23 Ağustos 2020 Pazar

BİR GÜN DAHA BİTMEDEN


Bu gün de akşam oldu. 
Bir günün daha geldik sonuna. 
Ufukta güneşin kızıllığını saklarken bulutlar, 
Bir gün daha bitmeye hazırlanıyor 
Belki de hayattaki son günümüz! 
Zamanın hızlı çarkında kaybolup gidiyor ömrümüz. 
Yapamadıklarımızı yapmak ve keşkeler için ek süre yok! 

Geç olmadan tutunmalı hayata, 
Bulutun maviliğini, güneşin kızıllığını, 
ayın parlaklığını fark etmeli. 
Yıldızların güzelliğini, denizin serinliğini, 
yeşilin huzurunu çekmeli içimize 
Sevginin yüceliğini, dostluğun değerini, 
vefanın güzelliğini bilmeli bildirmeli herkese. 

Çaresizlere çare, dertliye derman, 
Mazlumun yüreğinde umut, 
Zalimin tepesinde yumruk olmalı 
Kuşların kanadına yazmalı 
barış, sevgi, kardeşlik türküsünü 
ulaştırmalı herkese... 

Bir gün daha bitmeden... 
Yaşamalı bu günü, yarına gitmeden 
Yaşamalı... Bu gün bitmeden... 

Muhabbetle 
Hanife MERT 


EYLÜL VE HÜZÜN


  Hani bazen hayat üzerimize çöreklenir de nefes alamaz hale geliriz ya! Hani iç dünyamızı tarifsiz bir hüzün kaplar. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, güçsüz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz. Hani her şeyi olduğu gibi bırakıp, tanıyanı bileni olmayan bir yere gitmek ister, sonra da vazgeçeriz ya. İşte o, sonbaharın müjdecisi güz aylarının sarışın mahzunluğu, hüznün adresi Eylül'dendir.

Yazdan kalma duyguların, düşüncelerin, boşa geçen zamanların yorgunluğu içinde yeniden toparlanacak olan hayatın, hüzünle kaplı rengidir Eylül.


Hep bu ayda içimi tarifsiz bir hüzün kaplar. Etraf sessizliğe bürünür. Sıcak yaz günlerinin sona ermesiyle tatlı tatlı esen hazan rüzgarlarının sesinde duyarım geçmişin çığlığını. Sarının tonlarında kurarım geçmişle köprümü...
Oturduğum sandalyeden izliyorum pencereme vuran güneşi. İnce bir tül gibi üzerimize serilen Eylül’ün kadife sıcaklığını hissediyorum. Çokça sarı demektir eylül; biraz da o yüzden bu yürek burkulması. Çokça isyan taşır içinde, çokça yalnızlık, çokça hüzün; usulca gelen ilk habercisi güzün…
Şiirlere konu olmuş şaire ilham vermiş, adına romanlar yazılmış, hüzünlü şarkılar bestelenmiş, sonun başlangıca gebe olduğu aydır Eylül.
İlkbahar ve yaz aylarında yemyeşil tomurcuk iken etrafa canlılık güzellik katan yeşil yaprakların, Eylül'le birlikte hazana dönüşerek dalını terk etmesi üzer beni. Sanki sevdiğinden ayrılan, acısını ve gözyaşlarını yüreğine gömen bir sevgili görünümünde , çaresiz düşmesine boyun eğen dallar hüzünlendirir. Yaprağın kaderiymiş düşmek. Düşen ve hışırtılı sesleriyle sağa sola savrulan yapraklar bize neyi ima eder bilinmez...
Ancak bilinen bir şey var ki; o da hiç bir şeyin süreklilik göstermediğidir. Güzelliğin, mutluluğun, canlılığın, sağlığın, gençliğin ve hayatın bir gün son bulacağı gerçeği ile yüzleşmesidir.
Tatlı tatlı esen sonbahar rüzgarlarının ardından yağan yağmurlar da sona eren son bulan güzellikler için dökülen göz yaşını andırır. Doğanın bu sessiz çığlığı ne çok şey anlatır, anlamak isteyene…


İnsan da öyle değil mi? Ne zaman son bulacağı belli olmayan bu hayat yolculuğunda, yemyeşil bir yaprak gibi etrafa canlılık saçarken, ışık olur kimilerine, mutluluk huzur verir. Kimine rehber olur, sevgi tohumları eker sevgisiz gönüllere. Dost olur, yaren olur, kardeş olur kimine, kimine eş, kimine arkadaş olur. Kimine tutunacak bir dal olur... Ve bir gün gelir, kendinden gidenlerle kaybettikleriyle yüzleşir. Ne olduğunu anlamadan, tıpkı kuru bir yaprak gibi savrulup durur dünya denen bu alemde...

Hiç ummadığı bir anda acı acı verilen bir sela sesiyle irkilir. Hüzün dolu bir sesle sarsılır. Acı bir haber! Ölüm karşısında çaresizliği fısıldar habersiz yüreklere. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sözün bittiği yerdir burası…

Gidenin ardından çaresiz bakakalırız. Gönül gözümüzü açmak için bir çağrı mı sizce hazan mevsimi? Ölümü, yokluğu, çaresizliği, hiçliği çağrıştırması adına? Bilinmez ama Eylül hüzündür hep...

“Sonbahar Düşünceleri” adlı şiirinde Ümit Yaşar Oğuzcan;


“Sonbahar geldi yağmurla beraber
Boynu bükük duruyor kasımpatı
Ölümü düşündürür oldu geceler
Yaz güneşinde bıraktık hayatı
İnsan böylede mahzun olurmuş meğer
Ansızın silindi renk saltanatı
Yaz güneşinde bıraktık hayatı”

....
....
dizeleriyle ifade ettiği gibi...

Eylül İşte! hüznün ta kendisi... Bitişlerin başladığı, gidenlerin özlendiği, gelişinin beklendiği ay... Eylül bu acıtır... Acıtır da zamanla acıya alıştırır...

Muhabbetle,
Hanife Mert











9 Temmuz 2020 Perşembe

Güven ve İnsan

Derler ki; "Yaşadığın yeri cennet yapamadığın sürece, kaçtığın her yer cehennemdir." Bu sözden yola çıkarak insanın öncelikli görevinin; hayatı yaşanılır kılmak,huzur içinde, barış içinde, adil bir biçimde, insanca yaşamasına olanak sağlamak olmalıdır. Bu durum sağlanmadığında ise, toplumda huzursuzluk, güvensizlik, mutsuzluk, sevgisizlik, gerilim, hakim olacaktır. Bu bağlamda toplumda çıkar kargaşası yaşanması, şahsi çıkarların toplumsal çıkarların önüne geçmesi de kaçınılmaz bir hal alacaktır. Devamında da " BEN" merkezli bir hayat felsefesi benimsenmiş, ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım düşüncesi hükmetmiş durumda vicdanlara...
   Hiç şüphesiz insan güvende olmak güvenmek ister. Zira yaradılışı gereği kendini güvende hissedeceği ortam ve etrafında güvenebileceği insanları görmek ister. İnsanlar arasında olması gereken en önemli ve en kuvvetli duygudur güven duygusu.İnsan ilişkilerini doğrudan etkileyen, yaşantısına direk etki eden bir durumdur. Yaşam ve toplum güven üzerine kurulmuştur.
    Tarif etmesi zor olan bu duyguyu yaşadığımız toplumda ne kadar hissedebiliyoruz? Hangimiz etrafımızdaki insanlara yüzde yüz güvene biliyoruz? Bu soruya evet demek neredeyse imkansız. Öyle olmasaydı toplumda birlik sağlanırdı. Öyle olmasaydı hak hukuk kişilere göre farklılık göstermezdi, öyle olmasaydı bize reva görülenler yaşanmazdı. Zulümler olmazdı. Birlikten kuvvet doğar sözünün gereği sağlanırdı. Verilen sözler tutulur, saymakla bitiremeyeceğim sorunlar yaşanmazdı.

    Konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir Nasrettin Hoca fıkrasını paylaşmak istiyorum;
Akşehir çevresini mesken tutmuş olan Timur bu bölgeye beraberinde bir de fil getirmiş. Başıboş bırakılan fil bağlara, bahçelere ve ekili tüm alanlara zarar vermeye başlamış. Yaşanan durumdan bezdir kalan Akşehir halkı çareyi Nasreddin Hoca’ya başvurmakta bulmuş. Demişler ki: Hoca, bu Timur denilen adam senin sözünü dinler. Şu filin bir çaresine baksan, anamızı ağlattı.
   Hoca bu teklifi kabul etmiş ve yarın hep birlikte Timur’un huzuruna varalım, derdimizi anlatalım demiş. Ertesi gün buluşmuşlar. Nasrettin  Hoca önde, Akşehir halkı arkasında Timur’a gitmek üzere yola çıkmışlar. Her yol ayrımında gruptan birileri kopuyormuş. Nasreddin Hoca Timur’un karşısına geldiğinde bir de bakmış ki yanında kimsecikler kalmamış. Duruma fena halde bozulan Hoca "Akşehirlilere bir ders vereyim" diye düşünmüş ve Timur’a:
  -Efendim, biz Akşehirliler olarak getirmiş olduğunuz fili çok sevdik. Fakat hayvancağız yalnızlıktan olsa gerek çok huzursuz görünüyor. Akşehir halkı bu filin eşini de getirmenizi istiyor, der. Timur bu sözlerden hoşlanır ve Akşehir'lilerin isteğini yerine getireceğini söyler. Timur’un yanından ayrılan Nasrettin Hoca kendisini beklemekte olan ahalinin yanına geldiğinde halk merakla ne yaptığını sorar. Hoca gülerek cevap verir: 

-Müjdeler olsun! Belanın dişisi de geliyor.
  Yaşadığımız ortamlarda benzer olaylara şahitlik etmişizdir. Kendilerine güven telkin ederek bir işi yerine getirmesi için görevlendirdiğimiz kimseleri yarı yolda bırakmak insanlığa sığmaz...


Muhabbetle,
Hanife Mert

3 Temmuz 2020 Cuma

Evlilik bir ast - üst ilişkisi değildir!


  Hiç kimse boşanmak için evlenmez. Zira her genç kızın hayalidir beyaz gelinlik içinde dünya evine girmek. Aynı zamanda genç erkeğin de sevdiği bir kadınla hayatını birleştirmek. Masum niyetlerle kendilerinde var olduğuna inandıkları üstün meziyetlerle baş tacı edileceğini umarak evlilik hayallerini gerçekleştirmek isterler. Çoğu zaman severek ve anlaşarak kurulur yuvalar.

Niyetler güzel, başlangıçlar güzel ya sonra? Nasıl oluyor da mutluluk coşkusu, huzursuzluk kabusuna, eşler birden kurt adama dönüşüveriyor? Aile nasıl psikolojik bir savaş ortamına sokuluyor? Eşler birbirine öyle davranışlar sergiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan bile günün birinde eşine “Seni hiç tanıyamamışım.” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz ya da mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz! Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler…

Hiç şüphesiz bir aileyi ayakta tutan, onun uzun ömürlü, mutlu ve huzurlu bir yuva olmasını sağlayan en önemli etken; eşlerin birbirine sevgiyle bakması ve sevgi ile bakan gözlerin birbirine güven duymasıdır. Sevgi ve güvenin olduğu yerde saygı olmaz mı hiç? Elbette olur.

Boşanmaların hızla arttığı günümüzde, sayıları az da olsa uzun yıllar mutlu bir şekilde evliliklerini sürdürmüş nice insanlar tanıyorum. Onlara uzun süren evliliğin sırrını sorduğumda aldığım yanıt; yüreklerini sıcacık yapan ve hiç tüketemedikleri “sevgi” birbirlerine karşı duydukları “güven” ve “saygı” olduğudur. Bu üç sac ayağı, devamında uzun süren bir evliliği beraberinde getirecektir.

Sevginin açamadığı kapı var mıdır? Elbette yoktur. Günümüzde yaşanan en büyük zulümlerin, gözyaşının sebebi değil midir sevgisizlik?

Buraya kadar güzel. Peki birbirine deli divane olan, büyük bir aşkla severek evlenen eşleri çıkmaza sürükleyen ve boşanmaya kadar götüren sebep nedir? Yanıt çok basit: Ekonomik, psikolojik, sosyolojik, felsefik sebeplerin yanında, bana göre en önemlisi; yüreklerinde var olan sevgiyi kurutmaları… Besleyip büyütememeleri, yok etmeleri... Şiddete kapı aralamalarıdır...

Bunun için sebep çok; arayana bahane mi yok? Evlenmeden önce aile bireylerinin çocuklarına; “kendini ezdirme, idareyi elinde tut. “Evde senin sözün geçsin” gibi telkinlerde bulunması. Acemi bireylerin bu telkinleri gerçekleştirme arzuları. Başkalarıyla kendini mukayese etmek: Başkaları üzerinden kendi ilişkilerini yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağıdır aslında. Üzerinden yıllar geçse de bu unutulmuyor.

Örnek mi, buyurun: Yeni doğan çocuğa isim verme meselesi, doğum yaptığında altın takılmaması, eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması, bazı kocaların ev işlerine yardım edip bazılarının etmemesi, çocukların derslerine yardımcı olmama, gezmeye götürmeme vs.

Diğer yandan bizim gibi ataerkil toplumlara has bir kültür olan, erkek çocuklarının kızlardan farklı yetiştirilmesi… Bu şu demektir: Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiririz. Böyle bir ortamda yetişen erkek, doğal olarak evinde eşinden de benzer ilgiyi bekleyecektir. Sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı konmaması, işten eve döndüğünde beklediği karşılamanın yapılmaması, kadının çok konuşuyor olması, kadının evde özensiz, çekicilikten uzak olduğu gibi bahaneler silsilesi... Aldatma gibi ciddi sebepler...

Öncelikle şu unutulmamalı ki; Evlilik bir ast- üst ilişkisi değildir.

Aile, kar amacı güden bir şirket değildir. Dolayısıyla eşler de birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan yöneticiler değildir. Bu bağlamda eşler bir elmanın iki yarısı gibi birbirini destekleyen, birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Zira onlar kurulan yuvanın sürekliliğini sağlamak için bu uğurda birlikte mücadele eden, sabır gösteren iki dost olmalıdır.

Ailede huzurun temini ve devamlılığının sağlanması, eşlerin birbirini ast, üst olarak değil, candan bir dost olarak görmesi ile mümkün olacaktır.


Muhabbetle,

Hanife Mert




30 Haziran 2020 Salı

Mutlu Olmak Zor mu?

   İnsan var oluşundan beri mutlu olmanın mutlu yaşamanın çaresini aramış durmuş. Kimi geçmişte, kimi gelecekte, kimi maddiyatta, kimi maneviyatta bulmaya çalışmış. Kimi mevkide makamda, kimi yatta katta, kimi sevgide aşkta, kimi geçmişinde anılarında, kimi geleceğinde hayallerinde aramış.
Mutluluğu geçmişinde arayanlar geçmişte yaşadıklarına takılarak, bir dönemi veya olayı "keşkelerle" ve "eğerlerle" sorgulayarak geçmişin muhasebesinde boğulurlar. Böyleleri yaşadıklarından üzüntü duyarak kendilerine acırlar. Kaderlerini suçlar, şansızlıklarını anlatır veya uğradıkları bir haksızlığın hayatlarına nasıl bedeller ödettiğini yakınarak yaşarlar.
    Bu tip bireyler geçmişte yaşadıkları için bugünü ıskalarlar. Geçmişten çıkıp bugüne gelemeyenler için mutluluk yaşanabilir bir duygu olmaz. Zira geçmiş yüklerle doludur. 
   Mutluluğunu gelecekte yaşayacaklarına endeksleyenler ise; mutlu olmak için uygun zamanın gelmesini, şartların olgunlaşmasını beklerler. Böyleleri için de mutluluk yaşanabilir bir duygu olmaz. Zira geleceğin gelmesini beklerken de bu günü ıskalamış olur. Mutluk ne dünün keşkelerinde ne de yarının belkilerinde gizlidir. Mutluluk yaşanan andadır.
      Yaşantımızın bir sonraki döneminin bir öncekinin gölgesinde geçmesini istemiyorsak, yaşadığımız her ana hakkını vererek yaşamalıyız. Anı yaşayabilmek ise geçmişten getirdiğimiz yüklerden kurtulmamıza bağlı. üzerimizdeki yüklerden kurtulmak ise, bizi üzen mutsuz eden olayları ve kişileri affetmeye bağlı. Zira affetmek ruhu temizler. Hayata daha pozitif daha mutlu bakmayı sağlar.
Gelin hep birlikte mutlu olmak için geçmişimizde olumsuzluk yaşadığımız kimseleri affederek ve olayları unutarak kendimizi rahatlatalım... Böylelikle anımızda mutlu olmak için kendimize şans verelim, ne dersiniz?
Muhabbetle
Hanife Mert

28 Haziran 2020 Pazar

Hani Bazen!



   Hani bazen hayat üzerimize çöreklenir de nefes alamaz hale geliriz ya! Her şey üst üste gelmiştir. İç dünyamızda tarif edemediğimiz sıkıntılar, hüzünler yaşarız hani. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz... Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani.Tanıyanı bileni olmayan bir yere kaçıp gizlenmek isteriz, kendimizden kaçmak...

    İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, yaşadığı ortamın sıkıntılı, belirsiz olması sebebiyle kendinden uzaklaşmak, bulunduğu ortamdan kaçarak çözüleceğine inanma algısı. Bireyleri bu denli çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı toplumun dayattığı yaşam tarzı, buna ek olarak son dönemlerde insanlığı etkisi altına alan beklenmeyen gelişmeler, covit 19 gibi... Ve akabinde ortaya çıkan güvensizlik, sevgisizlik, umutsuzluk gibi duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucudur. Bu durum insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelir.

    İnsanın hayatın getirdiği her türlü iyi ya da kötü günler karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi, onun sağlıklı bir ruh yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmek ise insanın önce kendini tanıması ve kendiyle barışık olmasını gerektirir. Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Kendini anladıkça öz güveni artar. Kendini bildikçe kendini sever. Kendini sevdikçe sevgiyi dilenmez, zaten o sevgi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir. Kendini bildikçe haddini bilir... 

   Kendini bilen, kendini tanıyan, kendiyle barışık yaşamanın hazzını duyanlardan olmanız dileğimle.


Muhabbetle,

Hanife Mert

Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...