25 Şubat 2020 Salı

"DEĞER" Mİ HİÇ?


 
     “DEĞER” Mİ HİÇ

  Dünya değişim ve gelişim çağında.  Zaman değişiyor buna paralel olarak  teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle,  insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. 
 Özellikle son yıllarda toplumumuzda yaşanan örnekler alışılagelmiş bazı değerlerimizin göz ardı edildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir. 
Nasıl mı? Örnek çok.  Örneğin; artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle ,hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor da. Hal böyle iken, bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz dediğimiz  değerlerin yerini mevki - makam, para ve güç almış durumda.
   Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen değme keyfine el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani vasıfları üstünde taşı, ağzınla kuş tut. Eğer paran yoksa, hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde...
Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor.
 Kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları;  şekil, görünüş ve madde üzerine kurulmuş durumda. Şeklin güzelse değerlisin, paran varsa saygınsın, zenginsen önemlisin, mevki makam sahibi isen adamsın gibi..
  Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, adalet, güzel ahlak, haya ve edeple inşa edilmiştir. 
   Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.    İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. Güçsüz insanlara reva görülen zulümleri, haksız yere cana kıyanları, çocuklara yapılan eziyetleri, hayvanlara, doğaya yapılanları söylemiyorum bile...
Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz.
 Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen kimseye yardım etmek yerine, cep telefonuyla videosunu çekip sosyal medya hesaplarında paylaşarak takipçi ve beğeni sayısını arttırmanın, o insanın canından daha önemli olduğu, gözler önünde  bir cani tarafından hayatına kastedilen bir insanın kurtarılması için çaba sarf etmek yerine izlemekle yetinenleri görüyoruz. İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin... birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz.
   Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve sevgim onlara... Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil...

“Değer” mi hiç, üç kuruşluk kazanç için onca değerlerimizi heba etmeye?

Muhabbetle
Hanife Mert

15 Şubat 2020 Cumartesi

Sevgi Yürek İşidir!

Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygudur. O öyle bir duygu ki paylaşıldıkça azalmaz. Aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Onun yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır. 
   Zira hayatın anlamı,ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir. Öyle güçlü bir duygu ki; Şirinine kavuşmak için Ferhat'a dağları deldirmiş, Leyla'sını ararken çöllere düşen mecnuna Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre'yi hak ateşiyle coşturup diyar diyar gezdirmiş, Mevlana'yı cezbeden asıl güneşin Şems kılığına bürünmüş halidir sevgi.
    Tüm bunları biliyordu. "Peki ben neden yıllarca özene bezene yüreğimde büyüttüğüm sevgimi ona söyleyemiyorum. Neden ben de bir Ferhat  olamıyorum" diyor içten içe kendine kızıyordu. Aynı sokakta aynı okulda olmak da kolaylaştırmıyordu işini. Gizliden gizliye platonik bir sevda yüreğini yakıp kavuruyordu. Artık bu sevgiyi tek başına taşımaktan yaşamaktan bıkmıştı. Ağır geliyordu yüreğine. Paylaşmalıydı... Bilmek onun da hakkıydı. Bir kaç kere teşebbüs etmiş, hatta bir defasında mektup yazmış arkadaşı ile göndermeyi düşünmüştü. Bu durumdan başkaları haberdar olur, hakkımızda dedi kodu çıkar. Ona zarar gelebilir düşüncesi ile yazdığı bu mektup da diğerleri gibi çöp kutusundaki yerini almıştı.
   Karar vermişti,kendisi söyleyecekti. Neler söyleyeceğinin provasını da yapmıştı. Kararlıydı... Ama olmadı. Karşısına geldiğinde boğazı düğümlenmiş, dili tutulmuştu yine, elleri ayakları titremişti. Yüzü kızarmıştı bir suçlu gibi. Unutmuştu  yazılıya çalışır gibi ezberlediği sözlerini... Olmadı, bu defada beceremedi. Olsun dedi, asla onu sevmekten vazgeçmeyeceğim, yapamam istemem de... Nasılsa o gün gelecek diyordu. Ümidini kaybetmemeliydi asla..
 Lise bitmişti. Artık ikisi de üniversiteli olmuştu. Farklı şehirlerde aynı bölümü okuyorlardı. Farklılıklar arasında bir ortak yönü bulmuştu. Aynı bölüm okuyordu. Bu kaderin cilvesi mi diye düşündü. Günden güne sevgisi büyümüş ve tutku haline gelmişti...
     Bir kerecik yüzünü görebilmek, sesini duyabilmek umuduyla,tek katlı müstakil beyaz badanalı evlerinin önünden geçerken aşındırdığı parke yollar, evinin duvarları, sabahlara kadar gözlerini alamadığı tavan şahitti sevgisinin büyüklüğüne. Artık onlar da harekete geçmesini istiyordu.
  Sabahtan beri, bahar havası gibi etrafı ısıtan güneş biranda kaybolmuş, yerini siyah ve kurşuni renge bürünmüş bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağıp yağmamakda kararsızdı. Hava bir açıyor bir kapatıyordu. Rüzgar da çıkmıştı. Uğultular etrafı sarmıştı. Havada hüzünlü hatta kasvetli bir hal vardı.           Okuduğu magazin dergisinden; on dört şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti. Ülkemizde yeni kutlanmaya başlanmış olması sebebiyle kimse bilmiyordu. Tarih on dört şubattı "neden olmasın, tam sırası diye düşündü." Kırtasiyeden aldığı kenarları gül, karanfil ve  kalp resimleriyle süslenmiş pembe kağıda ona olan sevgisini yıllarca sabırla yüreğinde nasıl besleyip büyüttüğünü, artık tek başına taşıyamadığını yazacaktı. Yazdı da... Sıra mektubu vermeye gelmişti. Kendisi veremezdi. Cesareti yoktu. Gözü koltuğun üzerinde işlengi işleyen kız kardeşine ilişti. Beyninde şimşekler çakmıştı. "İşte kız kardeşimden başkası olamaz!" dedi. Ona bunu kabul ettirmek de zordu. Çekinerek kız kardeşinin yanına geldi. Yüzüne bakıyordu masum masum  Sonra yanağına bir öpücük kondurdu. Kardeşi şaşırmadı. Kendisinden bir şey isteyeceğini anlamıştı."Söyle bakalım ne istiyorsun?" dedi. Elindeki zarfı göstererek "bunu ona götürmeni" dedi. Kardeşi önce reddetti. "Ben yapamam, kızın annesi duyarsa  kızar. Hem arkadaşımla aram açılır. Vazgeç bu sevdadan ağabey. Bu sevdanın  sonunu iyi görmüyorum. Yol yakınken vazgeç" dedi. Lakin ağabeyinin kararlılığı karşısında direnemedi. Çaresiz mektubu aldı elinden. Arkadaşına ağabeyinin mektubunu vermek üzere evden çıktı.

 Kız evde yalnızdı. Çayını demlemiş, tek katlı evlerinin yola bakan odasının penceresinin önündeki kanepeye oturmuş, radyoda istekleri dinliyordu. Çalan şarkı manidardı. Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, hiç karşılık vermez misin komşu kızı... şarkısı çalıyordu. Şarkıyı dinlerken bir ses duydu. Kulak kesildi kapı çalıyordu. Kapıyı açtığında karşısında arkadaşı duruyordu. Kız, şarkının da etkisiyle heyecanlanmıştı. İçeri davet etti. Birlikte şarkı eşliğinde havadan sudan sohbet ettiler. Sohbet güzel de orada bulunmasının asıl sebebi sohbet değildi. Ağabeyinin gönderdiği mektubu vermesi gerekiyordu. Zaman zaman vermekten vazgeçmeyi düşündü. "Ağabeyime ne derim? bana kızar" düşüncesi vazgeçmesini engelliyordu. Heyecandan ellerinin içi terliyor, ateş basıyor, yüzü kızarıyordu. Artık sona gelmişti. Nereye kadar sohbet edecekti. "Kalkmam lazım arkadaşım, evden beklerler"diyerek izin istedi. Birlikte kapıya geldiklerinde, ceketinin iç cebine koyduğu mektubu çıkardı: " Bunu sana ağabeyim gönderdi. İçinde ne yazıyor bilmiyorum." deyip gitmekti amacı. Kız mektubu aldı. O anda arkadaşının "içinde ne yazdığını  bilmiyorum" cümlesini hatırladı. Arkadaşını içeri davet etti. "Gel birlikte öğrenelim," dedi. Kız zarfı açtığında elleri titremeye başlamıştı. Dili dolaşıyordu. Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmişti.
  Kenarları gül ve kalp figürleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektuptu. Kağıdın sağ üst köşesinde:
"Her halinle her şeyinle güzelsin,
hata bulmak kusur bulmak güç sende" diye yazılan şarkı sözleri vardı. Devamında da ona olan sevgisinden, sevgisinin büyüklüğünden bahsediyordu. Sevgisini yüzüne söyleyecek cesaretinin olmadığından, niyetinin ciddiliğinden ve hayatının geri kalanını birlikte geçirmek istediğinden bahsediyordu...

 Kız mektubu okurken duygularını gizlese de şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Mektubun tamamını okuyamadı. Mektubu tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi arkadaşına uzattı "biz onunla sadece arkadaşız bu mektubu sen kendisine ver" dedi.
 Arkadaşı mahcup olmuştu, üzülmüştü ... O da kızdan böyle bir davranış  beklemiyordu belli ki. Seslenmeden oradan ayrıldı.
 Kız her ne kadar mektupla gelen teklifi reddetse de etkilenmişti. Zira o da erkeğe karşı bir şeyler hissediyordu.    Evlerinin önünden gelip geçtikçe, okulda gördükçe heyecanlanıyordu. Bu teklif onun iyice karma karışık bir ruh haline bürünmesine sebep olmuştu. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki? Lakin yapamazdı... O, sevgi denen bu asil, güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı... İçinde aşamadığı bir korku vardı. Annesi ve babası birbirini deli gibi severken sonları hüsran olmuştu. Acı ve göz yaşına maruz kalmıştı. Kendisinin sonunun da aynı olacağı endişesi engelliyordu kızı... Kendini şartlandırmıştı. Daha çok erkendi...
 Reddedildiğini öğrenen genç çok şaşırmıştı. Yıllarca yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgisi karşılık bulmamıştı. Üzülmüştü, taş kalpli, kalpsiz diye isyan etti. Kardeşinin elinden aldığı duygu yüklü mektubu, evin orta yerinde yanan sobanın içine attı ve evden çıktı...
  Kız pencerenin önüne oturmuş onun geçmesini bekliyordu... Pişman olmuştu... İş işten geçmişti artık. Kendince bahaneler üretiyordu. Neden diyordu? Neden kendisi gelmedi? Sevgisini ifade etmek için neden bir aracıya gerek duydu?..
 Erkek de mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Kızı üzdüğü için kendini affedemiyordu. Kızla bir kez de kendisi görüşmeyi düşündü,bunu yapamadı. İkinci kez reddedilmeyi yüreği kaldıramazdı. O kendini inandırmıştı, bu sevdadan hayır yoktu. Vazgeçmeliydi. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptı. Pılını pırtısını toplamış ve bir daha dönmemek üzere memleketini terk etmişti...
 

 Hikayemizde okuduğumuz gibi kız da erkeği sevmesine rağmen gerek aile ve gerekse toplum baskısı yüzünden sevdiğinin sevgisine karşılık verememiş, belki de kurulacak olan mutlu bir yuva engellenmiştir.   

   Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle, dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizliğin yattığını söylüyor uzmanlar. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Yazımı  Sait Faik Abasıyanık'ın " Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözüyle bitirmek istiyorum. Bu vesileyle Dünya sevgililer ve dünya öykü gününüz kutlu olsun..

11 Şubat 2020 Salı

Kime Güveneceğiz?



  
   Sabahın mahmurluğunu üzerinden atamamıştı gökyüzü evden çıktığımızda. Geç bir saat olmasına rağmen hava bulutluydu. Aydınlıkla karanlık arasında bir görünüme sahipti. Sanki aydınlanmak istemiyor gibiydi. Kararsızdı... "Sen kararını veremeyeceksen ben de yağarım" der gibi yağmaya başlamıştı yağmur. Sicim gibi bardaktan boşanırcasına... Oysa evden çıkarken bir damla yaş yoktu yerde. Yağmur öyle hızlandı ki silecekler çift çalışmasına rağmen etkisiz kalıyordu. Buna bir de çalışanların mesaisine yetişme telaşı da eklenince trafik felç. Arabada eşime; "burası da İstanbul trafiğini aratmayacak hale gelmeye başladı dediğimde, bana "daha o kadar değiliz, ancak yaklaştık."dedi. Eşim haklıydı. Nüfusumuz İstanbul kadar olmasa da insanımızın kuralsız kendi kurallarını kullanarak araç sürmesi trafiği felç ediyordu. Biraz ilerlediğimizde önümüzde hurdaya dönmüş bir araç, etrafında trafik polisleri, korkudan ne yapacağını bilmez halde duran insanlar vardı. Trafiğin bu kadar ağır işlemesinin sebebi anlaşılmıştı.

  Biz yolumuza devam ettik. Sanki az evvel kaza yapmış araca ve etrafındaki endişeli korku içinde bekleyen insanlara rastlamamış gibi sürücüler; yine hatalı sollama, makas atma, hız gibi kuralsız sürüyordu araçlarını. Bunlara insan; " ne diyeyim ben size? Nasihatten almıyorsunuz bari müsibeti önemseyin" diye kızası geliyor. 

 Sabah erken saatte başlayan ve en fazla on dakika sürmesi gereken yere yaklaşık kırk dakikada geldik. Bu defa da park sorunu vardı. Eşim;"sen gir içeri ben arabayı park edip geliyorum" dedi. İçeri girdiğimde kayıt bölümünde sonunu kestiremediğim bir kuyrukla karşılaştım. Orada hep söylediğim sözü hatırladım;" Bilim ne kadar ilerlerse de, bilgisayar çağında, teknolojik gelişmeleri yakalasak da zihniyetlerimiz değişmediği müddetçe, bir arpa boyu yol alamayız" dedim yine kendime. Bizim kuşak özellikle seksenli yılları hatırlayanlar kuyruğu iyi bilir... 
  Böyle, insanların kalabalık olduğu yerlerde uzaktan izlerim onları. Gergin, stresli, solgun ve yorgun bir hali vardı sırada bekleyenlerin.  Buna sebep, kuyrukta önden sıra kapabilmek için sabahın köründe gelmiş olmalarıydı belki de... Görevli memurun da hastalardan pek farkı yoktu. Onun da stresli yorgun bir hali vardı. Zira kayıt yaparken hastalarla anlaşmada sıkıntı yaşıyor karşılıklı ağız dalaşı yapıyorlardı... Sonunda sıra bana gelmişti. Kaydımı yaptırıp ilgili servisin kapısının önüne geldim. Bu defa kuyruk olmasa da kimi koltuklarda oturmuş, kimi de kapının önünde dağınık bir şekilde bekliyordu. Onları gören, muayene başlamış zannediyordu. Oysa daha doktor bile gelmemişti. Gözüm, kapının üzerindeki bilgisayar monitöründe kayan adlara takıldı. Ara, ara  kendi adımı buldum sonunda.
  Bir vakit sonra doktor geldi.  Biz kenarda beklerken içeri bir grup girdi. Kim bunlar?diye yanımdaki hastalarla birbirimize sorduk. Biraz sonra içeriden hemşire çıktı."İlaç yazdıracaklar girsin" diye yüksek sesle bağırdı. Peki içeri girenlerin numarası kaçtı?         Kimler girmişti içeriye? Meçhul!!! bilmiyoruz. Hemşireye;"bizim sıra ne zaman gelecek?" diye sorduğumda, "bekle sıran gelince ben çağıracağım" dedi. Peki bu numaraları neden veriyorlardı ki? Madem sıraya onlar koyacaktı? Neden ilaç yazdıracaklara ayrı numara, sonuç gösterecek olanlara ayrı, muayane olacaklara ayrı numara vermezler ki? herkes yerini bilirdi diye bir düşünce geçti içimden. Neyse ki zamanını bilmediğim bir anda ismimin söylendiğini işittim. Hemen içeri girdim, selam verdim. Ben, doktorun bir hafta önce istediği efor testini çektirmiş ve  sonucunu göstermek için bunca zorluğa katlandım. Doktor sonuca baktı. "Zorlandınız mı?" diye sordu. "Evet" dedim...  Doktor Hanım; "Bu durumda anjiyo yapmamız gerekecek" dediğinde şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim."Karar verince haber ver"dedi. "Peki dedim" odadan çıktım. Eşimle görüştüğümde o da şaşırdı. İnternetten araştırmaya başladık. Korkulacak bir şey olmadığını, on on beş dakikalık bir operasyon olduğunu öğrendik.
  Bizim çocuklar sağlık konusunda çok hassaslar. Onlara nasıl söyleyeceğimizi düşünürken, durumumdan haberdar olan arkadaşlarım aradılar. Sonucu öğrenince onlar da şaşırdı. Benden hemen karar vermememi, başka doktorlara da görünmemi istediler. Ben, beni tedavi eden doktora haksızlık olur düşüncesiyle önce kabul etmek istemedim. Eşim, kızlarım ve arkadaşlarım ısrarcıydı. Hatta bana önerdikleri doktorun adını verdiler. Randevu aldım arkadaşlarımın önerdiği doktora da muayene oldum. Devlet hastanesinin doktoru bana hiper tansiyon, kalp kapakçığında kayma teşhisiyle anjiyo yapılması gerektiğini ısrarla söylerken, özel hastanedeki doktor; ne kalp kapakçığı, ne de tansiyonla ilgili bir sorunumun olmadığını söylediğinde çok şaşırmıştım. Devlet hastanesi doktoru bana kalp ve tansiyon ilacı da vermişti. Akıllılık edip ilacın prospektüsünü okuduğumda çok fazla yan etkilerinin olduğunu gördüm ve ilacı içmedim. Çünkü ben de bir yanlışlık olduğunu düşündüm. Zira tansiyonumun hiper olacak şekilde yükseldiğini hiç hatırlamıyordum. 
 Eşimle ve kızımla "verilmiş sadakamız varmış. İyi ki ilaçları içmemişim" diye sevinerek eve geldik.
    Nefes almada sıkıntım vardı. Ara ara nefesim sıkışıyordu. Bu şikayetle gittiğim devlet hastanesinden kalp hastası ve hiper tansiyonlu biri olarak çıktım. Peki biz kime güveneceğiz? Özel doktora gitme şansı olmayan insanımız, olmadığı bir hastalığın tedavisini mi görecek? Bu durumu kim düzeltecek.?

  Her şeye rağmen nur içinde yatsın babaannemin dediği gibi " Allah oraya kimseyi düşürmesin, oranın da yokluğunu göstermesin" diyor sağlıklı huzurlu günler diliyorum herkse. 

Muhabbetle,
Hanife Mert

7 Şubat 2020 Cuma

Kibirli !

Burnu Kafdağı'nda
Düşse, eğilmez almaya
Yüreğinde kibri çok,
Bilmez ki izin yok
Burada sürekli kalmaya.

Cehalet kalp gözünü kör etmiş,
Aydınlığı karanlığa terk etmiş.
Kendini sözleri ile nesh etmiş
Nereye kadar bu aldanış,
Nereye bu kaçış?

Ömür dediğin nedir ki?
Dün ile yarın arasında
bilmece.
Nedenlerle, niçinlerle,
Sorgulanan bin bir hece.

Vazgeçeceksin   Kafdağı'ndan
Gideceksin öncekiler gibi sen de
Bilinmez bir geleceğe…


Hanife MERT
NOT: Görsel netten alıntı

4 Şubat 2020 Salı

Nerede İnsanlık?

 

Gökyüzünde sis var, dağlarda duman.
Beklemekten yorulduk, kalmadı derman.
Acı, ölüm, gözyaşı, kin, nefret, kan,
İnletti semayı, feryat ve figan


İnsanoğlu nefsine esir olmuş,
Gözünü hırs, kin ve nefret bürümüş
Kendinden başkasını görmez olmuş
Zalimler, zulümlerle abad olmuş


Ahlak, edep, adalet hak getire,
Yalan, dolan, riya olmuş baş tacı,
Helal haram düşünmek kimin harcı?
Mazlumun yüreğine çöreklenmiş  sancı


Haksız cana kıyanın sonu olur hüsran.
İnsan olan insana nasıl olur düşman?
Geç olmadan çıkmalı zulüm deryasından
Saplanıp kalmadan cehalet batağından

Nerde kaldı insanlığı getiren kervan?

Gelmedi, insanlığı getiren kervan.
Geçmeden iş işten sen var farkına!
Kime faydası var biriktirdiğin meta'ın
Kara toprak değil mi? Sonunda yatağın.



Hanife MERT

Not: Görsel, netten alıntıdır.

Abat: Huzura kavuşmak, bayındır, mutlu olmak demek. Zalimlerin zulüm ederek mutlu refaha kavuşması zengin olması


14 Ocak 2020 Salı

BLOGDA NİYE Mİ YAZIYORUM

    Bu  günlerde  çok farklı bir ruh hali  içerisindeyim. Havadan mı, sudan mı, topraktan mı, mevsimden mi?  Bilmiyorum... Ancak bildiğim bir şey var ki hiç bir konuda yazamadığım,yazdıklarımı tamamlayamadığımdır.  İstekli bir şekilde bilgisayarın başına geçiyorum, ya okuduğum bir haber, ya da izlediğim bir video bütün yazma isteğimi bir anda yok ediyor. Yazıyı tamamlamadan yarıda bırakıp bilgisayarı kapatıp çıkıyorum. Şuan taslaklar bölümünde tam 9 adet yazı tamamlanmayı bekliyor. 
   Bir çok etkenle birlikte asıl ve önemli sebep hepimizce malum. Son dönemde Ülkemizin içinde bulunduğu kaos ortamı! Bu durum bizi  gelecek kaygısına, belirsizlikler umutsuzluğa ve dolaysıyla da huzursuzluğa ve mutsuzluğa sevk etmektedir. 
    Herkes gibi ben de; gelecek günlerin ülkemize, milletimize ve devletimize hayırlı, güzel günlere vesile olmasını canı gönülden diliyorum.... 
   Madem yeni bir yazı yazamıyorum ya da yazmaya başladığım yazılarımı tamamlayamıyorum. Ben de ilk paylaştığım yazılara ve dolayısıyla da geçmişi yad etmeye karar verdim. Ne çok şeyler paylaşmışım... "Nereden nereye" dedim. 
   İlk olarak 9 Mart 2010 yılında  "he-m" ismi ile blogcuyla tanıştım. Orada çok güzel seviyeli değerli dostlarım dostluklarım oldu. Hiç birinin yüzünü görmeden sadece paylaştıkları ile gönüller arasında bir köprü kuruyor dostluk temelleri atılıyordu. Her biri seviyeli saygılı kendi çapında değerli dostlardı. Orada sorun yaşamadım. Daha sonra bazı teknik nedenlerden dolayı blog ismimi "yaren-1" olarak değiştirdim. 
  Blogcuda  genellikle okuyup beğendiğim ve başkasına da faydalı olacağına inandığım yazarların, şairlerin  yazılarını şiirlerini  alıntılayarak paylaştım. 

  Blogcuda  beni oradan hatırlayanlar bilir. Paylaşımlarımın önemli bölümünü  ilahiyat ağırlıklı konular oluşturdu. Bunun sebebi bu konulara duyduğum aşırı ilgiden kaynaklanıyordu.   Zira  inanıyorum ki; İnsan eş, anne, baba, arkadaş dost, amir, memur, patron, işçi, vali, doktor avukat, hakim, savcı, milletvekili, bakan, cumhurbaşkanı...olabilir. Bu bağlamda her ne olursa olsun aynı zamanda İllaki kuldur.   Kime kul? "Ancak ve ancak sadece Allah'a kul.Başka şeylere kul olanlar benim ilgi alanımın dışındadır. Dolayısıyla bize yüklenen misyonlar  dinimizi öğrenmeye engel değildir. Zira   bu anlayış çerçevesinde kul olma bilincinin idrak edilmesi kişiyi  daha başarılı, daha huzurlu, daha çalışkan, daha adil, daha erdemli bir insan olmasına büyük katkı sağlayacaktır... Hal böyle iken İlgilisi için paylaşmayı gerekli buldum. Zira insan neye ihtiyaç duyarsa onu arar, arayan da bulurmuş...
   Diğer taraftan felsefe, sosyal ve toplumsal içerikli konular paylaştım. Bu bağlamda öncelikle her insanın bir hayat felsefesi olması gerektiğine inanan biri olarak, insan öncelikle, kendini çok iyi tanımalı. İç dünyasını irdelemeli. Zira her şeyin çözümü kendi iç dünyasında ruhunda, yüreğinde gizli. Aslolan o yüreği kullanabilmeli...Diğer yandan, insanı insan yapan onu erdemli, saygın kılan bazı değerler vardır. Dostluk, vefa, hatır, gönül, doğruluk,adalet, edep,ahlak,haya, sevgi, saygı, vicdan, merhamet gibi değerlerin önemini  yitirdiği günümüzde okuyucuya hatırlatma babından içerikler bu bölümün konusunu oluşturdu.
  Ayrıca toplumsal içerikli, milli ve manevi değerleri öne çıkarmayı amaçlayan yazılar da paylaşımımın konusunu oluşturmaktaydı. 
   Tam blogcuya alışmışken, profil sayfamla ilgili her türlü değişikliği yapabilecek konuma gelmişken blogcu yönetimi ve biz blogcularla aramızda çıkan sorun yüzünden oradan ayrıldık. Topluca blogspota taşıdık paylaşımlarımızı. Burada yabancılık çekmedim. Zira blogcu bizim için bir basamak, bir staj yeri oldu. 
  28.01.2012 den beri de "yaren" isimli, ağırlığı kendi yazılarıma, yazmakta olduğum romanlarımın bazı bölümleri ve bazen de amatörce yazmaya çalıştığım deneme şiirlere yer verdiğim bloğumda paylaşımlarıma devam ediyorum. 

  Ayrıca 08.06.2012 den beri değerli Hüseyin Hocamın tavsiyesi ile blog.milliyet.com.tr de de yazılarımı paylaşıyorum. Orada da çok değerli, seviyeli, saygın dostlarım oldu.
  
 Yazamama konusu geçici bir durum olduğunu biliyorum. Bir müddet sonra her şey normale döner buna inanıyorum. Ancak  beni endişelendiren zaman zaman da karamsarlığa sevk eden, canım cennet kadar güzel ülkem ve güzel ülkemin güzel insanlarına reva görülen olumsuzlukların bir an önce son bulması ve özlediğimiz güzel günlerin tekrar bizimle olması dileğim...

 Bazen geçmişe yolculuk iyi gelir yüreğe. Canlanır gözünde filizlenen tomurcukların güle dönüşü...  

  Şöyle geçmişe bakıyorum da bu blog herkes gibi bana çok güzel şeyler katmış. Hala görüşmeyi sürdürdüğüm çok değerli dostlar, yazma ve okuma alışkanlığımı geliştirdiğim, çok faydalı yeni bilgiler öğrendiğim, en önemlisi de bu sayede iki tane kitabımı da okuyucularla  buluşturma, yeni bir kitap projesi üzerinde çalışma olanağı sağladı. 

  Eskiden olduğu kadar aktif olamasam da ara ara paylaşımlarda bulunuyor ve değerli blog arkadaşlarımın yazılarını okumaya zaman ayırabiliyorum. Mutluyum bu anlamda...

Sevgi  ve muhabbetle,
Hanife Mert

13 Ocak 2020 Pazartesi

Verme Çocuğa Kurabiyeyi Yer Çocuk Kurabiyeyi




Bir ara eşim bir tekerleme söylerdi. Tekerleme şöyleydi; "Verme çocuğa kurabiyeyi, yer çocuk kurabiyeyi." der güler ve susardı. Çocuklarla birlikte saatlerce düşünür kafa yorardık. Bir anlam çıkaramazdık. Tekerlemenin anlamını eşime sordum. "Bu tekerlemede ne demek istiyor ?" Eşim gülümsedi ve ardından şu hikayeyi anlatmaya başladı.
"Hindistan'da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz bulup çok beğenirmiş. Ona 'Renklerin Ustası' anlamına gelen Ranga Çeleri adını takmışlar. Ama, kısaca Ranga Guru derlermiş. Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş; ondan resmini değerlendirmesini istemiş.
Ranga Guru, "Sen artık ressam sayılırsın Raciçi. Senin resmini halk değerlendirecek" diyerek, resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. "Yanına kırmızı bir kalem bırak; halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymasını rica eden bir yazıyı da yanına iliştir" demiş.
Raciçi denileni yapmış ve birkaç gün sonra bakmaya gittiğinde görmüş ki, bütün resim çarpılar içinde. Çok üzülmüş. Emeğini ve yüreğini koyarak meydana getirdiği tablo kıpkırmızı çarpılarla doluymuş. Gene Ranga Guru'yu ziyaret etmiş. Ne kadar müteessir olduğunu ona iletmiş.
Ranga Guru, üzülmemesini, resim yapmaya devam etmesini tavsiye etmiş. Raciçi yeni bir resim yapmış ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya ve birkaç fırça ile birlikte... "İnsanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazıyı resmin yanına koy" demiş. Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış; fırçalar da, boyalar da kullanılmamış. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş.
Ranga Guru olayı şöyle yorumlamış:

"Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda, onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarına fırsat verdin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi. Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma."

Eşim, haklıydı. Konuşmayı çok seven bir toplumuz. Yeter ki fırsat verilsin. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, bilsek de bilmesek de, fikrimiz olsa da olmasa da kendimizi o alanda otorite sayar sonra başlarız konuşmaya eleştirmeye. Mangalda kül bırakmayız...
Konuşmalarımız eleştirilerimiz başkaları hakkındadır. Yapıcı değil, yıkıcıdır çoğu zaman. Takdir edip teşvik etmeyi unuttuk maalesef. Bir anda o eser için verilen emekler, gösterilen çabalar, mücadeleler görünmez göze. Eline fırsat geçmiştir ya ha babam konuşur.

Bir konu, meydana getirilmiş bir eser ya da karşı bir fikir hakkında illaki eleştiri olacak, olmalı... Karşıdakinin bakış açısını değiştirecekse, göremediği bir durumu göstermek adına eleştiri olmalı. Bu yapıcı eleştiridir... Sakın emeğinizi değerini bilmeyenlere sunmayın ve asla bilmeyenle tartışmayın da benden söylemesi...

Her hikaye/ öykü özünde bir kıssa barındırır. Maharet o kıssadan hisse alabilmektir. Tabi almayı bilirsen...

Muhabbetle,
Hanife Mert

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...