dini felsefi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dini felsefi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2013 Perşembe

Hatalarımız.... ve Rabbimiz'in Merhameti...


İnsan hata yapmaya yatkın bir varlıktır. Kimi zaman bilmediğinden, kimi zaman unutup yanıldığından kimi zaman da nefsinin ya da şeytanın telkinlerine uyduğundan hata yapabilir. Ancak insanın bu dünyadaki amacı zaten Rabbimiz'in kendisi için yarattığı ömür süresi içerisinde bu ve benzeri olaylarla denenmesi, Kuran ahlakını öğrendikçe olgunlaşıp, içerisinde bulunduğu hatalardan kurtulması ve Rabbimiz'in razı olacağı üstün bir ahlaka ulaşabilmesidir. Kuran'da bildirilen tövbe ile ilgili ayetler de insanın bu acizliğinin bir göstergesidir. Rabbimiz, cehalet nedeniyle hata yapan, fark ettiğinde ise hemen tövbe edip tavrını düzelten kimselerin hatalarını bağışlayacağını Kuran'da şöyle bildirmiştir:

"Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tövbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tövbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tövbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. " (Nisa Suresi, 17)

İnsan aklını ve vicdanını en güzel şekilde kullanıp tüm samimiyetiyle hareket ediyorsa ve buna rağmen hatalı bir tavır içerisine giriyorsa, Allah (cc)'ın kendisini bağışlamasını umabilir. Allah (cc) pek çok ayette "Affedici" ve "Bağışlayan" olduğunu haber vermiştir. Bir ayette şöyle bildirilmiştir:

"Haber ver kullarıma; şüphesiz Ben, Ben bağışlayanım, esirgeyenim. " (Hicr Suresi, 49)

“Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır,(Zümer, 39/53}

Bu âyet, Kur’ân-ı Kerîm’deki en ümit verici âyet sayılabilir. Bununla beraber, yine de tövbeyi kabul etme, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Bu âyeti günah işlemeye teşvik sebebi saymak, Kur’ânı maksadı dışına çekmektir. Maksat tövbeye teşviktir. Müteakip âyet, günahların affını tövbenin yanında, Allah’ın gönderdiği hidâyeti kabul etmenin de lüzumu ile birlikte düşünmemizi telkin etmektedir. Hz. Peygamber (a.s.)’dan şöyle dediği nakledilir: “Bu âyeti, dünyaya ve dünyada bulunan bütün şeylere değişmem”

alıntı

18 Ocak 2013 Cuma

EN BÜYÜK KİŞİSEL GELİŞİM KİTABI



Bakın Kuran-ı Kerim'de bizi yaradan Rabbimiz bize nasıl öğütler veriyor.
Bizi bizden daha iyi bilen olmaz deriz ya.
Yanılıyoruzdur aslında.
Bizi bizden daha iyi bilen biri var.
Bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz, yüce kitabında gören gözler için apaçık bir kişisel gelişim dersi veriyor.
Haşr 10: Muhatabına güvenmek istiyorsan, önce sen güvenilir ol.
Saff 2: Yalandan uzak dur.
Maun 4-5: Eleştirinin keskin bir bıçak olduğunu unutma. Söyleyeceklerini iyi tart.
İsra 37: Kibirli olma, alçak gönüllü davran.
Müddesir 1-5: Kendini fazla abartma.
Yunus 12: Vazgeçilmez olmadığını kabul et.
Rum 21: Tek başına mutlu olunamayacağını bil. Çevrenin mutluluğu için gayret göster.
Tekasür 1-2: Kibrine yenilip hep daha fazlasını isteyerek hayatını zehir etme.
En''am 50: Ön yargılarla hayatı kendine zehir etme.
En''am 60: Bildiklerinle açıklayamadığın şeyler, hayatının kâbusu olmasın.
Felak 1-5: Korkuların tutsağı olarak yaşamaktan vazgeç.
Fecr 27-28: En sevdiğin şeyleri, başkalarıyla paylaşmanın keyfine var.
Tekvir 25-27: Her şeyin üstesinden gelemeyeceğini asla unutma.
Hucurat 10: Büyüklük kompleksine kapılıp, insanları ezerek arkadaşlarını kendinden uzaklaştırma.
Bakara 156: Çaresizlik tuzağına düşme. Her zaman bir umut ışığı olduğunu aklından çıkarma.
Beled 5-6: Her şeye hakim olmak için uğraşıp hayatı yaşanmaz hale çevirme.
Muhammed 7: İyiliği karşılık beklemeden yap.
Vakıa 83-87: Ölümden korkmak yerine, ölüm gerçeğiyle yüzleş.
Bakara 263: Yaptığın iyilikleri unut. Anlatarak onları kıymetsizleştirme.
Furkan 63: Sana yapılan kötülüğün karşılığını vermek yerine öfkenin dinmesini bekle.
İnşirah 1-3: Seni huzursuz edecek işlerden uzak dur. İhtirasını törpüle.
Mücadele 7: Hiçbir sırrın sonsuza kadar gizli kalamayacağını unutma.
Rahman 7-9: Çıkarcı olma. Adil davran.
Tevbe 40: En zor zamanda bile kesinlikle ümitsizliğe kapılma.
Fatır 19-22: Senden iyi durumda olanlara bakıp üzüleceğine, senden zor durumda olanları görüp rahatla.
Hakka 33-35: Hayatının vazgeçilmezleri olsun. Onları küçük çıkarlar için asla feda etme.
Kalem 1-2: Yazdıklarının ve yaptıklarının peşini bırakmayacağını unutma. Gücünü insanların yararına kullan.
Münafıkun 4: Bencil olma, tebrik etmeyi bil.
Yusuf 32-33: Modern hayatın çarpıklaştırdığı kadın-erkek ilişkilerinin, hayatını esir almasına izin verme.
Ankebut 41: İyi bir dostun, paha biçilmez olduğunu aklından çıkarma.
Al-i İmran 92: İyilik yapma arzunu, şarta bağlama. Vermek almaktan daha büyük bir ihtiyaçtır, asla unutma.
Hacc 46: Kendini, hep daha iyiye ulaşmak zorunda olduğuna koşullama.
İbrahim 42: Merhametli olmaktan asla vazgeçme.
İsra 23: Anne ve babana ''off'' bile deme.
Nisa 149: Kendini sürekli övmekten uzak dur.
Enfal 56: Sözünüzde durmamanın utanç verici olduğunu aklından çıkarma.
Âl-i İmrân 139: Yaşadığın zorluklar karşısında kendini bırakma ve üzülme; hedefe ulaşmak inancını ve azmini korumayı, duygularına hakim olmayı gerektirir.
Furkan 43: Heveslerini kendine ilah edinme.
Necm 3: İnanma duygunu diri tut.
Nisa 58: Karar verirken, vicdanının sesini duymazlıktan gelme. 
YAŞAMAYI SEV, ÖLÜMÜ U NUTMA
YARATILANI SEV, YARATANI UNUTMA
MALI MÜLKÜ SEV, HESABINI UNUTMA
DÜNYA HAYATINI SEV, KABRİ UNUTMA
YALNIZ ALLAH'A DUA ET, BİZİ DE DUANA DAHİL ETMEYİ UNUTMA:)
ALLAH'A EMANET OLUN
ALINTI

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Ne için yaratıldığımızı unutmayalım


Samimi bir Müslüman için hayatındaki en önemli şey Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nun emir ve yasaklarına uyarak yaşamaya çalışmaktır.
Çevremize baktığımızda ‘ belki kendimiz de dahil ’ pek çok insanın bu önemli gerçeği unutarak yaşadığını görürüz. Kimi daha fazla para kazanmak telaşında, kimi çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmek gayretinde, kimi güzel bir araba, ev ve lüks eşyalara sahip olma çabasında, kimi de daha güzel olabilmenin peşinde… Milyonlarca insan ve milyonlarca amaç…
Tüm bu saydıklarımız tabi ki normal isteklerdir. Her insan güzel bir evde yaşamak, lüks arabalara binmek, başarılı çocuklar yetiştirmek isteyebilir. Bunlara ulaşmak için çabalamak yanlış değildir. Ancak şu soruyu kendimize soralım; tüm bunların temelinde Allah’ın rızasını gözetiyor muyuz?
Biz Boşuna Yaratılmadık
‘Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?’ (Mü'minun Suresi, 115) ayeti, insanın ‘neden yaratıldığını’sorgulaması açısından son derece önemlidir.
Etrafımızdaki pek çok insan son derece inançlı bir Müslüman olduğunu dile getirir. Ancak hayatlarındaki önceliklere baktığımızda aslında temelde Allah korkusunun olmadığını, Müslümanlığın gereklerini yerine getirme konusunda yeterince titiz olmadıklarını, kolaylıkla zina, yalan ya da dedikodu gibi Allah’ın yasakladığı pek çok konuya meyledebildiklerini görürüz.
İman, samimiyet ve kararlılık gösterilmesi gereken bir konudur. Hayatımızın bazı dönemlerinde Allah’a yakınlaşıp bazı dönemlerinde O’nun rızasından uzak yaşamak samimi bir davranış olmaz. Bazı insanlar sadece ramazan ayında, kandillerde ya da bazı özel günlerde yaptıkları ibadetleri yeterli görüyor olabilir. Ancak Kuran’ı Kerim’i okuduğumuzda anlıyoruz ki, cennete girecek müminlerin arasında olmak için bunlardan çok daha fazlasını yapıyor olmamız gerekmektedir. Yüce Rabbimiz Kuran’da ‘Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.’ (İnşirah Suresi, 7) buyurmaktadır.
İnsan boş bir amaç uğruna yaratılmadıysa ne için yaratıldı?
Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)

İnsan Allah’a kul olmak için yaratıldı. İnsana, mala mülke, nefse ve şeytana köle olmak için değil…

Şeytan İnsanı Allah’ın Yolundan Saptırmak İçin And İçmiştir

Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım." (Araf Suresi, 16)
Şeytan insanı Allah yolundan alıkoymak için pek çok yöntem kullanır. Namaz kılmasına engel olmak için ‘ gece en tatlı uykundan uyanıp nasıl kalkacaksın, boşver uyu’ der, ‘bu sıcakta oruç mu tutacaksın, boşver Allah affeder’ der, duygusallık telkiniyle zinaya yöneltir ‘sevgi sınır tanımaz’ der, ‘pembe yalanlardan bir şey olmaz’ der, ‘menfaatin için her şeyi yapmalısın’ der…
Şeytanın bu telkinlerini duymayan insan yoktur. Ancak bu telkinlere karşı güçlü ve kararlı durabilen insan sayısı oldukça azdır. Allah’ı gerçekten seven, O’nun rızasını kaybetmekten korkan ve Allah’ın sınırlarını ve şeytanın oyunlarını bilen insanlar bu telkinlere karşı uyanıktırlar. Şartlar ne olursa olsun ibadetlerini yerine getirmekten, güzel ahlak göstermekten ve Rabbimizin sınırlarını korumaktan asla taviz vermezler. Çünkü bu dünyaya neden geldiklerini ve bir gün mutlaka Allah’a döndürüleceklerini asla akıllarından çıkarmazlar. Ne para, ne mal mülk, ne şöhret ne de herhangi bir menfaat onları Allah yolundan ayıramaz. (Allah’ın izniyle)
İman edenler bilir ki, ahiret günü ne malları ne de kazandıkları kimseye fayda sağlamayacaktır. Ahiret günü yanımızda götüreceğimiz tek şey amellerimizdir. Ne kadar fazla salih amelde bulunursak, günahtan sakınırsak ve Allah’a yakın olursak kurtuluşa erenler arasında olmak için umudumuz o kadar fazla olacaktır.
Dünya, bizim dediğimiz hayatımız, sahip olduğumuz her şey bir gün mutlaka yok olacaktır. Şeytan bize unutturmaya çalışsa da biz uyanık olalım ve asla ahireti unutmayalım. Aksi takdirde biz de unutulanlardan, hor ve aşağılık kılınanlardan oluruz.
Denildi ki: "Bugününüzle karşılaşmayı unuttuğunuz gibi, Biz de sizi bugün unutuyoruz. Barınma yeriniz ateştir. Ve sizin için hiçbir yardımcı yoktur." (Casiye Suresi, 34)

Altuğ Öztürk

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Kadın Dövülür mü?



Hiçbir canlı dövülmez, "Kadınlarınıza iyi davranın, onlar size Allah'ın emanetidir, kadınlarını dövenler hayırlı kimseler değildir" sözleri İslâm'ın aziz Peygamberine (s.a.v.) aittir. O'na on yıl hizmet eden Enes, "Bir kere bile sert söz söylemedi, yaptığım veya yapmadığım bir işinden dolayı beni sorgulamadı, 'nasip olsaydı olurdu' der geçerdi" diyor. Hem cezâda hem eğitimde hem de zorla yaptırmada en yaygın aracın sopa olduğu bir toplumda İslâm, insanların vicdanlarını ve duygularını eğiterek sopayı zaman içinde bıraktırma yolunu tutmuştur. Kur'an'da hafifçe dövmeye izin verilen (tavsıye veya emredilen değil) tek durum, ailenin huzur, düzen ve şerefini ihlâl eden, öğüt ve uyarılara kulak kapatan kadının durumudur, bu durumda bile Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yönlendirmesi işin başka yollardan çözülmesidir. Özetle İslâm sopayı getirmemiş, var olanı asgarîye indirerek bıraktırmayı amaçlamıştır. Ama uygulamada hem İslâm dünyasında hem de başka toplumlarda "cezâda, eğitimde, öfkeyi teskinde, zorlamada" sopa hep kullanılmıştır; bunun vebalini dînlerde ve ahlâkta değil, nefsinin arzularını, duygularının tatminini dinin ve ahlâkın önüne alan ham insanda aramalıdır. Uygulamadan bildiğim pek çok örnek içinde, Kur'an'ın son derecede nadir ve özel bir durumda izin verdiği dövme örneğine hiç rastlamadım. Ama sudan sebeplerle, tamamı meşrû olmayan sayısız dövme olayını biliyorum ve bunu yapan erkeklerin de çoğu namazında niyazında adamlardır. Allah elbette bunları iki sebeple sorumlu tutacaktır: 1. Meşrû olmayan bir sebeple ve şekilde kadınları dövdükleri için. 2. İslâm'a ve müslümanlara söz getirdikleri için. Öte yandan kadın dövenlerin, kadına karşı şiddet kullananların çoğunun fetvâyı dinden almadıklarını, davranışlarını din kurallarına göre ayarlamadıklarını da biliyoruz. Şu hâlde kadına karşı şiddet kınanıyorsa ve bu çirkin uygulamaya son verilmek isteniyorsa bilinmelidir ki, İslâm da bunu istemektedir, bu rahmet dini dövmeden değil, sevmeden yanadır.

Meselenin İslâmî yönüne yukarıda kısaca değinmiş olduk. Bizim bu yazıda "kadının dövülmesi" meselesini konu edinmemizin asıl sebebi, hemen her gün ekranlarda gördüğüm, kadınlarımıza ve kızlarımıza karşı resmî görevlilerin kullandıkları şiddettir. Bunun en sık rastlanan örneği de "hak arayan, haksız buldukları bir uygulamaya veya karara karşı demokratik tepkilerini ortaya koyan kadınlarımıza ve kızlarımıza" uygulanan şiddettir. Deniyor ki, "Efendim izin alsınlar ondan sonra gösteri yapsınlar, izinsiz gösteri yaptıkları sürece biz engelleriz, engellerken de biraz döveriz!" Buna karşı iki çift sözümüz var: 1. Haksız kararı alan, uygulamayı yapan izini de vermiyor, verdirmiyor; o zaman gösteri ve toplanma özgürlüğü/hakkı/denetim aracı nasıl kullanılacak? 2. İzinsiz gösteri yapanların dövülebileceği hangi kitapta yazıyor.
Âlemin gözü önünde komutan, öğretmen, polis... kadın olsun erkek olsun insanı döverse koca karısını, çocuk çocuğu, sokaktaki insan da birbirini döver. İslâm'a, Kur'an'a saldırmak için -bilir bilmez- dövme olayını kullananların çevrelerinde olup biteni görecek gözlerine, işitecek kulaklarına ne oldu acaba!

Prof.Dr.Hayrettin Karaman
(islam Hukuk Profesörü)

26 Temmuz 2012 Perşembe

Allah'ın Kullarına Merhameti..


Hiç düşündünüz mü; Hazreti Allah (cc) kullarını ne kadar seviyor, cehenneme gitmemelerini ne kadar istiyor?
 İsterseniz sözü uzatmadan bir kudsî hadisin hatırlatmasına bir göz atalım, sonra diğer misallere geçebiliriz.
Rabbimizin en çok sevdiği şey nedir, biliyor musunuz?
Kudsî hadiste şöyle bildiriliyor:
– Rabbimiz kulunun işlediği amelleri içinde en çok tövbesini sever.
– Neden?
– Çünkü tövbe eden kul cehennemden kurtulur da ondan. Rabbimiz de kulunu cehennemden kurtaran ameli çok sever.

Hatta bir ana, yavrusunu ateşe atmayı nasıl istemezse Rabbimiz de kulunu cehenneme atmayı ondan çok daha fazla istemez.

Nitekim bir defasında ashabdan biri bir çocukluk hatırasını anlatırken demişti ki:
– Çalılıkta dolaşırken bulduğum bir kuş yuvasından yavruları alıp koynuma koymuştum. Tam bu sırada yavrunun anası başımda dolaşmaya başladı, acıdım, yavruları bırakmak için ihramımı açmaya çalıştığım sırada kuş hemen koynumdaki yavrusunun yanına daldı, kanatlarını yavruları üzerine gerip kollamaya başladı.

Efendimiz (sav)in buna sorusu şöyle oldu:
– Bu annenin yavrusuna bu kadar acıması sizi hayrete mi düşürdü?
Efendimiz (sav) şunu ilave etti: – Hiç şüpheniz olmasın Allah (cc)ın kullarına acıması bu annenin acımasından (kıyas kabul etmeyecek derecede) fazladır.

Bir defasında kadının biri çocuğunu kaybetmiş, deli gibi bir oraya bir buraya koşuyor, yavrusunu arıyor, bulduğu yabancı çocukları da bağrına basıp hemen oracıkta emdiriyordu.
Kadının bu heyecanını gören Efendimiz (sav) yanındakilere;
– Böylesine şefkatli şu kadın hiç yavrusunu ateşe atar mı, diye sordu.
– Atmaz! dediler.
Efendimiz (sav) de tasdik etti;
– Ben de öyle biliyorum, atmaz, dedikten sonra buyurdu ki:
– İşte Allah (cc) da bu kadından çok fazla merhametlidir. Kullarını ateşe atmaz, onlar kendilerini ateşlik amelin içine atmadıkça!

Evet, evet. Allah (cc) kullarını ateşe atmaz, kullar kendilerini ateşlik işin içine atmadıkça!

Bir yolculuktan dönülüyordu. Mola verilmiş, bir kadın da ateş yakarak hazırlık yapmaya başlamıştı. Ateşin alevleri yükselince kadın koşuşturan çocuğunun ateşe düşmesinden korktuğu için hemen onu bağrına bastı ve ateşe düşmesi halindeki dehşeti de tasavvur ederek buna gönlünün dayanamayacağını hayal edip orada bulunan Efendimiz (sav)e dönerek sordu:
– Sen Allah (cc)ın peygamberisin değil mi? Efendimiz (sav) de;
– Hiç şüphen olmasın, buyurdu.

Bunun üzerine kadın şöyle dedi:
– Allah (cc)ın kullarına merhameti bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok değil mi?
Efendimiz (sav):
– Hiç şüphen olmasın öyledir, buyurunca kadın:
– Öyle ise bir ana yavrusunu ateşe atmaz, diye sızlandı.

Efendimiz (sav)in gözleri yaşardı da buyurdu ki:
– Yüce Allah (cc) ancak kendisine isyan edenleri ateşe atar. Müstahak olmayanları asla!
Demek oluyor ki, Allah (cc) kullarını ateşe atmayı asla istemiyor, sonsuz merhamet ve şefkati ateşi gerektirmiyor. Ancak kullar dürüst hareket etmiyor, ille de ateşlik işler yapıyor, birilerine zulmediyor, haksızlıkta bulunuyor, Yaradanına da isyandan geri kalmıyor, böylece kendi amelleriyle kendilerini ateşe attırıyorlarsa bu da kulların kendi tercihleri...

Sözün özü bu olsa gerektir!.. 
 
alıntı

20 Temmuz 2012 Cuma

Dost ile Dost muyuz?

...Nasılki sizi evine davet eden ve sizden en ufak bir beklentisi olmayan bir arkadaşınızın, siz daha gelmeden sizin sevdiğiniz yemekleri, yatacağınız yeri, sizin memnun kalacağınız hizmetleri s hazırlamaya girişmesi, bu arkadaşınızın size olan sevgisinin ciddi bir delilidir. Ve aynı zamanda bu yapılanlar sizinle yakınlığa, yürekten dost olmaya bir davetiyedir. İşte, Alemlerin Rabbi olan Allah, her şeyden yüce, hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde bizi kendi mekanına davet etmişti. Hem de biz gelmeden önce sevdiğimiz ve sevebileceğimiz her şeyi hazırlamıştı. En aciz olduğumuz zamanlarda bizi en fazla seven ve bize en sevgili olan hizmetkarlarını emrimize vermişti. Gözlerimizi açtığımız yüzler, yüzlerin en sevgilileri, gördüğümüz gökyüzü mavilerin en güzeliydi, sevmiştik. Toprağın kahverengisini, denizin mavisini, ağacın yeşilini tereddütsüz beğenmiştik. Bize ikram ettiği ellerimizi, ayaklarımızı, gözlerimizi dünyalara değişmezdik. Oysa mecbur değildi bunca güzelliği bir arada yaratmaya, bunca ikramın hiçbirini yapmaya… Öyle ise mecbur olmadığı halde bu kadar ikramlara boğması dostluğa açık bir davetten başka bir şey olamazdı.

Nihayetsiz bir sukunet ve tevazuyla “Ben gelmeye hazırım, ya siz hazır mısınız? İkram etmeye hazırım, benim verdiklerim müstesna ikram edecek bir şeyiniz yok, esirgeyecek misiniz? Ben sizden gelecek her türlü sıkıntıya, mihnete razıyım, yeter ki af dileyin bağışlamaya hazırım, ya siz benden gelebilecek sıkıntılara katlanmaya sabredebilecek misiniz? Çağırın, çağrınıza icabet etmeye hazırım, siz benim çağrılarıma açık mısınız? Ben dostum!” diyordu yücelerin yücesi Allah. “Ya siz dost musunuz?”…

Lebbeyk! Allahümme lebbeyk!…

“Keşke bizi de çağırsa” demiyor muyduk dost için, dosta dostluğu ispat için. “Hazırım!” diye dostluğumu ilan edebilmem içindi çağrılar, ibadetler bunun içindi. İcabetin olmadığı bir dostluğun tasavvuru elbette mümkün değildi. Mümkün bir dostluğu daha kurulmadan iptal etmek, kurulmuş bir dostluğu riske etmek için acaba kaç çağrı beklemem gerekirdi? ...


9 Temmuz 2012 Pazartesi

İnsanın Yaratılış Gayesi..



Kimi görüşe göre insan, dünyaya gelir, her canlı gibi yer, içer, nefsî arzularını yerine getirir ve sonra toprağa karışır gider. Yani, insan yaşamak için yaşar. Basit dünyevî hedeflerin ötesinde bir yaratılış amacı yoktur. O, ot gibi yaşayıp gideceğini, sonra ot gibi kuruyup yok olacağını zanneder.
İslam’a göre, insanın yaratılış gayesini Allah (cc) belirlemektedir:

“Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım” (51/Zâriyât, 56)

“Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (23/Mü’minûn, 115)

İnsan, yalnız yemek, içmek, gezmek tozmak için  yaratılsaydı insanın herhangi bir hayvandan farkı olmazdı. İnsan boş yere yaratılmamış ve başı boş bırakılmamıştır. O, bir görevi yerine getirmek için yeryüzüne gönderilmiştir Kendisi gibi herhangi bir yaratığa kul, köle olmak için değil; yaratanını tanımak ve O’na ibadet etmek, dünyada Allah’ın hükmünü hakim kılmak, buna karşı çıkan engelleyici güçleri (fitneyi) bertaraf etmek suretiyle halifelik görevini yürütmek için yaratılmıştır. İnsan, nefsi için değil; Allah’a ibadet etmek için, şu fâni dünya için değil; ebedî hayat için yaratılmıştır. Allah'a ibadet için yaratılan insan, bu kulluğunun karşılığını hem dünyada hem ahirette alacaktır. Allah'ın emirlerine itaat, dünya ve ahiret mutluluğuna sebeptir.
İnsanın yaratılış sebeplerinden biri, en geniş anlamıyla yeryüzü yönetiminden sorumlu olmaktır. Halife olmanın anlamı budur. O halde insan, kendi toplumuna huzur ve adaleti hakim kılma görevinin yanı sıra, yeryüzünde yaşayan diğer canlıların hayatlarını devam ettirmelerinden, yeryüzündeki bitki örtüsünden, çevreden ve benzeri şeylerden de sorumludur. Aslında bu görevi de, Allah'a ibadet görevinin çerçevesi içinde görülmelidir. Çünkü namaz, oruç, zekât gibi şekli belirlenmiş ibadetler ve helal-haram gibi konularda Allah'a karşı görevini yerine getiren insanın, dünya hayatıyla ilgili çabaları da ibadet kapsamı içerisine girmektedir. Belirlenmiş ibadetlerini yerine getirmeyen, ahlâkî kurallara riayet etmeyen kimsenin, dünyayı imar görevini yerine getirmesi ise, kendisine manevî alanda herhangi bir değer kazandırmaz. Böylesi insanların hayvanlardan farkı yoktur. Çünkü hayvanlar da fesat çıkarmayıp yeryüzünün îmarına hizmet ederler.

Allah'ın emirlerini yerine getiren kimsenin, dünya hayatıyla ilgili çabalarının da ibadet olarak görülmesi, din-dünya ayırımını ve dine ait olan ile dünyaya ait olan gibi bir bölünmeyi de ortadan kaldırmaktadır. Laiklik demek olan böyle bir ayırım, insan şahsiyetini de parçalar; kişiliğinde birtakım bozukluklara sebep olur. Dünya hayatı, ahiret hayatının bir mukaddimesidir ve onunla sıkı sıkıya bağlıdır. Böyle bir bakış açısı, dünya hayatını olması gereken konuma oturtmuş olur. Bu takdirde dünya hayatı, aşağılık ve çirkef bir hayat değil; ahiret mutluluğunun kazanıldığı bir yerdir; kaçınılmaz bir aşamadır.

İbadetler, Allah'ın onlara ihtiyaç duymasından dolayı değildir. Bilakis fert ve toplum olarak, insanın kendisinin onlara ihtiyaç duymasından; fert ve toplum olarak hayatının düzene girmesi içindir. Mesela, belirlenmiş ibadetlerin başında gelen namaz, insanın kötülüklerden alıkonmasını sağlar; en azından bu hedefe yardımcı olur. Oruç, yine nefsin terbiye edilmesi ve insan iradesinin güçlendirilmesi; zekât, toplumda ekonomik yapının düzenlenmesi ve insandaki mal tutkusunun frenlenmesi için bir araçtır. Kuşkusuz bu ibadetlerin daha başka dünyevî faydaları da vardır. Esas faydaları da ahiret mutluluğuna sebep olmalarıdır. Ama unutulmamalıdır ki, nice yararları olan tüm ibadetleri biz, bu faydalarından dolayı değil; Allah'ın emretmesinden dolayı, O'nun rızası için yerine getiririz [1]
--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ahmed Kalkan, İslam Akaidi: 192; Ahmed Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri





Kullar gitmesede yollar gider Allah'a

Her mevsim yaşanan olaylar gösteriyor ki, ölüm yeni bir hayatın başlangıcıdır ve o hayata ulaşabilmek için geçirilmesi gereken bir arınma hareketidir. Diğer bir ifadeyle ağırlıklardan kurtulma faaliyetidir. Sonbaharda çürüyen, kuruyan ve kendisinde hayattan eser kalmayan kökler, dallar ve tohumlar, ilkbaharın o her yerden hayat fışkıran bayramına hazırlanır ve vakti geldiğinde yeni bir hayata kavuşurlar. Ölüm son değil.

Neler bekliyor bizi? İşte birgün bizler de, o tohumlar gibi toprağa düşeceğiz. Her ne kadar bir müddet için toprağa karışsak bile, bizim de ebedî bir baharımız vardır ve gelecektir Evet, doğumla bu âleme kavuşulduğu gibi, ölümle de bir başka âleme kavuşulacaktır ve tohum, toprakta çürümesine rağmen oradan nasıl bir başka hayata kavuşup, gökyüzüne doğru dal budak salıyorsa, insanın cesedi de ölümle çürüyecek, fakat ölümsüz ruhuyla ebedî bir âlemde hayat bulacaktır Yer altındaki tohum, nasıl yer üstündeki ağaç hâlini ve güneşli dünyayı idrak edemez, onu önceden düşünemez ve bilemezse, biz de bu kayıtlı ve sınırlı hâlimizle, ebedî hayatı ölümden önce anlayamayız. İnsan için ölüm, ipek böceğinin koza içindeki krizalit dönemi gibidir İpek böceğine, kabir gibi daracık kozasından çıktıktan sonra kelebek olacağı ve kendisine birer kanat ihsan edileceği bildirilse, böcek ona inanmakta zorluk çekecektir. İşte insan da, ebedî âlemdeki hayatını anlamak noktasında o ipek böceği kadar âcizdir. Çünkü bütün duyguları, bu dünya ölçülerine göre çalışmaktadır Ancak içinden gelen bir ses, ona ebedî âlemlerin var olduğunu haykırır durur.

İlim adamları tarafından da doğrulanan ve bütün insanların yaradılışında var olan bu sonsuzluk arzusu, bize ebedî âlemlerin varlığını bildiren en kuvvetli bir psikolojik delil olarak kabul edilmektedir. Tıpkı açlık ve susuzluk gibi. İnsanın susaması, suya işaret eder ve onun varlığını gösterir. Bu, su ile insan arasındaki özel ve içten bir alâkadır. İnsanın âhiret âleminin varlığını iç dünyasında sezmesi âhiretin varlığına en büyük delildir. Veya en azından böyle bir âlemin olmasını ve yaratılmasını gerektirir.

En küçük bir canlıyı, bir karıncayı dahi mükemmel bir şekilde besleyen ve istediğini veren Rabbimiz, bize de bütün duygularımızla istettiği âhireti, elbette verecektir Zaten âhireti vermek istemeseydi, onu istemek duygusunu da biz insanlara vermezdi Bütün insanlığı tesiri altına alan ve kuşatan bu gerçeğin, boş ve kuru bir iddia olmadığı açıktır. Bu arzuyu insanın kalbine koyan kim ise, onu verecek olan da ondan başkası olmayacaktır elbette.

alıntı

3 Temmuz 2012 Salı

Kin Ve Din..


İslamiyet kin dini değil,muhabbet dinidir.Kinlerini din haline getiren ham kişilerin kalın kafalarına bu gerçeği sokmak lazımdır.İslamiyet şefkat, yumuşaklık, güzel nasihatler, ikna edici öğütler, güzel tebliğ ve merhamet dinidir.
Din kardeşi olan mü’minlere kalbinde kin besleyen kimseler,asla olgun Müslüman sayılamazlar.
Kin ve düşmanlıkla Müslümanlar paramparça olurlar, yeryüzünün düzeni bozulur, cihan fesat yangınları içinde kalır.
Müslüman, sabır ve tahammül sahibi olacaktır.Hatalı, günahkar, isyankar din kardeşlerini her şeyden önce şefkatle, dostça, arkadaşça yola getirmeye çalışacaktır.
Müslümanlar arasındaki ferdi münasebetlerde kine, düşmanlığa, şiddete yer yoktur.
Din kardeşin hatalar, noksanlar, günahlar, isyanlar içinde yüzüyorsa o hasta demektir.Hastayı şefkatle, sabırla, tahammülle tedavi etmek gerekir.
Aranızda fikir ihtilafı var diye din kardeşine nasıl kin besleyebilirsin? Ya sen yanılıyorsan?.. Şayet o yanlış düşünüyorsa, kin ve adavetle onu doğru yola getirebileceğini zannediyorsan sen pek kalın kafalı bir Müslümansın.
Allahü Teala Kur’an-ı Kerim’de mealen, “Kötülüğü iyilikle karşıla.Öyle yaparsan sana düşman olan kişinin sadık bir dost olacağını göreceksin” , buyuruyor.Bu ilahi buyruktan ibret alsana!
Kin, düşmanlık, kırıcılık, her kişinin kârıdır.Sen, kini bırak da muhabbet eri olmaya bak.
Resulullah Mekkeli kafirlerin zulümlerinden pek bunalmış, yanına Zeyd ibn Hariseyide alarak İslam’ı anlatmak için Tâif’e gitmişti.Tâifliler onu çok kötü karşıladılar.Alay ve hakaret ettiler.Terbiyesiz çocukları, ayak takımını, serserileri aleyhine kışkırtıp sokaklarda taşlattılar.Âlemlerin yaratılmasına sebep olan o Yüce Peygamberi çok incittiler.Toz toprak içinde kaldı, yaralandı, berelendi; ayaklarından akan kanlarla ayakkabıları vıcık vıcık doldu.Bu hâl üzere şehirden dışarı çıktılar.Kalbi kırık, gönlü hüzün içinde yol kenarında biraz oturup dinlenirken Hakk Teâlâ Cebrâil aleyhisselamı ona gönderdi.Cebrail dedi ki:
__Hakk Teala beni sana gönderdi.Sana selam ediyor.Dağlar meleğini benim yanıma kattı.Senin emrine verdi.Dilerden o meleğe emret.Şu dağları, sana zulmeden bu kavmin başına geçirsin, şehirlerini hâk ile yeksân etsin…Resulullah Efendimiz, üzerinden kanlar aktığı halde Cebrail aleyhisselama şu cevabı verdi;
__ Ey kardeşim Cebrail! Benim kavmim cahildir.Ümid ederim ki, Hakk Teala’nın lûtuf ve inâyetiyle gün gelir hidayete ererler.Müslüman olurlar.Dağlar meleğine selam ederim, bir şey yapmasını istemem.
İşte ey Müslüman! Sen böyle bir peygamberin ümmeti olarak engin bir sabır, tahammül, şefkat sahibi olacaksın. Senin dinin kin dini değildir.Unutma ki, gerçek Müslüman bir muhabbet fedaisidir.
Müslümanın kalbindeki şefkat, merhamet, muhabbet, ülfet, ünsiyet, mürüvvet ve kerem hisleri o kadar geniştir ki, o faziletler ona bütün cihanı kucaklayacak, İslâm’ ın nurlarını her tarafa yayacak bir istidat verir.
Duymadın mı, Rabbimiz Musâ peygamberi Firavun’a gönderirken(mealen) “firavun’a git, o çok azgınlaştı.Ona yumuşakça nasihat et.Ola ki doğru yola gelir”, buyurmuştur.
Senin din kardeşn sana öz kardeşinden daha yakındır.Ne hakla ona kızıyor, darılıyorsun, kin besliyorsun?
 Emr-i mâruf ve nehy-i münker(İyiliği emretmek,kötülüğü men etmek) yapacaksan, önce şefkatle, dostça, muhabbetle başla işe.
Yeter! Bitsin artık bu kinler, dinsiz çekişmeler, düşmanlıklar!...
Parolamız muhabbet olsun.
Kin değil, sevgi…

ALINTI

18 Haziran 2012 Pazartesi

Gönlün Titremesidir haya

Gönlün titremesidir hayâ.Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü.Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.Gün gelir, daha bir incelir de, görmek bir yana, işlemek bir yana, bir günahı düşünmek titretir, O'nu hakkıyla bilmemek titretir o nazenin gönlü. Rabbi'ni düşünür de titrer.Taşta-toprakta, insanda, kendinde Rabbi'ni görür de, taştan-topraktan, insandan, kendinden hayâ eder. Rabbim rahmetiyle esirgesin, akrabalardan bir Zehra teyzemiz vardı.Televizyonlu odada oturması gerektiğinde, her ne vakit televizyonda bir erkek çıksa başörtüsünü düzeltir, yüzünü örterdi.Gülerdik, “O seni görmüyor ki” diye. “Ben onu görüyorum ya” derdi. Çocukluk yıllarımızdı. “O seni görmüyor ki” dediğimizde kalmışız. Duymamışız, anlamamışız onun ne dediğini… Ben seni görüyorum ya... Yıllar sonra okudum: Hz. Aişe r.a. gözleri görmeyen İshak r.a. yanına her geldiğinde kendini sakınır, örtüsüne çeki-düzen verirmiş. Onun bu durumunu hisseden İshak r.a. bir gün sorar: - Ey Müminlerin Annesi! Ben âmâ olduğum halde benden de sakınıyorsun. Halbuki ben sizi görmüyorum! Hz. Aişe r.a. cevap verir: - Evet, sen beni görmüyorsun fakat ben seni görüyorum. Müjde, bir kudsî hadisle gelir, yetişir: “Ey Kulum!Sen her ne kadar günahkâr isen de, bu günahlarından korkup hayâ ediyorsun.İzzetim ve celalim hakkı için senin günahlarını insanoğlunun gözünden, gönlünden gizlerim.Gözünün hıyanetlerini, gizli kabahatlerini meleklerin anlayışından saklarım.Hatalarını ve günahlarını Levh-i Mahfuz'da Kiramen Kâtibin'den gizlerim.Kıyamet günü muhasebe makamına geldiğinde hesabını kolay görürüm.” Medeniyetimiz hayâ üzre kurulmuştur. Bu topraklar nakış nakış hayâ ve edeple işlenmiştir. Kur'an olan odada uyumaz, sabaha kadar uykusuz beklerdi, Arapça yazılı bir kağıt parçasını Kur'an yazısıdır diye yerde bırakmazdı bu toprağın insanları. “Burnunun ucunu göstermekten ar ederdi sütninem” Ve, sevgilinin yüzünde yabancı bir bakış okunurdu:
“A benim bahtı yarim

Başımın tahtı yarim

Yüzünde göz izi var

Sana kim baktı yarim.”


alıntı

13 Mayıs 2012 Pazar

Hayat Uzun Bir Dua...


Hani bir büyük sıkıntı anında kırılır ya, yüreğinizdeki bütün aynalar: Kırılırda hani, kırık aynalarda oynaşır ya hayalleriniz.Ümitleriniz tökezler de hani, tereddütlere düşersiniz ya kimi zaman: Çırpınırsınız… 

Hani çırpınırken uzanacak bir dost eli ararsınız, fakat bulamazsınız bir türlü; ve kala kalırsınız ya hani dertlerinizle baş başa, kimsesiz, dostsuz…Ozaman bilin ki Allâh kimsesizlerin kimsesidir… Bilin ki Allâh dosttur: “Dost istersiniz Allâh yeter!” 



Hani en soluksuz deminizde hayallerinizin kıyısına çömelip başınız ellerinizin arasında sevginize ağıt yakarsınız ya… 

Hani çözümsüzlüğe çaresizliğe tıkanır da uçan kuştan teselli arar hale gelirsiniz ya bazen… 

Hani yıllarınızı verdiğiniz yerde soluksuz kalıp yıllara kurban olursunuz da bir türlü anlaşılamamanın hicranına düşersiniz ya… 

Hani kuşlar şen çığlıklarla uçup geçerken üstünüzden bir Zümrüd-ü Anka olup onlarla birlikte uçmak istersiniz ya: Uçmak değil, kendinizden kaçmak… 

Hani kendi garipliğinizden, yalnızlığınızdan kaçmak istedikçe yalnızlığınıza, garipliğinize saplanırsınız ya boylu boyunca… 

YALNIZ DEĞİLSİNİZ: Herkesin ve her şeyin bittiği anlarda da Allâh var! 

Öyle bir an gelir ki, koca kainatın içinde ufalıp zerreleştiğinizi idrak edersiniz.Bir yanınızda acziniz, bir yanınızda za’fınız, bir yanınızda fakrınız ve dolu dolu çaresizliğinizle baş başa kalırsınız… 

İşte o an insanca iradenin çözüldüğü ve insanoğlunun kendinde vehmettiği gücün ayaklarına dolaştığı andır: O an gerçekten kulluk anıdır. 

İradeniz çözülüp kendinizde vehmettiğiniz güçler ayağınıza dolandıkça derin aczinizle birlikte kulluğunuzu idrak edip Külli İrade Sahibine yönelin. 

ŞİMDİ VAKİT DUA VAKTİDİR: “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu” buyuran Yaratıcı’ya iltica vakti… 

Bütün kapıların kapandığını sandığınız anda dua kapısı ardına kadar açılır önünüzde, çarelerin bittiği yerde dua tek çare olarak karşınıza çıkar… 

Çözümsüzlüğe tıkanıp uyuyamadığınız uzun gecelerden bir gece kalkın. Şebnemlerin sabah meltemiyle kucaklaştığı bu hasret vaktinderahmetin ve şefkatin tecellisini yatakta bekleyin tembelliğinizi sürüyerek dirilin… 

Uykusuz geçirdiğiniz koca bir elem gecesinde hangi problemi çözdüğünüzü düşünün. Kendinizi hırpalamanın dışında neye yaramış ki kuruntularınız,dertlenmenizle neyi halletmişsiniz? 

Vah zavallı ben! Kendimde bir güç ve kudret vehmettikçe kudretim aczime çarpıp tuz-buz oluyor.Eğer idrak edebilseydim varlık sebebimi, gerçekten anlayabilseydim Rabbim gemisinde bir yolcu olduğumu,sırtımda dünya yüküyle kendime işkence eder miydim? 

İstesek de, istemesek de dünya dönüyor, güneş doğuyor, yağmur yağıyor, rüzgar esiyor, çiçek açıyor…İstesek de, istemesek de yaşlanıyoruz. 

Bir saniye öncesi kaybımız, bir saniye sonrası ise meçhulümüz: Elimizde sadece yaşadığımız “an” var. Ne kadar çaresisiz! 

Öyleyse bırakalım her şeye hükmeden versin hakkımızda en hayırlı hükmü. 

Atın sırtınızdan dünya elemini, durun Allâh’ın huzuruna; sonra diz çökün önüne, boyun bükün.Hükme tabi olup elemlerden kurtulmak varken, kendimizi hüküm mevkiinde sayıp rezil olmak niye?Üstelik takatımız yükümüzü taşımaya yetmiyor. 

Bir hamal gibi vehimlerimi ömür boyu taşımaktan bıktım; Artık Yaradan’a tümden teslim olup “kullukta varlık” aramak istiyorum. 

“Ya rab! Çaresi bulunan şeyde acze, bulunmayan şeyde ye’se düşürme bizi…” diye de dua ediyorum.Zaten hayat da uzun bir duadır! 

alıntı 


28 Nisan 2012 Cumartesi

Bu gün yeni Bir Sayfa Açalım..



Bugün, bu saat, bu saniye, bir kez daha niyetimizi tazeleyebilir, yeni bir sayfa açabiliriz. Şu an, daha bilinçli, daha samimi, daha düzgün ve çok daha dikkatli bir şekilde, maddi ve manevi olanaklarımızı kullanarak, gücümüz yettiğince zamanımızı en hayırlı şekilde geçirmeye yeniden niyet edebiliriz. Allah’a kulluğumuzu çok daha büyük bir coşkuyla yerine getirip, fırsatları çok daha iyi değerlendirebiliriz. Birbirimizle nefsani yarış yerine, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için hayırlarda yarışabiliriz. “Bugün çok güzel ve hayırlı işler yaptım, bu kadarı yeterli” ya da “etrafımdaki insanlara göre ben çok daha fazla gayret içindeyim, birçok kişiye oranla ben çok daha iyiyim” diye düşünmeden, yeni bir adım daha atabiliriz.

İnsanları Rabb’i Katında değerli kılan özellik imanları, yalnızca Allah’ın rızasını amaçlayarak yaptıkları salih ameller ve kalplerindeki niyetleridir. Allah Katındaki asıl üstünlük ölçüsü Kuran’da “… Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (Hucurat Suresi, 13) ayetiyle bildirilir.

Samimi insan hiçbir dünyevi çıkar beklentisi olmaksızın, yalnızca Allah emrettiği için salih amellerde bulunur. Katıksızca Allah’ın hoşnutluğunu amaçlar, yaptığı işlerde, söylediği sözlerde, ibadetlerinde ve günlük yaşamında gönülden Allah’a yönelir. Bu samimiyeti kişinin imanını arttırır ve onun ‘takva’ sahibi bir kul olmasına vesile olur:

Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte onlar mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere büyük bir ecir verecektir. (Nisa Suresi, 146)

İnsan “işittim, iman ettim” dediği anda, zaten yaşamını “göçecek yarın kenarına değil, Allah’ın hoşnutluğu temeli üzerine inşa etmiş, Kur’an’ı yaşamaya karar vermiştir. O andan itibaren, adımını Allah için atar, Rabb’ine teslimiyetin huzur ve coşkusunu içi titreyerek hisseder. Ancak imanını hiçbir zaman için yeterli görmez. Bebek gibidir iman, gelişmek için bakım ister. İnsanın da, yaşamının son anına dek, imanını daha da geliştirme, derinleştirme olanağı vardır. Bu nedenle insan her gün, her saat, her an, bir kez daha yeniden niyet etmeli, imanını tazelemeli, yaşamını insanların değil, Allah’ın en hoşnut olacağı davranışlarda bulunarak geçirmeye karar vermelidir.

İman etmiş bir insan kuşkusuz yaşadığı her anı, fıtrat olarak Kuran’a en uygun davranışları sergileyerek geçirir. Ancak kendisini yeterli görmeyerek, bu konuda daha derin bilinçle karar alan insanın durumu çok daha farklıdır. Söz edilen, bilinenden/yaşanandan çok farklı bir ruh halidir.

Öyle ki, etrafındakiler, bu insandaki değişimi fark eder, farklı ruh halini sezerler. Yeniden niyet eden insanın vicdani duyarlılığı çok yükselir. Yaşanan olaylara karşı herkesten çok daha fazla duyarlı ve ilgilidir. Zorlu ve yorucu işlere herkesten önce taliptir, çok daha ataktır. Ortamdaki diğer herkesten çok daha fazla güzel sözlüdür; kalplere hitap eder. Herkesten daha fazla ince düşünceli, herkesten daha fazla kibar, herkesten daha fazla sevgi, şefkat ve merhamet duygularıyla doludur. Hikmetli konuşur, yapıcı ve olumludur. Gerginlik anında yatıştırıcı, huzur ve güven veren bir üslupla ortamı yumuşatır. Kısacası artık daha farklı bir pozitif elektrik taşır.

Dini yaşamayı kabul eden insanın karşısına sabır gerektiren birtakım zorluklar çıkacak, sergilediği davranışlarla da imtihan olacaktır. Ancak önemli olan, insanın Rabb’i ile bağlantısının her koşulda derin ve kesintisiz olmasıdır.

İmanın kuvveti oranında, insanın samimiyetle dini yaşaması da kolaylaşır. Ancak imanı zayıf kişinin aklı da zayıf olur. Olaylara hatalı bir bakış açısına sahiptir; çok çabuk öfkelenebilir, çabuk üzülebilir, korkuya, ümitsizliğe kapılabilir, gelecekle ilgili ümitsiz konuşmalar yapabilir.

Derin ve güçlü bir imana sahip olan insanın bütün yaşamında mükemmellik vardır; düşünceleri, davranışları, kararları makuldur. Bu nedenle en önemli şey derin bir imandır. Derin bir Allah korkusu, derin bir Allah sevgisi yaşandığında dünya insana adeta cennet gibi gelir.

Bütün bunlar, “bir kez daha samimi niyet etmiş olmanın” insana kazandırdığı olumlu ahlak özellikleridir. Bu ahlakı kazanmaya çaba gösteren müminin hedefi, “Allah’ın en sevdiği kullarından” olabilmektir. Çabasını, yaptığı güzel işleri yeterli bulmaz; sonra yine bir kez daha, ‘daha samimi, daha duyarlı olmaya niyet eder. Her defasında ahlakı, imanı, kişiliği gelişir; sığlarda çırpınmaktan kurtulur, derine/batına iner.

Kur’an’da bu üstün ve derin ahlakı yaşayan müminlerin yarışıp öne geçtikleri haber verilir.

İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 61)

Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise; Biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız. (Kehf Suresi, 30) buyurur Allah. O, samimi niyetimize binaen, bizim için her zaman en güzelini, en hayırlısını yaratır; karşılığını artırarak verir.

alıntı

25 Nisan 2012 Çarşamba

Hayatımızı Korkularla Örmüşüz..


"Hayatımızı korkularla örmüşüz… Ya babam duyarsa… Ya müdür soruşturma açarsa… Ya sınavı kaybedersem… Ya onu kaybedersem… Ya işten atılırsam… Ya böcek beni ısırırsa… Ya borsa düşerse, ya o arabayı başkası alırsa… İnsan kimden ve neden korkarsa hayatını ona göre biçimlendirir. Böcekten korkan hayatını böceğe göre yönetir. Hayatımızı kime göre yönetmemiz bize daha yakışır?

Bir korku vardır ki o bü...
tün korkusuzlukların kaynağıdır. En büyük aşk ondan doğar, en ihtişamlı huzur ondan çıkar. O öyle bir korkudur ki, ölümün acısını bile gölgeler ve o bütün dünyevi kayıpları önemsiz kılar. O korku Allah korkusudur, Allah saygısıdır, haşyettir.

İnsan korktuğu insanı sevemez ama korktuğu Allaha ulaşma arayışı içerisindedir. İnsan korktuğundan kaçar ama Allah’tan korkanın kalbi hep Allah’ın azametine duyduğu hayranlığın huzurundadır. Bu yüzden Allah korkusu bildik korku gibi değildir, Kur’an’ın tabiriyle haşyettir, saygıdır, huzurunda sevgi, saygı, hayret ve muhtaçlık hissiyle gizlenip gitmektir.

Yüce Yaradan Müminleri böylesi bahtiyar bir korkuya çağırmıştır: “Ey inananlar, Allah’tan korkun/çekinin ve doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (el-Ahzab, 33/70-71)"

4 Nisan 2012 Çarşamba

İnsanın Yaratılış Gayesi..


Maddecilere göre insan, dünyaya gelir, her canlı gibi yer, içer, nefsî arzularını yerine getirir ve sonra toprağa karışır gider Yani, insan yaşamak için yaşar Basit dünyevî hedeflerin ötesinde bir yaratılış amacı yoktur O, ot gibi yaşayıp gideceğini, sonra ot gibi kuruyup yok olacağını zanneder

İslam’a göre, insanın yaratılış gayesini Allah (cc) belirlemektedir:

“Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım” (51/Zâriyât, 56)

“Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (23/Mü’minûn, 115)

İnsan, yalnız yemek, içmek, gezmek tozmak için yaratılsaydı insanın herhangi bir hayvandan farkı olmazdı İnsan boş yere yaratılmamış ve başı boş bırakılmamıştır O, bir görevi yerine getirmek için yeryüzüne gönderilmiştir Kendisi gibi herhangi bir yaratığa kul, köle olmak için değil; yaratanını tanımak ve O’na ibadet etmek, dünyada Allah’ın hükmünü hakim kılmak, buna karşı çıkan engelleyici güçleri (fitneyi) bertaraf etmek suretiyle halifelik görevini yürütmek için yaratılmıştır İnsan, nefsi için değil; Allah’a ibadet etmek için, şu fâni dünya için değil; ebedî hayat için yaratılmıştır Allah'a ibadet için yaratılan insan, bu kulluğunun karşılığını hem dünyada hem ahirette alacaktır Allah'ın emirlerine itaat, dünya ve ahiret mutluluğuna sebeptir

İnsanın yaratılış sebeplerinden biri, en geniş anlamıyla yeryüzü yönetiminden sorumlu olmaktır Halife olmanın anlamı budur O halde insan, kendi toplumuna huzur ve adaleti hakim kılma görevinin yanı sıra, yeryüzünde yaşayan diğer canlıların hayatlarını devam ettirmelerinden, yeryüzündeki bitki örtüsünden, çevreden ve benzeri şeylerden de sorumludur Aslında bu görevi de, Allah'a ibadet görevinin çerçevesi içinde görülmelidir Çünkü namaz, oruç, zekât gibi şekli belirlenmiş ibadetler ve helal-haram gibi konularda Allah'a karşı görevini yerine getiren insanın, dünya hayatıyla ilgili çabaları da ibadet kapsamı içerisine girmektedir Belirlenmiş ibadetlerini yerine getirmeyen, ahlâkî kurallara riayet etmeyen kimsenin, dünyayı imar görevini yerine getirmesi ise, kendisine manevî alanda herhangi bir değer kazandırmaz Böylesi insanların hayvanlardan farkı yoktur Çünkü hayvanlar da fesat çıkarmayıp yeryüzünün îmarına hizmet ederler

Allah'ın emirlerini yerine getiren kimsenin, dünya hayatıyla ilgili çabalarının da ibadet olarak görülmesi, din-dünya ayırımını ve dine ait olan ile dünyaya ait olan gibi bir bölünmeyi de ortadan kaldırmaktadır Laiklik demek olan böyle bir ayırım, insan şahsiyetini de parçalar; kişiliğinde birtakım bozukluklara sebep olur Dünya hayatı, ahiret hayatının bir mukaddimesidir ve onunla sıkı sıkıya bağlıdır Böyle bir bakış açısı, dünya hayatını olması gereken konuma oturtmuş olur Bu takdirde dünya hayatı, aşağılık ve çirkef bir hayat değil; ahiret mutluluğunun kazanıldığı bir yerdir; kaçınılmaz bir aşamadır

İbadetler, Allah'ın onlara ihtiyaç duymasından dolayı değildir Bilakis fert ve toplum olarak, insanın kendisinin onlara ihtiyaç duymasından; fert ve toplum olarak hayatının düzene girmesi içindir Mesela, belirlenmiş ibadetlerin başında gelen namaz, insanın kötülüklerden alıkonmasını sağlar; en azından bu hedefe yardımcı olur Oruç, yine nefsin terbiye edilmesi ve insan iradesinin güçlendirilmesi; zekât, toplumda ekonomik yapının düzenlenmesi ve insandaki mal tutkusunun frenlenmesi için bir araçtır Kuşkusuz bu ibadetlerin daha başka dünyevî faydaları da vardır Esas faydaları da ahiret mutluluğuna sebep olmalarıdır Ama unutulmamalıdır ki, nice yararları olan tüm ibadetleri biz, bu faydalarından dolayı değil; Allah'ın emretmesinden dolayı, O'nun rızası için yerine getiririz [1]
--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ahmed Kalkan, İslam Akaidi: 192; Ahmed Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri


31 Mart 2012 Cumartesi

Alçak Gönüllü olmak..


Gerçek sevginin oluşması için öncelikle sevginin önündeki bencillik, çıkarcılık,
samimiyetsizlik gibi engellerin kaldırılması gerekmektedir Kibir, sevginin
oluşmasını engelleyen en önemli sebeplerden biridir Tevazu ise sevginin en
önemli şartlarındandır Çünkü tevazu sahibi olmayan ve kendisini diğer
insanlardan üstün gören birinin, hayatta en değer verdiği varlık kendi nefsi
olur Diğer insanları kendinden daha değersiz, daha aşağı görür En akıllı, en
vicdanlı, en saygın insanın kendisi olduğuna inanır, bir anlamda nefsini
ilahlaştırmış olur Dolayısıyla, bu bakış açısına sahip olan bir insanın,
kendisinden daha değersiz gördüğü bir kişiye bağlanması, onun için fedakarlıkta
bulunması, onun nefsini kendisinden önde tutması, diğer bir deyişle kalbinde ona
karşı gerçek bir sevgi oluşması pek mümkün olmaz Bu nedenle sevgi ve kibir
birbirine tamamıyle zıt iki özelliktir Kibirli bir insan ne başkaları
tarafından sevilebilir, ne de kendisi insanlara karşı derin bir sevgi duyabilir

Kibirli insanların sevgisiz bir hayat yaşamalarının birçok sebebi vardır
Kibirli insanlar, nefislerindeki kendilerini yüceltme isteğinden dolayı
genellikle alaycı bir karakter sergilerler Çevrelerindeki insanların
kusurlarını dile getirdiklerinde, kendi üstünlüklerini daha iyi
vurgulayabileceklerini düşünürler Sürekli alay eden ve konuşmalarıyla
çevresindekileri küçük düşürmeye çalışan birine karşı ise, hiç kimse kalbinde
samimi bir sevgi duyamaz
Tevazulu insanlar ise, bu kimselerin aksine çok sevilirler Tevazulu insanın
karşısındaki kişiye değer verdiği hissedilir, bu nedenle bu ahlakı gösteren
kimselerin yanında herkes rahat eder Böyle bir insan, kendisine verilen
tavsiyeleri can kulağıyla dinler, hiçbir konuda “en iyiyi ben
bilirim” iddiasında olmaz, gurur yapmadan hemen en güzel olan tavrı
gösterir Doğruya karşı direnmez, yanlışa karşı öfkeyle yaklaşmaz İnsanların
sorunlarına karşı duyarlı davranır ve ince düşünceli olur Hiçbir konuda bir
üstünlük iddiası olmadığı için, “önce o sevgi göstersin, önce o selam
versin, önce o benimle konuşsun” gibi kibirden kaynaklanan hesaplar içine
girmez Karşısındaki insan katı ve kibirli olsa bile, alçakgönüllü davranır
Herkesin fikrine önem verir, herkesin selamına en güzeliyle cevap verir, herkese
karşı sevgi ve saygı dolu olur Kısacası Kuran ahlakının getirdiği tevazu, çok
uyumlu, her fikre açık, hiçbir konuda kibir yapmayan, her zaman karşısındaki
insanları onore eden, onlara ihtimam gösteren ve değer veren bir insan modeli
oluşturur Bu nedenle tevazulu insanlar çok sevilen insanlardır
Allah (c.c.) müminlerin bu güzel özelliğini Kuran’da şöyle bildirir:
O Rahman (olan Allah (c.c.))ın kulları, yeryüzü üzerinde alçakgönüllü olarak yürürler
ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman “Selam” derler
(Furkan Suresi, 63)
Allah (c.c.) bir başka ayetinde de, alçakgönüllü olan kullarını sonsuz cennet hayatıyla
müjdeler:
İşte sizin İlahınız bir tek İlahtır, artık yalnızca O’na teslim olun
Sen alçakgönüllü olanlara müjde ver” (Hac Suresi, 34)
Allah (c.c.) Al-i İmran Suresi’nde, insanların, tevazulu ve yumuşak huylu olması
nedeniyle Peygamberimiz (s.a.v)’in çevresinde toplandıklarını
belirtmektedir:
Allah (c.c.)’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın Eğer kaba,
katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi Öyleyse onları
bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et Eğer
azmedersen artık Allah (c.c.)’a tevekkül et Şüphesiz Allah (c.c.), tevekkül edenleri
sever (Al-i İmran Suresi, 159)

alıntı



3 Mart 2012 Cumartesi

En Büyük Kişisel Gelişim Kitabı...



Bakın Kuran-ı Kerim'de bizi yaradan Rabbimiz bize nasıl öğütler veriyor.

Bizi bizden daha iyi bilen olmaz deriz ya.

Yanılıyoruzdur aslında.

Bizi bizden daha iyi bilen biri var.

Bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz, yüce kitabında gören gözler için apaçık bir kişisel gelişim dersi veriyor.

Haşr 10: Muhatabına güvenmek istiyorsan, önce sen güvenilir ol.

Saff 2: Yalandan uzak dur.

Maun 4-5: Eleştirinin keskin bir bıçak olduğunu unutma. Söyleyeceklerini iyi tart.

İsra 37: Kibirli olma, alçak gönüllü davran.

Müddesir 1-5: Kendini fazla abartma.

Yunus 12: Vazgeçilmez olmadığını kabul et.

Rum 21: Tek başına mutlu olunamayacağını bil. Çevrenin mutluluğu için gayret göster.

Tekasür 1-2: Kibrine yenilip hep daha fazlasını isteyerek hayatını zehir etme.

En''am 50: Ön yargılarla hayatı kendine zehir etme.

En''am 60: Bildiklerinle açıklayamadığın şeyler, hayatının kâbusu olmasın.

Felak 1-5: Korkuların tutsağı olarak yaşamaktan vazgeç.

Fecr 27-28: En sevdiğin şeyleri, başkalarıyla paylaşmanın keyfine var.

Tekvir 25-27: Her şeyin üstesinden gelemeyeceğini asla unutma.

Hucurat 10: Büyüklük kompleksine kapılıp, insanları ezerek arkadaşlarını kendinden uzaklaştırma.

Bakara 156: Çaresizlik tuzağına düşme. Her zaman bir umut ışığı olduğunu aklından çıkarma.

Beled 5-6: Her şeye hakim olmak için uğraşıp hayatı yaşanmaz hale çevirme.

Muhammed 7: İyiliği karşılık beklemeden yap.

Vakıa 83-87: Ölümden korkmak yerine, ölüm gerçeğiyle yüzleş.

Bakara 263: Yaptığın iyilikleri unut. Anlatarak onları kıymetsizleştirme.

Furkan 63: Sana yapılan kötülüğün karşılığını vermek yerine öfkenin dinmesini bekle.

İnşirah 1-3: Seni huzursuz edecek işlerden uzak dur. İhtirasını törpüle.

Mücadele 7: Hiçbir sırrın sonsuza kadar gizli kalamayacağını unutma.

Rahman 7-9: Çıkarcı olma. Adil davran.

Tevbe 40: En zor zamanda bile kesinlikle ümitsizliğe kapılma.

Fatır 19-22: Senden iyi durumda olanlara bakıp üzüleceğine, senden zor durumda olanları görüp rahatla.

Hakka 33-35: Hayatının vazgeçilmezleri olsun. Onları küçük çıkarlar içi n asla feda etme.

Kalem 1-2: Yazdıklarının ve yaptıklarının peşini bırakmayacağını unutma. Gücünü insanların yararına kullan.

Münafıkun 4: Bencil olma, tebrik etmeyi bil.

Yusuf 32-33: Modern hayatın çarpıklaştırdığı kadın-erkek ilişkilerinin, hayatını esir almasına izin verme.

Ankebut 41: İyi bir dostun, paha biçilmez olduğunu aklından çıkarma.

Al-i İmran 92: İyilik yapma arzunu, şarta bağlama. Vermek almaktan daha büyük bir ihtiyaçtır, asla unutma.

Hacc 46: Kendini, hep daha iyiye ulaşmak zorunda olduğuna koşullama.

İbrahim 42: Merhametli olmaktan asla vazgeçme.

İsra 23: Anne ve babana ''off'' bile deme.

Nisa 149: Kendini sürekli övmekten uzak dur.

Enfal 56: Sözünüzde durmamanın utanç verici olduğunu aklından çıkarma.

Âl-i İmrân 139: Yaşadığın zorluklar karşısında kendini bırakma ve üzülme; hedefe ulaşmak inancını ve azmini korumayı, duygularına hakim olmayı gerektirir.

Furkan 43: Heveslerini kendine ilah edinme.

Necm 3: İnanma duygunu diri tut.

Nisa 58: Karar verirken, vicdanının sesini duymazlıktan gelme.


YAŞAMAYI SEV, ÖLÜMÜ U NUTMA

YARATILANI SEV, YARATANI UNUTMA

MALI MÜLKÜ SEV, HESABINI UNUTMA

DÜNYA HAYATINI SEV, KABRİ UNUTMA

YALNIZ ALLAH'A DUA ET, BİZİ DE DUANA DAHİL ETMEYİ UNUTMA:)

ALLAH'A EMANET OLUN
 


29 Şubat 2012 Çarşamba

Tüm Şevki Kırılmışlara..


Fakir bir genç adam geceleyin kulübesinde uyurken, uyku ile uyanıklık arasında odasının ışıkla dolduğunu görür. Gaipten gelen bir ses ona şöyle der: "Bundan böyle Allah için çalışacak ve kulübenin önündeki büyük kayayı bütün gücünle iteceksin!"Bunun Allah'tan gelen bir emir olduğuna inanan adam, ertesi sabah kayayı itmeye başlar. Daha ertesi gün ve izleyen haftalar güneşin doğuşundan batışına kadar taşı itip durur. Aylar süren uğraşı sırasında kaya yerinden bile kımıldamaz. Adam gece kulübesine yorgun-argın dönerken, gününün boşa geçtiğini düşünüyordur artık.
Onun şevkinin kırıldığını hisseden şeytan kalbine vesveseler vermeye başlar: "Ne kadar zamandır bu kayayı itip duruyorsun, bir milim bile kımıldamadı. Kendine bunun için niye yazık ediyorsun? Onu yerinden oynatman zaten mümkün değil.."
Böylece, gence görevi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu, dolayısıyla başarısızlığa uğradığı duygusunu aşılamaya çalışır.
Bu tür düşünceler onun şevkini daha da kırar ve ümidini gitgide yitirir. "Doğru ya, kendimi bu iş için niye paralıyorum ki?" diye kendi kendisine söylenir. "Bundan sonra azıcık bir kuvvet harcayacağım. Bu da yeter de artar bile. Koca kaya yerinden kımıldamayacağına göre."
Ve kararını duâsında Allah'a bildirir. "Allahım, uzun zamandır durmadan dinlenmeden Senin dediğin gibi hareket ettim. Bütün gücümle istediğin şeyi yaptım. Hergün yoruluyorum, ama kayayı bir milim bile kımıldatamıyorum. Neden böyle? Neden başaramıyorum?"
Gaipten bir ses şefkatle cevap verir: "Ey kulum, uzun zaman önce sana emrime uymanı istediğimde kabul etmiştin. Sana görevinin kayayı bütün gücünle itmek olduğunu söylemiştim ve sen de yapmıştın. Ben sana hiçbir zaman onu yerinden oynatmanı beklediğimi söylemedim ki! Senin görevin onu itmekti. Şimdi gücünün tükendiğini, başarısızlığa uğradığını söylüyorsun. Kendine bir bak bakalım. Kolların daha da güçlendi, pazuların büyüdü. Sırtın ağırlığa dayanıklı hale geldi. Bacakların kalınlaştı ve kuvvetlendi. Taşı itmeye başladığından çok daha kuvvetlisin şimdi. Evet, kayayı kımıldatamadın. Ama senden istenen emre itaat etmen ve onu sadece itmendi. Kayayı yerinden oynatacak olan Ben'dim."
Hatasını anlayan genç, ertesi gün kendi görevinin kayayı yerinden oynatmak değil, onu var kuvvetiyle itmek olduğunu düşünerek verilen görevi yerine getirir. İkinci gün, üçüncü gün derken, kaya birden yerinden kımıldar. O zaman kayayı yerinden kımıldatanın kendisi değil Allah olduğunu anlar. Biraz daha uğraştığında, kaya biraz daha oynar ve kenara yuvarlanır. Altından da kendisine ömür boyu yetecek kadar büyük bir hazine çıkar."
Yukarıdaki öyküyü daha önce okumuş olmama rağmen, geçenlerde katıldığım bir dost buluşmasında yeniden hatırlayınca, ilk kez duyuyormuşcasına etkilendim. Bilmek ile idrak etmek farklı çünkü. Bilginin inancı beslemek ve doğru biçimlendirmek için vazgeçilmezliği şüphesiz. Ve bazen bilgiyi mucizevî kılan, onun tam da ihtiyacınız olduğu anda karşınıza çıkması ve idrâk edilmesi. Bunun hikmetten bir cüz olduğuna inan biri olarak, bildiğimiz, yanı başımızda duran pek çok detayın veya okuduğumuz bir öykünün, dinlediğimiz bir sohbetin veyahut hayatımızın kıyısından teğet geçen herhangi birinden duyduğumuz bir cümlenin, bazen ne büyük mânâlar ifade edeceğini bilirim. İnsan olarak, hangi rol ve kimlikler içinde hayatımızı idâme ettiriyor olursak olalım, bazen büyük bir heves ve ümitle başladığımız şeylere olan inancımızın zayıfladığını görüp, sarsılırız. Ne zaman böyle duygulara kapılsak, baktığımız yerden gördüklerimiz canımızı yakar. Aslında, gördüklerimiz yanlış değildir; baktığımız noktadan bundan gayrısını görmek mümkün değildir çünkü. Ancak yanlış taraftan baktığımızı fark ettiğimizde, manzara tamamen değişir. 
Şeytanın "bak" dediği yerden görmek ile, Allah'ın "bak" dediği yerden görmek arasında adına "hakîkat" denilen küçük (!) bir fark vardır vessel
am.
Alıntı

19 Şubat 2012 Pazar

Sıkıntılar, Günahlara Kefarettir...





Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratmaktadır. İnsan da, bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Ayrıca bu dünyayı, imtihan yeri olarak yaratmıştır. Burada nimetlerin yanı sıra sıkıntılar da vardır. Hadis-i şerifte; (Şüphe edilen altını, ateşle muayene ettikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları dert ve bela ile imtihan eder. Bazısı, bela ateşinden halis olarak çıkar. Bazısı da, bozuk olarak çıkar) buyurulmuştur.
Dertler, sıkıntılar, insana acı gelse de, bunlar iman edenler için, günahlarının affına sebep olmaktadır. Zaten Peygamber efendimiz; (Ümmetimin azabı dünyada verilir) buyurmuştur.
Yani Resulullah efendimiz, dünyada ümmetimin arasında olan fitneler, sıkıntılar, günahlarının dökülmesine sebep olur buyurmaktadırlar.
Allahü teâlâ, günahı çok olan kullarını affetmeyi murad edince, onlara çeşitli hastalıklar, sıkıntılar vermekte ve böylece o sıkıntılarla günahlarını affetmektedir. Bir hadis-i şerifte; (Sıtma hastalığı, insanın günahlarının hepsini temizler. Dolu tanesinde toz olmadığı gibi, sıtmalının günahı kalmaz) buyurulmuştur. 
İsa aleyhisselam buyurdu ki:
(Hasta olup, musibete, felakete uğrayıp da, günahları affolacağı için sevinmeyen kimse, alim değildir.)
Musa aleyhisselam, bir hastayı görür, haline acır ve; (Ya Rabbi! Bu kuluna merhamet et!) diye arz edince Allahü teâlâ; (Rahmetime kavuşması için, gönderdiğim sebepler içerisinde bulunan bir kuluma, nasıl rahmet edeyim. Çünkü, onun günahlarını, bu hastalıkla affedeceğim. Cennetteki derecesini, bununla arttıracağım) buyurur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Dertlerin, belaların gelmesine sebep, günah işlemektir. Fakat, belalar, sıkıntılar, günahların affedilmesine sebep olur. Allahü teâlâ, sevdiklerinin günahlarını affetmek için, onlara dert, bela gönderiyor. Tövbe, istigfar edince de, günahlar affolur. Dert ve bela gelmesine lüzum kalmaz ve gelmiş dertler de gider. O halde, dert ve beladan kurtulmak için, çok istigfar okumalıdır. 

Dertlerin, belaların, musibetlerin çok olması, günahların çok affedildiğini gösterir. Günahların çok olduğunu göstermez. Dostlarına çok bela vererek, günahlarını affeder, temizler. Böylece bunları, ahiret sıkıntılarından korur. Resulullah efendimiz ölüm halinde, şiddet ve sıkıntıda iken, hazret-i Fatıma, babasını çok sevdiği, çok acıdığı ve Peygamber efendimiz; (Fatıma, benden bir parçadır) buyurmuş olduğu için, o da sıkılıyor, kıvranıyordu. Kızının bu halini görünce, onu teselli etmek için, (Babanın çekeceği sıkıntı, ancak bu kadardır. Başka hiçbir sıkıntı görmez!) buyurdu.”

Sehl bin Abdullah-i Tüsteri hazretleri, hastalara ilaç verir, kendisi ise kullanmazdı ve; “Hastalığa sabrederek, oturarak kılınan namaz, sağlam olanın, ayakta kıldığı namazdan daha kıymetlidir” buyururdu.
Günah, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, yasak ettiklerinden sakınmamak demektir. Emir ve yasaklar, Müslümanlar, imanı olanlar içindir. İmanı olmayanlar, ibadet etmekle şereflenmemişlerdir. Bunlar, ibadet yapmadıkları, günah işledikleri için, dünyada azab çekmezler. Hatta her türlü nimete de kavuşurlar. İstediklerini, çalıştıklarının karşılığını elde ederler. Yalnız, zalim olanları, mahluklara eziyet verenleri, dünyada da cezalarını çeker. İnkar edenlere, yalnız bir emir verilmiş, o da, iman etmeleri, Müslüman olmalarıdır. Bu emri dinlememek, çok büyük bir suçtur. Bu suçun cezası da, çok büyük ve sonsuzdur. Dünyada böyle bir ceza yoktur. Bu sonsuz ceza, ahirette Cehennemde verilir.
Netice olarak Allahü teâlâ, kendisine iman eden kullarına ihsanda bulunarak, işledikleri günahların karşılığını, dünyada çeşitli sıkıntı ve dertler vererek affetmektedir. Ceza, suçun büyüklüğüne göre değişir. Günah küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünya dertleri ile affolunabilir. Fakat, günah büyük, ağır ve suçlu da inatçı, saygısız olursa, bunun cezası ahirette sonsuz olur.
alıntı



30 Ocak 2012 Pazartesi

Şimdi Vakit Dua Vaktidir..



Hani bir büyük sıkıntı anında kırılır ya, yüreğinizdeki bütün aynalar:Kırılırda hani, kırık aynalarda oynaşır ya hayalleriniz. Ümitleriniz tökezler de hani, tereddütlere düşersiniz ya kimi zaman:Çırpınırsınız ..

Hani çırpınırken uzanacak bir dost eli ararsınız, fakat bulamazsınız bir türlü; ve kala kalırsınız ya hani dertlerinizle baş başa, kimsesiz, dostsuz Ozaman bilin ki Allah kimsesizlerin kimsesidir Bilin ki Allah dosttur: Dost istersiniz Allah yeter!

Hani en soluksuz deminizde hayallerinizin kıyısına çömelip başınız ellerinizin arasında sevginize ağıt yakarsınız ya
Hani çözümsüzlüğe çaresizliğe tıkanır da uçan kuştan teselli arar hale gelirsiniz ya bazen

Hani yıllarınızı verdiğiniz yerde soluksuz kalıp yıllara kurban olursunuz da bir türlü anlaşılamamanın hicranına düşersiniz ya

Hani kuşlar şen çığlıklarla uçup geçerken üstünüzden bir Zümrüd-ü Anka olup onlarla birlikte uçmak istersiniz ya: Uçmak değil, kendinizden kaçmak

Hani kendi garipliğinizden, yalnızlığınızdan kaçmak istedikçe yalnızlığınıza, garipliğinize saplanırsınız ya boylu boyunca

YALNIZ DEĞİLSİNİZ:Herkesin ve her şeyin bittiği anlarda da Allah var!

Öyle bir an gelir ki, koca kainatın içinde ufalıp zerreleştiğinizi idrak edersiniz. Bir yanınızda acziniz, bir yanınızda zaafınız, bir yanınızda fakrınız ve dolu dolu çaresizliğinizle baş başa kalırsınız

İşte o an insanca iradenin çözüldüğü ve insanoğlunun kendinde vehmettiği gücün ayaklarına dolaştığı andır: O an gerçekten kulluk anıdır.

İradeniz çözülüp kendinizde vehmettiğiniz güçler ayağınıza dolandıkça derin aczinizle birlikte kulluğunuzu idrak edip Külli İrade Sahibine yönelin.

" Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu" buyuran Yaratıcı ya iltica vakti ...

Bütün kapıların kapandığını sandığınız anda dua kapısı ardına kadar açılır önünüzde, çarelerin bittiği yerde dua tek çare olarak karşınıza çıkar

Çözümsüzlüğe tıkanıp uyuyamadığınız uzun gecelerden bir gece kalkın. Şebnemlerin sabah meltemiyle kucaklaştığı bu hasret vaktinde rahmetin ve şefkatin tecellisini yatakta bekleyin tembelliğinizi sürüyerek dirilin

Uykusuz geçirdiğiniz koca bir elem gecesinde hangi problemi çözdüğünüzü düşünün. Kendinizi hırpalamanın dışında neye yaramış ki kuruntularınız, dertlenmenizle neyi halletmişsiniz?

Vah zavallı ben! Kendimde bir güç ve kudret vehmettikçe kudretim aczime çarpıp tuz-buz oluyor. Eğer idrak edebilseydim varlık sebebimi, gerçekten anlayabilseydim Rabbim gemisinde bir yolcu olduğumu, sırtımda dünya yüküyle kendime işkence eder miydim?

İstesek de, istemesek de dünya dönüyor, güneş doğuyor, yağmur yağıyor, rüzgar esiyor, çiçek açıyor İstesek de, istemesek de yaşlanıyoruz.

Bir saniye öncesi kaybımız, bir saniye sonrası ise meçhulümüz: Elimizde sadece yaşadığımız an var. Ne kadar çaresisiz!

Öyleyse bırakalım her şeye hükmeden versin hakkımızda en hayırlı hükmü.

Atın sırtınızdan dünya elemini, durun Allahın huzuruna; sonra diz çökün önüne, boyun bükün. Hükme tabi olup elemlerden kurtulmak varken, kendimizi hüküm mevkiinde sayıp rezil olmak niye? Üstelik takatımız yükümüzü taşımaya yetmiyor.

Bin hamal gibi vehimlerimi ömür boyu taşımaktan bıktım; Artık Yaradana tümden teslim olup kullukta varlık aramak istiyorum.

Ya rab! Çaresi bulunan şeyde acze, bulunmayan şeyde yese düşürme bizi diye de dua ediyorum.

Zaten hayat da uzun bir duadır!

alıntı

Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...