3 Ağustos 2021 Salı

Çaresizlik!

Çaresizlik nedir bilir misin? Çaresizlik,  insana en çok acı veren hislerden biridir kanımca. Çünkü canım dediğin, tüm gücünle bağlandığın, canını bile feda etmekten çekinmediğin en değerlin gözlerinin önünde cayır cayır yanarken, yok olurken sen elin kolun bağlı çaresiz onu izlemek durumunda kalırsın. Bu süreçte yüreğin daralır, nefesin kesilir, için cayır cayır yanar da o yangını söndürmek için elinden bir şey gelmez...

Ülkemizin özellikle kıyı bölgelerindeki ormanlarda başlayan ve pek çok şehirlerimize hatta köylerimize kadar yayılan yangın karşısındaki çaresizliğimiz gibi. Yaklaşık beş gündür söndürülemeyen yangın, ülke yönetiminde söz sahibi olan yöneticilerin yetersizliği nedeniyle, her birimizin yüreğinde farklı yangınlara ve acılara sebep olmaktadır.

Çaresizliğin ne kadar zor olduğunu anlamak için Manavgat Belediye Başkanı'nın elinde telefonuyla yere çöküp gözyaşı dökmesinden anlamak mümkün. Sadece belediye başkanı mı?  Evini, yuvasını ve geçim kaynağı hayvanlarını kaybeden insanların korkudan endişeden ve çaresizlikten yuvalarından fırlayacak gibi bakan yaşlı gözlerinden, yangından kaçamayan yanan canlıların kömür olmuş iskeletlerinden... Sırtına tonlarca ağırlıktaki ve metrelerce  uzunluktaki hortumu sırtlayarak yangın söndürmek için mücadele etmeye çalışan kadınlarımızın bakışlarındaki acıdan. İçindeki eşyalarıyla birlikte evi yanarak viraneye dönen eviyle birlikte anılarını, hayallerini, ümidini kaybeden genç kızımızın yanan göz nuru el emeği çeyizinin kül olması nedeniyle akıttığı gözyaşlarından.  Viraneye dönmüş evine bakarak: "Ben kanser hastasıyım, içeride eşyalarımla birlikte tedavi param da yandı kül oldu" diye ağlayan teyzenin gözlerine ve daha nice hikayelere bakmak lazım...

Bu ülke bu ulus tüm çaresizlikler içinde bile, kendine yeni çareler üreterek her defasında küllerinden doğarak yeniden ayağa kalkmıştır. O, bu gücü tarihinden, ulu önderi Mustafa Kemal Atatürk'ün kendine aşıladığı güçten ve ruhtan almıştır. Buna inancım sonsuzdur...

Yazımı kendilerini efendi, halkı ise maraba sanan ve öyle davranan, yangında her şeyini yitirmiş acılar içinde kıvranan vatandaşlara çay atan yöneticilere seslenerek bitirmek istiyorum. 

Ben bu yaşıma kadar onca terör eylemi, onca doğal afet, onca toplumsal olay gördüm. Ancak, böyle bir çaresizlik, böyle bir acizlik, böyle bir yetersizlik, böyle bir basiretsizce yönetilen bir yönetime tanıklık etmedim. Ülkenin onca olanakları varken, sudan bahanelerle kullanmadıkları için, çaresiz kalan halk, kendi devletinden değil, başka devletlerden yardım dilenmek zorunda bırakılmıştır. Onlara adeta yalvardık. Ne olur bizi kurtarın! diye haykırdık. Bu durumdan utanç duymayan bizi muhannete muhtaç eden bu ülkeyi yönetemeyen yöneticilere yazıklar olsun! diyorum.

Muhabbetle

Hanife Mert


24 Temmuz 2021 Cumartesi

Çıkmayan Candan Umut Kesilir mi?


  Sabah kahvaltısını çok severim. Sevmek ne kelime, asla es geçemeyeceğim bir öğün. Yok efendim sabahın köründe hiç canım istemez, yok efendim geç saatte yiyemem gibi mazeretim hiç olmadı. Hazır olsa sabah uyanır uyanmaz  yapacağım da... Çocukluğumdan gelme bir alışkanlık. Annem kahvaltı yapmadan asla okula göndermezdi. "Güçlü ve zinde olmak için bu şart " der ardından başarılı olmanın ilk ve önemli kuralı derdi. Çocuklarıma bu kuralı kavratamadım maalesef. Ben mi başarısızdım, yoksa üzerimde annemin ağırlığını daha fazla mı hissediyordum? Ben çözemedim...

  Önceki gün sabah kahvaltı hazırlarken ekmeğin olmadığını fark ettim. Evdeki herkes yatıyordu. Bayram bayram kimseyi rahatsız etmek istemedim. Üşenmeden üzerimi değiştirip maskemi de taktıktan sonra, sitemizin az ilerisinde pide pişirim fırınından sıcak pide almak için evden çıktım. Sitenin giriş kapısının önünde komşumla karşılaştım. İlk dikkatimi çeken dışarıda olmasına rağmen maskesiz olmasıydı. Beni maskeli görünce tedirgin olduğunu gözlerinden anladım. Bozuntuya vermedim mesafemi koruyarak bayramını kutladım.  O anlamıştı anlayacağını. Bazen sözün anlatamadığını gözler çok güzel anlatır... 

Komşumla ayak üstü biraz sohbet ettik. O üzgün ve endişeli gözüküyordu. Ona; " sabahın bu erken vaktinde burada ne yaptığını" sordum? "Hiç sorma" dedi, devam etti: "kafam çok karışık, canım sıkkın" dedi.  Komşumun kızı bu yıl üniversite sınavlarına girdi. Kızının sınavının iyi gitmediğini beklediği puanın gelemeyeceğini dolayısıyla da istediği bölüme yerleşmesinin neredeyse imkansız olduğunu söyledi. Ardından, benim için sorun değil. Ancak kızım çok kafasına takıyor. Zaten sınava girmeden önce psikolojik sorunlarımız vardı. Çocukta panik atak başlamıştı. Uzmandan yardım alıyorduk. Aynı hatta daha yoğun bir şekilde sıkıntılarımız devam ediyor." dedi. Çocuğunun dudaklarının morardığını, yüzünün sarardığını, sürekli bir panik  halinde olduğundan bahsetti.

 Komşumun söylediklerini dinlerken içim acıdı. Komşumdan çok gence gençlerimize üzüldüm. Yaz boz tahtasına çevrilen ve değişen  her milli eğitim bakanının sistemi beğenmeyip değiştirdiği eğitim sistemimizin ceremesini çocuklarımız, geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimiz çekiyordu. Endişeli, özgüveni olmayan, gelecek kaygısı taşıyan gençlerimizle geleceğimizi nasıl güvence altına alacağız ki? diye bir düşünce geçiverdi içimden.  Kaldı ki gerekli alt yapı sağlanmadan  Covit 19  nedeniyle okullar kapatılmış, eğitim online üzerinden yapılmıştı. Basında gördüğüm şekliye pek çok okul internet erişim sorunu yaşamışken, üniversite veya lise giriş sınavlarının yüz yüze yapıldığı yetmiyormuş gibi soruların yüz yüze eğitim verilmiş gibi zor sorulması da gençlerimizi ve ailelerini üzmüştür.  

Komşum kızını tekrar bir uzmana götüreceğini söyledi. Üzüldüm...  Geçmiş olsun dileklerimi ilettikten sonra yanından ayrıldım. Kafamın içinde düşünceler cirit atmaya başladı.

       Hiç şüphesiz her anne baba çocuklarının iyi bir hayat sürmesini, hayat standartlarının yüksek olmasını ister. Bunun için de elinden geleni de gelmeyeni de yapmak için canla başla mücadele eder. Bunun için en temel şey iyi kaliteli bir eğitim alması gerektiğini bilir. Daha okula başladığı andan itibaren başlar kaygısı. Hangi okul daha iyi, hangi öğretmen daha başarılı onun arayışına girer. O da yetmez hangi özel hoca, özel okul, özel etüt merkezi vs. göndermekten çekinmez. Hatırlıyorum da benim arkadaşım, emekli olduğunda aldığı emeklilik tazminatını kızına her dersten aldırdığı özel ders için kullanmıştı. İş sadece maddiyatla bitmiyor ki. Kalitesiz, plansız programsız yap boz tahtasına çevrilen eğitim sistemimizin çocuklarımızın sağlığının üzerinde yaptığı olumsuz etki hayatının her dönemini etkileyecek boyuta gelebiliyor.
 
 Çocukları yarış atı gibi gören, çocuğu sadece sınavlara hazırlayan ve sınavların bitmesiyle öğrenilen bilgilerin de son bulduğu garip bir eğitim sistemimiz var. Hal böyleyken, çocukluklarını yaşamayan,   sevgiden saygıdan yoksun, milli ve manevi değerlerinden uzak bir gençlikle karı karşıyayız. Bunu devlet ve aile olarak el birliğiyle başarıyoruz. Sonra da bize neler oluyor? diye yakınıyoruz.

      Günümüzde çocuk yetiştirmek  zor sanat. İlmek ilmek işlemek lazım hayatı. Sözcük sözcük öğretmeli zorlukları. Tüm bunları yaparken eğitime önce kendimizden başlamalı.  Çünkü kendi kabuğumuzdan çıkamıyoruz. Verdiğimiz ya da vermeye çalıştığımız eğitim kendi çocukluk dönemimizi yansıtan eğitimden ileri gidemiyor. "Ben sizin yaşınızdayken" cümlesiyle başladığımız anda kopuyor tüm ipler.  Gençler okul kaygısı, iş kaygısı, eş kaygısı derken kaygı yumağı içinde bocalamakta. Güvensiz, mutsuz, gergin bir gençlik; gergin, mutsuz, sorunlu bir topluma hazırlık demektir.
      
 Nereye el atsak elimizde kalan, sorun yumağına dönmüş bir toplumdan, sorunlarını asgariye indirmiş, kıyıdan köşeden huzura el atmış bir topluma dönüşür müyüz? Ben de bilmiyorum. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş... Tüm bunlardan sonra iştah mı kalır insanda..?

     Her şeye rağmen LGS, YKS sınavlarına giren gençlerimize başarılar diyor, her birinin istedikleri okullara yerleşmelerini diliyorum.


Muhabbetle,
Hanife Mert

 

20 Temmuz 2021 Salı

Bayram mı? Tatil mi?

Bayramlar bireylerin toplum olarak bir arada yaşamasına olanak sağlayan onlara paylaşmayı, yardımlaşmayı, saygı duymayı, sevmeyi, şefkat ve merhametli olmayı öğütleyen manevi harçlarımızdır. Bu harcı her yıl bir üst seviyeye çıkarmamız gerekirken, çıkarmak şöyle dursun onları her defasında göz ardı etmekten çekinmedik. Bayramları bayram tadında yaşamaktan uzaklaştık.

  Bayramlaşmak tek kişiyle yapılacak bir eylem değildir. Birbirimizle her birimizle ayrı ayrı bayramlaşarak, onun hazzını yaşayarak gerçekleştirilecek bir ibadettir. Bizler bu paylaşımdan tamamen uzak kendi halimizde, kendi derdimizde, telaşımızda etrafımızdan uzak yapayalnız kaldık. Bir de işin içine covit19 virüsü girince, bayram anlamını tamamen yitirdi. Hoş tek sebep covit19 virüsü değil, öyle olsaydı Bodrum, Marmaris, Alanya, Antalya gibi tatil beldelerimiz; sadece dokuz günlük kurban bayramı tatilini fırsat bilen tatilcilerin akınına uğramazdı. Bu şehirlerimiz kapasitelerinin iki katı bir kalabalığa sahip olmazdı. Neymiş, covit19, bayram bahane, tatil şahane felsefesi.

  Klişeleşmiş bir söz vardır, hani hepimizin geçmişe olan özlemini ifade etmek için kullanırız. ”Nerede o eski bayramlar” cümlesi ile başlayan; her birimizin hayalinde farklı anıları çağrıştıran bir söz. Biz bu özlemi dile getirirken, hiç birimiz eski bayramları bayram yapan o dönemlerde yaşayan insanımızın kültürel, milli ve manevi değerlere olan bağlığını sorgulamayız. 

 Elbette eski bayramlar çok güzeldi, çok heyecan vericiydi. Bayramdan bayrama alınan bayramlık elbiselerimizi başucumuzda saklar, heyecanla sabahın olmasını beklerdik. Annelerimizin babalarımızın gözünde hissederdik o heyecanı o telaşı... 

 Özellikle arefe günlerinde kıyasıya bir hazırlık yapılırdı. Onların heyecanı telaşı herkese her yere yansırdı. Çünkü o güzel insanların güzel düşünceleri ve güzel zihniyetleri ile güzelleşirdi eski bayramlar...

İnsanların düşünce ve hayat felsefeleri değiştikçe bayramların da ifade ettiği anlam değişime uğradı.

Bayramları bayram yapan örf ve adetlerimiz, aile sevgi ve bağlılığımız, konu komşu düşüncelerimiz ve en önemlisi dini emirleri göz ardı etmememiz iken, şimdi her şeye bir cevap bularak geçiştiriyoruz. Kurban kesmeyi hayvan eziyeti olarak görmek yada derin dondurucuları etle doldurup altı ay o eti yemek marifetmiş gibi, el öpme yerine cep telefonlarından gönderilen mesajlarla kutladığını sanmak, kafelerde oturma, tatile kaçma olarak algılıyoruz. 

 Her şeyi unuttuğumuz gibi bayram keyfini, sıcaklığını, samimiyetini, ruhani değerlerini unutup, geleceğe aktarmayı ihmal edip sonrada ''nerdeee o eski bayramlar'' diye yakınıyoruz. Kabahat kimde? Hızla koşan zamanda mı, o koşan zamanı yakalayacağım derken eldeki kuşu uçuran bizde mi?

Dileğim, her şeye rağmen bayramlarımızın özlemini çektiğimiz eski bayramların tadında sevincinde yaşanması, küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran, açları doyuran, savaşları sonlandıran, çocukları sevindiren, ülkeme, milletime tüm İslam ve insanlık alemine barış, sevgi, saygı, kardeşlik, güven, adalet, huzur ve mutluluğu hakim kılan bir dünyada bayramı yaşamaktır...

Tüm blog arkadaşlarımın Kurban Bayramı'nı kutluyorum.

 Muhabbetle,

Hanife Mert



 

 

3 Temmuz 2021 Cumartesi

Bir Yere Varmadan Önce Kendine Uğramalı İnsan!

 




Bulutların gölgelediği yıldızsız zifiri karanlık bir gecede, sokak lambalarının cılızca ışığı gibi bir ışık bekliyordu. Ona nefes aldıracak, az da olsa içine huzur serpiştirecek bir ışık... Bu ne mümkün... Sanki gizli bir el yüreğini sıktıkça sıkıyordu. Yüreği sıkıldıkça önüne set gerilmiş bir çağlayan gibi yaşlar göz pınarlarına doluşuyordu. Öyle ki biri dokunsa hemen ağlayacak gibiydi. Boğazı düğümleniyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. İç dünyasında tarif edemediği  sıkıntılar ve hüzünler yaşıyordu. Sanki hayat karabasan gibi  üzerine çöreklenmiş ve o  altında nefessiz kalmış gibiydi.  Kendini çaresiz mücadelesiz onca kalabalığın içinde yapayalnız hissediyordu.

İçinden bir ses her şeyi olduğu gibi bırakıp tanıyanı ve tanıdığı olmayan uzak diyarlara kaçmasını fısıldadı. Bu sesin ardından  tüm yaşanmışlıklar dikiliverdi karşısına...

 İnsan kaçabilir mi? Hem de her şeyi geride bırakarak? Bu mümkün mü? İnsan nereye giderse gitsin kendini geçmişiyle birlikte  götürmez mi gittiği yere? Hali hazırdaki sıkıntıları yetmiyormuş gibi bir de gittiği yerdeki sıkıntılar da eklenmez mi? Derdin birken bin olmaz mı? O halde kaçmak niye? Zira geçmişi  bir sırt çantası gibi sırtındayken... Hal böyleyken, insan kendinden kaçayım derken yine kendine gitmiş olmaz mı? Kaldı ki insanın bindiği gemi de vardığı liman da kendi yüreğinde demirlidir. Ragıp İsfani'nin “Bir yerlere varmak için önce kendine uğramalı insan. İnsanın gideceği bütün yollar kendinden geçer.” sözü sanırım sorumuza yanıt olacaktır.

Zaman zaman her birimiz benzer hisleri yaşarız. Kaçıp kurtulmak! Yok olmak gibi... İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, onun yaşadığı ortamda sürüklendiği algı yanılsamasının bir sonucu olsa gerek kanımca. Ruhun kendisine yabancılaşması, kendisini tanıyamaması da denebilir bu duyguya... Bireyleri bu çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı  toplumun dayattığı yaşam tarzı... Ve akabinde oluşan duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucu olsa gerek. Bu da  insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelmektedir. 

İnsanın bu denli olumsuzluklardan nasıl kurtulacağının yanıtı kendinde gizlidir. Kendine ulaşamamış, kendini bulamamış, kendini tanıyamamış her insan yalnızdır. Ve bu durum onu mutsuz etse de, birilerinden bekler yalnızlıktan kurtulmayı. O, bilemez tanımadığı bir "BEN" le nasıl baş edeceğini. Zira inmemiştir bir gün bile kendi derinine, yüreğine, vicdanının ona neler fısıldadığını duymamıştır. Bu günü de kurtardık mantığı, doğruyu ben bilirim ego tatmini ile iyi taraflarını el üstünde tutmuş, eksi, yanlış olan ne varsa görmezden gelmiştir, itelemiştir kendinden öteye... 

Biliriz ki insan yaratılış itibariyle en güzel şekilde kusursuz olarak yaratılmıştır. Dünya hayatı ile baş edebilmesi için gerekli olan her şey onda mevcuttur.  O, kendini tanıma zahmetinde bulunmadığı sürece, sahip olduğu cevherin farkında olmadan yaşamını mutsuz olarak sürdürecektir.  

Yaşamın getirdiği her türlü olumlu ya da olumsuzluklar  karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi için  önce insanın sağlıklı bir ruh yapısına sahip olması gerekmektedir. Sağlıklı bir ruh yapısı ise kendisiyle barışık, kendisini iyi tanıyan bir birey olmakla mümkündür. Tıpkı gönül ustası Mevlana'nın "İçindeki kapıyı çal; başka kapıyı değil.” sözünde ifade ettiği gibi önce kendi içine yönelmeli...  Kendini tanımaya bilmeye öğrenmeye çalışmalıdır.
Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Ayakları yere sağlam basar. Kendini bildikçe çoğalır. Kendini sevdikçe sevgiyi başkalarından dilenmez, zaten o sevginin kendisi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir. Kendini bildikçe haddini bilir...

  İnsanın kendi iç dünyasına yönelmesi onu dış dünyadan soyutlamaz, tam tersi tamamen yaratılan tüm varlıklara yaklaştırır. Çünkü kendini doğru tanıyan kişi, bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur. Bu açıdan bakınca, insan kendi dahil yaratılan her şeyin ortak bir amaç için tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını bilir. Yunus'un "Yaratılanı severim, Yaratandan ötürü" sözü gibi, yaratılan her şeye karşı sevgi, şefkat ve merhametle yaklaşır.

Okurlarıma sevgilerimle

Hanife Mert


 

 



30 Haziran 2021 Çarşamba

Fırçadaki Son Şiir Kitabım Çıktı!!!!


"Sabreden derviş muradına ermiş" diye bir atasözümüz vardır hani... Hepimiz biliriz... Büyük bir sabır ve özveriyle üç yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım "Fırçadaki Son Şiir" adlı Orhan Veli'ye ait biyografik romanım sabrım ve özverili çalışmamın bir sonucu olarak yayınlandı. Bu durumda derviş olmasam da muradına erenlerden oldum. 

  Bazen umutsuzluğa kapılıp yazmaktan vazgeçtiğim, değerli şairimiz Orhan Veli'yi okurlarıma anlatamama, tanıtamama endişesini duyduğum anlar oldu. Her umutsuzluğa kapıldığımda içimde beni kendine çeken, sakın vazgeçme diye fısıldayan bir umut ışığı belirdi. Ben de o ışığı takip ederek yazma serüvenimi sonuna kadar sürdürdüm. Kitabımı elime aldığımda; "iyi ki vazgeçmemişim" dedim. Umarım okurlarım da ; "Hanife Mert bu kitabı  iyi ki  yazmış" diye düşünürler.

  Bu kitabı okuyan herkes daha önce benzeri yayınlanmamış; Orhan Veli'nin çocukluk anılarından, halka olan sevgisine, şiire kattığı yenilikler karşısında dönemin usta edebiyat ve şairlerinin verdikleri tepkilere karşı mücadelesine, yasak ve platonik aşklarına kadar pek çok şey hakkında bilgi sahibi olacak.

   Fırçadaki Son Şiir kitabında okur, sadece Orhan Veli'nin yaşam öyküsünü  değil onun en yakınında olan Sait Faik Abasıyanık, Cahit SıtkıTarancı, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Sabahattin Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi dönemin ünlü edebiyat ve sanat insanlarının da kısa öykülerini bulacak.
   

 Özetle kitabımda; Orhan Veli'nin çocukluğuna ve gençliğine dair pek çok anı ve hüzünlü bir yaşam öyküsü okuyacaksınız... Sözü daha fazla uzatmadan kitabımın arka kapak yazısını okurlarımla paylaşmak istiyorum;

  Derler ki; “ Dünya sevgi üzerine kurulmuştur.” Sevgiyle yeşerir gönüllere ektiğimiz umutlar. Sevgiyle can bulur tüm evren. O öyle güçlü bir duygudur ki Şirin'ine kavuşmak için Ferhat’a dağları deldirmiş, Leyla’sını ararken Mecnun’a Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre’yi Hak ateşiyle diyar diyar gezdirmiş, Orhan Veli’ye de yüzyıllardır süregelen Türk şiir geleneğini kökünden sarsarak hatırı sayılır bir devrim yaptırmıştır.
Orhan Veli, yaşamı boyunca yalnızlık, yoksulluk ve parasızlıkla mücadele ederken bile çok sevdiği şiirle soluklanmayı bilmiş, sevdasıyla yaşama tutunmayı başarmış bir şairdir. O, şiiri yakın dostu Melih Cevdet’in deyimiyle; “âşık olduğu bir kızı sever gibi severdi...”
"Ölürsek biz de iyi adam oluruz." diyen Orhan Veli’nin ölümünün ardından Sabahattin Eyüboğlu’ya teslim edilen özel eşyaları hüzünlü yaşamının bir özetidir. Bunların arasında öyle bir parça vardır ki bu kitaba ilham kaynağı olmuştur.
Şair "Giderayak"/ yazdığı ancak tamamlayamadığı diş fırçasına sarılı “Aşk Resmî Geçidi" adlı son şiiriyle bu kitapta yaşayacaktır. Bu yaklaşımla Orhan Veli’yi bir de, “Hanife Mert’in gözüyle, onun hayal gücüyle ve bakış açısıyla okumaya, tanımaya, anlamaya var mısınız?

NOT: Kitabım şuan D&R, İdefix, BKM gibi pek çok internet sitesinde satışta...

Muhabbetle

Hanife Mert

17 Mart 2021 Çarşamba

Adımız "ANDIMIZ"dır

 

 

Her sabah günün ilk ışıklarıyla yavrularımızın kararlı, gururlu, coşkulu sesleri ile günaydın sevgili arkadaşlar diye başlayan; Türküm, doğruyum , çalışkanım… diye devam eden yaklaşık seksen küsür yıldır ilkokullarda çocuklarımızın okuduğu andımızı 23 Nisan 1933 yılında Türk çocuklarına armağan eden Dr. Reşit GALİP’dir.
Aynı zamanda dönemin Milli Eğitim Bakanı da olan Dr. Reşit Galip'in Türk çocuklarına armağan ettiği andımız; 30 Eylül 2013 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti' nin başbakanı tarafından demokratikleşme paketi adı altında yayınlanan paketin maddelerinden biri ile kaldırılmıştı. Görülen o ki, Türk çocuklarının büyük bir coşku ile verdiği söz and demokrasiye aykırı gelmiş.Yavrularımızın o küçücük yüreklerine zihinlerine ilmek ilmek işlenen andımızda , doğruluk, çalışkanlık, büyüklerini saymanın, küçüklerini sevmenin, vatanını canından aziz bilecek kadar kutsal olduğunu öğrenmesi, Atasının gösterdiği ilim ve irfan yolunda ilerlemesi için söz vermesi, and içmesi sağlanmakta idi. Bu Türk Milletinin yansıması olarak, Türk çocuğundan alınan sözün demokratikleşmeye aykırı olarak görülüp kaldırılması hepimizi derinden üzmüştü. Danıştay'ın Andımızı kaldıran yasayı iptal etmesine sevinmiştik ki sevincimiz kursağımızda kaldı. Danıştay'ın kararı başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, bazı vekiller tarafından tepkiyle karşılandı. Daha üzücü yanı ise kendisinden demokratik laik eğitim konusunda beklenti içine girdiğimiz Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kararın temyize götürülmüş olmasıydı.

MEB'in temyiz başvurusunun ardından "dosya Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun önüne geldi. Kurul da Andımız ile ilgili nihai kararı verdi. Buna göre Kurul, MEB'in itirazını oy çokluğu ile kabul ederek, Danıştay 8. Dairesi'nin yönetmeliği iptal eden kararını kaldırmış oldu. Karar uyarınca artık okullarda Andımız okunmayacak." diyorlar.

Her ne yaparlarsa yapsınlar; şu bilinmeli ki ben Türküm diyen kendini "TÜRK" gibi hisseden her "TÜRK", çocukluğunda verdiği anda söze, son nefesine kadar kadar sadık kalacak ve andını içinden de olsa haykırmaya  devam edecektir.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Hanife Mert

12 Mart 2021 Cuma

HIÇKIRIKLARDAN GERİYE KALAN



 

Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM)'nin  iki ayda bir çıkardığı İLESAM ilim ve Edebiyat Dergisi'nde yayınlanan yazımı paylaşmak istedim. Keyifli okumalar dostlar.

  Zehra kocasından boşandıktan sonra, daha doğrusu kocası olacak adam onu döverek üç defa boş ol! boş ol! boş ol! diyerek  sokağa attıktan sonra çaresiz, beş yaşındaki kızını ve kızından iki yaş büyük zihinsel engelli oğlunu alarak iki gözü iki çeşme baba evine döner.
Allah kimseyi çıktığı kapıya geri döndürmesin, çok zor. Bunu yaşayan bilir. Zehra burada bir yabancıdır. Diken üstünde oturuyormuş gibi batar her şey ona. Evlenmeden önce de annesi babası misafir gözüyle bakardı. Kız çocuğu değil mi, biri alıp götürecektir sonuçta. Zehra da öyle oldu. Daha on beşine girmemişti istendiğinde. "Bu adam seni istiyor kabul eder misin?" diye sorulmamıştı bile. Babası tamam dedikten sonra üzerine kimse laf söyleyemezdi. Kaldı ki babası yüklüce bir de para almıştı damadın ailesinden... Baba evinde misafir, koca evinde el kızı görülen Zehra, hiç bir zaman kendi olamadı kendini ait hissedeceği bir yer bulamadı. Aslında iki çocukla baba evine dönmezdi, dayaklara, hakaretlere, horlanmalara sabrediyordu. Hatta üzerine kuma getireceğini söyleyen kocasına bile karşı çıkamamıştı. Ta ki kocası tarafından öldüresiye dövülüp sokağa atılana kadar. Çaresizdi Zehra, nereye gideceğini bilmiyordu. Baba evine dönmeyi düşündü. Annesinin, daha gelinliğinin içinde evden çıkmadan önce bir köşeye çekip; aman kızım! larla başlayıp, " gelinlikle çıktığın bu eve, ancak kefeninle dönersin! le bitirdiği" sözünü hatırlamıştı. Zehra'nın olmayan özgürlüğüne daha en baştan ipotek koymuştu annesi. Eve dönemezdi, gidecek başka yeri de yoktu. Abla gibi sevdiği komşusu Nurten’in tavsiyesi üzerine devlete sığınmaya karar verdi. Devletin şefkatli kolları bizi de sarar dedi ve bulunduğu yerdeki Kadın Sığınma Evine sığındı. Oradaki kadınların durumunu görünce içini bir korku sarıverdi. Çünkü orada bulunan kadınların her biri diğerinden dertli, sorunlu, psikopatça tavırları vardı. Ne yapalım sabredeceğiz dedi çaresizce. Bir gece orada kaldı. Ertesi gün gördüğü manzara dehşete düşürmüştü Zehra'yı. Birilerinin gizli konuşmalarını duymuştu habersizce. Bir pazarlığa şahit olmuştu Zehra. Bu durum karşısında gördüklerine inanamamıştı. Çareyi evlatlarını alarak kimseye görünmeden oradan kaçmakta buldu. Doğruca baba evine gitti. Döndüğü için dayak da yese, eziyet de görse ailesiydi...

     Bir yanda ne olduğunu anlamayan çocuk yaşta dedesi, babası yaşında adamlarla evlenmeye zorlanan  evlendirilen çocuk gelinler, diğer yandan “töre” denen ortaçağ kalıntısı bir kültür anlayışı içinde bocalayan aileler aydınlanmanın önündeki engeldir... Bu engel kalkmadığı müddetçe gözü moraran, kaşı patlayan, saçları yolunan, cinayete kurban giden kadınlar, daha çok içimizi yakar.

 Daha birkaç gün önce kutladığımız dünya kadınlar gününde, iki kadın vahşice katledilmiş, bir kadın da sokak ortasında küçük kızının gözleri önünde yere yatırılıp tekmelendiğini hepimiz sosyal medyada izledik. Neredeyse her gün her yerde şiddete maruz kalan, taciz edilen, tecavüze uğrayan, öldürülen yetmedi kesilen yakılan, bıçaklanan, horlanan, aşağılanan, dışlanan hayatının baharında hayatına son verilen kadınların durumları ortada. Artık alışıldı. Sıradan bir olaymış gibi üzerinde bile durulmuyor. İlk duyulduğunda ah vah ediliyor, sonra unutuluyor. Ateş düştüğü yerde yanıp kalıyor.


Artık bu devleti yönetenler şunu iyi anlamalı;
 "kadınlar zulüm görüyor! öldürülüyor!  Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek, öldürülüyor.

Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor.

Oysa kadın değerlidir, kadın saygındır. Her şeyden önce o bir insandır. Kadın; adam olmadan önce insan olabilmenin en temel unsuru, var oluşumuzun ardındaki sır, hayatın can damarıdır. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En güzel şekilde yaratılmıştır. En büyük dertlerin çilelerin baş kahramanı. En büyük mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, bacıdır, eştir, yardır. O büyük bir nimettir tabi kıymetini bilene.

  Toplumun bu önemli sorunu bizi yönetenler tarafından ciddiye alınmalı ve çözüme kavuşturulmalı. Öncelikle kadının eğitimine önem verilmeli. Kadın öğrenirse çocuklarına da öğretir. Kadının istihdam edilmesi için gerekli ortam hazırlanmalı. Kadın ekonomik açıdan özgür olursa, özgür çocuklar yetiştirir. Özgür çocuklar özgür güçlü toplum demektir. Önce erkekler eğitilsin bilinçlensin dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız şuan için belki onların bilinçlenmesi zor gibi görünebilir. İpin ucu kaçmış olabilir. Ancak gelecek nesillerimizin bu hatalara düşmemesi için bu gerekli. Çocuklarımızı cinsiyet ayırımcılığından uzak tutmalı. Erkek çocuklarımıza annesine kız kardeşine saygılı olması gerektiği gibi onların dışındaki kadınlara da saygılı nazik olması öğretilmeli.
Muhabbetle
Hanife Mert

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...