3 Temmuz 2021 Cumartesi

Bir Yere Varmadan Önce Kendine Uğramalı İnsan!

 




Bulutların gölgelediği yıldızsız zifiri karanlık bir gecede, sokak lambalarının cılızca ışığı gibi bir ışık bekliyordu. Ona nefes aldıracak, az da olsa içine huzur serpiştirecek bir ışık... Bu ne mümkün... Sanki gizli bir el yüreğini sıktıkça sıkıyordu. Yüreği sıkıldıkça önüne set gerilmiş bir çağlayan gibi yaşlar göz pınarlarına doluşuyordu. Öyle ki biri dokunsa hemen ağlayacak gibiydi. Boğazı düğümleniyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. İç dünyasında tarif edemediği  sıkıntılar ve hüzünler yaşıyordu. Sanki hayat karabasan gibi  üzerine çöreklenmiş ve o  altında nefessiz kalmış gibiydi.  Kendini çaresiz mücadelesiz onca kalabalığın içinde yapayalnız hissediyordu.

İçinden bir ses her şeyi olduğu gibi bırakıp tanıyanı ve tanıdığı olmayan uzak diyarlara kaçmasını fısıldadı. Bu sesin ardından  tüm yaşanmışlıklar dikiliverdi karşısına...

 İnsan kaçabilir mi? Hem de her şeyi geride bırakarak? Bu mümkün mü? İnsan nereye giderse gitsin kendini geçmişiyle birlikte  götürmez mi gittiği yere? Hali hazırdaki sıkıntıları yetmiyormuş gibi bir de gittiği yerdeki sıkıntılar da eklenmez mi? Derdin birken bin olmaz mı? O halde kaçmak niye? Zira geçmişi  bir sırt çantası gibi sırtındayken... Hal böyleyken, insan kendinden kaçayım derken yine kendine gitmiş olmaz mı? Kaldı ki insanın bindiği gemi de vardığı liman da kendi yüreğinde demirlidir. Ragıp İsfani'nin “Bir yerlere varmak için önce kendine uğramalı insan. İnsanın gideceği bütün yollar kendinden geçer.” sözü sanırım sorumuza yanıt olacaktır.

Zaman zaman her birimiz benzer hisleri yaşarız. Kaçıp kurtulmak! Yok olmak gibi... İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, onun yaşadığı ortamda sürüklendiği algı yanılsamasının bir sonucu olsa gerek kanımca. Ruhun kendisine yabancılaşması, kendisini tanıyamaması da denebilir bu duyguya... Bireyleri bu çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı  toplumun dayattığı yaşam tarzı... Ve akabinde oluşan duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucu olsa gerek. Bu da  insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelmektedir. 

İnsanın bu denli olumsuzluklardan nasıl kurtulacağının yanıtı kendinde gizlidir. Kendine ulaşamamış, kendini bulamamış, kendini tanıyamamış her insan yalnızdır. Ve bu durum onu mutsuz etse de, birilerinden bekler yalnızlıktan kurtulmayı. O, bilemez tanımadığı bir "BEN" le nasıl baş edeceğini. Zira inmemiştir bir gün bile kendi derinine, yüreğine, vicdanının ona neler fısıldadığını duymamıştır. Bu günü de kurtardık mantığı, doğruyu ben bilirim ego tatmini ile iyi taraflarını el üstünde tutmuş, eksi, yanlış olan ne varsa görmezden gelmiştir, itelemiştir kendinden öteye... 

Biliriz ki insan yaratılış itibariyle en güzel şekilde kusursuz olarak yaratılmıştır. Dünya hayatı ile baş edebilmesi için gerekli olan her şey onda mevcuttur.  O, kendini tanıma zahmetinde bulunmadığı sürece, sahip olduğu cevherin farkında olmadan yaşamını mutsuz olarak sürdürecektir.  

Yaşamın getirdiği her türlü olumlu ya da olumsuzluklar  karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi için  önce insanın sağlıklı bir ruh yapısına sahip olması gerekmektedir. Sağlıklı bir ruh yapısı ise kendisiyle barışık, kendisini iyi tanıyan bir birey olmakla mümkündür. Tıpkı gönül ustası Mevlana'nın "İçindeki kapıyı çal; başka kapıyı değil.” sözünde ifade ettiği gibi önce kendi içine yönelmeli...  Kendini tanımaya bilmeye öğrenmeye çalışmalıdır.
Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Ayakları yere sağlam basar. Kendini bildikçe çoğalır. Kendini sevdikçe sevgiyi başkalarından dilenmez, zaten o sevginin kendisi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir. Kendini bildikçe haddini bilir...

  İnsanın kendi iç dünyasına yönelmesi onu dış dünyadan soyutlamaz, tam tersi tamamen yaratılan tüm varlıklara yaklaştırır. Çünkü kendini doğru tanıyan kişi, bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur. Bu açıdan bakınca, insan kendi dahil yaratılan her şeyin ortak bir amaç için tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını bilir. Yunus'un "Yaratılanı severim, Yaratandan ötürü" sözü gibi, yaratılan her şeye karşı sevgi, şefkat ve merhametle yaklaşır.

Okurlarıma sevgilerimle

Hanife Mert


 

 



30 Haziran 2021 Çarşamba

Fırçadaki Son Şiir Kitabım Çıktı!!!!


"Sabreden derviş muradına ermiş" diye bir atasözümüz vardır hani... Hepimiz biliriz... Büyük bir sabır ve özveriyle üç yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım "Fırçadaki Son Şiir" adlı Orhan Veli'ye ait biyografik romanım sabrım ve özverili çalışmamın bir sonucu olarak yayınlandı. Bu durumda derviş olmasam da muradına erenlerden oldum. 

  Bazen umutsuzluğa kapılıp yazmaktan vazgeçtiğim, değerli şairimiz Orhan Veli'yi okurlarıma anlatamama, tanıtamama endişesini duyduğum anlar oldu. Her umutsuzluğa kapıldığımda içimde beni kendine çeken, sakın vazgeçme diye fısıldayan bir umut ışığı belirdi. Ben de o ışığı takip ederek yazma serüvenimi sonuna kadar sürdürdüm. Kitabımı elime aldığımda; "iyi ki vazgeçmemişim" dedim. Umarım okurlarım da ; "Hanife Mert bu kitabı  iyi ki  yazmış" diye düşünürler.

  Bu kitabı okuyan herkes daha önce benzeri yayınlanmamış; Orhan Veli'nin çocukluk anılarından, halka olan sevgisine, şiire kattığı yenilikler karşısında dönemin usta edebiyat ve şairlerinin verdikleri tepkilere karşı mücadelesine, yasak ve platonik aşklarına kadar pek çok şey hakkında bilgi sahibi olacak.

   Fırçadaki Son Şiir kitabında okur, sadece Orhan Veli'nin yaşam öyküsünü  değil onun en yakınında olan Sait Faik Abasıyanık, Cahit SıtkıTarancı, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Sabahattin Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi dönemin ünlü edebiyat ve sanat insanlarının da kısa öykülerini bulacak.
   

 Özetle kitabımda; Orhan Veli'nin çocukluğuna ve gençliğine dair pek çok anı ve hüzünlü bir yaşam öyküsü okuyacaksınız... Sözü daha fazla uzatmadan kitabımın arka kapak yazısını okurlarımla paylaşmak istiyorum;

  Derler ki; “ Dünya sevgi üzerine kurulmuştur.” Sevgiyle yeşerir gönüllere ektiğimiz umutlar. Sevgiyle can bulur tüm evren. O öyle güçlü bir duygudur ki Şirin'ine kavuşmak için Ferhat’a dağları deldirmiş, Leyla’sını ararken Mecnun’a Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre’yi Hak ateşiyle diyar diyar gezdirmiş, Orhan Veli’ye de yüzyıllardır süregelen Türk şiir geleneğini kökünden sarsarak hatırı sayılır bir devrim yaptırmıştır.
Orhan Veli, yaşamı boyunca yalnızlık, yoksulluk ve parasızlıkla mücadele ederken bile çok sevdiği şiirle soluklanmayı bilmiş, sevdasıyla yaşama tutunmayı başarmış bir şairdir. O, şiiri yakın dostu Melih Cevdet’in deyimiyle; “âşık olduğu bir kızı sever gibi severdi...”
"Ölürsek biz de iyi adam oluruz." diyen Orhan Veli’nin ölümünün ardından Sabahattin Eyüboğlu’ya teslim edilen özel eşyaları hüzünlü yaşamının bir özetidir. Bunların arasında öyle bir parça vardır ki bu kitaba ilham kaynağı olmuştur.
Şair "Giderayak"/ yazdığı ancak tamamlayamadığı diş fırçasına sarılı “Aşk Resmî Geçidi" adlı son şiiriyle bu kitapta yaşayacaktır. Bu yaklaşımla Orhan Veli’yi bir de, “Hanife Mert’in gözüyle, onun hayal gücüyle ve bakış açısıyla okumaya, tanımaya, anlamaya var mısınız?

NOT: Kitabım şuan D&R, İdefix, BKM gibi pek çok internet sitesinde satışta...

Muhabbetle

Hanife Mert

17 Mart 2021 Çarşamba

Adımız "ANDIMIZ"dır

 

 

Her sabah günün ilk ışıklarıyla yavrularımızın kararlı, gururlu, coşkulu sesleri ile günaydın sevgili arkadaşlar diye başlayan; Türküm, doğruyum , çalışkanım… diye devam eden yaklaşık seksen küsür yıldır ilkokullarda çocuklarımızın okuduğu andımızı 23 Nisan 1933 yılında Türk çocuklarına armağan eden Dr. Reşit GALİP’dir.
Aynı zamanda dönemin Milli Eğitim Bakanı da olan Dr. Reşit Galip'in Türk çocuklarına armağan ettiği andımız; 30 Eylül 2013 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti' nin başbakanı tarafından demokratikleşme paketi adı altında yayınlanan paketin maddelerinden biri ile kaldırılmıştı. Görülen o ki, Türk çocuklarının büyük bir coşku ile verdiği söz and demokrasiye aykırı gelmiş.Yavrularımızın o küçücük yüreklerine zihinlerine ilmek ilmek işlenen andımızda , doğruluk, çalışkanlık, büyüklerini saymanın, küçüklerini sevmenin, vatanını canından aziz bilecek kadar kutsal olduğunu öğrenmesi, Atasının gösterdiği ilim ve irfan yolunda ilerlemesi için söz vermesi, and içmesi sağlanmakta idi. Bu Türk Milletinin yansıması olarak, Türk çocuğundan alınan sözün demokratikleşmeye aykırı olarak görülüp kaldırılması hepimizi derinden üzmüştü. Danıştay'ın Andımızı kaldıran yasayı iptal etmesine sevinmiştik ki sevincimiz kursağımızda kaldı. Danıştay'ın kararı başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, bazı vekiller tarafından tepkiyle karşılandı. Daha üzücü yanı ise kendisinden demokratik laik eğitim konusunda beklenti içine girdiğimiz Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kararın temyize götürülmüş olmasıydı.

MEB'in temyiz başvurusunun ardından "dosya Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun önüne geldi. Kurul da Andımız ile ilgili nihai kararı verdi. Buna göre Kurul, MEB'in itirazını oy çokluğu ile kabul ederek, Danıştay 8. Dairesi'nin yönetmeliği iptal eden kararını kaldırmış oldu. Karar uyarınca artık okullarda Andımız okunmayacak." diyorlar.

Her ne yaparlarsa yapsınlar; şu bilinmeli ki ben Türküm diyen kendini "TÜRK" gibi hisseden her "TÜRK", çocukluğunda verdiği anda söze, son nefesine kadar kadar sadık kalacak ve andını içinden de olsa haykırmaya  devam edecektir.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Hanife Mert

12 Mart 2021 Cuma

HIÇKIRIKLARDAN GERİYE KALAN



 

Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM)'nin  iki ayda bir çıkardığı İLESAM ilim ve Edebiyat Dergisi'nde yayınlanan yazımı paylaşmak istedim. Keyifli okumalar dostlar.

  Zehra kocasından boşandıktan sonra, daha doğrusu kocası olacak adam onu döverek üç defa boş ol! boş ol! boş ol! diyerek  sokağa attıktan sonra çaresiz, beş yaşındaki kızını ve kızından iki yaş büyük zihinsel engelli oğlunu alarak iki gözü iki çeşme baba evine döner.
Allah kimseyi çıktığı kapıya geri döndürmesin, çok zor. Bunu yaşayan bilir. Zehra burada bir yabancıdır. Diken üstünde oturuyormuş gibi batar her şey ona. Evlenmeden önce de annesi babası misafir gözüyle bakardı. Kız çocuğu değil mi, biri alıp götürecektir sonuçta. Zehra da öyle oldu. Daha on beşine girmemişti istendiğinde. "Bu adam seni istiyor kabul eder misin?" diye sorulmamıştı bile. Babası tamam dedikten sonra üzerine kimse laf söyleyemezdi. Kaldı ki babası yüklüce bir de para almıştı damadın ailesinden... Baba evinde misafir, koca evinde el kızı görülen Zehra, hiç bir zaman kendi olamadı kendini ait hissedeceği bir yer bulamadı. Aslında iki çocukla baba evine dönmezdi, dayaklara, hakaretlere, horlanmalara sabrediyordu. Hatta üzerine kuma getireceğini söyleyen kocasına bile karşı çıkamamıştı. Ta ki kocası tarafından öldüresiye dövülüp sokağa atılana kadar. Çaresizdi Zehra, nereye gideceğini bilmiyordu. Baba evine dönmeyi düşündü. Annesinin, daha gelinliğinin içinde evden çıkmadan önce bir köşeye çekip; aman kızım! larla başlayıp, " gelinlikle çıktığın bu eve, ancak kefeninle dönersin! le bitirdiği" sözünü hatırlamıştı. Zehra'nın olmayan özgürlüğüne daha en baştan ipotek koymuştu annesi. Eve dönemezdi, gidecek başka yeri de yoktu. Abla gibi sevdiği komşusu Nurten’in tavsiyesi üzerine devlete sığınmaya karar verdi. Devletin şefkatli kolları bizi de sarar dedi ve bulunduğu yerdeki Kadın Sığınma Evine sığındı. Oradaki kadınların durumunu görünce içini bir korku sarıverdi. Çünkü orada bulunan kadınların her biri diğerinden dertli, sorunlu, psikopatça tavırları vardı. Ne yapalım sabredeceğiz dedi çaresizce. Bir gece orada kaldı. Ertesi gün gördüğü manzara dehşete düşürmüştü Zehra'yı. Birilerinin gizli konuşmalarını duymuştu habersizce. Bir pazarlığa şahit olmuştu Zehra. Bu durum karşısında gördüklerine inanamamıştı. Çareyi evlatlarını alarak kimseye görünmeden oradan kaçmakta buldu. Doğruca baba evine gitti. Döndüğü için dayak da yese, eziyet de görse ailesiydi...

     Bir yanda ne olduğunu anlamayan çocuk yaşta dedesi, babası yaşında adamlarla evlenmeye zorlanan  evlendirilen çocuk gelinler, diğer yandan “töre” denen ortaçağ kalıntısı bir kültür anlayışı içinde bocalayan aileler aydınlanmanın önündeki engeldir... Bu engel kalkmadığı müddetçe gözü moraran, kaşı patlayan, saçları yolunan, cinayete kurban giden kadınlar, daha çok içimizi yakar.

 Daha birkaç gün önce kutladığımız dünya kadınlar gününde, iki kadın vahşice katledilmiş, bir kadın da sokak ortasında küçük kızının gözleri önünde yere yatırılıp tekmelendiğini hepimiz sosyal medyada izledik. Neredeyse her gün her yerde şiddete maruz kalan, taciz edilen, tecavüze uğrayan, öldürülen yetmedi kesilen yakılan, bıçaklanan, horlanan, aşağılanan, dışlanan hayatının baharında hayatına son verilen kadınların durumları ortada. Artık alışıldı. Sıradan bir olaymış gibi üzerinde bile durulmuyor. İlk duyulduğunda ah vah ediliyor, sonra unutuluyor. Ateş düştüğü yerde yanıp kalıyor.


Artık bu devleti yönetenler şunu iyi anlamalı;
 "kadınlar zulüm görüyor! öldürülüyor!  Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek, öldürülüyor.

Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor.

Oysa kadın değerlidir, kadın saygındır. Her şeyden önce o bir insandır. Kadın; adam olmadan önce insan olabilmenin en temel unsuru, var oluşumuzun ardındaki sır, hayatın can damarıdır. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En güzel şekilde yaratılmıştır. En büyük dertlerin çilelerin baş kahramanı. En büyük mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, bacıdır, eştir, yardır. O büyük bir nimettir tabi kıymetini bilene.

  Toplumun bu önemli sorunu bizi yönetenler tarafından ciddiye alınmalı ve çözüme kavuşturulmalı. Öncelikle kadının eğitimine önem verilmeli. Kadın öğrenirse çocuklarına da öğretir. Kadının istihdam edilmesi için gerekli ortam hazırlanmalı. Kadın ekonomik açıdan özgür olursa, özgür çocuklar yetiştirir. Özgür çocuklar özgür güçlü toplum demektir. Önce erkekler eğitilsin bilinçlensin dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız şuan için belki onların bilinçlenmesi zor gibi görünebilir. İpin ucu kaçmış olabilir. Ancak gelecek nesillerimizin bu hatalara düşmemesi için bu gerekli. Çocuklarımızı cinsiyet ayırımcılığından uzak tutmalı. Erkek çocuklarımıza annesine kız kardeşine saygılı olması gerektiği gibi onların dışındaki kadınlara da saygılı nazik olması öğretilmeli.
Muhabbetle
Hanife Mert

10 Şubat 2021 Çarşamba

Hayri Usta (KİTAP)


 Anne ve babamız yaşamımızın  en önemli değerleri, olmazsa olmazlarımız. Hangisini diğerinin yerine koyalım ki? Bu mümkün mü? Elbette değil. Baba sırtımızı yasladığımız varlığından güç aldığımız koca çınarımız. Annemiz de o çınarın gölgesinde nefeslendiğimiz içimize huzur yayan yaşama sevinci aşılayan her şey. Onlarsız hayat boş ve anlamsızdır. Yaşımız kaç olursa olsun her zaman yanımızda olmalarını isteriz. Ancak bu her zaman mümkün olmayabiliyor... 

İşte;  https://nurtendemirel.blogspot.com/ bloğunun yazarı sevgili Nurten Demirel arkadaşım, babasını anlatan  "Hayri Usta" adlı kitabını adıma imzalayarak göndermiş. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam.  Kitabın içeriği hüzün dolsa da  sevgili Nurten'in yüreğinden kopup gelen duygulardı sözcüklere dökülen. Nurten'in kalemini severim. Sade ve akıcı bir üslup kullanır yazılarında. Kitabında babasını anlatırken de aynı üslubu kullanmış. Öyle güzel anlatmış ki kitabı okurken ben de geçmişe yolculuk yaptım. Biz aynı kuşak olduğumuz için kitapta anlatılan  özellikle 70- 80 ve 90'lı yıllarda yaşadıklarımız neredeyse aynı. Çünkü o yıllarda ülkemin şehirleri, kasabaları ve köyleri birbirine yakın benzerlikler gösterirdi. Şimdi teknolojik gelişmeler öylesine yoğun ki bırakın şehri, kasabayı mahalleler arasında bile farklılıklar olabiliyor. Düşünüyorum da 70- 80 ve 90'lı yıllarda bu günkü gibi çok fazla kazanımlarmız olmasa da sahip olduğumuz şeylerle mutlu olmayı biliyorduk. 

Nurten'e öncelikle kitabını bana gönderdiği için çok teşekkür ediyorum. Hayri Amca'ya  Allah  rahmet etsin, kabri nur, cennet mekanı olmasını diliyorum.


Muhabbetle,

Hanife Mert


5 Ocak 2021 Salı

"ŞİDDET VE KADIN


“Sevginin bittiği yerde başlar şiddet.” Şiddet; güç ve baskı uygulayarak kimilerine göre stres atmak, kimilerine göre varlığını ispat etmek, kimine göre de öz güveni olmayanların baş vurduğu psikolojik bir durum. Sevginin olmadığı yerde çıkar ortaya. Hal böyle iken sevginin olmadığı yerde güzellik ve iyilikten bahsedilemez. Oysa sevgi öyle dolu bir şey ki hiç eksilmez. Verdikçe çoğalır. “ Seni seviyorum” cümlesi ne kadar güzel, öyle değil mi? Sevgi sözcüğünü duymak insanın içini ısıtıyor ne kadar mutlu ediyorsa, tersini duymak da o kadar gerer ve mutsuz eder. 

Ülkemizde kadınlar şiddet görüyor ve öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi yakılıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek öldürülüyor. Baba, kardeş, eş, evlat, sevgili, eski eş, hatta eski sevgili... Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, kimi parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu... Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor. Kadına reva görülen şiddet, vahşet, zulüm ve ölümler tavan yapmış durumda. 

 Malum bu konular çok fazla yazılıyor, konuşuluyor ancak bir sonuca bağlanmıyor. Her zamanki gibi ateş düştüğü yerde kalıyor ve sadece orayı yakıyor. Vahşeti, şiddeti, zulmü işleyenlere hak ettikleri cezalar verilmiyor. Cezaların caydırıcı özelliğinin olmayışı, hakimlerimizin de insiyatif kullanarak; suçu işleyenleri takım elbise giymesi, efendi  görünmesini kıstas alarak ceza indirimine gitmesi gibi nedenler kanımca şiddet meraklısı pek çok hasta ruhlu insanları harekete geçirmede etkendir. 

  Sebep ister psikolojik, ister sosyolojik, ister ekonomik, isterse toplumsal olsun. Toplumumuzun bu kanayan yarası ciddiyetle ele alınmalı ve çözüme kavuşturulmalı. Bu vesileyle kadınlara uygulanan şiddetin ve kadın ölümlerinin son bulduğu, kadın hak ve özgürlüklerinin tüm kadınlara tanındığı, kadına; anaya, eşe hak ettiği sevginin, saygınlığın, değerinin kazandırılması en öncelikli dileğim...


Muhabbetle,

Hanife Mert


4 Ocak 2021 Pazartesi

Begonvilli Ev - Müjde Dural


Öncelikle 2020 yılından kurtulduğumuz şu günlerde, yeni yılın tüm dostlarımıza, arkadaşlarımıza, sevdiklerimize, ülkemize ve tüm insanlık alemine sağlık, huzur, mutluluk, barış, adalet getirmesini dileyerek,  eski yıldan kalma tüm olumsuzlukları da alıp götürmesi en büyük isteğim...
  Uzun zamandır bloğuma giremiyordum. Sebebi; yaklaşık üç yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım Orhan Veli'nin biyografik kurmaca romanı kitap projemi bitirmekti. Bu nedenle de rutin yaptığım pek çok işlerimi dondurarak kitabıma yoğunlaştım. Çok şükür kitabımı tamamladım. Şu an editör incelemesinde...
  Bunu fırsat bilen ben, tekrar yarım kalan işlerimi tamamlamaya geçtim. Öncelikle, sevgili Müjde'mden özür diliyorum. Çünkü askıya aldığım işlerin arasında okumaya başladığım ancak bitiremediğim "Begonvilli Ev" adlı kitabı da vardı. İlk iş olarak kitaba kaldığım yerden başladım ve önceki gün bitirdim. 
Yorumuma geçmeden; fotoğrafını çekip bloğumda paylaşmak için girdiğimde, heyecanla ve neşeli girdiğim bloğumda karşılaştığım yazı beni gerçekten çok üzdü. hatta ağlamama neden oldu. Blogspotta uzun yıllar birlikte yazılar paylaştığımız, bu yazılar vesilesiyle dost olduğumuz 
https://nurtendemirel.blogspot.com/2021/01/annem-yok-artik.html bloğunun sahibi sevgili Nurten Demirel arkadaşımızın "Annem yok artık!" yazısıyla karşılaştım. Çok çok üzüldüm. Ona tekrar baş sağlığı ve sabırlar diliyor, annesine de Allah'tan rahmet diliyorum, mekanı cennet olsun inşallah. Anne olmak ve annenin olması bambaşka bir şey. İnsan annesi yaşarken kaç yaşında olursa olsun kendini hep genç ve çocuk gibi hissediyor. Kendimden biliyorum, anneni kaybettiğinde bilmem kaç yaş yaşlandığını hissediyor insan. Sırtımın buz gibi soğuduğunu hissetmiştim. Hani baba için söylenen "sırtını yasladığın dağ" sözü hem anne hem baba için geçerli diye düşünüyorum.

  Kitaba geldiğimizde; büyük bir keyifle okudum. Okumak ne kelime, bildiğin film dizi izler gibiydim. Adeta sayfalara kilitlendim. Biri bir şey sorduğunda duymuyordum bile. Hepimizin bildiği gibi Müjde'nin sade ve akıcı bir dili var. Bunu gerek makalelerinden ve gerekse yayınladığı hikayelerden biliyoruz. Kitabın konusu malum "Kadın" onun çilesi... Her yerde her zamanda aynı. Erkeğin zulmüne sabreden, yavruları için kendini feda eden çilekeş bir eş bir anne olan Terzi Mürüvvet'in ve çocuklarının yaşadığı sıkıntılar ve bu sıkıntıların sonunda öyle biri var ki annesinin ve kardeşlerinin intikamını alarak, peşinden gittiği hayaline kavuşmaktadır. Bu sıkıntıları anlatırken yazar okuyucuya "hayalinizin peşinden gidin" diyerek sıkıntının ve sabrın sonunun ferahlık selamet olduğunu göstermektedir.
 Burada daha  fazla detaylandırmak istemiyorum. Onu nasılsa siz edinip okuyacaksınız. Ben sadece kitabın tanıtım yazısını paylaşmak istiyorum.

"Bir tarafta dev bir holdingin haşarı çocukları... Diğer tarafta terzi iğnesinden geçmeye hevesli hayaller... Hayat söndüren cinayetler... Tanığı bol, görgüsüz kazalar... Öbür  yanda insanlığı teste muhtaç babalar. Bir de boncuk ailesinin pırıl pırıl mavi gözleri...

Begonvilli Ev, her santimi usta işi örülmüş, sökük yerleri itinayla ilmeklenmiş ,iğnesi bol, makasaı keskin bir trajedi. Okunası bir film, izlenesi bir roman... 
  Tezatlarla dolu. hayat gibi...

Sevgili Müjde'yi kutluyor, daha nce kitaplarında buluşmayı diliyorum.


Muhabbetle,
Hanife Mert



Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...