15 Ağustos 2013 Perşembe

Gökyüzünde Denizi Gördüm!

Gökyüzünde denizi gördüm!
Denizin maviliğini gördüm gökyüzünde,
Umuda yelken açan.
Yeşilini gördüm, huzuru kucaklayan

Sığlığını dinginliğini gördüm denizin
Bulutlara hüznü yaşatan.
Coşan beyaz dalgalarını gördüm
Öbek öbek kayan bulutlarda, 
Aydınlığa koşan.

Ve, denizi ve gökyüzünü ufukta gördüm
Mutlulukla kucaklaşan..
08.08.2013
Hanife MERT

8 Ağustos 2013 Perşembe

Daha ne olsun, İllaki sağlık Olsun! Sonra da Bayramınız Kutlu Olsun.

   
                            Varsın çorbanın tuzu az gelmiş olsun.
Varsın pilav birazcık lapa olmuş olsun.
Varsın en sevmediğiniz yemek, kereviz olsun masada.
Sofranızda sevgi var mı, ondan haber verin ..
Tadına var akşamının… 
Gece evinde, dostların olsun. 
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun… 
Arkadaşım, hayat bu. 
Daha ne olsun? 
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun! 
Can Yücel dizelerinde hayatı ne güzel özetlemiş. Sevgi, dostlar, mutluluk ve her şeyden önemlisi de sağlık. Bunların dışında oluşan eksiklikleri dert etmeye değmez. Dostları ile birlikte olmanın, sevgiyi paylaşmanın yaşamanın tadına varabilmeli. Yaşadığı anı güzelleştire bilmeli... Gereksiz ayrıntılarla gününü zehir etmemeli insan.Ama tüm bu güzelliklerin farkına varabilmek, yaşayabilmek ve tad alabilmek için de “illa ki sağlıklı olmalı!” 
Sağlık insan için en büyük nimet…Hayattan zevk alarak yaşamanın belki de ilk şartı. Vücudumuzun en küçük bir azasının bile ağrıması insana hayatı zehir ettirebiliyor. Dünyaları verseniz gözünde olmuyor. İşte insan o zaman anlıyor, sağlıklı bir nefes almanın dünyanın en büyük nimeti olduğunu… 

Kadir gecesi  iftarın ardından, bir titreme hissettim.Ağrı kesici alıp yattım. Ne mümkün yatmak! Sanki ayaklarımın ucunda koskoca bir buz kütlesi var. Kızım ve  eşim telaşlandılar. Bir taraftan  ıhlamur kaynattılar içirdiler, bir taraftan sıcak su torbası ısıtıp koydular. Geceyi o şekilde geçirdik. Pazar sabahı 40 derece civarında ateşle hastaneye gittik. Tıp fakültesini tercih ettik ateşin sebebini araştırırlar düşüncesi ile. Ama nerdee! Oralara hiç girmek istemiyorum içler acısı bir durum çünkü... Uzun zamandır gitmiyordum. teknoloji ilerledi orası da değişmiştir diye düşündüm. Ne gezer, "aynı tas aynı hamam"  bir serum takıldı. Kim olduğu belli olmayan kimi kırmızı formalı, kimi daha farklı, kimi mavi formalı birileri gelip gidiyor başıma. Biri soruyor klasik soruları yatağın önünde ki kağıda not alıyor, ardından bir diğeri aynı soruları soruyor... Eskiden doktorlar beyaz önlük giyerlerdi biz de doktor olduğunu bilirdik. Şimdi asistan mı, öğrenci mi, doktor mu? belli değil. Serum yarıyı geçti ama benim ateşimden gram düşme olmadı. Serumu çıkardılar beni de kaldırdılar, tamam ateşinizi kontrol altında tutun dediler bir de ağrı kesici yazıp gönderdiler. Eve geldik. Durulacak gibi değil bu defa özel hastaneye gittik.Tahlil ve tetkikin sonucunda; idrarda mikroskopik kan olduğunu söyledi doktor. Biz merak ettik. Ciddi bir şey mi? diye sorduk. Enfeksiyon kapmışsınız dedi. Daha sonra bizi tekrar çağırdı. Muhtemelen böbrekleriniz de taş var dedi ve ürolojiye gönderdi. Sol böbrekte ki taş düşmüş.  Sağdaki duruyor dedi. Kontrol altında tutacaklarını  ilaçlara devam etmemi ve bayramdan sonra tekrar gitmemi istediler. Dikkat edin şunları şunları yapmayın  deyip beni gönderdiler.
Şimdi daha iyiyim. Ufak tefek bulantı, halsizlik gibi şikayetlerim olsa da ateşin olmaması sevindirici
Bir baş ağrısı, yüksek ateş bile bazen canından bezdirmeye yetiyor insanı. Allah kimseye ciddi bir hastalık vermesin. Hastanede   evinde yatan şifa bekleyen tüm  hastalara Allah acil şifa ve sağlık versin. 

Sağlıklı günler…
Hayırlı bayramlar diliyorum

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Kadir Geceniz Mübarek Olsun..

 
Allah’ım sen affedicisin, affı seversin, beni affeyle. (Allahümme inneke afüvvün kerîmün, tuhibbül afve fa’fü anni) Tirmizî, Daavât 84.
 Kadir Gecesi, Kadir Sûresi'nde de ifade edildiği üzere, "Kur'an'ın indirildiği; bin aydan daha hayırlı olan; Rab'lerinin izniyle Ruh ve meleklerin her türlü iş için indiği; tan yeri ağarıncaya kadar esenlik, huzur ve güven kaynağı olan" (Kadir, 97/1-5) bir gecedir.  
Ey Rabbimiz! Senden; Senin sevmeni, Senin sevdiklerinin sevgisini ve bizi Senin sevgine ulaştıracak amellerin sevgisini dileriz. Senden tertemiz bir hayat, dosdoğru bir ölüm, rezil etmeyen ve ayıpların sayılıp dökülmediği bir dönüş istiyoruz
Ey Rabbimiz! Senden hidayet, takva, afiyet ve gönül zenginliği istiyoruz. Bize talihsiz ve nankör olmayan, şirkten arınmış, tertemiz kalpler lutfeyle .
Ey rabbimiz ; Aşk ile yanmayanlar öleceğin sanmayanlar sözlerini dile getiren kulların arasında yüreğimi ve yüreklerimizi dualarla süslemeni ümit ediyoruz... Ölümün bakiliği gökyüzüne ulaştığı an ki! O an Sen hep varolacaksın, Af kapında dizilirken sonsuz merhametinden bizleri de gül kokularıyla sevindir...
Amin...

 Mübarek Kadir Gecemizin  hayır ve bereketle yaşanmasını Ülkemize ve bütün İslam alemine  huzur , barış, sevgi - kardeşlik getirmesini  ve hayırlara vesile olmasını diliyorum. 

 
Hanife MERT

23 Temmuz 2013 Salı

Hatır Artık Hatıralarda mı?

Çocukluğumda, insanların birbirine şöyle dua ettiklerini hatırlıyorum;” Allah dumanınızı doğru tüttürsün.”Çocukluğun verdiği saf ve temiz düşüncelerle evlerin bacalarından yükselen dumanlara bakardım. Oysa dumanlar kıvrım kıvrım adeta gamı kasveti, kederi alıp götürürcesine yükselirdi gökyüzüne..Orada sorun mu var acaba? diye düşünürdüm. Çünkü eğri büğrü tütüyordu.
Çok haklıydı bu sözü söyleyenler gürül gürül yanan sobaların etrafına toplananlar ellerini ısıttığı gibi yüreklerini de ısıtıyordu. Derdi, gamı, kederi,ve üzüntüsü de yanan ateşle dumana karışıp gökyüzü semalarına karışıp uçuyordu. Her aile diğer bacadan yükselen dumandan haberini alıyordu belli ki..Bu duaya vesile olmuş.
Şimdilerde ise ne baca görebiliyoruz ne duman.. Devasa yükselen binalardan başka göze çarpan sevgisiz, mutsuz, umutsuz, karamsar,kötümser,agresif, gergin  üzgün ve yalnız yüzler...Sobamız yok, ancak yangınlar yüreğimizde çörekleniyor. Dumanı ateşi orada kor halini alıyor. Çünkü gürül gürül yanan sobayı farklı araçlarla değiştirdik... Haber veremiyoruz durumumuzdan eşe, dosta, arkadaşa, konuya, komşuya…Devasa yükselen binalarla birlikte içimizde ki sıkıntılar,endişeler,huzursuzluk, mutsuzluklarımız da devasa boyutlara ulaştı.Yürekleri yakıyor gürül gürül..
Elektirik faturası ödemek için gittiğimde, sırada beklerken gördüm. Bir annenin parıldayan gözlerinde ki endişeyi, korku ve çaresizliğin yüreğinde kor halini almış acının gözlerine yansımasını.. Hasta olan yavrusuna çare olamayışının çaresizliğini, onu kurtaramamanın verdiği acıyı, korkuyu okudum o parlayan parıldayan gözlerinde... Anlatırken dudakları titriyordu. Zaman zaman gözleri nemleniyordu. Belli ki; yüreğini yakan ateşi söndürememiş, paylaşıp sıkıntısını azaltamamış. Hatırı hali sorulmamış, yüreğini yakan ateşin alevini paylaşacak dindirecek birini aradığını fark ettim.Bu durum benim de içimi acıttı.. Belki bacadan kıvrım kıvrım duman yükselmiyordu ama, o duman öyle yakıp kavurmuş ki o acılı ana yüreğini, acı gözlerinden fışkırıyordu..
Durumunu anlayan halini hatırını soran var mıydı? Belli ki bulamamış...! Kim kimin hatırını soruyor ki, sorulmalı mı? Yoksa gerçekten hatır geçmişin tozlu hatıraları arasında ki o hazin yerini mi almıştı... Hatır hatıralarda mı kalmıştı artık?..
Öyle kendimiz olduk ki, hatır sormak şöyle dursun..Öbek öbek kaçar olduk, hatırı sorulası dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan, kardeşlerimizden.. Nerde kaldı bizim hatırşinaslığımız, kardeşimizin dertleri ile dertlenmemiz..?
Oysa; öyle ince, derin ve yüreği sevgi dolu paylaşımcı, hoşgörülü, olmayı öğütleyen bir kültür mirasının varisleri olan bizlere, kardeşimizin derdiyle sıkıntısıyla dertlenmemizi, paylaşmamızı öğütlerken; “Müslüman’ dan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir” diye müjdeler veren rahmet peygamberi(s.av)nin bu müjdesi hatıralarda kalmış,tıpkı hatır gibi..Soramaz olmuşuz eşimize dostumuza, arkadaşımıza,yare yarene hatırını.. Oysa bir fincan kahvenin hatırını kırk yıla yayan medeniyet, acaba bir hatır sormanın değerini kaç katır yükü ile taşıyabilir..

Hatırı sorulan ve hatır soranlardan olmanız dileğimle.



Muhabbetle
Hanife MERT

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Bir gün daha bitmeden!

Bir günün  daha geliyoruz sonuna. 
Ufukta yakıcı güneşin kızıllığını  saklıyor bulutlar.
Ve bir gün daha bitmeye hazırlanıyor.
Belki de  hayattaki son günlerimiz 
zamanın hızlı çarkında kaybolup gidiyor
ömrümüz, sezdirmeden.  
Yapamadıklarımızı yapmak ve keşkelerimiz için ek süre yok!
Geç olmadan tutunmalı hayata,
Bulutun maviliğini, güneşin kızıllığını,
ayın parlaklığını, yıldızların güzelliğini,
yağmurun rahmetini, denizin serinliğini, 
yeşilin huzurunu fark etmeli fark ettirmeli.
Sevginin yüceliğini, dostluğun değerini,
vefanın güzelliğini bilmeli bildirmeli herkese!
Çaresizliğin çaresi olmalı dindirmeli acıyı.
Dertlinin dermanı, göz yaşında umut olmalı.
Zalimi değil mazlumu kucaklamalı. 
Kuşların kanadına  yazmalı 
barış, sevgi, kardeşlik türküsünü 
 ulaştırmalı  herkese...
Bir gün daha bitmeden...
Son gündür belki deyip, 
bu günü dolu dolu yaşamalı...!
Yaşamalı! çünkü yarın, 
 belki yarın yok 
      Hanife Mert

       16.07.2013


13 Temmuz 2013 Cumartesi

Ben Okurum Ya Resululllah...


Ashabın çoğu gibi o da fakir, mütevazı bir hayat yaşıyor. Deve çobanlığı yaparak geçiniyor. Dünyalık namına hiçbir şeyi yok.Ama engin bir yüreği var. İşkence yapılacağını bile bile kabul etmiş İslamı. Mekke döneminin başları. Henüz açık tebliğe izin çıkmamış. Müminler Erkamın Evinde toplanıyorlar. Rasülullah sahabesine yeni inen RAHMAN SURESİ'ni okuyor.
Sure; Allahın nimetlerini sayıyor ve her ayet, FEBİEYYİ ÂLÂİ RABBİKUMÂ TÜKEZZİBÂN (Rabbinizin hangi nimetlerini inkar edebilirsiniz?) meydan okuması ile bitiyor. Rasülullah:
-Bu sureyi gidip Kâbe önünde müşriklere okuyana cennet vardır. Kim ister,diye soruyor.
Herkesten önce O atılıyor öne:
-Ben isterim Ya Rasülulallah!..Nolur ben okuyayım!..
Çelimsiz,zayıf,kısacık Abdullah bu Abdullah Bin Mesud O gitse çok hırpalanır diye susuyor Rasül.
İstiyor ki,güçlü bir sahabe çıksın. Bir daha soruyor:
-Bu sureyi gidip Kabe önünde müşriklere kim okur?
Abdullah yine atılıyor.Rasül,tekrar bakınıyor.Son kez soruyor:
-Bu sureyi gidip Kabe önünde müşriklere kim okur?
Bu defa da Abdullah iştiyakla öne atılınca:
-Peki o zaman,haydi git oku!...
Abdullah bir ikindi vakti yola çıkıyor Kabe ye doğru.Ebu Cehil başta olmak üzere Mekke müşrikleri Kabenin gölge düşen tarafında pinekliyorlar.Abdullah,boyundan büyük bir cesaretle,vakur adımlarla Kabe kapısına çıkan merdivenlere yöneliyor.Kapı önünde durup başlıyor davudi sesi ile haykırmaya:
-Bismillahirrahmanirrahim ERRAHMANU ALLEMEL KURAN..Rahman Kuranı öğretti.İnsanı yarattı.Ona açıklamayı öğretti.Güneş ve Ay bir ölçüye göre hareket etmektedir.Bitkiler ve ağaçlar secde ederler Allah insanı pişmiş çamura benzer bir balçıktan yarattı.O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?!...

Ebu Cehil: Deve çobanına da bak seeeen!...Susturun şunu!.. diye bağırınca Abdullahın üzerine çullanıyor müşrik sürüsü. Abdullah okumaya devam ediyor. Taşlar atılıyor, yumruklanıyor, elbiseleri yırtılıyor. Onlar saldırdıkça mırıldana mırıldana sureye devam ediyor Abdullah. Yüzü gözü kanlar içinde kalıyor. Rasülullahın yanına o halde dönüyor. Neredeyse düşüp bayılacak Nefes nefese konuşuyor:
-Görev tamam Ya Rasülallah!.. Vallahi yılmadım, halime bakmayın, surenin hepsini bitirdim Ya Rasülallah!..
Rasülullah Abdullahın bir haline,bir de içinde kaynayan iman aşkına, heyecanına bakarak konuşuyor:
-Kulağına ne oldu Abdullah?
Abdullah:
-Kulağımı Ebu Cehil kopardı Ya Rasülallah!... Ama gam değil,sureyi okudum onlara!..Abdullahın yırtılan kulağından kanlar sızıyor.Rasülullah müjdeyi veriyor:
-Sen cennetliksin Ya Abdullah!..Vallahi, kulağını kesen adamı öldürmek sana nasip olacak!..
Medineye hicret ediliyor. Bedir Savaşı müminlerin ilk zorlu sınavı. Ebu Cehil bir okla yere yuvarlanıyor. Yerde kıvranan Cehaletin Babasına Abdullah koşuyor. Rasülullahın haberi gerçekleşiyor ve Abdullah öldürüyor Ebu Cehili

Kuran okumayı başaranlar,Kuranı sevenler öldürürler cehaleti. Kurana yönelmişseniz,içinizden cahilce isteklerle sizi meşgul eden, önünüzü kesen nefsinizi öldürmek size nasip olacaktır....
alıntı

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Sitem! (İlk denemem)

Nedir bu mutsuzluğun,
Nedir bu hırsın?
Nereye kadar sürecek 
bu doyumsuzluğun?
Gideceksin sende
bir gün bilinmezliğe
Kuru yaprağın dalından
düştüğü gibi.

H. MERT
06/07/2013 
Mersin

5 Temmuz 2013 Cuma

Zamanla Yarış...

İnsan sürekli bir yerlere ulaşmanın yetişmenin  çabası içerisinde kıvranıp duruyor... Zamanın peşine takılmış, tıpkı maraton koşusu yapan sporcunun bitiş çizgisine bir an önce varması için önüne çıkan tüm engelleri aşması, bazen kırıp dökerek var gücü ile koşması gibi… "Zaman" hani şu  her şeyin ilacı olan...Yaralarımızı iyileştiren, acılarımızı dindiren merhem... Kimi zaman bırakın tedavi etmeyi hastalığın ta kendisi oluyor. Ardında hüzün, hasret,  elde, yüzde, dilde, gözde, ruhta, yürekte  imzasını  bırakıp gidiyor. Onun tek derdi   geçmek... İnsanın bütün çabası  ise yetişemeyeceğini bile bile  mücadelesini sürdürmek...  
Daha dün gibi 2012' yi uğurlayıp, 2013' ü kutlayışımız... Şimdi yılı yarıladık. Zaman öyle hızlı geçiyor ki,  insan da  bir kuş misali bu gün burada yarın bilmem nerede? 
20 Haziranda   büyük bir hasretle kızıma kavuştum. Birlikte çok güzel vakit geçirdik. Kızımın gelmesinden bir kaç gün sonra  Japon arkadaşını misafir ettik. Adı Kotoko Madono.  Ülkeler arası öğrenci değişim proğramı çerçevesinde, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde dünya tarihi okumuş. Dokuz aydır Ankara'da imiş. Okulu bitirmiş ülkesine dönecekken kızım Mersin'e de davet etmiş. Bana misafirimiz var anne kabul ederseniz dediği vakit önce biraz tedirgin oldum. İyi misafir edememekten çekindim açıkçası. Çünkü sadece biz değil orada Milletimizi temsil ediyor hissine kapıldım. Kızım, Kotoko'nun meramını anlatacak kadar Türkçe bildiğini o nedenle anlaşma konusunda problem olmayacağını söyledi. Bu anlamda biraz rahatladım. Damak tadı konusunda sıkıntı olur diye düşündüm, kızım bu konuda da beni rahatlattı. Türk mutfağını çok sevdiğini söyledi. Hal böyle iken bana da yöresel yemeklerimizi hazırlamak düştü. Sağ olsun komşum Serpil hanımın da yardımı ile içli köfte, mantı hazırladık.Mercimek çorbamız, tavuk ve sebze yemeklerimiz, salatamız ve milli içeceğimiz ayran ve diğer meyve sularımız ile ikramımızı en güzel şekilde yapmaya çalıştık. Kaldı ki milletimizin en güzel özelliği değil mi? Misafire izzeti ikramda bulunmak. Onu memnun etmek için elinden geleni esirgememek.
  Kotoko'yu hepimiz çok sevdik. Çekik gözleri,omuzuna kadar inen  düz saçları, zayıf ve minyon tipli sıcak ve sevecen hali ile kendini sevdirdi. Onun da bizden memnun kalması, ayrıca yemekleri çok beğendiğini söylemesi beni son derece mutlu etti.  Kızlarla birlikte gezdiler, denize girdiler, eğlendiler. Bizi unutmaması için ona, oyalı bir yazma ve kuran meali hediye ettim. Budist olduğunu, kuranı merak ettiğini okumak istediğini söylemesi beni ayrıca sevindirdi.Memnun bir şekilde buradan ayrıldı.Onun mutlu ayrılması ailecek bizi de mutlu etti. 
Kotoko'nun gittiği günün ertesi,  Anamur'a eşimin abisinin kızının düğününe gitmemiz gerekiyordu. Ani bir kararla apar topar alış veriş yaptık. Alel acele hazırlanıp yola koyulduk. Her zamanki gibi ani kararla apar topar hazırlanmamıza rağmen bu defa  temkinli idim. Zihnimde oluşturduğum listeme göre davrandım ve tüpü kapattım mı, suyu kapattım mı, ütünün fişini çektim mi? endişelerini ortadan kaldırdım. Anamur'a düğünden bir kaç gün önce gittik. Hem akraba ziyareti hem düğün. Yani  bir taşla iki kuş vurmuş olduk. Anamur'da da zaman çok dolu geçti. Düğün telaşı bir taraftan, diğer taraftan sırayla akraba ziyaretleri vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık.  Düğünden önce her zaman olduğu gibi rahmetli babamın mezarını ziyaret etmek istedim. Sağ olsun eşim ve görümcemin kızları ile birlikte gittik. Mezar Anamur'un Kızıl aliler köyünde. Giderken yanımıza  su ve murt dalı aldık. Hava inanılmaz sıcaktı.
Güneş tam tepede öğle vakti idi. Mezarın üzerinde çok fazla ot vardı. Ayrıca bir de arı yuva yapmış. Eşim ateş yakıp arıyı kaçırmak istedi. Otların bir bölümüne  kağıt yakıp tutayım derken birden kurumuş otlar alev aldı. Biz telaşlandık yangın mezarın kıyılarında ki otlara da atladı. Mezarın yakınında bir ev vardı. Görümcemin kızının arkadaşının evi. Hoş tanıdık olmasa bile öyle bir durumda insan su istemek için giderdi. Oradan güğümlerle su verdiler bize. Neyse ki, yangın çok fazla büyümeden söndürdük.  Bu arada eşim şaşkınlıktan ayakları ile söndürmeye çalışırken parmakları hafif yandı. Mezarın üzerinde ki kurumuş dalları söküp, suladık. Murt dalını diktik. Yasin suresini okuduk, duamızı yaptıktan sonra mezar ziyareti maceramız son buldu.
1 temmuz pazartesi günü eşimin yiğeninin  düğününü yaptık. Çok güzel bir düğün oldu. Çiftimizi Allah mutlu mesut etsin bir yastıkta kocatsın. Düğünün hemen ertesi yani salı günü Mersin'e döndük. 
Dün akşam kızımı  Eskişehir'e uğurladım. Tekrar başa, başladığım noktaya geri döndüm...
Yazımın başında zamanın çok çabuk geçtiğinden dem vurmuştum. Şimdi düşünüyorum da! yaklaşık bir hafta gibi kısa bir zaman dilimine ne çok şey sığdırmışız...Yaşarken fark etmiyoruz lakin zaman geçerken bizden çok şeyi de beraberinde alıp götürüyor. 
Hayatı farkında yaşamalı, sevgiyi, dostluğu, kardeşliği hissetmeli, hissettirmeli.
Umutların, hayallerin beklentilerin  zamana kurban edilmemesi dileğiyle....

MURT/MERSİN BİTKİSİ HAKKINDA KISA BİLGİ
Murt/Hambelez) Mersingiller ailesindendir. 100 kadar türü vardır. Karadeniz, Ege ve özellikle Akdeniz kıyılarımızda kendiliğinden yetişir. Mayıs-haziran ayları arasında, beyaz renkli çiçekler açan, 1-3 m boylarında, yapraklarını dökmeyen, bir ağaççıktır. Yapı itibariyle gövde ve dallar şeklinde değil maki görünümündedir. Yapraklar kısa saplı ve karşılıklı, yeşil renkli, derimsi, oval şekillidir ve üzerinde salgı bezleri bulunur. Yaprakları hoş kokuludur. Yapraklarında ve çiçek dallarında reçine, tanen, sinaol, terpen, mirtol, pinen gibi maddeler vardır. Çiçekler beyaz, uzun saplı olup, tek olarak her bir yaprağın koltuğunda bulunur. Mersinde murt, Adana - Hatay taraflarında hambelez, diğer yörelerde mersin denilen meyveleri nohut büyüklüğünde, beyaz üzerine morumsu siyah lekelidir. Meyvenin ortalarında çok miktarda incirinkinden biraz irice olan hafif kekremsi çekirdekleri murt yeme zevkini azaltır. Murtda uçucu yağ, şeker, sitrik asit bulunur. Mersin bitkisinin dal, yaprak, çiçek ve meyveleri hoş kokuludur. Bitki, döktüğü tohumlarla kendiliğinden çoğalır ya da gövde çelikleriyle üretilir. 
Kullanıldığı yerler:
Murt dalları talvar (gölgelik) yapımında, Tak, Düğün salonu, sahne, kürsü süslemede, kesme çiçek tanziminde kullanılır. (Veya kullanılırdı) Murt; Mesane iltihaplarını giderir. Nezlede faydalıdır. Akciğer iltihaplarında kullanılır. Bel soğukluğunda faydalıdır. İshali keser. Mide ağrılarını giderir. Egzamada faydalıdır. Saçları boyamakta kullanılır. Bitkinin yaprakları, çiçekli dalları ve yapraklarından elde edilen uçucu yağ (Mersin esansı) kullanılır. Yaprak ve meyveler kabızlıkta, mikrop öldürücü, iştah açıcı, kan dindirici, antiseptik ve hâricen yara iyi edici olarak kullanılır. Taze yapraklarından, su buharı distilasyonu ile “Mersin Esansı” elde edilir. Bu esans renksiz, akıcı, özel kokulu ve yakıcı lezzetlidir. Takriben 100 kg yapraktan 300 gr esans elde edilir. Mirtenol, sineol ve terpenler ihtivâ ederler. Gıda ve parfümeri sanayisinde kullanılan önemli bir ham maddedir. Yöresel olarak şeker hastalığına karşı da (günde 10 damla) kullanılır. Mersin meyveleri uçucu yağ, tanen, sekerler ve organik asitler ihtivâ eder. Antiseptik özelliği de bulunan meyveler yemiş birkaç gün bozulmadan bekleyebilir. 


27 Haziran 2013 Perşembe

Güzel Gören Güzel Düşünür...


Her ne kadar güzellik göreceli bir kavram olup kişiye göre farklılık gösterse de, insan sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi için iç güzelliğine, ruh güzelliğine önem vermeli. Ruhunu güzelleştiren ona uygun gıdalar veren insan, yaratılan her şeyde güzeli arama, güzeli görme ve güzelleştirme eğilimindedir. 
İnsan her ne yaparsa yapsın illaki öncelikle sağlıklı bir ruh yapısına sahip olmalı. Bu durum kişinin kendi ile  barışık yaşamasını, insanları, birlikte yaşamak zorunda olduğu diğer  canlıları ve hayatı sevmesini, onlara karşı sorumlu, saygılı, dürüst şefkat ve merhametli davranmasını gerekli kılar. Bu bağlamda insan Pozitif düşünmeli, kendini çıkmaza sokacak eylemlerden uzak durmalı. Zira" Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayattan tat alır."

Her insan  huzur ve güven içinde yaşamak, dostluğun ve sevginin var olduğu ortamlarda olmak ister. Bulundukları yerlerde sevgi, saygı huzur, mutluluk, barış,kardeşlik,  hak ve  adaletin   özlemini duyar.  Lakin özlediği bu ortamın oluşması yönünde  kendisi gayret  göstermek istemediği gibi, dostluğu, güler yüzü, güzel sözü  karşısındaki  kişilerden bekler ya da bu ortamları sağlayacak birilerinin çıkmasını bekler durur. Bu yönüyle de insan toplumsal bir varlıktır. Yaşadığı  toplumun  olmazsa olmaz  taşlarından biridir. Kendini yaşadığı toplumdan ve o toplumu ilgilendiren değerlerden soyutlayamaz.  
Hal böyle iken toplumun bir parçası konumunda olan   her birey de, özlemini duyduğu  değerlerin oluşması, yerleşmesi, gelişmesi ve devamlılığının sağlanması adına  üzerine düşeni yapması gerekli değil mi? Herkesin  imkanları doğrultusunda, büyük küçük, az çok yapabileceği mutlaka bir şeyler vardır. Bunun için biraz duyarlı olması yeterli...
Yolda gördüğü kırık bir cam parçasını kaldırıp çöpe atmak, bu soğuk kış gününde susuzluktan açlıktan takatı kesilmiş hayvanlar için evinin bir köşesine bir tabak yemek veya su koymak, yaşlı ve kimsesizleri ziyaret edip gönlünü almak, birilerine selam vermek, tebessüm etmek,  insanlara iyi niyetli dürüst davranarak dostluk için küçük kapılar aralamak,  birliği güçlendirmek, milli manevi değerlere sahip çıkılması yönünde önderlik ve örneklik ederek  teşvik etmek, haksızlık karşısında onurlu ve dik duruşunu muhafaza etmek, evinde sokağında, mahallesinde hoş olmayan göze hoş görünmeyen olumsuzlukları düzeltmek gibi yükte ağır pahada hafif  erdem sayılan güzel davranışları yapmak insana ne kaybettirir?  Hiç bir şey... Yapıldığında hem kendine ve hem de yaşadığı çevreye çok şey kazandırır. Nedendir bilinmez,  bunları yapmak  insana zor geliyor. Kolay değil elbet  gönüller  arasında pencere açmak sevgi, dostluk bağları kurmak emek ister, sabır ve özveri  ister.
Eğer herkes kendi çıkarlarını düşünerek hareket eder, konuşur ve  kendi çıkarlarına göre davranışlarda bulunur, yalnızca kendi rahatını düşünerek yaşarsa, bencil, huzursuz, mutsuz, agresif insanlardan oluşan bir toplum halini alır.
Hak hukuk adaletin kişilere göre farklılık   gösterdiği bozuk ve bozguncu bir düzen hakim olur. 
Zira, toplumun yetiştirdiği  her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcu vardır. Yaşadığı toplumu güzelleştirmek,temel değerlere sahip çıkmak, yaygınlaştırmak, geliştirmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve  kendinden sonra gelecek kuşaklara  en güzel şekilde bırakmak insanlık görevidir. Fıtratı bunu gerektirir.   
 Oysa  biz  ney yapıyoruz? Kapitalist dünyanın aldatıcı büyüsüne  kaptırdık kendimizi gidiyoruz. Her türlü kazanımlarımız "BEN" merkezli...Hayatımızda yer eden her şeyi maddi bir değerle ölçüyor, her insana bir etiket yapıştırıyoruz. Son yılların iletişim ve teknoloji çılgınlığı, televizyonların ışıltılı dünyası da bizim maddeciliğimize çanak tutuyor. Pahalı en iyi son moda olan ne varsa alıyoruz, ve doymak bilmiyoruz. Hep bir tarafımız aç. Giderek hep tatminsiz, mutsuz ve yalnız insancıklar olduk. Bizler küçüldükçe faturalarımız büyüdü, borçlarımız kabardı ama biz hala küçücüğüz, büyüyemedik.
Biz bu yaşama alıştık veya alıştırıldık. Artık kazanmanın yerini  emek sarf etmeden, alın teri dökmeden  kolay yoldan kazanmak aldı. Güçsüzü ezmek, zalimi alkışlamak,güçsüzün  kafasına vurup elinden ekmeğini almak,kolay kazanmak uğruna başkalarını kullanmak, kırmak  başarılı akıllı insan oldu. Hak hukuk hak getire...
 İçimizde büyüttüğümüz hırslarımız, bizi küçülttü. İnsanlığımızı, dostluğumuzu, dostlarımızı, saygınlığımızı, toplumsal benliğimizi   kaybettirdi. Düzensiz, sistemsiz, kalitesiz bir yaşam sürmemize neden oldu. İnsana verilen değer neredeyse kalmadı. İnsanın kazandığı paranın değil, paranın kazandığı insanların değeri arttı…Araç amacın önüne geçti...
Gözlerin, kulakların zihinlerin açılması ve  insanlığın kazandığı insani değerlerin  artması,göreceğiniz güzelliklerin çoğalması dileğiyle.

Muhabbetle,

Hanife Mert



23 Haziran 2013 Pazar

Berat Kandiliniz Kutlu Olsun...

Allah (c.c) katında zamanların değerleri birbirine eşittir. Ancak öyle zamanlar vardır ki o zamanlarda öyle hadiseler olur ki, o vakte diğer zaman dilimlerinden daha üstün bir değer kazandırır.İşte Şaban ayının ondördünü onbeşine bağlayan gece berat gecesi de bu üstün gecelerden biridir.. 
Berat kelimesi; borçtan kurtulma, temize çıkıp aklanma, ceza veya sorumluluktan kurtulma gibi anlamlara gelmektedir. Berat kandili, Allah"ın ekstra rahmet, lütuf ve mağfiretiyle tecelli ederek, kullarına bağışlanma, kapılarını ardına kadar araladığı; müminlerin dualarına icabet ettiği, günahlarını affettiği, yapılan ibadetleri normal zamanlardan kat kat fazla mükâfatlandırdığı gecedir. 
Müslümanlar bu geceyi ibadet ve taatle geçirmenin pek çok sevabı ve feyzi olduğuna inanır. Bu konuda peygamber Efendimiz (S.A.V)şöyle buyurmuştur: 
"Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu zaman, gecesinde ibadete kalkın. Ve o gecenin gündüzünde (kandilden sonraki gün) oruç tutunuz. Çünkü o gece güneş batınca Allah Teâlâ o andan fecir oluncaya kadar: 'Benden mağfiret dileyen yok mu, onu mağfiret edeyim. Benden rızık isteyen yok mu, onu rızıklandırayım. (Bir belâ ile) müptelâ olan yok mu, ona kurtuluş vereyim' buyurur." (İbn Mâce) 
Berat gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfuzdan dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna inzal denir. Kadir gecesinde ise Peygambere ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da Tenzil denir. 
Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de' Apaçık Kitaba yemin olsun ki, Biz Kur'an-ı mübarek bir gecede indirdik. Biz, gerçekten uyarıcıyız. O mübarek gecede, her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir...'(Duhan, 44/1-4) 
Ayette geçen, 'mübarek gece'den maksat; Berat Gecesidir. Kur'ân bu gecede, Yedinci semadan dünya semasına indirildi. Kadir gecesinde ise ilk kez Peygamber Efendimize indirilmeye başlandı. 
Resûlullah (sas): "Allah Tealâ tüm şeyleri Berat Gecesi’nde takdir eder. Kadir gecesi gelince de bu şeyleri sahiplerine teslim eder." buyurmuştur. Berat gecesinde eceller ve rızıklar; Kadir Gecesi’nde ise hayır, bereket ve selametle alâkalı işler takdir edilir. Kadir Gecesi’nde sayesinde dinin güç-kuvvet bulduğu şeylerin takdir edildiği; Berat Gecesi’nde ise o yıl ölecek olanların isimlerinin kaydedilip ölüm meleğinin teslim edildiği de söylenmiştir. (12)
İslâm Alimlerine göre Berat Gecesi’nin için de beş özellik bulunmaktadır:
1- Her önemli işin bu gecede hikmetli bir şekilde ayrımı ve seçimi yapılır.
2- Bu gece yapılan ibadetin (kılınan namazların, okunan Kur'ân'ların, yapılan dua ve zikirlerin, tevbe ve istiğfarların), gündüzünde tutulan oruçların fazileti çok büyüktür.
3- İlâhî ihsan, feyiz ve bereketle dopdolu bir gecedir.
4- Mağfiret (bağışlanma) gecesidir.
5- Resul-i Ekrem'e şefaat hakkının tamamı (şefaat-ı taamme) bu gece verilmiştir. (13)
Bazı hadis-i Şerifler de ise bu gece her tarafı kaplayan rahmet ve mağfiretten ve ayrıca aşağıdaki kimselerin tövbe etmezlerse affedilmeyecekleri ve Allah’ın rahmet ve sonsuz şefkatinden mahrum bırakılacakları haber verilmektedir.
1- Allah'a ortak koşanlar.
2- Kalpleri düşmanlık hisleriyle dolu olup insanlarla zıtlaşmaktan başka bir şey düşünmeyenler.
3- Müslümanların arasına fitne sokanlar.
4- Akraba bağını koparanlar.
5- Gurur ve kibir sebebiyle elbiselerini yerde sürüyenler.
6- Anne ve babalarına isyanda devam edenler.
7- Devamlı içki içenler. (14)
Şayet, bu kimseler Allah’a tövbe eder ve günahlarından vazgeçerlerse, elbetteki ilahi rahmet onları da saracak ve şu ayetin müjdesi onlara da ulaşacaktır.
 Yüce Allah"ın Kur"an-ı Kerim"de; “De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah"ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O,çok bağışlayan, çok merhamet edendir” müjdesinin farkına vararak kendi özüne dönmeli, ümitlerini canlandırmalı,bağışlama ve bağışlanma duygularını güçlendirmelidir.
‘Allah’ım! azabından afvına, gazabından rızana sığınıyorum. Sen’den yine Sana iltica ediyorum. Şânın yücedir. Sana yaptığım senayı Senin kendine yaptığın senaya denk bulmuyorum. Sana lâyık bir surette hamd etmekten âcizim.’ 

Allah’ın rahmet ve mağfiretinin bizleri kuşatacağı, bütün manevi kirlerimizden temizlenme imkanı bulabileceğimiz ve Ramazan ayının son müjdecisi Mübarek Berat Kandili ülkemize, milletimize ve tüm islam alemine barış kardeşlik adalet ve hayırlara vesile olsun... Beratimiz olsun... Dualarda buluşmak ümidi ile, kandilimiz mübarek olsun...
Kaynak: Derleme

10 Haziran 2013 Pazartesi

Yemen Türküsü- Hikayesi

Yemen (Bir Alay Askerdik)
1839 yılında Aden'i ele geçiren İngiltere Yemen halkını Osmanlı yönetimine karşı kışkırtmaya başladı. 1871'deki Yemen isyanını bastırmak için İstanbul hükümeti bir ordu gönderdi. Harekat 1873 yılına kadar sürdü. Bir çok vatan evladının kanı pahasına isyan bastırıldı.
Yemen'in dağlık kesiminde yaşayan Zeydiler, Osmanlı Devleti'ne düşmandılar. Kendi imamlarının yönetiminde yaşamak istediklerini öne sürerek 1889 yılında isyan ettiler. Hicaz valisi Müşir Ahmet Feyzi Paşa tarafından bastırılan isyan neticesinde Feyzi Paşa Yemen'e hakim oldu. Bir süre temin edilen asayiş, 1895'te Zeydiler tarafından çıkartılan ikinci bir isyan ile tekrar bozuldu. Hüseyin Hilmi Paşa'nın komutasındaki Osmanlı ordusu iki yıl süren şiddetli mücadele sonunda isyanı bastırabildi. Yemen'de otoritesi zayıflayan Osmanlı, zaman içinde burayı terk etmek zorunda kaldı.
Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şu Yemen'de can verenler
Biri Mehmet biri Memiş
Yemen savaşlarında Anadolu'dan gönderilen vatan evlatları çok kayıplar verdiler. Yemenlilere Türk askerinin koynunda Osmanlı parası aratan İngilizler, para çıkmayan şehit düşmüş Türk evlatlarının karnını yardırıp sarı lira arattılar. Yemen, Anadolu insanı tarafından gidip geri dönülmeyen, adeta bir cehennem olarak nitelendirilmeye başlandı. Anadolu yiğidi buralarda Arabın ihaneti, açlık, mühimmatsızlık nedeniyle eridi gitti. Birçok gelin, kız, sevdiğini, ana-baba fidan gibi evlatlarını bu hain topraklarda yitirdi. Küçük körpe yavrular babasız kaldı. Aşağıdaki türkü o günleri yaşayan Anadolu insanının yüreğinde kopan bir acı feryattır.
Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne figandır
Şu Yemen elleri nede yamandır
Adı Yemen'dir
Gülü dikendir
Giden gelmiyor
Acep nedendir
Kışlanın önünde redif sesi var
Açın çantasını acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var
Burası Huş'tur
Yolu yokuştur
Giden gelmiyor
Acep ne iştir
Mızıka çalındı düğün mü sandın
Yemen'e gideni gelir mi sandın
Kahpe Yemen yari elimden aldın
Adı Ali'dir
Nazlı yarimdir
Giden gelmiyor
Nasıl ölümdür
Anadolu insanının kolay kolay belleğinde silinmeyen Yemen faciası bir çok türkü ve ağıda konu olmuştur. Kırşehir'den gidip Yemen'de şehit olanlar için, Kırşehirli Âşık Hüseyin ile Âşık Said'in söylemiş olduğu türkülerin mısraları oldukça düşündürücüdür.
Yemen 1

Bir alay askerdik bindik gemiye

O gemi götürür bizi Yemen'e
Şükür o Yemen'de geri dönene

Yemen'e de benim ağam Yemen'e

Ateş düştüğü yeri yakar kime ne

Susmuş konuşmuyor ağzında dili

Yirmisinde solmuş tomurcuk gülü
Ne yaman yer imiş Yemen'in çölü

Yemen'e de koç yiğidim Yemen'e

Kendim ağlar kendim söyler kime ne

Kalkmıyor sırt çantam cephanem ağır

Kimimiz kör olduk kimimiz sağır
Her yana oynuyor İngiliz gavur

Aman padişahım imdat Yemen'e

Şu Yemen'in gailasi bize ne

Yemen'de de kara haber geliyor

Nice koç yiğitler telef oluyor
Hain Arap arkamızda vuruyor

Türk uşağının kanı akar Yemen'e

Analar bacılar ağlar kime ne

Hüseyin akıtır kanlı yaşını

Bit pire üşüşmüş yiyor döşünü
Akbabalar konar oyar başını

Gitti gelmez ağam emmim Yemen'e

Ölen ölür kalan sağlar kime ne
***
Yemen 2
Yemen nere sıla nere
Dağlar girdi ara yere
Yitirmedim umudumu
Gözlüyorum Memet gele

Yemen bizim neyimize

Figan düştü evimize
Çocukların yetim kalır
Sen güvenme beyinize

Yemen yolu çukur olur

Karavanam bakır olur
Zenginimiz bedel verir
Fakirimiz asker olur

Kalmadı anayın sabrı

Taş kesti babayın bağrı
İnsafa gel padişahım
Gönder Memet'imi gayrı

Başta kalpak soldu m'ola

Gün vurdu da uldu m'ola
Memed'imin gözlerine
Karıncalar doldu m'ola

Güvenme Arap hayına

Ateş atar ocağına
Yemen'e gittin gideli
Oğul gelmez kucağıma

Yavruların zarleniyor

Bu hasretlik külleniyor
Küçük körpe Hüseyin'in
Babam diye dilleniyor

Yemen 3

İstanbul'da bindik derya yüzüne
Hasret ile figan indi gözüme
Dinleyin kardeşler bakın sözüme
Aman kaptan gidiyok mu Yemen'e

Yemen'den karalı haber geliyor

Nice yiğitlerde hasret ölüyor
Şen İstanbul gerilerde kalıyor
Aman kaptan iyi bakın dümene

Deniz üstü kara duman bürüdü

Nice yiğit ölümlere süründü
Kırk yedi gün Yemen çölü göründü
Arkadaşlar işte geldik Yemen'e

Durmadan söylüyor Said'in dili

Bahçeler açtı mı kırmızı gülü
Neye mahzur derler Yemen'in çölü
Kendin ağlan kendin gülen kime ne
Kaynak: Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, III. İst. 1985, s.259; D. M. İsa Salahiye, El-Osmaniyim fi Cenubi'l-Cezireti'l Arabiye, 1977. Yemen Salnamesi, Sana 1324; Prof. Dr. H. Dursun Yıldız, Büyük İslam Tarihi, Çağ Yay. İst. C.12, s.123; Baki Yaşa Altınok, Âşık Hüseyin, 69, Ocak Yay. Ank. 2000, s. 68; Muzaffer Ergün, Toklumenli Aşık Said, Kırşehir Basımevi 1938, s. 10; Öyküleriyle Kırşehir Türküleri, Destanları, Ağıtları - Baki Yaşa Altınok, Oba Yayıncılık, Mayıs - 2003, Ankara, s.161-162-163-164-165
http://www.turkudostlari.net/hikaye.asp?turku=18261

Not; Atatürk'ü ağlatan ve  "Yemen ellerinde Türk çocuklarının ne işi vardı? dediği  Yemen Türküsü'nün hüzünlü hikayesi...

7 Haziran 2013 Cuma

Bir Ayet, Bir hadis HAYIRLI CUMALAR...

AYET; BİSMİLLAHİRRAHMENİRRAHİM
"Allah o İlahtır ki Kendisinden başka ilah yoktur. Haydır, kayyûmdur. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine? Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahlûklar ise O'nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O'na ağır gelmez, O öyle ulu, öyle büyüktür. {Bakara, 255 - Ayetü'l-kürsî}

Hay: Her zaman var olan, diri olan, ezelî ve ebedî hayat sahibi. 
Kayyûm: Kendi zâtı ile var olup, zeval bulmayan ve bütün kâinatı varlıkta tutup onları yöneten, demektir. 
Bu âyete ayetü'l-kürsî denilir. Bu ayet, Allah'ın hükümranlığının son derece açık ve özet bir anlatımını ihtiva eder. Fazilet ve sevabına dair hadisler vardır. 
 "Kur'ân'da en büyük âyet, Âyetü'l-kürsî'dir. Bunu kim okursa Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. İçinde okunduğu evi şeytan otuz gün terkeder. O eve kırk gün sihir ve sihirbaz giremez. Ey Alî! Bunu evladına, ailene ve komşularına öğret
HADİS;

"Zandan uzak durun! Çünkü zan, sözün en yalanıdır.
Başkalarının gizli konuştuklarını yaymayın!
Birbirlerinizin ayıplarını araştırmayın!
Gereksiz yere rekabete girmeyin!
Birbirinizi kıskanmayın!
Birbirinize kin tutmayın!
Birbirinize sırt çevirmeyin!
Ey ALLAHın kulları, ALLAHın size emrettiği gibi kardeş olun!
Müslüman müslümanın kardeşidir.
Ona ne zulmeder, ne de onu yüzüstü bırakır.
Ona hakaret de etmez."
Sonra kalbini gösterdi:
"Takva buradadır, takva buradadır, takva buradadır!
Kişinin, müslüman kardeşini hor görmesi, kötülük bakımından kendisine yeter de artar bile.
Müslümanın herşeyi müslümana haramdır: kanı, şerefi, malı...
ALLAH, sizin ne bedenlerinize, ne biçimlerinize ve ne de amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar."
HZ. MUHAMMED (S.A.V)

Ebû Hureyre radıyALLAHu anh. Buhârî.

Sevgili Dostlarım!
Bu mübarek cuma günün ülkemize, milletimize barış, huzur, kardeşlik,sevgi, hoşgörü, adalete vesile olmasını diliyorum. 
Sevgi ve muhabbetle,

6 Haziran 2013 Perşembe

Cahil Meyvesiz Ağaca Benzer...

Cahil kelime olarak; bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan yoksun olan  kimse olarak nitelendirilir.
Cahil kimse  erdemli, doğru ve araştırıp öğrenmeyi  kendine ilke edinmiş, akıllı bilgili kimselerden uzak durur. Çünkü, kendini olduğundan daha fazla büyük  görme hastalığına tutulmuş, tevazudan  yoksundur. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Dediğim dedikçidir, yanıldığını asla kabul etmez. Çünkü o, etrafı ancak gördüğü gibi değerlendirir. Fazla detaya girmez. Ben bilirim, benim dediğim doğrudur zihniyetindedir,kendi düşüncesinde olmayanı ötekileştirir. Kitleleri birleştirmek yerine ayrıştırıcı politikalar üretir. Cahil kimse meyve vermeyen ağaca benzer atasözünde ifade edildiği gibi  kimseye fayda sağlayamazlar. Eğitim almak ya da almamak bu kimselerin cehaletinin üzerinde olumlu rol oynamaz. Öyleleri vardır ki, mektep medrese görmüş, mürekkep yalamış ama kendini geliştirememiş yetiştirememiş cahil kalmıştır. Kimileri de vardır, okul yüzü görmemiştir ama kendisini en iyi şekilde eğitmiş hayata hazırlamış bilge kimseler kategorisine girmiştir. Günlük yaşamımızda bu özelliklere sahip kimselerle,kimi zaman iş yerinde arkadaşımız, şefimiz, müdürümüz, patronumuz; sokağımızda, mahallemizde, sitemizde, apartmanımızda komşumuz,iş yaptırmak zorunda olduğumuz bir kurumda yardımına ihtiyaç duyduğumuz kurum çalışanı olarak karşılaşırız. Bu kimseler davranışlarıyla öylesine cahilce bir tutum sergiler ki;  işgal ettiği makam yer ve konum birbiriyle tamamen zıttır.
Hatta  tv de izlediğimiz düşünmeden cahilce söylemlerde bulunan bizi şaşırtan, adam nasıl  bakan, milletvekili, vali olmuş dediğimiz kimseler...Bir İşgal ettiği makama, konumuna bir de hareketlerine bakarız! bu insan bu makama, bu duruma nasıl getirilmiş?  diye,  kendimize sorarız...
İlk bakıldığında kendilerinden kattıkları çok fazla bir nitelikleri olmamasına rağmen, hasbel kader sahip olduğu durumu kendi lehlerine çevirme de üstlerine yoktur. Cahilce tutumlarını kabul edilmez bulursunuz.. Her hareketlerinde düşünme, kontrol etme eğitim, bilgi gibi olgulardan uzak özgürce davranış sergilerler. Karşı tarafın bilgisi, eğitimi tecrübesi bu kimselerin gözünde önemsenmeye değer bulunmadığı gibi,aksine onları küçük düşürücü davranışlardan kaçınmazlar. 
 İki psikiyatri uzmanının, 10 yıl  önce ortaya attığı bir  teoriye göre; 
"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."
Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli araştırmaların sonucunda  Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı: Buna göre;
“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!
Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur. 
‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.
Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçak gönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar..."
Bertrand Russel'in ifade ettiği gibi;
Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”
Şuan gerek ülkemizin ve gerekse içinde bulunduğumuz dünyanın yaşanılmaz hale getirilmesinin belki de en önemli nedeni, cahillerin akıllılardan daha özgür ve küstahça hareket etmesidir... 
sevgi ve muhabbetle
Hanife Mert


28 Mayıs 2013 Salı

Atatürk'ü Koruma Kanunu




Son dönemlerde iktidarda olanlar  ve yandaşları gerek medya gerekse internet üzerinden, Milli değerlerimize ve özellikle, gösterdiği üstün liderlik vasfı ve başarılı stratejileri ile yok olmanın eşiğine gelmiş bir Milleti ayağa kaldırmış,  gücünü tüm dünyaya ispatlamış ve kendisi  dünyaya mal olmuş bir lider olan Atatürk'ümüze gerek söz, gerek büst ve heykellerine yapılan sinsice, haince, cahilce ve nankörce oluşturulan saldırılar karşısında bizlerin duyarsız ve tepkisiz tavırları en az saldırıyı yapanlar kadar nankör ve vefasız bir toplum olduğumuzun göstergesi... Hal böyle iken,  vatanına, bayrağına, Atasına ve tarihine gönül bağı ile bağlı vatanseverlere sorumluluğunu  hatırlatmaktır görevimiz.
 Biz Atamızı yüreğimizde koruyoruz... Lakin yapılan bu saygısız tavırların yasal bir müeyyidesi olmalı diye araştırırken aşağıda eklediğim kanunu buldum ve siz değerli arkadaşlarımla paylaşmak istedim.
    Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun:    

yayın : resmi gazete
yayım tarihi ve sayısı : 31/07/1951 - 7872 

numarası : 5816 

madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla 
kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. 
yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır. 
birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır. 
madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır. 
madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer. 
madde 5- Bu kanunu adalet bakanı yürütür. 
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, hakareti ya da kamu malını tahribi cezalandıran kanunlar yapmanın bireysel hakları tehdit eden herhangi bir yönü yoktur. Hakaretin artık aramızda olmayan bir insana yöneltilmiş olması da, mazur görülmesini elbette gerektirmez. 
Ancak bütün bunlar, Atatürk'ü Koruma Kanununun hatasız bir şekilde tasarlandığı anlamına gelmiyor. 
Bu tür kanunların bireysel haklar ve düşünce özgürlüğü adına en büyük tehlikesi, eleştiri-hakaret ayrımında oluşacak içtihatların niteliği. Zira bu ayrım sağlıklı bir şekilde yapılmadığı müddetçe, kanunun belli düşüncelerin susturulmasına hizmet edecek şekilde kötüye kullanılabilmesi de mümkün olabilir. Bir başka deyişle, uzun yıllardır Atatürk'ün 'tartışılamaz' ve 'aşılamaz' kılınmaya çalışılması yönündeki çabaların oluşturduğu algı, yargıya hakim olduğu ölçüde, Atatürk'ün düşünceleri ve uygulamalarına yöneltilen 'olumsuz eleştirilerin de 'hakaret' olarak değerlendirilmesi fazlasıyla mümkün.
Kanunun 'tuhaf' olarak nitelendirilebilecek bir yönü de yok değil. Zira kanun, Atatürk'ün şahsına yönelik hakaretlerden çok, heykellerini korumaya odaklanıyor. Kanunda, Atatürk'ün şahsına hakaret etmenin cezası maksimum üç yıl olarak belirtilmişken, heykeller için öngörülen maksimum ceza 'ağır hapsi' de içermek üzere beş yıla kadar çıkabiliyor.

LÜTFEN DUYARLI OLALIM ATATÜRK'E YAPILAN ÇİRKİN SALDIRILARA KARŞI YASAL HAKKIMIZI KULLANALIM!!!

26 Mayıs 2013 Pazar

Ye Kürküm Ye Devri

Ye Kürküm Ye… 
Nasreddin Hoca’nın meşhur bir fıkrası vardırya hani; ye kürküm ye diye. Hoca bir gün günlük kıyafetiyle bir meclise gitmiş. Pek itibar hürmet görmemiş, sofraya da davet edilmemiş. Hocamız bu tabi, irfan ve feraset sahibi bir insan, sebebini anlamış bu durumun. Evine gitmiş güzel kıyafetlerini giymiş, üstüne de kürkünü. Tekrar aynı meclise gitmiş. Bu defa hocaya büyük itibar etmişler, hürmet göstermişler ve sofranın başucuna oturtmuşlar. Hocaya her yemek ikram edildiğinde Hoca önce kürkünü uzatıp “ye kürküm ye” diyormuş. Tabi çevresindekiler anlam veremeyip, “Hoca kürk yemek yer mi?” diye soruyorlarmış. Hoca da biraz önce normal kıyafetlerimle geldim, sofraya oturamadım, kürküm ile geldim sofranın başucuna oturdum. Yemek onun hakkı mealinde bir cevap vererek anlayanlara güzel bir ders vermiş. 
Her ne kadar yıllar,yüzyıllar da geçse, bilim ilerlese de, atların, eşeklerin,develerin, katırların yerini arabalar, trenler, uçaklar, helikopterler alsa da, bilgisayar, internet icat edilse de, bilgi çağına girmiş olsak da, insanların değer yargıları, yaşam felsefeleri ve zihniyetleri değişmiyor. 
İnsanlar kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne,kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor.. 
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları, şekil, görünüş ve madde üzerine bina edilmiş. Şeklin güzelse adamsın, paran varsa adamsın, zenginsen adamsın, mevki makam sahibi isen adamsın gibi.. Demek bu Nasreddin Hoca zamanında da böyleydi şimdi de böyle. Halbuki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. En değerli varlıklar olarak bunları kabul ederdi. Ahlak, ilim, irfan artık yok, para, ev, araba, mevki, makam var. 
Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz. 
Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi, yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen, kimseye yardım etmek yerine sadece bakıp geçen kişileri görüyoruz. . 
Beni  üzen; kendini dindar olarak tanımlayan ve görünüşte dini hassasiyetleri diğer insanlardan daha fazla olanlar da aynı. Onlar da tamamen saygılarını, hürmetlerini madde, para odaklı hale getirmişler. 

Belki çok genelleyici, karamsar ve kötümser bir yazı oldu. Ancak değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanlar olduğunu biliyorum ve benim  saygı ve hürmetim onlara... Parasına,  makamına,  arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, fakiri güçsüzü ezenlere, yetimi yerenlere  değil...
sevgi ve muhabbetle



Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...