5 Nisan 2012 Perşembe

Dua Almaya Bakın..


Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir. Düğün günü çok koyun ve inek kesilir. Et kokuları mahalleyi sarar. Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın, dört yetimiyle yaşamaktadır. Hepside günlerdir açtırlar. Kadıncağız, düğün evinin kapısını çalıp, 'ateş' ister. Ancak maksadı başkadır. 

“Belki yemek verirler” diye gitmiştir. Adam, kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez. Kadıncağız, bir daha gidip 'ateş' ister. Yine eli boş döner. 
Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu defa acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler.
Yetimcik, annesine yalvarıyor:
— Anneciğim, ne olur bir daha git. Belki bu sefer bir şey verirler.
Kadın ağlamaklıdır:
- Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum.
Adam bunu duyar. Kalbi sızlar. güzel bir 'Sofra' hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip, dinler yine. Yetimlerin en küçüğü dua ediyor:
- Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et! Onu imanla şereflendir!
Ardından;
- Âmiiiin! sesleri yükselir.

O anda, kalbi döner ateşperestin. Ve 'Şehâdet'i getirip imanla şereflenir. Nitekim Sadaka, belâyı önler. Ama dua, kaderi değiştirir! Buyurmuştur büyüklerimiz

Dua almaya bakın.

Dikensiz Gül Açar mı?

“…Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz 
mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi 
sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilemezsiniz” 
Bakara/216 
demektedir Cenab-ı Hakk… Biz bilemeyiz… 
bilemeyiz bizim için iyi mi hayırlıdır kötü gözüken mi? 
Ama bildiğimizi sanıp, başımıza gelenlere yorum yaparız… 
Hani ayırırız ya hayır ve şer diye… 
hani hep başımıza gelen hayır olsun isteriz ya.. 
hani hep kötü işler gelip beni mi buluyor deriz ya isyan edercesine…. 
hani gülü sever de dikenine yüzümüzü buruşturarak bakarız ya.. 
Maksat hep güzelliklerin bize verilmesi midir yoksa güzelliklere 
layık olunması mıdır hiç düşünmeyiz. Gülü severiz de dikenine 
burun kıvırırken, unuturuz dikeni yaratanın da gülü yaradan’ın da aynı olduğunu… 
Sevgiliden gelen her şeye katlanmalı, bilinmeli ki 
güle gül kokusunu veren dikendeki özsudur aslında… 
Daima O’nun gülüne de dikenine de razı olmak varken 
neden bilmeyiz ; gül koklamak isteyenin,eline dikenin 
mutlaka batacağını…Unuturuz her nimetin bir külfeti olacağını… 
Hz. İbrahim; fakir ve yolda kalmışlara, mutlaka sofrasını açar, 
az çok ne varsa onlarla paylaşırdı. Rabbinin rızasını kazanmış 
bu yüce Peygamber; yine bir gün sofrasına kabul ettiği ama 
Allah’ın adını anmadan yemeğe başladığı için kızdığı bir kul 
için ne diyor Cenab-ı Hakk… 
” Ya İbrahim! Ben bu kulumu, beni inkâr etmesine rağmen 
40 yıldır besliyorum da, sen bir öğün mü doyuramadın?” 
Bize gül ikram edene nasıl teşekkür edeceğimizi bilemeyiz… 
ama bu gülü ikram eden, üstelik sevgisini ve rahmetini 
her daim hissettiren Yüce Mevla’mıza nasıl teşekkür etmeyiz ki? 
Onun gönderdiği gülleri koklamaktan çekinmezken, 
dikenine neden nankörlük ederiz ki… 
Bizi sevgisinden yaradan yüce Allah, bizlere isteyerek 
zulüm yapmaz, zora koşmaz, bela ve musibetlerle sınamaz… 
Bunların hepsi, nefsimize uymadığından bizim düşüncelerimizde 
oluşan musibetlerden başkası değildir… 
Hele birde; doğumumuzdan ölümümüze kadar geçen sürecin; 
O’nu daha çok anmamız, O’nun sevgisine daha çabuk ulaşmamız, 
O’na yönelmemiz, O’nun rızasını kazanmamız için geçen bir imtihan süreci olduğunu idrak edebilsek… 
Hele birde; O’ndan gelen hayır ve şerre razı olabilsek, isyan etmeden “Rabbim benim için hayırlı olanı böyle takdir etti, 
o halde bana teslim olup O’na daha çok yönelmem gerek” diyebilsek… 
Hele birde; “ Yarabbi! her şeyi yaradan sensin.. 
işte sırf sen yarattın diye cennetine de razıyım, cehennemine de “ diyebilsek.. 
Hele birde; “ Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri.. 
isteyene ver onları…Bana seni gerek seni” diyebilsek.. 
Açıp ellerimizi de, bakalım avuçlarımıza… 
Dikensiz gül açıyor mu ? 



alıntı

4 Nisan 2012 Çarşamba

İnsanın Yaratılış Gayesi..


Maddecilere göre insan, dünyaya gelir, her canlı gibi yer, içer, nefsî arzularını yerine getirir ve sonra toprağa karışır gider Yani, insan yaşamak için yaşar Basit dünyevî hedeflerin ötesinde bir yaratılış amacı yoktur O, ot gibi yaşayıp gideceğini, sonra ot gibi kuruyup yok olacağını zanneder

İslam’a göre, insanın yaratılış gayesini Allah (cc) belirlemektedir:

“Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım” (51/Zâriyât, 56)

“Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (23/Mü’minûn, 115)

İnsan, yalnız yemek, içmek, gezmek tozmak için yaratılsaydı insanın herhangi bir hayvandan farkı olmazdı İnsan boş yere yaratılmamış ve başı boş bırakılmamıştır O, bir görevi yerine getirmek için yeryüzüne gönderilmiştir Kendisi gibi herhangi bir yaratığa kul, köle olmak için değil; yaratanını tanımak ve O’na ibadet etmek, dünyada Allah’ın hükmünü hakim kılmak, buna karşı çıkan engelleyici güçleri (fitneyi) bertaraf etmek suretiyle halifelik görevini yürütmek için yaratılmıştır İnsan, nefsi için değil; Allah’a ibadet etmek için, şu fâni dünya için değil; ebedî hayat için yaratılmıştır Allah'a ibadet için yaratılan insan, bu kulluğunun karşılığını hem dünyada hem ahirette alacaktır Allah'ın emirlerine itaat, dünya ve ahiret mutluluğuna sebeptir

İnsanın yaratılış sebeplerinden biri, en geniş anlamıyla yeryüzü yönetiminden sorumlu olmaktır Halife olmanın anlamı budur O halde insan, kendi toplumuna huzur ve adaleti hakim kılma görevinin yanı sıra, yeryüzünde yaşayan diğer canlıların hayatlarını devam ettirmelerinden, yeryüzündeki bitki örtüsünden, çevreden ve benzeri şeylerden de sorumludur Aslında bu görevi de, Allah'a ibadet görevinin çerçevesi içinde görülmelidir Çünkü namaz, oruç, zekât gibi şekli belirlenmiş ibadetler ve helal-haram gibi konularda Allah'a karşı görevini yerine getiren insanın, dünya hayatıyla ilgili çabaları da ibadet kapsamı içerisine girmektedir Belirlenmiş ibadetlerini yerine getirmeyen, ahlâkî kurallara riayet etmeyen kimsenin, dünyayı imar görevini yerine getirmesi ise, kendisine manevî alanda herhangi bir değer kazandırmaz Böylesi insanların hayvanlardan farkı yoktur Çünkü hayvanlar da fesat çıkarmayıp yeryüzünün îmarına hizmet ederler

Allah'ın emirlerini yerine getiren kimsenin, dünya hayatıyla ilgili çabalarının da ibadet olarak görülmesi, din-dünya ayırımını ve dine ait olan ile dünyaya ait olan gibi bir bölünmeyi de ortadan kaldırmaktadır Laiklik demek olan böyle bir ayırım, insan şahsiyetini de parçalar; kişiliğinde birtakım bozukluklara sebep olur Dünya hayatı, ahiret hayatının bir mukaddimesidir ve onunla sıkı sıkıya bağlıdır Böyle bir bakış açısı, dünya hayatını olması gereken konuma oturtmuş olur Bu takdirde dünya hayatı, aşağılık ve çirkef bir hayat değil; ahiret mutluluğunun kazanıldığı bir yerdir; kaçınılmaz bir aşamadır

İbadetler, Allah'ın onlara ihtiyaç duymasından dolayı değildir Bilakis fert ve toplum olarak, insanın kendisinin onlara ihtiyaç duymasından; fert ve toplum olarak hayatının düzene girmesi içindir Mesela, belirlenmiş ibadetlerin başında gelen namaz, insanın kötülüklerden alıkonmasını sağlar; en azından bu hedefe yardımcı olur Oruç, yine nefsin terbiye edilmesi ve insan iradesinin güçlendirilmesi; zekât, toplumda ekonomik yapının düzenlenmesi ve insandaki mal tutkusunun frenlenmesi için bir araçtır Kuşkusuz bu ibadetlerin daha başka dünyevî faydaları da vardır Esas faydaları da ahiret mutluluğuna sebep olmalarıdır Ama unutulmamalıdır ki, nice yararları olan tüm ibadetleri biz, bu faydalarından dolayı değil; Allah'ın emretmesinden dolayı, O'nun rızası için yerine getiririz [1]
--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ahmed Kalkan, İslam Akaidi: 192; Ahmed Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri


Yalnız mısın?

Kendine ulaşamamış her insan yalnızdır. Ve yalnızlığından nefret eder. Bekler biri gelip kurtarsın onu bu yalnızlıktan diye.  Kendine bile tahammül edemezken, birisinin onu sevmesini ve kendi yalnızlığından çıkarmasını bekler.Çünkü bilemez kendiyle ne yapacağını. Kendi derinine, içine inmemiştir bir gün bile.
Mesela, aynaya gerçek manada bakmamıştır. Yüzünün, gözlerinin ona ne dediğiyle ilgilenmemiştir. Dışındaki “bugünü de kurtardık” mantığı, içindeki “doğruyu biliyorum” u bastırmayı başarmıştır her daim. İyi taraflarını el üstünde taşıyıp, eksik, yanlış olan neyi varsa itelemiştir kendinden öteye. 
Mesela, kendi fikirleri yokmuş gibi arkadaşının siyasi görüşlerine destekçi olmuştur. Sevgilisi nereye isterse oraya gitmeyi istemiştir. Taksi şoförü kim bilir neler anlatırken ona, duymadığı halde belli aralıklarla “evet… tabi… bence de…” demiştir. Markette kasa kuyruğundayken öne geçen birisini, sıraya girmesini söylemek yerine görmezlikten gelmiştir.
Neredeyse herkes ile uyum sağlamıştır, kendine uyum sağlamak dışında. Bu yüzden siliktir, neredeyse hiç yok gibi. Keşfetmediği bir “ben”liği, ödünç aldığı bilgiler, duygular, şekillerle süslemiştir. İçindeki bu tanımadığı kişiden olanca hızla kaçmıştır. “kendimle barışığım” tavırlarında yaşarken, aslında kendine yabancıdır. En önce kendine yalancıdır.
Dışardan bakıldığında aslında neredeyse kendinden bir hayal kahramanı yaratmıştır. Herkesi onaylayan, herkesle uyum ve iyilik içinde, insanları seven, anlayan, affedici, keyifli… Peki ya kendi??? İnsan kendinden kaçtıkça kalabalıklara ihtiyaç duyar. O sesler, o insanlar içindeki haykıran “ben”i bastırsın ister. Acemidir çünkü kendine yakınlaşmakta. Bu yüzden başkasına da adım atamaz aslında gerçek anlamda.
Kendini büyütemeyenin işidir dev aynası kullanmak. Henüz kendini kabul etmemiş, kendini bilmemiş bir insanın daha cafcaflı, daha ilgi çekici görünmek isteyişidir. Bir nevi göz aldatmacasıdır yaşadıkları da yaşattıkları da.Güzel bakmayı, güzel yazmayı, güzel görünmeyi, güzeli görmeyi bilir de güzel yaşamayı öğrenememiştir. Doğrular hiç tereddütsüz dökülür dilinden.  Dil bilir, göz görür, ama hayatı aksiyonu sevmez bir türlü.Yalnızdır. Çünkü bilmez “tek başına” lığın keyfini. 
Yalnızdır. Çünkü güne gözlerini açtığı bir gün bile “günaydın” dememiştir, (yabancı olsa bile) içindeki kendine. Kendine ulaşamamış her insan yalnızdır. Ve yalnızlığından nefret eder.
Yalnız mısın? Birisine ihtiyaç mı duyuyorsun? O zaman bugün bir adım at kendine… Büyülü yolculuğun keyfi kendini keşfetmekle başlar…Kendine yaklaştıkça, yalnızlığından arınırsın. Kendini tanıdıkça, başkalarını da anlarsın. Kendini bildikçe çoğalırsın. Kendini sevdikçe sevgiyi dilenmeyip zaten o sen olursun. Kendine baktıkça kalabalıklaşır ve var olursun.
Bugün kendine bir şans ver. İçinde çok uzun zamandır seninle buluşmayı bekleyen biri var.
Bugün unut dünyayı ve dön bak kendine...






3 Nisan 2012 Salı

Gözyaşlarımız Aynı, Gülmeler mi Farklı?


Attığımız taş aynı yere, aynı yöne neden gitmiyor,
Elimizdeki TAŞLAR mı farklı? 
Doğru olan bir konuda aynı görüşe neden varamıyoruz, kafamızdaki FİKİRLER mi farklı? 
Selam vermemek için neden yön değiştiriyoruz, gittiğimiz 
YOLLAR mı farklı? 
İncir çekirdeğini bile doldurmayacak sebeplerle neden küsüyoruz, DERTLER mi farklı? 
Su, geminin altında olmalı diyorlar, ancak sular geminin içinde
YÜZMELER mi farklı? 
Para cepte olursa iyi diyorlar, ancak şimdi vicdanlarda,
CÜZDANLAR mı farklı? 
Bıçak hekimin elinde olmalı diyorlar, ancak katillerin elinde
MESLEKLER mi farklı? 
Toplama, çıkarma, bölmeler aynı,
ÇARPMALAR mı farklı? 
Yağmur yağmayınca yağdır Allah'ım,
Deprem olunca durdur Allah'ım, Hasta olunca şifa ver Allah'ım,
Darda, yolda, karda kalınca yetiş Allah'ım diyoruz
Mal-mülk, makam-mevki, nimet ve servet
İşine gelince kullara dayanıyoruz.
DUALAR mı farklı.?








Şiir..



En uzak mesafe ne Afrika'dır, ne Çin,
ne Hindistan,ne Seyyareler, ne de
Yıldızlar geceleri ışıldayan.
En uzak mesafe;
... İKİ KAFA ARASINDAKİ MESAFEDİR.
Birbirini anlamayan....
CAN YÜCEL

1 Nisan 2012 Pazar

Kültüründen Koparılan Gençlik..

Osman Yüksel Serdengeçti’nin, ’Bir Nesli Nasıl Mahvettiler’ isimli çok önemli bir kitabı vardır. Gençliğin, kültüründen, manevi değerlerinden, nasıl koparıldığından bahsedilen eserde anlatılan henüz televizyonun, bilgisayarın, cep telefonun, internetin olmadığı dönemdir. Yazarın feveran ettiği dönemler, Osmanlı izlerinin henüz taze olduğu, muhteşem mazinin izlerinin tam olarak silinmediği, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarını veren kahramanların büyük bir kısmının yaşadığı dönemlerdir. Rahmetli Serdengeçti, bugünü görebilseydi, herhalde o günkünden daha çok feryat etme gereği duyardı. Maalesef bugünün gençliği manevi değerlerinden uzaklaşmaya, değerlerinden kopartılmaya, geçmişini unutmaya, geleceğinden de ümitsiz olmaya başlamıştır. Çok sevdiğim bir söz vardır: “Geçmişe hasret, gelecekten ümit varız. Evet geçmişi çok özlüyoruz, geleceğimizden de ümitliyiz. Bu düşünceye sahip genç ne kadar vardır ki… Bugünkü gençler, “bizim zamanımızda böyle değildi” diye başladığımız her olaya ne kadar tepki gösteriyorlar. O sizin zamanınızda öyleydi, şimdi öyle değil, beni anlamıyorsun diyorlar. Gençliğe çok kızmamak lazım, belki de haklılar. Her yönden işgale uğramış gibiler. Evde televizyon, internet, cep telefonu, okulda her türlü düşünce, yaşantı, görüntüye sahip yüzlerce öğrenci, dışarda ahlakını yok edecek, inancını zayıflatacak, kültürel değerlerini yok edecek yüzlerce durum var. Bir eğitimci olarak, empati yaparak onları anlamaya çalışıyorum. Gençler, hakikaten çok zor bir durumdalar. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali bir kıskacın içindeler. Eski davranışları beklemek istiyoruz; ama nafile. Gençlerden olmayacak duaya amin demek gibi bir şey istiyoruz. Eskilerin unutmaması gereken bir durumda gençlerin, çocuklarımızın dünü değil bugünü yaşadıklarıdır. Biz büyükler, illa onları düne göre yetiştirmeye, dünü yaşatmaya çalışıyoruz. Gençlerimiz, kültürümüzü oluşturan dinamikleri ya hiç ya da yeterince tanıyamıyor. Büyük ilim, fikir, gönül, tasavvuf adamlarımızı öğretememişiz. Onları tanımaları için öğretmenlerinde içine düştüğü internetten bak, araştır, getir anlayışını terk etmek zorundayız. Öğretmek istediğimiz konuları, öğretme tekniklerini doğru kullanarak öğretmek mecburiyetindeyiz. Yap getir, bak, bul, öğren mantığı yanlış bir mantıktır. “Sana kaç kere söylüyorum, bir türlü anlamıyorsun” demek, bizi doğru sonuca götürmez. Neyi söylediğimiz değil, nasıl söylediğimiz önemlidir. Gençlere yaklaşım tarzımız tamamen eskilerin yaklaşımı gibi olmamalı, elbette doğru yaklaşımları devam ettirmek; fakat günümüz şartlarını da hesaba katarak daha sabırlı, anlayışlı, sakin, bağırıp çağırmadan, iyi bir dinleyici olarak, onları anlamaya çalışmalıyız. Günümüzde, evlerin birçoğunda sürekli televizyonun izlendiğini, kitabın okunmadığını, herkesin kafasına göre takıldığını, çocuklarımızın odalarına geçip saatlerce orda ders çalışmadan vakit geçirdiğini, anne-babanın çocuklarıyla neredeyse hiç vakit geçirmediğini, zaman zaman dersini yap demekten başka bir şey söylemediğini, yapmadığı zamanda sürekli kızıldığını görüyoruz. Adab-ı Muaşeret(görgü ve edep kuralları) kurallarının ne olduğunun bilmeyen, öğretilmeyen gençlerin hali ortada. Saygı, sevgi, merhamet, şefkat, hoşgörü, fedakârlık, merhamet kavramlarından oldukça uzaklaşmış bir nesil oluştu maalesef… Milli ve manevi dinamiklerinden uzaklaşmış bir gençlik isteniyor. Üzülsek de zararlı güçlerin istediği nesil kısmen yetişmiş durumda… Gençlik kötüye gidiyor… Durum vahim… Bize düşen ne? Suyu tersine akıtabilir miyiz? Çok zor tabii… Fakat tarih bize suyu tersine akıtmayı başaran milletlerin büyüklüğünü haykırıyor… Gayret… Bütün gücümüzle gayret… Unutmayalım ki; Tarihini bilmeyenlerin, coğrafyasını başkaları çizer….. Osman Zaman

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...