Rüzgâr kuvvetli estiği zamanlarda
insanlar şiddetini kesmek ve de
korunmak için set örerlermiş karşısına. Bundan faydalanmayı akıl edebilenler
ise yel değirmenleri inşa ederlermiş. Böylece rüzgârın yıkıcı gücünü
olumluya çevirmeyi becerirlermiş. Fakat bazen hayatta karşılaştığımız
rüzgârlar o kadar yoğun o kadar şiddetli ve o kadar üst üste oluyor ki;
bırak yel değirmeni inşa etmeyi elinle yaptığın rüzgârgülünü tutacak
kadar bile takatin kalmıyor.
Şu kesin ki hayattan ne kadar çok beklentin olursa o kadar çok hayal
kırıklığına uğruyorsun. Beklediklerinle buldukların arasındaki fark
derin üzüntü yaşamana neden oluyor ister istemez. Mücadeleci olman bile
fark ettirmiyor kimi zaman. Pes ediyorsun bazen yılıyorsun. Değirmen
yapmak için bile yüzleşmekten korkuyorsun rüzgârın uğultusuyla. Set örmek
daha bir kolay geliyor nedense. Zaman ilerledikçe kaçmayı kovalamaktan
ve de mücadele etmekten daha bir benimser oluyorsun hiç karakterinde
olmasa bile…
Hayatta en çok korktuğum şey duygu erozyonuna uğramaktı. Zamanla
hiçbir şey hissedememekten çekindim hep. Yılgınlıklarımın umutlarımın üstünü
örtmesinden ürktüm. Ama acımasızlıklar ve kederler üst üste gelince ben
de ben olmaktan çıkıyorum galiba. Daha bir katı oluyorum hayata karşı.
Daha bir duygusuz oluyorum ister istemez. Daha bir tahammülsüz…
Olgunlaşmanın koşulu ağlamakmış demek ki diyorum. Ne kadar çok ağladıysano
kadar çok olgunlaşmış oluyorsun.
Anlıyorum ki aynı dili konuşanlar değil; aynı duyguları paylaşabilenler
anlaşabiliyor sadece. Ve aynı dili konuştuğun insanların etrafında
olabilmesi de gün geçtikçe zorlaşıyor. Görünen gerçek gerçekte görünen
de olmayabiliyor üstelik. Kimi zaman mutlu görünüyorsunuz etrafa; oysaki
yapabildiğiniz en iyi şey mutluluk rolü yapmak oluyor o an. İçin
kemiriliyor; ama sen yine de üstüne yapışmış olan rolü oynuyorsun. Sana
yüklenen misyonunun gerektirdiğini...
Bazen çok sevdiğin bir fotoğrafı ortadan ikiye ayırıyorsun. O anki ruh
halin seni hiç fark etmediğin bir yere bırakıveriyor. Öyle şeyler
oluyor ki bazen hafızanı yitirmiş gibi hissediyorsun. Yaşadıklarının kendi
hayatından bir kesit olup olmadığını düşünüyor; idrak etmeye
çabalıyorsun. Sonra da “yanlış nerde ve kimde” diyorsun. Ya da “yarımdı olmadan bitti” diye avutuyorsun
kendini. O an yaptığın şey hafızanı siliyor ve
seni bilmediğin bir yere ve duruma sevk ediyor. Geçmişinle geleceğinin
kesiştiği nokta ise bugünün oluyor. Ve gücün yettiğince her şeye sil
baştan başlıyor. Yeniden hatta bazen yeniden deniyorsun. Fakat bir
bakıyorsun ki hep en baştasın…
İyice fark ediyorum ki gidene ağlamıyor çoğu zaman insan. Gidenin
giderken koparttığı yer oluyor daha çok ağlatan orada bıraktığı yara oluyor
kalbimize iğneleri vuran.
Aitlik hissin kayboluyor tamamen. Yaşadığın yere de zamana da ait
hissedemiyorsun kendini. Çekip gitmek istiyorsun; kendinden bile... Seni
hayata bağlayan hiçbir şey kalmıyor birden. Yaşamak anı günü ayı yılı…
zevk vermez oluyor. Kendinden kurtulup kendine kaçıyorsun yeniden.
Aslında bindiğin gemi de vardığın liman da kendi yüreğinde demirli…
Kelimelerin hepsi aynı aslında önemli olan içtenliğinde ve karşı
tarafın yüklediği anlamda yatıyor. Ve sana o anlamı yakalatacak olanda
buluyorsun kaybettiğin kendini…
Cesaret de sevgi gibi; gelişmesi için umut gerekiyor…
alıntı