9 Temmuz 2020 Perşembe

Güven ve İnsan

Derler ki; "Yaşadığın yeri cennet yapamadığın sürece, kaçtığın her yer cehennemdir." Bu sözden yola çıkarak insanın öncelikli görevinin; hayatı yaşanılır kılmak,huzur içinde, barış içinde, adil bir biçimde, insanca yaşamasına olanak sağlamak olmalıdır. Bu durum sağlanmadığında ise, toplumda huzursuzluk, güvensizlik, mutsuzluk, sevgisizlik, gerilim, hakim olacaktır. Bu bağlamda toplumda çıkar kargaşası yaşanması, şahsi çıkarların toplumsal çıkarların önüne geçmesi de kaçınılmaz bir hal alacaktır. Devamında da " BEN" merkezli bir hayat felsefesi benimsenmiş, ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım düşüncesi hükmetmiş durumda vicdanlara...
   Hiç şüphesiz insan güvende olmak güvenmek ister. Zira yaradılışı gereği kendini güvende hissedeceği ortam ve etrafında güvenebileceği insanları görmek ister. İnsanlar arasında olması gereken en önemli ve en kuvvetli duygudur güven duygusu.İnsan ilişkilerini doğrudan etkileyen, yaşantısına direk etki eden bir durumdur. Yaşam ve toplum güven üzerine kurulmuştur.
    Tarif etmesi zor olan bu duyguyu yaşadığımız toplumda ne kadar hissedebiliyoruz? Hangimiz etrafımızdaki insanlara yüzde yüz güvene biliyoruz? Bu soruya evet demek neredeyse imkansız. Öyle olmasaydı toplumda birlik sağlanırdı. Öyle olmasaydı hak hukuk kişilere göre farklılık göstermezdi, öyle olmasaydı bize reva görülenler yaşanmazdı. Zulümler olmazdı. Birlikten kuvvet doğar sözünün gereği sağlanırdı. Verilen sözler tutulur, saymakla bitiremeyeceğim sorunlar yaşanmazdı.

    Konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir Nasrettin Hoca fıkrasını paylaşmak istiyorum;
Akşehir çevresini mesken tutmuş olan Timur bu bölgeye beraberinde bir de fil getirmiş. Başıboş bırakılan fil bağlara, bahçelere ve ekili tüm alanlara zarar vermeye başlamış. Yaşanan durumdan bezdir kalan Akşehir halkı çareyi Nasreddin Hoca’ya başvurmakta bulmuş. Demişler ki: Hoca, bu Timur denilen adam senin sözünü dinler. Şu filin bir çaresine baksan, anamızı ağlattı.
   Hoca bu teklifi kabul etmiş ve yarın hep birlikte Timur’un huzuruna varalım, derdimizi anlatalım demiş. Ertesi gün buluşmuşlar. Nasrettin  Hoca önde, Akşehir halkı arkasında Timur’a gitmek üzere yola çıkmışlar. Her yol ayrımında gruptan birileri kopuyormuş. Nasreddin Hoca Timur’un karşısına geldiğinde bir de bakmış ki yanında kimsecikler kalmamış. Duruma fena halde bozulan Hoca "Akşehirlilere bir ders vereyim" diye düşünmüş ve Timur’a:
  -Efendim, biz Akşehirliler olarak getirmiş olduğunuz fili çok sevdik. Fakat hayvancağız yalnızlıktan olsa gerek çok huzursuz görünüyor. Akşehir halkı bu filin eşini de getirmenizi istiyor, der. Timur bu sözlerden hoşlanır ve Akşehir'lilerin isteğini yerine getireceğini söyler. Timur’un yanından ayrılan Nasrettin Hoca kendisini beklemekte olan ahalinin yanına geldiğinde halk merakla ne yaptığını sorar. Hoca gülerek cevap verir: 

-Müjdeler olsun! Belanın dişisi de geliyor.
  Yaşadığımız ortamlarda benzer olaylara şahitlik etmişizdir. Kendilerine güven telkin ederek bir işi yerine getirmesi için görevlendirdiğimiz kimseleri yarı yolda bırakmak insanlığa sığmaz...


Muhabbetle,
Hanife Mert

3 Temmuz 2020 Cuma

Evlilik bir ast - üst ilişkisi değildir!


  Hiç kimse boşanmak için evlenmez. Zira her genç kızın hayalidir beyaz gelinlik içinde dünya evine girmek. Aynı zamanda genç erkeğin de sevdiği bir kadınla hayatını birleştirmek. Masum niyetlerle kendilerinde var olduğuna inandıkları üstün meziyetlerle baş tacı edileceğini umarak evlilik hayallerini gerçekleştirmek isterler. Çoğu zaman severek ve anlaşarak kurulur yuvalar.

Niyetler güzel, başlangıçlar güzel ya sonra? Nasıl oluyor da mutluluk coşkusu, huzursuzluk kabusuna, eşler birden kurt adama dönüşüveriyor? Aile nasıl psikolojik bir savaş ortamına sokuluyor? Eşler birbirine öyle davranışlar sergiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan bile günün birinde eşine “Seni hiç tanıyamamışım.” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz ya da mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz! Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler…

Hiç şüphesiz bir aileyi ayakta tutan, onun uzun ömürlü, mutlu ve huzurlu bir yuva olmasını sağlayan en önemli etken; eşlerin birbirine sevgiyle bakması ve sevgi ile bakan gözlerin birbirine güven duymasıdır. Sevgi ve güvenin olduğu yerde saygı olmaz mı hiç? Elbette olur.

Boşanmaların hızla arttığı günümüzde, sayıları az da olsa uzun yıllar mutlu bir şekilde evliliklerini sürdürmüş nice insanlar tanıyorum. Onlara uzun süren evliliğin sırrını sorduğumda aldığım yanıt; yüreklerini sıcacık yapan ve hiç tüketemedikleri “sevgi” birbirlerine karşı duydukları “güven” ve “saygı” olduğudur. Bu üç sac ayağı, devamında uzun süren bir evliliği beraberinde getirecektir.

Sevginin açamadığı kapı var mıdır? Elbette yoktur. Günümüzde yaşanan en büyük zulümlerin, gözyaşının sebebi değil midir sevgisizlik?

Buraya kadar güzel. Peki birbirine deli divane olan, büyük bir aşkla severek evlenen eşleri çıkmaza sürükleyen ve boşanmaya kadar götüren sebep nedir? Yanıt çok basit: Ekonomik, psikolojik, sosyolojik, felsefik sebeplerin yanında, bana göre en önemlisi; yüreklerinde var olan sevgiyi kurutmaları… Besleyip büyütememeleri, yok etmeleri... Şiddete kapı aralamalarıdır...

Bunun için sebep çok; arayana bahane mi yok? Evlenmeden önce aile bireylerinin çocuklarına; “kendini ezdirme, idareyi elinde tut. “Evde senin sözün geçsin” gibi telkinlerde bulunması. Acemi bireylerin bu telkinleri gerçekleştirme arzuları. Başkalarıyla kendini mukayese etmek: Başkaları üzerinden kendi ilişkilerini yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağıdır aslında. Üzerinden yıllar geçse de bu unutulmuyor.

Örnek mi, buyurun: Yeni doğan çocuğa isim verme meselesi, doğum yaptığında altın takılmaması, eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması, bazı kocaların ev işlerine yardım edip bazılarının etmemesi, çocukların derslerine yardımcı olmama, gezmeye götürmeme vs.

Diğer yandan bizim gibi ataerkil toplumlara has bir kültür olan, erkek çocuklarının kızlardan farklı yetiştirilmesi… Bu şu demektir: Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiririz. Böyle bir ortamda yetişen erkek, doğal olarak evinde eşinden de benzer ilgiyi bekleyecektir. Sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı konmaması, işten eve döndüğünde beklediği karşılamanın yapılmaması, kadının çok konuşuyor olması, kadının evde özensiz, çekicilikten uzak olduğu gibi bahaneler silsilesi... Aldatma gibi ciddi sebepler...

Öncelikle şu unutulmamalı ki; Evlilik bir ast- üst ilişkisi değildir.

Aile, kar amacı güden bir şirket değildir. Dolayısıyla eşler de birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan yöneticiler değildir. Bu bağlamda eşler bir elmanın iki yarısı gibi birbirini destekleyen, birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Zira onlar kurulan yuvanın sürekliliğini sağlamak için bu uğurda birlikte mücadele eden, sabır gösteren iki dost olmalıdır.

Ailede huzurun temini ve devamlılığının sağlanması, eşlerin birbirini ast, üst olarak değil, candan bir dost olarak görmesi ile mümkün olacaktır.


Muhabbetle,

Hanife Mert




30 Haziran 2020 Salı

Mutlu Olmak Zor mu?

   İnsan var oluşundan beri mutlu olmanın mutlu yaşamanın çaresini aramış durmuş. Kimi geçmişte, kimi gelecekte, kimi maddiyatta, kimi maneviyatta bulmaya çalışmış. Kimi mevkide makamda, kimi yatta katta, kimi sevgide aşkta, kimi geçmişinde anılarında, kimi geleceğinde hayallerinde aramış.
Mutluluğu geçmişinde arayanlar geçmişte yaşadıklarına takılarak, bir dönemi veya olayı "keşkelerle" ve "eğerlerle" sorgulayarak geçmişin muhasebesinde boğulurlar. Böyleleri yaşadıklarından üzüntü duyarak kendilerine acırlar. Kaderlerini suçlar, şansızlıklarını anlatır veya uğradıkları bir haksızlığın hayatlarına nasıl bedeller ödettiğini yakınarak yaşarlar.
    Bu tip bireyler geçmişte yaşadıkları için bugünü ıskalarlar. Geçmişten çıkıp bugüne gelemeyenler için mutluluk yaşanabilir bir duygu olmaz. Zira geçmiş yüklerle doludur. 
   Mutluluğunu gelecekte yaşayacaklarına endeksleyenler ise; mutlu olmak için uygun zamanın gelmesini, şartların olgunlaşmasını beklerler. Böyleleri için de mutluluk yaşanabilir bir duygu olmaz. Zira geleceğin gelmesini beklerken de bu günü ıskalamış olur. Mutluk ne dünün keşkelerinde ne de yarının belkilerinde gizlidir. Mutluluk yaşanan andadır.
      Yaşantımızın bir sonraki döneminin bir öncekinin gölgesinde geçmesini istemiyorsak, yaşadığımız her ana hakkını vererek yaşamalıyız. Anı yaşayabilmek ise geçmişten getirdiğimiz yüklerden kurtulmamıza bağlı. üzerimizdeki yüklerden kurtulmak ise, bizi üzen mutsuz eden olayları ve kişileri affetmeye bağlı. Zira affetmek ruhu temizler. Hayata daha pozitif daha mutlu bakmayı sağlar.
Gelin hep birlikte mutlu olmak için geçmişimizde olumsuzluk yaşadığımız kimseleri affederek ve olayları unutarak kendimizi rahatlatalım... Böylelikle anımızda mutlu olmak için kendimize şans verelim, ne dersiniz?
Muhabbetle
Hanife Mert

28 Haziran 2020 Pazar

Hani Bazen!



   Hani bazen hayat üzerimize çöreklenir de nefes alamaz hale geliriz ya! Her şey üst üste gelmiştir. İç dünyamızda tarif edemediğimiz sıkıntılar, hüzünler yaşarız hani. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz... Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani.Tanıyanı bileni olmayan bir yere kaçıp gizlenmek isteriz, kendimizden kaçmak...

    İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, yaşadığı ortamın sıkıntılı, belirsiz olması sebebiyle kendinden uzaklaşmak, bulunduğu ortamdan kaçarak çözüleceğine inanma algısı. Bireyleri bu denli çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı toplumun dayattığı yaşam tarzı, buna ek olarak son dönemlerde insanlığı etkisi altına alan beklenmeyen gelişmeler, covit 19 gibi... Ve akabinde ortaya çıkan güvensizlik, sevgisizlik, umutsuzluk gibi duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucudur. Bu durum insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelir.

    İnsanın hayatın getirdiği her türlü iyi ya da kötü günler karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi, onun sağlıklı bir ruh yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmek ise insanın önce kendini tanıması ve kendiyle barışık olmasını gerektirir. Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Kendini anladıkça öz güveni artar. Kendini bildikçe kendini sever. Kendini sevdikçe sevgiyi dilenmez, zaten o sevgi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir. Kendini bildikçe haddini bilir... 

   Kendini bilen, kendini tanıyan, kendiyle barışık yaşamanın hazzını duyanlardan olmanız dileğimle.


Muhabbetle,

Hanife Mert

20 Haziran 2020 Cumartesi

ÇIKMAYAN CANDAN UMUT KESİLMEZ



Sabah kahvaltısını çok severim. Sevmek ne kelime, asla es geçemeyeceğim bir öğün. Yok efendim sabahın köründe hiç canım istemez, yok efendim geç saatte yiyemem gibi mazeretim hiç olmadı. Hazır olsa, sabah uyanır uyanmaz yapacağım da... Çocukluğumdan gelme bir alışkanlık bu. Annem kahvaltı yapmadan asla okula göndermezdi. "Güçlü ve zinde olmak için bu şart " der ardından başarılı olmanın ilk ve önemli kuralı" derdi. Çocuklarıma bu kuralı kavratamadım maalesef. Ben mi başarısızdım, yoksa üzerimde annemin ağırlığını daha fazla mı hissediyordum, bilmiyorum...
   Önceki gün sabah kahvaltı hazırlarken ekmeğin olmadığını fark ettim. Üşenmeden üzerimi değiştirip maskemi de taktıktan sonra, sitemizin az ilerisinde pide pişirim fırınından sıcak pide almak için evden çıktım. Site giriş kapısının önünde komşumla karşılaştık. İlk dikkatimi çeken dışarıda olmasına rağmen maskesiz olmasıydı. Beni maskeli görünce tedirgin olduğunu gözlerinden anladım. Ses çıkarmadım... O anlamıştı anlayacağını. Bozuntuya vermeden selam verdim. Mesafemizi koruyarak sohbet ettik ayak üstü.
   Ona; " sabahın bu erken vaktinde burada ne yaptığını" sordum. Komşumun kafası karışık, canı sıkılmış gibiydi. Ne olduğunu sorduğumda kızından bahsetti. Komşumun kızı bu yıl üniversite sınavlarına hazırlanıyor. Lise son sınıfta okuyor. Farklı şikayetlerinden bahsetti. "Heyecanının hat safhada olduğundan, dudaklarının morardığını, yüzünün sarardığını söyledi. E, malum bir de pandemi süreci çocuğun dengesini iyiden iyiye bozdu. Önce kalple ilgili bir uzmana tüm tetkiklerini yaptırdık, hiç bir sorunun yok. Sanırım sorun psikolojik. O nedenden dolayı, sınavdan önce bir uzmandan yardım almaya karar verdik" dedi. Üzüldüm... Geçmiş olsun dileklerimi ilettikten sonra yanından ayrıldım. Kafamın içinde düşünceler cirit atmaya başladı.
    Hiç şüphesiz her anne baba çocuklarının iyi bir hayat sürmesini, hayat standartlarının yüksek olmasını ister. Bunun için elinden geleni de gelmeyeni yapmaya gayret eder. Bunun yolunun iyi kaliteli bir eğitimden geçeceğini bilir. Daha okula başladığı andan itibaren başlar kaygısı. Hangi okul daha iyi, hangi öğretmen daha başarılı onun arayışına girer. O da yetmez hangi özel hoca, özel okul, özel etüt merkezi vs. göndermekten çekinmez. Hatırlıyorum da benim arkadaşım emekli olduğunda aldığı emeklilik ikramiyesini kızına her dersten aldırdığı özel ders için kullanmıştı. İş sadece maddiyatla bitmiyor. Kalitesiz, plansız programsız yap boz tahtasına çevrilen eğitim sistemimizin çocuklarımızın sağlığının üzerinde yaptığı olumsuz etki hayatının her dönemini etkileyecek boyuta gelebiliyor.

     Çocukları yarış atı gibi gören, çocuğu sadece sınavlara hazırlayan ve sınavların bitmesiyle öğrenilen bilgilerin de son bulduğu garip bir eğitim sistemimz var. Hal böyle iken, çocukluklarını yaşayamayan, sevgiden saygıdan yoksun, milli ve manevi değerlerden uzak bir gençlikle karşı karşıyayız. Bunu devlet ve aile olarak el birliğiyle başarıyoruz. Sonra da bize neler oluyor? diye yakınıyoruz.

    Günümüzde çocuk yetiştirmek zor zanaat. İlmek ilmek işlemek lazım hayatı. Sözcük sözcük öğretmeli zorlukları.Tüm bunları yaparken eğitime önce kendimizden başlamalı. Çünkü kendi kabuğumuzdan çıkamıyoruz. Verdiğimiz ya da vermeye çalıştığımız eğitim kendi çocukluk dönemimizi yansıtan eğitimden ileri gidemiyor. "Ben sizin yaşınızdayken" cümlesiyle başladığımız anda kopuyor tüm ipler.

    Hal böyle iken gençler okul kaygısı, iş kaygısı, eş kaygısı derken kaygı yumağı içinde bocalamakta. Güvensiz, mutsuz, gergin bir gençlik; gergin, mutsuz, sorunlu bir topluma hazırlık demektir.

     Nereye el atsak elimizde kalan, sorun yumağına dönmüş bir toplumdan, sorunlarını asgariye indirmiş, kıyıdan köşeden huzura el atmış bir topluma dönüşür müyüz? bilmiyorum. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş...

   Tüm bunlardan sonra iştah mı kalır insanda..?

    Her şeye rağmen LGS, YKS sınavlarına girecek gençlerimize başarılar diyor, her birinin istedikleri okullara yerleşmelerini diliyorum.

Muhabbetle,

Hanife Mert

26 Mayıs 2020 Salı

SERZENİŞ



Bayram hüzün verir, acı verir nedense?
Beklediğin özlediğin kalkıp sana gelmezse,
Bir de sevdiğin, sevildiğini bilmezse
Ne tadı, ne tuzu, ne de adı vardır bayramın.

Sabah kalkınca, özlediğin sarmazsa,
Acılar çöreklenip yüreğini dağlarsa,
Bu özlem bu hasret beni benden alırsa,
Ne tadı, ne tuzu, ne de adı vardır bayramın.


Küçükler saygıyla elini öpmezse,
Yolda gördüğün bir selam bile vermezse,
Küsler barışını ilan etmezse,
Ne tadı, ne tuzu, ne de adı vardır bayramın.

Büyüklerin hatırını sormazsan,
Görmesin diye köşe bucak kaçarsan,
Mesafeni koronaya bağlarsan
Ne tadı ne tuzu ne de adı olur bayramın.

Ne kurban ne şeker bayramı fark etmez,
Bu kültür bizi sonsuza dek terk etmez,
Sarıl kültürüne, sevgin eksiltmez,
Tadı da, tuzu da, adı da olur bayramın.

Covid 19 virüsünün dünya üzerinde yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz öldürücü etkisi sebebiyle evlerimize kapandığımız şu günlerde kutladığımız ramazan bayramının sağlık, huzur, mutlu ve umutlu bir yaşama vesile olmasını diliyorum. Ramazan Bayramınız kutlu olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

10 Mayıs 2020 Pazar

Anneler gününe özel öykü

Zorlu geçen kış, köylüye illallah dedirtmişti. Artık soğuklar sona ermiş, bahar gelmişti. Güneş sıcak yüzünü yavaş yavaş gösteriyor, lakin tamamen ısıtmıyordu. Sadece havanın donduran ayazını almıştı. Doğa da, yavaş yavaş uyanmaya başlamış, kışın bembeyaz karın örttüğü akasya, ıhlamur, erik, elma ağaçlarının dalları baharın gelmesiyle rengarenk çiçeklerle bezenmiş, narin zarif bir gelin gibi göz kamaştırıyordu. Etraf insanın yüreğine canlılık huzur veren bir hale bürünmüştü.
   Hasan, tam da baharın gelişi ile doğanın canlandığı bir dönemde, kıvrım kıvrım virajları ile hiç bitmeyecek sandığı uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğunun ardından köyüne gelmişti. Köyde karşılaştığı renk cümbüşünün yaşandığı  bu manzara ruhuna bir dinginlik, gönlüne ise bir  huzur veriyordu. Köyünü çok seviyordu. Zira her taşında, toprağında, bağında, bayırında, dağında ormanında güzel olduğu kadar canını yakan acı anılarının izini taşıyordu. Onlara baktıkça tüm yaşanmışlıkları bir film şeridi gibi geçi veriyordu gözünün önünden...İşte o zaman anlıyordu insan; ne kadar uzağa giderse gitsin, yeni hayatlar, yeni yüzler, yeni yaşanmışlıklar, bir sırt çantası gibi üzerinde taşıdığı geçmişini unutturmuyordu. Her ne kadar üzerine, sünger çektiğini sansa da...Zira yaşadığı müddetçe hayat ona hatırlatacak bir ortam sağlayacaktı. Kimi zaman yanık yanık söylenen bir türküde, bir ağacın dallarında, bir meyvenin çiçeğinde, bir kuşun nazlı nazlı uçuşunda,bir derenin akışında ve kimi zaman da,  küçük Elif'çiğin mahzun mahzun bakışında anımsayacak, pişmanlığını vicdanının en derin yerinde duyacaktı. 
  Hasan yolda fazla oyalanmak istemiyordu. Bir an önce anasına, kızına akrabalarına kavuşmak için adımlarını hızlandırdı. Zira onları çok özlemişti. Mektup yazıp geleceğini de bildirmemişti. Gelişi sürpriz olsun istedi.
 Hatice Ana ve Mustafa Emmi ise, ayağı hafif aksak olduğu için  köylünün Çot Selver lakabını taktığı komşusunun toprak damlı evinin  duvarının dibinde, kendileri gibi bir kaç ihtiyarla birlikte oturuyordu. Bu yaşlı insanlar güneşe karşı bükülmüş belini çevirmiş, bastonuna yaslanarak güneşli bahar havasının tadını çıkarmaya çalışıyorlardı. Aralarında kendi hallerince konuşup birbirlerine dertleniyordu. Zira dertleri, kaygıları, kederleri ortaktı.
Mustafa Emmi:
-Bekir Çavuş, bu yıl zemheri ortalığı kırdı geçirdi. Biraz daha devam edeydi kazma kürek sapını da yaktıracaktı mazaallah...
-He ya haklısın Mustafa Onbaşı, doğru dersin. Bu yıl kış çok çetin geçti.  Biz de olan tezeği, odunu yaktık da zor ısındık. Senin Ali’den ne haber?
-İyiymiş, işe başlamış  arada bize de para gönderiyor. 
-Allah iyilik versin,
-Amin.
 Bu yaşlı İki ihtiyar, bahar güneşinin bedenlerini ısıtması ile   gevşemiş, kendilerini iyice rahatlamış hissediyordu. Laf lafı da açtıkça sohbet keyifli hale gelmişti...
 Hatice Ana  duvarın dibindeki büyükçe taşın üstüne güneşten tarafa koyduğu kalın küçük kilimin üstüne oturmuş konuşmaları dinliyordu. Ali'nin lafı geçince yüreği sızladı. Evlat işte! Hasretine dayanmak çok zor. "Geleydi hele bir" diye düşündü. Sonra "daha nereden gelecek", gideli altı ay oldu. Bir yıl geçmeden gelemez, diye geçiriyordu zihninden.
   Elif ise, arkadaşı Yıldız ile birlikte yere çizgi çizmiş taş atlatmaca oynuyordu.Yerden taşı aldı atacaktı ki, uzaktan gelene  takıldı gözü. Dikkat kesildi: 
-Babam geliyor! Dedi. 
Hatice Ana:
-Ne babası gız, babanın ne işi var bu zamanda? Diyerek Elif'in hayal görmüş olacağını düşündü. Elif ısrarla eliyle karşısını işaret ederek:
-Bak hele şuraya...
Hatice Ana  merakla kalktı baktı. Elif haklıydı. Oğlu elinde valizi ile kendilerine doğru geliyordu. Heyecanlanmıştı.Eli ayağı birbirine dolaştı. Mustafa Emmi de o tarafa yöneldi. Hasan gerçekten gelmişti. Hatice Ana yavrusuna sarılıp yüreğini kor gibi yakan özlemini soğutmaya çalışıyordu. Göz pınarlarından damla damla yanaklarına doğru iniyordu yaşlar... 
  Şu insanoğlu ne garip! Sevinir ağlar, üzülür ağlar, hasret çeker ağlar, kavuşur yine ağlar. Yüreğimizin sessiz çığlıklarıdır gözyaşlarımız. Kimi zaman kaçıp sığındığımız limanımız, kimi zaman yüreğimizi alabildiğince coşturduğmuz rahmet deryamızdır. Onlar, kelimeler duygularımızı anlatmakta kifayetsiz kaldığında çıkarlar ortaya...
  Analarımız! Dünyada var oluşumuzun sebebi, yüreği yanık, gözü yaşlı analarımız. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En büyük dertlerin dertlisi, çilelerin çilelisi, en büyük mutlulukların ardındaki sırdır. Her ne yapsak hakkını ödeyemeyeceğimiz çileli analarımız...Bizim analarımız çilekeştir. Yavrusunun rızkını temin etmek için gece gündüz demez çalışır. Güneşin kavurucu sıcağının altında, çocuğu sırtında tarladadır, bağda dır, bahçededir, dairededir. Kendisi yemez yedirir, giymez giydirir. Özetle yavrusu için her türlü çileye katlanır. Anadolu'muzun anası fedakardır. Vatanı için, bu vatanda yaşayan ve yaşayacak olan evlatlarının huzuru için gerektiğinde cephelerde savaşmış, sırtında mermi taşımıştır. Vatan ve bayrak uğrunda feda ettiği en sevdiği varlıkların acısını içine gömmeyi bilmiş vakarından da hiçbir şeyi kaybetmemiştir.

Bu vesileyle tüm annelerimizin,anne adaylarımızın, kendini anne gibi hissettirdiği canlılara annelik yapan yüreği güzel melek annelerin  anneler günü kutlu olsun. Ahirete göç etmiş annelerimize de Allah'tan rahmet diliyorum, mekanları cennet olsun.


NOT: 11 Mayıs 2014 tarihli yazım.
https://yaren33.blogspot.com/2014/05/ilkbaharn-ilk-coskusu.html

Muhabbetle
Hanife MERT

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...