiyetin emrine veren şair, bu düşüncesini gerçekleştirirken şiiri halka götürmüş, adına "halkça" dediği ve halkın da anlayabildiği bir dil kullanmıştır.
Orhan Veli tıpkı şiirlerinde kuralları kaldırıp sözcükleri özgürleştirdiği gibi, yaşamında da özgür olmayı seven bir insandı. Onun bohem hayat tarzı başta ailesi olmak üzere pek çok kişiye garip gelmiştir. Dost arkadaş canlısı bir insandı. Çocukluğundan beri; elleri nasırlı alnından şıpır şıpır ter akarak geçimini sağlamaya çalışan insanları çok sevmiştir. Bu insanları şiirlerinde görmek mümkündür. Örneğin Kitabe-i Sengi Mezar (Mezar yazıları) adlı şiirinde “...Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” diyerek ayağı nasırlaşmış halktan birini şiirine konu etmiştir.

Kitabe-i Sengi Mezar Şiiri Orhan Veli’nin yaşamında dönüm noktası olmuştur. Zira bu şiir dönemin kelli felli edebiyatçıları tarafından hakarete varacak şekilde eleştirilirken, halk tarafından kabul görmüş bir şiirdir. Orhan Veli’nin pek çok şiirinde benzer özelliklere rastlanır.
Orhan Veli’nin şiirlerinin temel özelliği, daha önce yayınlanmış şiirlere benzememesi, dönemin önemli şairlerinin şiirlerine benzememesi (Nâzım Hikmet, Yahya Kemal Beyatlı...) şiirlerinin kafiye, redif ve mısradan yoksun olması, duygusallıktan uzak, gerçekçi bir anlatımla düşüncenin direkt ifade edilmesi, konuşma diliyle yazıldığı için okuyucunun kolay anlaması, yazımının da kolay olacağı izlenimini vermesi gibi özellikleri taşıyordu.

Ünlü şairimiz Orhan Veli, gençliğinin baharında, 14 Kasım 1950 tarihinde otuz altı yaşında aramızdan ayrıldı. Ünlü şairimizi ölümünün 71. Yılında minnet ve şükranla anıyoruz. Ruhu şad olsun.

Toplum olarak bize düşen ünlü şairlerimize, edebiyat ve sanat insanlarımıza sahip çıkmak, onları iyi tanımak ve bizden sonraki kuşaklara tanıtmak en önemli görevimiz olmalı.



Muhabbetle

Hanife Mert

22 Ekim 2021 Cuma

Eskici

Eskiden yeterdim kendime,                                                                                                                                 
Artardım bile.

Şimdi ne yapsam nafile!

Ve

Kim demiş "can eskimez" diye

Bu can tedirgin tende

Can da eskimiş

Ben de...

Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Eskici adlı şiirinde ifade ettiği gibi her ne kadar kabul etmek istemese de insan, gençliğinde verdiği hayatta kalabilme var olabilme mücadelesi, onu ruhen ve bedenen yıpratmıştır. Artık gençlik günleri geride kalmış yorgun, yaşlı ve eskimiş bedeni sona yaklaşmış olmanın tedirginliğini hissetmektedir.
İnsanın en verimli üretken olduğu bir dönem vardır. Gençlik, hani kanının deli aktığı delikanlılık dönemi. Hani taşı sıksa suyunu çıkardığı, bastığı yerden ses getirdiği, her şeye herkese yetiştiği dönem... İşte gün gelir gençliğin elden gittiğini haber verir azaları. Saçlar beyazlar, derileri buruşur, ruhta ve bedende yorgunluklar baş gösterir.

Artık güç, kuvvet, anılar, yaşanmışlıklar birer birer rafa kalkar, geçmişe eskiler arasına saklanır. Bu habercilerin haberine kulak vermek istemez insan. Kendini gizlemenin yollarını arama gayretine girer. Eskimeyi yaşlanmayı kabullenmek istemez. Ama nafile...İstemese de can da tıpkı beden gibi hatıralar gibi tende eskir.

Ten kafesine sığamaz olur. Kendini eskilerde geçmişte mazide aratır hale gelir.
Maziyi hatırlamak bazen iyi gelir yüreğe. Eskiden yaşadığı tüm güzellikler çiçeklenir yeniden kalbinde. Uzun zamandır içinden çıkamadığı sorulardan sorunlardan, yoğunluktan olumsuzluklardan kurtulur anlık da olsa. Yüreğe iyi gelen bu küçük mutluluklar için eski olan her şeye bakmak yeterlidir. Kimi zaman gözlerde nemli yürekte hüzünlü bir hal yaşatsa da, eskiler güzeldir. Anlam doludur, hatıra doludur... Gelecek için umut olur eskimiş yüreklere...
Her yaşın kendine özgü bir güzelliği vardır. Aslolan yaşanılan anı farkına vararak yaşamaktır. Erdemli, ahlaklı, saygı ve sevgi ortamını içselleştiren, başkalarını ötelemeyen, kibir ve güç bataklığına saplanmadan örnek bir hayat yaşamanın önemini kavramalı.

Muhabbetle,

Hanife Mert



 

17 Ekim 2021 Pazar

SEMİR BOLAT İLE AKDENİZDEN DALGA DALGA HANİFE MERT



İÇEL Televizyonu Akdeniz'den Dalga Dalga Programına Semir Bolat'ın konuğu

olarak katıldım. Programda edebiyat, şiir ve sanat adına keyifli bir söyleşi yaptık.

Keyifle izlemenizi diliyorum.

25 Eylül 2021 Cumartesi

Neremiz Doğru ki?


 

Televizyondan akşam haberlerini izlemek benim için uzun zamandır vazgeçemediğim ve alışkanlık haline gelen bir durum oldu. Nur içinde yatsın dedem de babam da haberleri hiç kaçırmazdı. Çocukluğumun anıları arasında dedemin dişsiz ağzıyla bize "susun çocuklar, acans dinliyorum" diyen sesi kulaklarımda hâlâ. Belki de onlardan gelen bir alışkanlıktı bu.
Eşim ve kızlarımın, her fırsatta haberleri izlememem konusunda verdiği tepkiler etkisiz kalıyor. Çünkü ben  ısrarla izlemeye devam etmek istiyorum. Onların tepkisi benim üzülmemem  ve kendimi strese sokmamam içindi.
Güzel ülkemin durumu hepimizce malum. Hangi birini yazayım ki… Hani hepimiz biliriz deveye; “senin boynun neden eğri?  diye sormuşlar. O da  “nerem doğru ki?" diye yanıt vermiş.

     Bizde de öyle değil mi? Nereyi tutsak elimizde kalıyor. Her tarafımızdan bela musibet yağıyor. Her defasında son olur inşallah diye dileklerde bulunduğumuz, ama neredeyse her gün sessiz sedasız toprağa verdiğimiz gencecik fidanlarımız, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, hırsızlık olayları, haksızlık hukuksuzluk olayları, eğitimdeki çarpıklıklar, masum hayvanlara yapılan insanlık dışı zulümler, kavgalar, tacizler, tecavüzler, açlık, almış başını giden enflasyon, fakirleşen açlık sınırının altında yaşamaya çalışanlar, ne iş olursa yapmaya razı insanların olmasına rağmen, işsizliğin tavan yaptığı bir toplumda daha nelerden bahsedilir ki...

 İnsanların ötekileştirildiği, adam kayırmacılığın tavan yaptığı, hukukun kişilere göre işletildiği durumlarından bahsetmiyorum bile. Bir de söylemeden geçemeyeceğim. Covit 19 virüsünün hiçbir engel tanımadan önüne çıkanı kırıp geçirdiği, sürekli varyantların arttığı bir durumda, buna dur diyecek bir babayiğidin henüz çıkmadığını düşünürsek, söylenecek sözlerin ne kadar kifayetsiz kaldığı aşikâr...

   Haberleri elbette internette gazetelerden de okuduğum oluyor arada. Ama illaki televizyondan izlemek beni rahatlatıyor. Sanki bir şehit haberinde şehit yakınlarıyla birlikte üzülmek, annesi ölen bir çocuk için üzülmek,  yapılan bir haksızlığa birebir tepki vermek, kızmak hakaret etmek, eleştirmek, az da olsa güzel bir olaya sevinmek… Daha da önemlisi toplumun içinde olduğumu hissettirmekti. 
  Yaklaşık üç gün önce izlediğim bir haberden bahsetmek istiyorum. Daha önceden örneklerini çok gördük. İllaki hepimizce bilinen bir konu... Haberlerde; sokak aralarında, park köşelerinde, apartman boşluklarında, yıkık harabelerde dünyadan bihaber, yerlerde sere serpe yatan gençlerimizi gösteriyordu haber muhabiri. Bu çocukların durumu bir anne olarak  içimi  acıttı. Bu gençlerimize neden sahip çıkılmıyor? Devlet neden bunları koruma altına almıyor? diye hayıflandım kendi kendime. Sonra bu gençler üzerinden milyonlar kazananlara verdim veriştirdim. Hiç mi içiniz sızlamıyor? Bu gençler de ana kuzusu! Bir çocuk kolay yetişmiyor… Haber muhabiri bonzai illetini kullanma yaşının 10- 12 yaş gurubuna kadar indiğini söylüyordu. Çocukları; "Bir kereden bir şey olmaz!” diyerek kandırıyorlarmış. Ülkemizde yeşillikler yok edilerek  devasa AVM ler yapılıyor. Büyük iş merkezleri açılıyor. Açılsın elbette, denizde yüzen cami planları projeleri yapılıyor. Yapılsın ülkemiz güzelleşecekse, çağı yakalayacaksak olsun. Ama lütfen bu uyuşturucu tacirleri ile etkili mücadele yöntemleri de arttırılsın. Ayrıca uyuşturucu belasının kollarına atılmış bu gençlerimizi tedavi edecek rehabilitasyon merkezlerinin sayıları da arttırılsın. Toplum ve  aileler bu konularda bilinçlendirilsin. O gençlerin her biri bizim geleceğimizi inşa edecek toplumsal yapı harçlarımızdır. Sahip çıkılmalı...

Özetle “Bir kereden bir şey olmaz” demeyin. Bir anda hayalleriniz son bulur, düşler kabusa döner, umutlarınız yok olur, beklentileriniz biter, hayat hikayeniz son bulur... Kısaca bir kereden sayamayacağınız kadar çok şey olur.

Muhabbetle,

Hanife Mert

 

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...