dini felsefi denemelerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dini felsefi denemelerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2015 Pazartesi

Sözün Özü

İki düşün bir söyle. Her aklına geleni söylememeli insan iyi düşünmeli yerinde ve zamanında söylemeli ne söyleyecekse. Aksi takdirde olacaklara katlanmalı.Ha ne mi olabilir kalp kırabilir ya da söylediklerin dosdoğru olsa da eleştirilebilir kötü insan muamelesi görebilirsin.Çok sevdiğin kendini çok yakın hissettiğin hatta her şeyini bilip seni çok iyi tanıyan biri bile bazen yanlış anlayabilir seni sırf aklından geçeni söyledin diye. 
   Toplum olarak konuşmayı çok severiz. Severiz sevmesine de bir de dinlemeyi, konuşulanı anlamayı, anladığımızı idrak etmeyi öğrenebilsek diyorum. Bu aşamada bir çok sorunların da üstesinden kolaylıkla gelmiş olacağız. Ama nerede.. Dinlemeye sabrımız yok. Buna karşın konuşmaya mecalimiz hep var.Yerli yersiz gerekli gereksiz hep konuşuyoruz. Konuşmuş olmak için, söylenen sözün altında kalmamak için konuşuyoruz. Fikir üretmek bilgi üretmek yerine laf üretiyoruz. Hani ağzı olan konuşuyor derlerdi ya..! Benim doğrum senin doğrudan üstün, benim sözüm doğru. Lafın altında kalmama zihniyeti ile hareket eder olduk. Halk böyle yapıyor da yöneticiler altında kalır mı? Hani balık baştan kokarmış ya! Hükümetiyle muhalefetiyle laf üretmekte üstümüze yok. Lafa gelince mangalda kül bırakmayız, icraata gelince sorumluluğu başka yerlerde arayan icraattan çok laf üreten bir toplum haline geldik.

  Konuşabilme yeteneği, insana yaratılışıyla birlikte verilmiş ve onu diğer canlılara üstün kılmış en önemli özelliklerinden biridir. İnsan elbette konuşmalı. Zira konuşarak kendini ifade eder. Kişiliğini bu şekilde ortaya koyar. Çünkü, kişiliği konuşmasında gizlidir. Bu demek değildir ki hep konuş ama boş konuş...
Çocukluğumuzda büyüklerin karşısında çok konuşmamamız öğütlenirdi. "İki düşün bir konuş","sana sorarlarsa, söz verilirse konuş", konuşacaksan da dilin doğruyu hakkı konuşsun. Zira "haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" denirdi. 

  Böyle bir kültürün, medeniyetin varisleri olan bizler, özellikle son dönemlerde yaşadığımız onca haksızlıklara, olumsuzluklara, adaletsizliklere, yolsuzluklara, yoksulluklara, yoksunluklara, zulümlere, ölümlere, tacizlere, tecavüzlere karşı  hep sustuk. Asıl konuşulması, neler oluyor diye yetkililerden yetkisizlerden hesap sorulması gerekirken sesimiz soluğumuz kesildi. Konuşamaz olduk. Belki korktuk, ürktük...
Bana dokunmasınlar da, işime aşıma, kurduğum düzene zarar gelmesin de... Bana değmeyen yılan bin yaşasın gibi felsefelerle kabuklarımıza çekildik. Bireysel çıkarlarımız her zaman toplumsal çıkarlarımızın önüne geçti. Bu durum karşısında susan ağzımız, göz göre göre insan onur ve haysiyetini zedeleyen kadın programlarını, yarışma programlarını, Türk aile yapısı ile uzaktan yakından alakası olmayan evlilik programlarını, dizileri, kime ne yakışır gibi anlamsız faydasız programları ve gazetelerin magazin sayfalarını konuştu. Bu programlar vaktimizi ve zihnimizi meşgul etti. Düşünme üretme yetisi devre dışı kaldı.
  Pusu kurularak kalleşçe şehit edilen Mehmetçiklerimize, polisimize, gerekli önlemlerin alınmadığı için yöneticilerin kazanma hırsı sebebiyle onca toprağa verdiğimiz maden işçilerimiz, neredeyse her gün şiddete uğrayarak canından olan kadınlarımız, yetim hakkı yiyenlerin, haksızlık, yolsuzluk yapanların, adaleti kişiye göre işletenlerin durumu, milli ve manevi değerlerimize yapılan haince saldırılar, eğitim sistemimizdeki düzensizlikler, dışarıda aç ve perişan durumda olanların durumları yukarıda saydıklarım kadar insanımızın zihnini meşgul etmedi...

 Okumaktan, düşünmekten, bilgi üretmekten çağı yakalamak ve çağdaş seviyeye ulaşmak için çaba harcamaktan, yaşamı ve yaratılışımızı anlamaktan uzak geçen, geri gelmesi imkansız olan haybeye geçen günler... 

 Aydınlığın önünü kesen, keşkelerle örülmüş kara bir duvar gibi karanlık dikilince karşımıza, kaçacak sığınacak bir bahane fayda vermez olur.

   Büyük Türk milletini, iktidarından muhalefine herkesi, Türkmen Dağı çevresindeki Bayır Bucak Türkmenlerine ve Suriye’deki Müslüman Türkmen varlığına sahip çıkmaya davet ediyoruz. Herkesin bu zulme tepki vermesi gerekmektedir. Devletimizin ve hükumetimizin bu durum karşısında şu ana kadar koyduğu tavrı da yeterli görmüyoruz... 
http://degirmendenmektupvar.blogspot.com.tr/2015/11/suriyedeki-turkmen-kym.html

Recep Bey'in bu çağrısını ben de yürekten destekliyorum. En kısa zamanda Devletimizin ve Milletimizin kardeşlerimize yardım elini uzatmasını diliyor ve istiyorum. Herkesin Suriye'deki Bayır/ Bucak Türkmen kardeşlerimize imkanları dahilinde elinden geleni yapacağına inancım tamdır...  

  Zalimin zulmünün susturulduğu, hakkın, doğrunun, sevginin, barışın, kardeşliğin,özgürlüğün, insan haklarının, kadın haklarının, hayvan haklarının insanca yaşamın konuşturulduğu, uygulandığı bir dünyada yaşamak dileğiyle...

Muhabbetle,
Hanife Mert



30 Kasım 2014 Pazar

Kayıplarla gelen hediye!

İnsan yeter ki kaybetmeye görsün! Bir yerden başladı mı,  arkası çorap söküğü gibi gelir. Kimi zaman hızına yetişemez olursun, ardı arkası kesilmeden devam eder. Her kayıp, insanda üzerine vurulan bir balyoz etkisi yapar. Silkinip kalkmaya çalıştıkça üzerine bir diğeri iner. Gücün kuvvetin kesilir. Çaresiz kalırsın. Beden yorgun düşer. Düşünceler karma karışık, ruh kafesine sığmaz olur. Bedenden çıkıp özgür olmak ister lakin ona da izin verilmez. Sonunda teslimiyet...
  Kim bilir,  belki de hayatın bir oyunu, kaderin insana çizdiği bir rota yol haritası idi. "Öldürmeyen acı güçlendirir" misali seni güçlü kılmaktı, mücadele gücünü arttırmaktı, gelecekte sunacağı acılara karşı dayanma gücünü test etmekti belki… Belki de umut, sabır, mücadele üçgeninde hayata tutunacak bir dal uzatmaktı güçsüz yüreklere...
   Pencerenin önüne oturmuş dışarıyı seyrediyordu. Uçan kuşlara takıldı gözü. "Ben de sizin gibi özgürce uçabilsem, sevdiğimin diyarına gidebilsem" diye düşündü. Derin bir iç geçirdi. "Gidemem ki"... Çünkü kaybettim! Dedi. Zihni bulanık kafası karışıktı. "Bu kaybı hak etmedim. Hatalıyım kabul. Hırsımın ve ihtirasımın kurbanı oldum. Lakin bedeli bu kadar ağır olmamalı idi. Küçük yaşta üzerime aile gibi dev bir sorumluluk yüklenmişti. Cahildim, kendime güvenim yoktu. Köyden şehre gitmiştim. Korkularım vardı. Kaybetme korkusu bu korku tüm benliğimi sarmış, beynimi aç bir kurt gibi kemiriyordu... diye savundu kendini kendine karşı.
 Geçmişini yaşadıklarını, onları mutsuz eden sebepleri düşünmeye başladı tekrar. Bir taraftan kendini sorguluyor, aynı zamanda da yargılıyordu. Zira düşüncesinde yaşattıkları bir filmin fregmanı gibi idi. Onun için artık fregman bitmiş gerçek film başlamıştı. O da biliyordu ki, fregmana değil gerçeği yansıtan filmin bütününe yoğunlaşmalıydı. Hayatı bütünüyle değerlendirmeli idi. Gözleri doldu, kaşları çatıldı. Derin bir iç geçirdi. Yanan yüreğinde derin bir acı hissetti. 
     Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne alev alev vuran yakıcı güneş ışığının etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu lakin evin yanında akan derenin başındaki iğde ağacının yapraklarının hışırtısı ve kokusu insana huzur veriyordu. Bir müddet ağacın gölgesinde oturdu. Kokuyu içine çekti. Sonra her şeye rağmen hayatın güzel ve yaşamaya değer olduğunu düşünerek,  yokuş yukarı kaldığı yerden yürümeye devam etti...
  Yaşadığımız müddetçe canımızı sıkan, içimizi karartan, gözyaşlarımızı inci gibi döküveren olaylarla muhatap oluruz.  İlk bakışta dayanılmaz gelen acı anlar, sonrasında kalbimizi kuş gibi hafifleten, ruhumuzu ısıtan tatlı tecrübelere dönüşüverir.
  Hayatımızda ki, kırık dökükler, yıkıntı ve ziyanlar, kayıp ve yenilgiler yenilenmenin, yeniden doğuşun tohumlarını ekiyor aslında… İnsan acıyla güçleniyor. Her acı derinliklerinde gizli hediyeler barındırır. Yapmamız gereken acımızla barışıp, onu çözümlemek ve  derinlerinde sunduğu hediyeyi  kabul etmektir.

Muhabbetle,
Hanife MERT

13 Kasım 2014 Perşembe

Her insan bir değerdir!


Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet anlamına gelen "DEĞER" bu anlamıyla tüm değerlerin üstünde olan ve yaratılışı itibariyle değerli onurlu şerefli yaratılan insana yakışmaktadır. 
Hiç şüphesiz insan şerefli, onurlu ve değerli bir biçimde yaratılmıştır. Onurlu olarak yaratılan insanı onurlu veya onursuz kılan ise, onun iradesini kullanış biçimi olan davranışlarıdır. İradesini olumlu yönde kullanan insan değerli, onurlu, uyumlu, mutlu, olgun aranılan bir insan olurken, olumsuz davranışlar sergileyen kimse ise, toplum dışı, sevilmeyen, istenmeyen biri oluverir... Her ne kadar son dönemlerde toplumumuzda, onursuzca davranışlar sergileyen kimseler değer görmüş, baş tacı edilmiş gibi gözükse de, onursuzluk yapmaktan uzak değildir.
 Her insan bir değerdir. Hal böyle iken acaba insan değerinin ne kadar farkında? Kendini değerli hissedebiliyor mu? Bu sorulara "evet" yanıtını vermek çok zor. Zira görünen o ki insan yaratılışından gelen ve ona değer katan ve diğer yaratılmışlardan üstün yapan özelliklerine iradesini olumsuz kullanarak ihanet etmiş durumdadır. Böyle olmasaydı aç susuz, evsiz barksız, savunmasız, mutsuz, güvensiz, huzursuz insanların sayıları günden güne artmazdı. Böyle olmasaydı, haksız yere genç yaşlı çocuk kadın erkek gözetilmeden öldürülmezdi. Böyle olmasaydı güç  peşine düşenler tarafından itilip kakılıp dışlanıp, haksızlığa uğramaz, ötekileştirilip dışlanmaz, pisi pisine ölüme terk edilmezdi... 
Her fırsatta  insanlığın kalmadığından, insanlığın insanı terk ettiğinden dem vururuz. Oysa insanlığı kaybeden yitiren de yine insanın kendisi değil mi? Sahip çıkmalı değil miydi? yaratılıştan getirdiği insani değerlerine... O, egosunu her şeyin önüne geçirerek güçlü olma yarışına girmiştir. 
   Toplumda değerli olarak görülen, herkes tarafından kabul edilen maddi ve manevi bazı kavramlar vardır. Vatan gibi, bayrak gibi, tarih, kültür, din, ahlak, namus, para, mevki,makam rütbe,  vicdan, hak, hukuk, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, vefa gibi...Bu kavramlar insanı insanca yaşamaya sevk eden ve tercihi onun değerini ortaya koyan kavramlardır. Tercih kişiye ve ait olduğu toplumsal yapıya göre farklılık gösterir. Zamana ve zemine göre kimi değerler önemini yitirirken kimi de değerine değer katar.
  Bir insan paraya önem veriyorsa, çok para kazanmak için ister istemez başını eğecektir. Bu da onun değerini düşürür. Başı dik olarak gezmek istiyorsa insan, maddi değerlerden çok manevi değerlere yönelmeli. Üç kuruşluk çıkar elde etmek için, beş kuruşluk adamların önünde eğilmemeli... Kişinin değeri değer verdiği şeyler ile ölçülür.
 İnsani ilişkilerde içtenlik, dürüstlük, dostluk en değerli kavramlardır. Bu kavramlara uyanlar daha çok değer kazanırken; bencil, çıkarcı, duygu ve düşünce yoksulu kişiler ise var olan değerlerini azalttıkları gibi zamanla dibe vururlar.
 Değerimiz giyim kuşamla, rütbeyle, makamla artmaz. Günümüzde ne yazık ki iş ayağa düştü, ayaklar kafanın yerine geçti, değer yargıları değişti. İnsanlığın yararına  çalışan bilim, sanat adamları değer görmezken, parayı mevkiyi, makamı elinde bulunduranlar, siyasetçi, futbolcu, artistler, şarkıcılar el üstünde tutulurken, insanlığa faydalı eserler bırakmak için gecesini gündüzüne katan bilginlerin, sanatçıların değeri ise; "kör ölünce badem gözlü olur" misali  ancak onlar öldükten sonra anlaşılıyor..
  Değer insanın sahip olduğu güzellikler olarak ifade edildiğine göre gelin kaybettiğimiz değerlerimizi tekrar kazanalım ve kazandıralım. 
Zira en güzel köprü gönüller arasında kurulandır. Kurulan köprüleri yalansız riyasız sözlerle güzelleştirelim. Her şeye sevgi, şefkat ve merhametle  bakalım. Dilimize gerçekleri konuşturalım. Zalime karşı dik durarak, mazlumun yanında duralım.. Bilgiyi, kültürü, sanatı,  yeniden canlandıralım. Sevdiklerimize sevgimizi gösterelim, bunu  en güzel çiçeklerle taçlandıralım.. Kalemlerimiz her an doğruyu, iyiyi, güzeli yazsın. Gönül kapılarımızı mutluluğa açalım... 

Değer yargılarımız kimliğimizdir, bizi yansıtır...

Muhabbetle,

Hanife MERT

4 Kasım 2013 Pazartesi

Tevazu ve Kibir

İnsanı gerçek sevgiden uzaklaştıran, sevginin oluşmasını engelleyen sebeplerin başında gelir, çağın hastalığı olan kibir... Özünü bencillik, çıkarcılık, samimiyetsizlik, kendini üstün görme ve ben bilirim, ben doğruyum gibi egosunu ön plana çıkaran düşünceler oluşturur. 
Gerçek sevginin oluşması için öncelikle kibre neden olan bencillik, çıkarcılık, samimiyetsizlik gibi engellerin kaldırılması gerekmektedir. Kibir, sevginin oluşmasını engelleyen en önemli sebeplerden biridir.
Kibrin zıddı tevazudur.Tevazu ise sevginin olmazsa olmaz şartlarındandır.
Kibirli olan insan kendini diğer insanlardan üstün görür.Bu haliyle de en çok kendine değer verir. Diğer insanları gözünde kendinden daha değersiz, daha aşağı görür. En akıllı, en vicdanlı, en saygın, en doğru, en güvenilir insanın kendisi olduğuna inanır. Dolayısıyla, bu bakış açısına sahip olan bir insanın, kendisinden daha değersiz gördüğü bir kişiye bağlanması, onu sevmesi, onun için fedakarlıkta
bulunması, kalbinde ona karşı gerçek bir sevgi duyması pek mümkün değildir. Bu sebeple sevgi ve kibir birbirine tamamen zıt iki özelliktir.
Kibirli bir insan ne başkaları tarafından sevilir, ne de kendisi başkalarına karşı derin bir sevgi besler.
Kibirli birinin sevgisiz bir hayat sürmesinin bir çok sebebi vardır. Kibirli insanlar, kendilerini yüceltme isteğinden dolayı genellikle alaycı bir karakter sergilerler. Çevrelerindeki insanların kusurlarını dile getirdiklerinde, kendi üstünlüklerini daha iyi vurgulayabileceklerini düşünürler. Böyle birine hiç kimse kalbinde samimi bir sevgi beslemez.

 Mevlana Mesnevisinde şöyle bir hikaye anlatır;
Kendini beğenmiş bir gramer (nahiv) bilgini, boğazdan karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve kurumla oturduğu yerine. Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir insandı. Hiç ses çıkarmadan küreklere asılıyor, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmek ve üç beş kuruş kazanmak istiyordu.
Denizin orta yerine geldikleri sırada Bilgin küçümser bir eda içinde sordu:
-Sen hiç gramer okudun mu?.. dil biliminden anlar mısın?
Kayıkçı:
-Hayır efendim dedi, ben cahil bir kayıkçıyım, dediğiniz şeylerden hiç anlamam.
-Vah vah dedi Bilgin, ömrünün yarısı boşa geçmiş!..
Böyle bir süre ilerledikten sonra rüzgar şiddetini artırmaya, dalgalar büyümeye başladı. Denizde fırtına çıkmış, bilgin korkmaya başlamıştı.
Kayıkçı olağanüstü bir güçle kurtulmaya, sağ salim karşı kıyıya geçmeye çalışıyordu. Gördü ki artık kurtuluş ümidi yok, Bilgine dönüp sordu:
-Efendim, yüzme bilir misiniz?
Bilgin:
-Ne yazık ki bilmiyorum diye inledi.
O zaman kayıkçı:
-Vah vah dedi, şimdi ömrünün hepsi boşa gidecek! Keşke gramer bileceğinize benim gibi yüzme bilseydiniz de canınızı kurtarsaydınız...

Hikayemizde de görüldüğü gibi kibirli insanlar, kibrinden dolayı zor durumda kalma ihtimallerini göz ardı etmektedir.
Tevazu sahibi mütevazi insanlar ise, kibirli insanın aksine çok sevilirler. Zira böyle insanlar karşısındaki kişiye değer veren, edepli, güzel ahlaklı, empati kurabilen insanlardır. Böyle bir insan, hiçbir konuda “en iyiyi ben bilirim iddiasında bulunmaz, gurur yapmadan karşı fikre de saygılı olur. Doğruya karşı direnmez, yanlışa karşı öfkeyle yaklaşmaz. İnsanların sorunlarına karşı duyarlı davranır ve ince düşünceli olur. Hiçbir konuda bir üstünlük iddiası olmadığı için, “önce o sevgi göstersin, önce o selam, versin, önce o benimle konuşsun” gibi kibirden kaynaklanan hesaplar yapmaz. Karşısındaki insan katı ve kibirli olsa bile, alçak gönüllü davranır. Herkesin fikrine önem verir, herkesin selamına en güzeliyle cevap verir, yüreği herkese karşı sevgi ve saygı dolu olur.
Uyumlu, her fikre açık, hiçbir konuda kibir yapmayan, her zaman karşısındaki insanları onore eden, onlara önem veren insan modeli oluşturur. Bu nedenle tevazulu insanlar çok sevilen sayılan insanlardır.

İnsan nereden gelip nereye gideceğine bakmalı, yaratılış amacını iyi idrak etmeli...Kibirden uzak durmalı.

Hanife Mert

26 Mayıs 2013 Pazar

Her Çocuk İslam Fıtratı Üzere Doğar


İnsanın kendisi ile barışık olması 2 şekilde olur. Birincisi, hani her insan islam fıtratı üzere doğar. Bu şekliyle bu fıtratını devam ettirmesi kendisiyle barışık olması demektir. Orjinal halini koruması ona sahip çıkması ve onunla yaşamaya çalışması gibi. Diğeri de normal yaşamı boyunca, dini inancı gereği yaşantısı ile gurur duyması ve kim olursa olsun karşısında, onurlu ve dik durmayı başarması. Kendisini sevmesi güzel görmesi gibi...
Kibir değildir bu, gurur değildir bu. İnancıyla yaşantısıyla elinden geldiğince övünç duymasıdır. Bir yerde şükretmesidir, hamd etmesidir. Bir kalıba girmek ne kadar yetersiz, yani sadece namaz kılmak, sadece oruç tutmak, sadece kapanmak gibi... İnsanın bilgili olması neyi niçin yaptığını bilmesi, bir şekilde yaşayan din olması. Zaten İslamın da istediği bu değil mi?

(Yaşar Gedikli)
 Demişti rahmetli Yaşar Hocam bir sohbetimizde. Hocama Allah'tan rahmet diliyorum, mekanı cennet olsun inşa Allah... Peki öyleyse İslam fıtratı nedir?
 her insan yaradılış itibariyle günahsızdır, lekesiz tertemiz olarak iman ve İslam'a yatkın bir şekilde doğar.Daha sonraki yaşlarda kişi yolunu anne -babası ve çevrenin etkisiyle ya bu orijinal halini korur İslam'ın gereğine göre yaşar. Ya da başka bir dinin gereklerine göre yaşamını sürdürür.Bu konuda peygamberimiz (s.a.v) bir hadisinde;"Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hırıstiyan, Yahudi veya Mecusi...yada başka bir dine mensup yapar."buyurmuştur.
Dünyanın her neresinde olursa olsun hayata gözlerini açan çocukların bedeni ve ruhi yapılarında ortak olan bir özellik vardır. Bu ortak özellik fıtri bir özelliktir. Ülkeler, kıtalar, ırklar, renk ve diller insanlar üzerinde farklılıklar meydana getirdiği halde ve birinin vatanı Arjantin, diğerinin Japonya, bir başkasının ki Habeşistan, İngiltere olmasına rağmen hepsinin, doğdukları andan itibaren aynı yaratıcı kuvvete tabii olmaları; tek bir gerçeğe işaret etmektedir. Bu da her doğan çocuğun Allah'ın birliği  üzerine ilahi tarzda kendiliklerinden Allah'ın varlığını kabule müsait olmaları, yani yaratılışta İslam fıtratı üzerine doğmuş olmalarıdır.
Yaşar Hocamın bahsettiği; Kişi günah işlemez ise en azından büyük günahları işlemekten kaçınır, Allah'ın emirlerine riayet eder. Edepli, güzel ahlaklı, adil, sevgi, şefkat ve vicdanlı, yoksula, yetime, düşküne yardım eden, ana babasına merhametle yaklaşan onlara iyi davranan yaratılanlara merhametli, şefkatli ve sevgi ile yaklaşan kimselerdir.Kaldı ki bu mizaca sahip kimseler vicdanlarını sızlatacak, onları rahatsız edecek,herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadıkları için pozitif bir kişiliğe sahip olmaları kaçınılmaz. Dolayısıyla kendisi ile barışıktır.Doğuştan kazandırılmış bu orjinal halini koruyan kimse mutlu ve huzurludur.
Diğer taraftan dini inancının gereğini yerine getiren bunu yaparken başkalarının etkisinde kalmayan bu halini kimseden çekinmeden, sadece Allah'ın rızasına uygun olarak sürdüren, dinin gereğini yerine getirirken de şekle takılıp kalmadan neyi ne için yaptığını araştıran öğrenen ve bilgisinin gereğini yapan, yaşayan kimse kendisi ile barışık kimsedir. Zaten dinin istediği de budur...
Sevgi ve muhabbetle,

Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...