10 Haziran 2013 Pazartesi

Yemen Türküsü- Hikayesi

Yemen (Bir Alay Askerdik)
1839 yılında Aden'i ele geçiren İngiltere Yemen halkını Osmanlı yönetimine karşı kışkırtmaya başladı. 1871'deki Yemen isyanını bastırmak için İstanbul hükümeti bir ordu gönderdi. Harekat 1873 yılına kadar sürdü. Bir çok vatan evladının kanı pahasına isyan bastırıldı.
Yemen'in dağlık kesiminde yaşayan Zeydiler, Osmanlı Devleti'ne düşmandılar. Kendi imamlarının yönetiminde yaşamak istediklerini öne sürerek 1889 yılında isyan ettiler. Hicaz valisi Müşir Ahmet Feyzi Paşa tarafından bastırılan isyan neticesinde Feyzi Paşa Yemen'e hakim oldu. Bir süre temin edilen asayiş, 1895'te Zeydiler tarafından çıkartılan ikinci bir isyan ile tekrar bozuldu. Hüseyin Hilmi Paşa'nın komutasındaki Osmanlı ordusu iki yıl süren şiddetli mücadele sonunda isyanı bastırabildi. Yemen'de otoritesi zayıflayan Osmanlı, zaman içinde burayı terk etmek zorunda kaldı.
Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şu Yemen'de can verenler
Biri Mehmet biri Memiş
Yemen savaşlarında Anadolu'dan gönderilen vatan evlatları çok kayıplar verdiler. Yemenlilere Türk askerinin koynunda Osmanlı parası aratan İngilizler, para çıkmayan şehit düşmüş Türk evlatlarının karnını yardırıp sarı lira arattılar. Yemen, Anadolu insanı tarafından gidip geri dönülmeyen, adeta bir cehennem olarak nitelendirilmeye başlandı. Anadolu yiğidi buralarda Arabın ihaneti, açlık, mühimmatsızlık nedeniyle eridi gitti. Birçok gelin, kız, sevdiğini, ana-baba fidan gibi evlatlarını bu hain topraklarda yitirdi. Küçük körpe yavrular babasız kaldı. Aşağıdaki türkü o günleri yaşayan Anadolu insanının yüreğinde kopan bir acı feryattır.
Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne figandır
Şu Yemen elleri nede yamandır
Adı Yemen'dir
Gülü dikendir
Giden gelmiyor
Acep nedendir
Kışlanın önünde redif sesi var
Açın çantasını acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var
Burası Huş'tur
Yolu yokuştur
Giden gelmiyor
Acep ne iştir
Mızıka çalındı düğün mü sandın
Yemen'e gideni gelir mi sandın
Kahpe Yemen yari elimden aldın
Adı Ali'dir
Nazlı yarimdir
Giden gelmiyor
Nasıl ölümdür
Anadolu insanının kolay kolay belleğinde silinmeyen Yemen faciası bir çok türkü ve ağıda konu olmuştur. Kırşehir'den gidip Yemen'de şehit olanlar için, Kırşehirli Âşık Hüseyin ile Âşık Said'in söylemiş olduğu türkülerin mısraları oldukça düşündürücüdür.
Yemen 1

Bir alay askerdik bindik gemiye

O gemi götürür bizi Yemen'e
Şükür o Yemen'de geri dönene

Yemen'e de benim ağam Yemen'e

Ateş düştüğü yeri yakar kime ne

Susmuş konuşmuyor ağzında dili

Yirmisinde solmuş tomurcuk gülü
Ne yaman yer imiş Yemen'in çölü

Yemen'e de koç yiğidim Yemen'e

Kendim ağlar kendim söyler kime ne

Kalkmıyor sırt çantam cephanem ağır

Kimimiz kör olduk kimimiz sağır
Her yana oynuyor İngiliz gavur

Aman padişahım imdat Yemen'e

Şu Yemen'in gailasi bize ne

Yemen'de de kara haber geliyor

Nice koç yiğitler telef oluyor
Hain Arap arkamızda vuruyor

Türk uşağının kanı akar Yemen'e

Analar bacılar ağlar kime ne

Hüseyin akıtır kanlı yaşını

Bit pire üşüşmüş yiyor döşünü
Akbabalar konar oyar başını

Gitti gelmez ağam emmim Yemen'e

Ölen ölür kalan sağlar kime ne
***
Yemen 2
Yemen nere sıla nere
Dağlar girdi ara yere
Yitirmedim umudumu
Gözlüyorum Memet gele

Yemen bizim neyimize

Figan düştü evimize
Çocukların yetim kalır
Sen güvenme beyinize

Yemen yolu çukur olur

Karavanam bakır olur
Zenginimiz bedel verir
Fakirimiz asker olur

Kalmadı anayın sabrı

Taş kesti babayın bağrı
İnsafa gel padişahım
Gönder Memet'imi gayrı

Başta kalpak soldu m'ola

Gün vurdu da uldu m'ola
Memed'imin gözlerine
Karıncalar doldu m'ola

Güvenme Arap hayına

Ateş atar ocağına
Yemen'e gittin gideli
Oğul gelmez kucağıma

Yavruların zarleniyor

Bu hasretlik külleniyor
Küçük körpe Hüseyin'in
Babam diye dilleniyor

Yemen 3

İstanbul'da bindik derya yüzüne
Hasret ile figan indi gözüme
Dinleyin kardeşler bakın sözüme
Aman kaptan gidiyok mu Yemen'e

Yemen'den karalı haber geliyor

Nice yiğitlerde hasret ölüyor
Şen İstanbul gerilerde kalıyor
Aman kaptan iyi bakın dümene

Deniz üstü kara duman bürüdü

Nice yiğit ölümlere süründü
Kırk yedi gün Yemen çölü göründü
Arkadaşlar işte geldik Yemen'e

Durmadan söylüyor Said'in dili

Bahçeler açtı mı kırmızı gülü
Neye mahzur derler Yemen'in çölü
Kendin ağlan kendin gülen kime ne
Kaynak: Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, III. İst. 1985, s.259; D. M. İsa Salahiye, El-Osmaniyim fi Cenubi'l-Cezireti'l Arabiye, 1977. Yemen Salnamesi, Sana 1324; Prof. Dr. H. Dursun Yıldız, Büyük İslam Tarihi, Çağ Yay. İst. C.12, s.123; Baki Yaşa Altınok, Âşık Hüseyin, 69, Ocak Yay. Ank. 2000, s. 68; Muzaffer Ergün, Toklumenli Aşık Said, Kırşehir Basımevi 1938, s. 10; Öyküleriyle Kırşehir Türküleri, Destanları, Ağıtları - Baki Yaşa Altınok, Oba Yayıncılık, Mayıs - 2003, Ankara, s.161-162-163-164-165
http://www.turkudostlari.net/hikaye.asp?turku=18261

Not; Atatürk'ü ağlatan ve  "Yemen ellerinde Türk çocuklarının ne işi vardı? dediği  Yemen Türküsü'nün hüzünlü hikayesi...

7 Haziran 2013 Cuma

Bir Ayet, Bir hadis HAYIRLI CUMALAR...

AYET; BİSMİLLAHİRRAHMENİRRAHİM
"Allah o İlahtır ki Kendisinden başka ilah yoktur. Haydır, kayyûmdur. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine? Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahlûklar ise O'nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O'na ağır gelmez, O öyle ulu, öyle büyüktür. {Bakara, 255 - Ayetü'l-kürsî}

Hay: Her zaman var olan, diri olan, ezelî ve ebedî hayat sahibi. 
Kayyûm: Kendi zâtı ile var olup, zeval bulmayan ve bütün kâinatı varlıkta tutup onları yöneten, demektir. 
Bu âyete ayetü'l-kürsî denilir. Bu ayet, Allah'ın hükümranlığının son derece açık ve özet bir anlatımını ihtiva eder. Fazilet ve sevabına dair hadisler vardır. 
 "Kur'ân'da en büyük âyet, Âyetü'l-kürsî'dir. Bunu kim okursa Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. İçinde okunduğu evi şeytan otuz gün terkeder. O eve kırk gün sihir ve sihirbaz giremez. Ey Alî! Bunu evladına, ailene ve komşularına öğret
HADİS;

"Zandan uzak durun! Çünkü zan, sözün en yalanıdır.
Başkalarının gizli konuştuklarını yaymayın!
Birbirlerinizin ayıplarını araştırmayın!
Gereksiz yere rekabete girmeyin!
Birbirinizi kıskanmayın!
Birbirinize kin tutmayın!
Birbirinize sırt çevirmeyin!
Ey ALLAHın kulları, ALLAHın size emrettiği gibi kardeş olun!
Müslüman müslümanın kardeşidir.
Ona ne zulmeder, ne de onu yüzüstü bırakır.
Ona hakaret de etmez."
Sonra kalbini gösterdi:
"Takva buradadır, takva buradadır, takva buradadır!
Kişinin, müslüman kardeşini hor görmesi, kötülük bakımından kendisine yeter de artar bile.
Müslümanın herşeyi müslümana haramdır: kanı, şerefi, malı...
ALLAH, sizin ne bedenlerinize, ne biçimlerinize ve ne de amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar."
HZ. MUHAMMED (S.A.V)

Ebû Hureyre radıyALLAHu anh. Buhârî.

Sevgili Dostlarım!
Bu mübarek cuma günün ülkemize, milletimize barış, huzur, kardeşlik,sevgi, hoşgörü, adalete vesile olmasını diliyorum. 
Sevgi ve muhabbetle,

6 Haziran 2013 Perşembe

Cahil Meyvesiz Ağaca Benzer...

Cahil kelime olarak; bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan yoksun olan  kimse olarak nitelendirilir.
Cahil kimse  erdemli, doğru ve araştırıp öğrenmeyi  kendine ilke edinmiş, akıllı bilgili kimselerden uzak durur. Çünkü, kendini olduğundan daha fazla büyük  görme hastalığına tutulmuş, tevazudan  yoksundur. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Dediğim dedikçidir, yanıldığını asla kabul etmez. Çünkü o, etrafı ancak gördüğü gibi değerlendirir. Fazla detaya girmez. Ben bilirim, benim dediğim doğrudur zihniyetindedir,kendi düşüncesinde olmayanı ötekileştirir. Kitleleri birleştirmek yerine ayrıştırıcı politikalar üretir. Cahil kimse meyve vermeyen ağaca benzer atasözünde ifade edildiği gibi  kimseye fayda sağlayamazlar. Eğitim almak ya da almamak bu kimselerin cehaletinin üzerinde olumlu rol oynamaz. Öyleleri vardır ki, mektep medrese görmüş, mürekkep yalamış ama kendini geliştirememiş yetiştirememiş cahil kalmıştır. Kimileri de vardır, okul yüzü görmemiştir ama kendisini en iyi şekilde eğitmiş hayata hazırlamış bilge kimseler kategorisine girmiştir. Günlük yaşamımızda bu özelliklere sahip kimselerle,kimi zaman iş yerinde arkadaşımız, şefimiz, müdürümüz, patronumuz; sokağımızda, mahallemizde, sitemizde, apartmanımızda komşumuz,iş yaptırmak zorunda olduğumuz bir kurumda yardımına ihtiyaç duyduğumuz kurum çalışanı olarak karşılaşırız. Bu kimseler davranışlarıyla öylesine cahilce bir tutum sergiler ki;  işgal ettiği makam yer ve konum birbiriyle tamamen zıttır.
Hatta  tv de izlediğimiz düşünmeden cahilce söylemlerde bulunan bizi şaşırtan, adam nasıl  bakan, milletvekili, vali olmuş dediğimiz kimseler...Bir İşgal ettiği makama, konumuna bir de hareketlerine bakarız! bu insan bu makama, bu duruma nasıl getirilmiş?  diye,  kendimize sorarız...
İlk bakıldığında kendilerinden kattıkları çok fazla bir nitelikleri olmamasına rağmen, hasbel kader sahip olduğu durumu kendi lehlerine çevirme de üstlerine yoktur. Cahilce tutumlarını kabul edilmez bulursunuz.. Her hareketlerinde düşünme, kontrol etme eğitim, bilgi gibi olgulardan uzak özgürce davranış sergilerler. Karşı tarafın bilgisi, eğitimi tecrübesi bu kimselerin gözünde önemsenmeye değer bulunmadığı gibi,aksine onları küçük düşürücü davranışlardan kaçınmazlar. 
 İki psikiyatri uzmanının, 10 yıl  önce ortaya attığı bir  teoriye göre; 
"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."
Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli araştırmaların sonucunda  Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı: Buna göre;
“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!
Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur. 
‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.
Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçak gönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar..."
Bertrand Russel'in ifade ettiği gibi;
Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”
Şuan gerek ülkemizin ve gerekse içinde bulunduğumuz dünyanın yaşanılmaz hale getirilmesinin belki de en önemli nedeni, cahillerin akıllılardan daha özgür ve küstahça hareket etmesidir... 
sevgi ve muhabbetle
Hanife Mert


28 Mayıs 2013 Salı

Atatürk'ü Koruma Kanunu




Son dönemlerde iktidarda olanlar  ve yandaşları gerek medya gerekse internet üzerinden, Milli değerlerimize ve özellikle, gösterdiği üstün liderlik vasfı ve başarılı stratejileri ile yok olmanın eşiğine gelmiş bir Milleti ayağa kaldırmış,  gücünü tüm dünyaya ispatlamış ve kendisi  dünyaya mal olmuş bir lider olan Atatürk'ümüze gerek söz, gerek büst ve heykellerine yapılan sinsice, haince, cahilce ve nankörce oluşturulan saldırılar karşısında bizlerin duyarsız ve tepkisiz tavırları en az saldırıyı yapanlar kadar nankör ve vefasız bir toplum olduğumuzun göstergesi... Hal böyle iken,  vatanına, bayrağına, Atasına ve tarihine gönül bağı ile bağlı vatanseverlere sorumluluğunu  hatırlatmaktır görevimiz.
 Biz Atamızı yüreğimizde koruyoruz... Lakin yapılan bu saygısız tavırların yasal bir müeyyidesi olmalı diye araştırırken aşağıda eklediğim kanunu buldum ve siz değerli arkadaşlarımla paylaşmak istedim.
    Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun:    

yayın : resmi gazete
yayım tarihi ve sayısı : 31/07/1951 - 7872 

numarası : 5816 

madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla 
kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. 
yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır. 
birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır. 
madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır. 
madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer. 
madde 5- Bu kanunu adalet bakanı yürütür. 
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, hakareti ya da kamu malını tahribi cezalandıran kanunlar yapmanın bireysel hakları tehdit eden herhangi bir yönü yoktur. Hakaretin artık aramızda olmayan bir insana yöneltilmiş olması da, mazur görülmesini elbette gerektirmez. 
Ancak bütün bunlar, Atatürk'ü Koruma Kanununun hatasız bir şekilde tasarlandığı anlamına gelmiyor. 
Bu tür kanunların bireysel haklar ve düşünce özgürlüğü adına en büyük tehlikesi, eleştiri-hakaret ayrımında oluşacak içtihatların niteliği. Zira bu ayrım sağlıklı bir şekilde yapılmadığı müddetçe, kanunun belli düşüncelerin susturulmasına hizmet edecek şekilde kötüye kullanılabilmesi de mümkün olabilir. Bir başka deyişle, uzun yıllardır Atatürk'ün 'tartışılamaz' ve 'aşılamaz' kılınmaya çalışılması yönündeki çabaların oluşturduğu algı, yargıya hakim olduğu ölçüde, Atatürk'ün düşünceleri ve uygulamalarına yöneltilen 'olumsuz eleştirilerin de 'hakaret' olarak değerlendirilmesi fazlasıyla mümkün.
Kanunun 'tuhaf' olarak nitelendirilebilecek bir yönü de yok değil. Zira kanun, Atatürk'ün şahsına yönelik hakaretlerden çok, heykellerini korumaya odaklanıyor. Kanunda, Atatürk'ün şahsına hakaret etmenin cezası maksimum üç yıl olarak belirtilmişken, heykeller için öngörülen maksimum ceza 'ağır hapsi' de içermek üzere beş yıla kadar çıkabiliyor.

LÜTFEN DUYARLI OLALIM ATATÜRK'E YAPILAN ÇİRKİN SALDIRILARA KARŞI YASAL HAKKIMIZI KULLANALIM!!!

26 Mayıs 2013 Pazar

Ye Kürküm Ye Devri

Ye Kürküm Ye… 
Nasreddin Hoca’nın meşhur bir fıkrası vardırya hani; ye kürküm ye diye. Hoca bir gün günlük kıyafetiyle bir meclise gitmiş. Pek itibar hürmet görmemiş, sofraya da davet edilmemiş. Hocamız bu tabi, irfan ve feraset sahibi bir insan, sebebini anlamış bu durumun. Evine gitmiş güzel kıyafetlerini giymiş, üstüne de kürkünü. Tekrar aynı meclise gitmiş. Bu defa hocaya büyük itibar etmişler, hürmet göstermişler ve sofranın başucuna oturtmuşlar. Hocaya her yemek ikram edildiğinde Hoca önce kürkünü uzatıp “ye kürküm ye” diyormuş. Tabi çevresindekiler anlam veremeyip, “Hoca kürk yemek yer mi?” diye soruyorlarmış. Hoca da biraz önce normal kıyafetlerimle geldim, sofraya oturamadım, kürküm ile geldim sofranın başucuna oturdum. Yemek onun hakkı mealinde bir cevap vererek anlayanlara güzel bir ders vermiş. 
Her ne kadar yıllar,yüzyıllar da geçse, bilim ilerlese de, atların, eşeklerin,develerin, katırların yerini arabalar, trenler, uçaklar, helikopterler alsa da, bilgisayar, internet icat edilse de, bilgi çağına girmiş olsak da, insanların değer yargıları, yaşam felsefeleri ve zihniyetleri değişmiyor. 
İnsanlar kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne,kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor.. 
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları, şekil, görünüş ve madde üzerine bina edilmiş. Şeklin güzelse adamsın, paran varsa adamsın, zenginsen adamsın, mevki makam sahibi isen adamsın gibi.. Demek bu Nasreddin Hoca zamanında da böyleydi şimdi de böyle. Halbuki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. En değerli varlıklar olarak bunları kabul ederdi. Ahlak, ilim, irfan artık yok, para, ev, araba, mevki, makam var. 
Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz. 
Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi, yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen, kimseye yardım etmek yerine sadece bakıp geçen kişileri görüyoruz. . 
Beni  üzen; kendini dindar olarak tanımlayan ve görünüşte dini hassasiyetleri diğer insanlardan daha fazla olanlar da aynı. Onlar da tamamen saygılarını, hürmetlerini madde, para odaklı hale getirmişler. 

Belki çok genelleyici, karamsar ve kötümser bir yazı oldu. Ancak değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanlar olduğunu biliyorum ve benim  saygı ve hürmetim onlara... Parasına,  makamına,  arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, fakiri güçsüzü ezenlere, yetimi yerenlere  değil...
sevgi ve muhabbetle



Her Çocuk İslam Fıtratı Üzere Doğar


İnsanın kendisi ile barışık olması 2 şekilde olur. Birincisi, hani her insan islam fıtratı üzere doğar. Bu şekliyle bu fıtratını devam ettirmesi kendisiyle barışık olması demektir. Orjinal halini koruması ona sahip çıkması ve onunla yaşamaya çalışması gibi. Diğeri de normal yaşamı boyunca, dini inancı gereği yaşantısı ile gurur duyması ve kim olursa olsun karşısında, onurlu ve dik durmayı başarması. Kendisini sevmesi güzel görmesi gibi...
Kibir değildir bu, gurur değildir bu. İnancıyla yaşantısıyla elinden geldiğince övünç duymasıdır. Bir yerde şükretmesidir, hamd etmesidir. Bir kalıba girmek ne kadar yetersiz, yani sadece namaz kılmak, sadece oruç tutmak, sadece kapanmak gibi... İnsanın bilgili olması neyi niçin yaptığını bilmesi, bir şekilde yaşayan din olması. Zaten İslamın da istediği bu değil mi?

(Yaşar Gedikli)
 Demişti rahmetli Yaşar Hocam bir sohbetimizde. Hocama Allah'tan rahmet diliyorum, mekanı cennet olsun inşa Allah... Peki öyleyse İslam fıtratı nedir?
 her insan yaradılış itibariyle günahsızdır, lekesiz tertemiz olarak iman ve İslam'a yatkın bir şekilde doğar.Daha sonraki yaşlarda kişi yolunu anne -babası ve çevrenin etkisiyle ya bu orijinal halini korur İslam'ın gereğine göre yaşar. Ya da başka bir dinin gereklerine göre yaşamını sürdürür.Bu konuda peygamberimiz (s.a.v) bir hadisinde;"Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hırıstiyan, Yahudi veya Mecusi...yada başka bir dine mensup yapar."buyurmuştur.
Dünyanın her neresinde olursa olsun hayata gözlerini açan çocukların bedeni ve ruhi yapılarında ortak olan bir özellik vardır. Bu ortak özellik fıtri bir özelliktir. Ülkeler, kıtalar, ırklar, renk ve diller insanlar üzerinde farklılıklar meydana getirdiği halde ve birinin vatanı Arjantin, diğerinin Japonya, bir başkasının ki Habeşistan, İngiltere olmasına rağmen hepsinin, doğdukları andan itibaren aynı yaratıcı kuvvete tabii olmaları; tek bir gerçeğe işaret etmektedir. Bu da her doğan çocuğun Allah'ın birliği  üzerine ilahi tarzda kendiliklerinden Allah'ın varlığını kabule müsait olmaları, yani yaratılışta İslam fıtratı üzerine doğmuş olmalarıdır.
Yaşar Hocamın bahsettiği; Kişi günah işlemez ise en azından büyük günahları işlemekten kaçınır, Allah'ın emirlerine riayet eder. Edepli, güzel ahlaklı, adil, sevgi, şefkat ve vicdanlı, yoksula, yetime, düşküne yardım eden, ana babasına merhametle yaklaşan onlara iyi davranan yaratılanlara merhametli, şefkatli ve sevgi ile yaklaşan kimselerdir.Kaldı ki bu mizaca sahip kimseler vicdanlarını sızlatacak, onları rahatsız edecek,herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadıkları için pozitif bir kişiliğe sahip olmaları kaçınılmaz. Dolayısıyla kendisi ile barışıktır.Doğuştan kazandırılmış bu orjinal halini koruyan kimse mutlu ve huzurludur.
Diğer taraftan dini inancının gereğini yerine getiren bunu yaparken başkalarının etkisinde kalmayan bu halini kimseden çekinmeden, sadece Allah'ın rızasına uygun olarak sürdüren, dinin gereğini yerine getirirken de şekle takılıp kalmadan neyi ne için yaptığını araştıran öğrenen ve bilgisinin gereğini yapan, yaşayan kimse kendisi ile barışık kimsedir. Zaten dinin istediği de budur...
Sevgi ve muhabbetle,

18 Mayıs 2013 Cumartesi

19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramımız Kutlu Olsun

"Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz. 
Bende bu imanı yaşatan kuvvet,yalnız aziz memleket ve milletimin hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir."
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Son dönemlerde toplum olarak birçok acıya, göz yaşına maruz kaldığımız, milli değerlerimize yapılan saldırıların yaşandığı, hak ve adaletin, özgürlüğün kişilere göre farklılık gösterdiği şu günlerde birleşmemiz, paylaşmamız gerekirken olabildiğince  birbirimizden uzaklaştık.Yaptığımız sadece olayları şaşkınlıkla tepkisiz  izlemek…Demokratik ortamlarda verilmeye çalışılan cılız tepkiler ise güvenlik güçlerinin müdahalesi ile sonuçsuz hale getirilmekte... 
Görünen o ki; hoş olmayan bu gelişmeler bizi duyarsız, birbirine karşı saygısız, vefadan yoksun, bir hale getirmiş... 
Çocukluğumda yakın komşularımızda bir cenaze olduğunda,annem evde üç gün  televizyon, radyo, teyp gibi aletleri açtırmazdı. Ayıp olur, saygısızlık olur derdi. Biz de, cenaze sahipleri ile birlikte yas tutardık. 
Bu gün öyle mi? Gencecik fidanlarımız haince öldürülüyor, daha dün  Reyhanlı'da sayıları netleşmemiş 100 aşkın, suçsuz, günahsız, masum insanların katledildiği  vahşet karşısında toplum olarak tam bir sorumsuzluk ve vefasızlık örneği gösterdik. Millet olarak bırakın üç gün yas tutmayı, aradan bir kaç saat geçmeden unuttuk normal hayatımıza devam ettik. Peki ne değişti? Bizi bu kadar duyarsızlaştıran sebep ne? 
Oysa bu duyarsızlık bizi bir arada tutmak yerine, aramızdaki sevgi, saygı, hoşgörü, vefa gibi erdemlerin  tamamen yok olmasına sebep olmaktadır.
Toplum bu şekilde çözülmüşken, düşman düşmanlığını yapmakta, sinsice hain pilanını gerçekleştirme hevesinde pusuda beklemekte. Dost gibi görünüp, maddi imkanlarını göz boyamada kullanarak, yanlışı doğru gibi gösterip adil ve dürüst gibi davranarak, istismar ederek kötü emellerini gerçekleştirme çabasındadır.
Hiç şüphesiz düşmanın bu çabası  dün olduğu gibi, bu günde sonuçsuz kalacaktır. İnancımız tamdır. Çünkü Türk Gençliği gür sesi ile;  
Ey büyük Ata'm,
Türk gençliği olarak hürriyetin, bağımsızlığın, egemenliğin, cumhuriyetin ve İnkılâplarının yılmaz bekçileriyiz.
Her zaman, her yerde, her durumda, Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığa geçmek için; bütün zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verir, kendimizi Büyük Türk Milletine adarız.
Türk Gençliği
 Atasına namus ve şeref sözü vermiştir. Şartlar ne olursa olsun  mücadelesinden asla vaz geçmeyecektir. O'nun gösterdiği çağdaş uygarlık yolundan ayrılmadan, Ata'sına ve onun emanet ettiği cumhuriyete, vatana, bayrağa sahip çıkacaktır… Bu kutsal değerleri yok saymaya çalışan, alavere dalavere ile kaldırmaya, değiştirmeye çalışanlara, yüreğinde ki güçlü iman, vatan, millet, bağımsızlık ve hürriyet aşkı ile gereken cevabı vereceğinden asla şüphem yoktur. 

Bu vesile ile tüm gençlerimizin ve Milletimizin,  19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun… 

Ne Mutlu Türküm Diyene!

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...