25 Mayıs 2012 Cuma

Kaçtığım Yer Kendim!!


Rüzgâr kuvvetli estiği zamanlarda insanlar şiddetini kesmek ve de 
korunmak için set örerlermiş karşısına. Bundan faydalanmayı akıl edebilenler 

ise yel değirmenleri inşa ederlermiş. Böylece rüzgârın yıkıcı gücünü 
olumluya çevirmeyi becerirlermiş. Fakat bazen hayatta karşılaştığımız 
rüzgârlar o kadar yoğun o kadar şiddetli ve o kadar üst üste oluyor ki; 
bırak yel değirmeni inşa etmeyi elinle yaptığın rüzgârgülünü tutacak 
kadar bile takatin kalmıyor. 
Şu kesin ki hayattan ne kadar çok beklentin olursa o kadar çok hayal 
kırıklığına uğruyorsun. Beklediklerinle buldukların arasındaki fark 
derin üzüntü yaşamana neden oluyor ister istemez. Mücadeleci olman bile 
fark ettirmiyor kimi zaman. Pes ediyorsun bazen yılıyorsun. Değirmen 
yapmak için bile yüzleşmekten korkuyorsun rüzgârın uğultusuyla. Set örmek 
daha bir kolay geliyor nedense. Zaman ilerledikçe kaçmayı kovalamaktan 
ve de mücadele etmekten daha bir benimser oluyorsun hiç karakterinde 
olmasa bile…
Hayatta en çok korktuğum şey duygu erozyonuna uğramaktı. Zamanla 
hiçbir şey hissedememekten çekindim hep. Yılgınlıklarımın umutlarımın üstünü 
örtmesinden ürktüm. Ama acımasızlıklar ve kederler üst üste gelince ben 
de ben olmaktan çıkıyorum galiba. Daha bir katı oluyorum hayata karşı. 
Daha bir duygusuz oluyorum ister istemez. Daha bir tahammülsüz… 
Olgunlaşmanın koşulu ağlamakmış demek ki diyorum. Ne kadar çok ağladıysano kadar çok olgunlaşmış oluyorsun.
Anlıyorum ki aynı dili konuşanlar değil; aynı duyguları paylaşabilenler anlaşabiliyor sadece. Ve aynı dili konuştuğun insanların etrafında 
olabilmesi de gün geçtikçe zorlaşıyor. Görünen gerçek gerçekte görünen 
de olmayabiliyor üstelik. Kimi zaman mutlu görünüyorsunuz etrafa; oysaki 
yapabildiğiniz en iyi şey mutluluk rolü yapmak oluyor o an. İçin 
kemiriliyor; ama sen yine de üstüne yapışmış olan rolü oynuyorsun. Sana 
yüklenen misyonunun gerektirdiğini...
Bazen çok sevdiğin bir fotoğrafı ortadan ikiye ayırıyorsun. O anki ruh 
halin seni hiç fark etmediğin bir yere bırakıveriyor. Öyle şeyler 
oluyor ki bazen hafızanı yitirmiş gibi hissediyorsun. Yaşadıklarının kendi 
hayatından bir kesit olup olmadığını düşünüyor; idrak etmeye 
çabalıyorsun. Sonra da “yanlış nerde ve kimde” diyorsun. Ya da “yarımdı olmadan bitti” diye avutuyorsun kendini. O an yaptığın şey hafızanı siliyor ve 
seni bilmediğin bir yere ve duruma sevk ediyor. Geçmişinle geleceğinin 
kesiştiği nokta ise bugünün oluyor. Ve gücün yettiğince her şeye sil 
baştan başlıyor. Yeniden hatta bazen yeniden deniyorsun. Fakat bir 
bakıyorsun ki hep en baştasın… 
İyice fark ediyorum ki gidene ağlamıyor çoğu zaman insan. Gidenin 
giderken koparttığı yer oluyor daha çok ağlatan orada bıraktığı yara oluyor 
kalbimize iğneleri vuran.
Aitlik hissin kayboluyor tamamen. Yaşadığın yere de zamana da ait 
hissedemiyorsun kendini. Çekip gitmek istiyorsun; kendinden bile... Seni 
hayata bağlayan hiçbir şey kalmıyor birden. Yaşamak anı günü ayı yılı… 
zevk vermez oluyor. Kendinden kurtulup kendine kaçıyorsun yeniden. 
Aslında bindiğin gemi de vardığın liman da kendi yüreğinde demirli…
Kelimelerin hepsi aynı aslında önemli olan içtenliğinde ve karşı 
tarafın yüklediği anlamda yatıyor. Ve sana o anlamı yakalatacak olanda 
buluyorsun kaybettiğin kendini…
Cesaret de sevgi gibi; gelişmesi için umut gerekiyor…

alıntı

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Ye Kürküm Ye Devri..


Ye Kürküm Ye… 
Nasreddin Hoca’nın meşhur bir fıkrası vardır hani; ye kürküm ye diye. Hoca bir gün günlük kıyafetiyle bir meclise gitmiş. Pek itibar, hürmet görmemiş, sofraya da davet edilmemiş. Hocamız bu tabi, irfan ve feraset sahibi bir insan, sebebini anlamış bu durumun. Evine gitmiş güzel kıyafetlerini giymiş, üstüne de kürkünü. Tekrar aynı meclise gitmiş, bu defa hocaya büyük itibar etmişler, hürmet göstermişler ve sofranın başucuna oturtmuşlar. Hocaya her yemek ikram edildiğinde Hoca önce kürkünü uzatıp “ye kürküm ye” diyormuş. Tabi çevresindekiler anlam veremeyip, “Hoca kürk yemek yer mi?” diye soruyorlarmış. Hoca da biraz önce normal kıyafetlerimle geldim, sofraya oturamadım, kürkümle geldim sofranın başucuna oturdum, yemek onun hakkı mealinde bir cevap vererek anlayanlara güzel bir ders vermiş. 
Her ne kadar yıllar,yüzyıllar da geçse, bilim ilerlese de, atların, eşeklerin, katırların yerini arabalar, trenler, uçaklar alsa da, bilgisayar, internet icat edilse de, bilgi çağına girmiş olsak da, insanların değer yargıları, yaşam felsefeleri ve zihniyetleri değişmiyor. 
İnsanlar kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne,kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor.. 
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları, şekil, görünüş ve madde üzerine bina edilmiş. Şeklin güzelse adamsın, paran varsa adamsın, zenginsen adamsın, mevki makam sahibi isen adamsın gibi.. Demek bu Nasreddin Hoca zamanında da böyleydi şimdi de böyle. Halbuki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. En değerli varlıklar olarak bunları kabul ederdi. Ahlak, ilim, irfan artık yok, para, ev, araba, mevki, makam var. 
Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz. 
Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi, yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen, kimseye yardım etmek yerine sadece bakıp geçen kişileri görüyoruz. . 
en çok üzen şu gözlemim oldu: Kendini dindar olarak tanımlayan ve görünüşte dini hassasiyetleri diğer insanlardan daha fazla olanlar da aynı. Onlar da tamamen saygılarını, hürmetlerini madde, para odaklı hale getirmişler. 

Belki çok genelleyici, karamsar ve kötümser bir yazı oldu. Ancak değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanlar olduğunu biliyorum ve benim  saygı ve hürmetim onlara... Parasına,  makamına,  arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, fakiri güçsüzü ezenlere, yetimi yerenlere  değil...
sevgi ve muhabbetle


Hayatımı Yeniden Yaşayabilseydim!!!

Emma Bombeck, Avustralya’da kanserden öldü. Ölümünden hemen önce şunları yazdı:
“Hayatımı yeniden yaşayabilseydim;
Hastayken yatağa girer dinlenirdim.
Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim.
Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım.
Daha az konuşur; daha çok dinlerdim.
Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim.
Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer; şömineyi yakmak isteyen biri olduğunda, ona engel olmaz; yerler leke olacak diye korkmazdım.
Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım.
Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım.
Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim.
Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum.
TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim.
Ömür boyu garantilidir denen hiçbir şeyi satın almazdım.
Hamileliğimin bir an önce sona erip doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim. Bu o kadar nadir bir olay ki… Mucize gibi birşey…
Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla ‘Önce git, ellerini yüzünü yıka’ demezdim. Onlara, daha çok ‘Seni seviyorum’, ondan da çok ‘Özür dilerim’ derdim.
Başka bir hayat verilseydi, en çok yapacağım şey, her dakikasını değerlendirmek olurdu.
Dikkatle bak. Gerçekten gör. Yaşa. Vazgeçme.
Küçük şeyler için şikayet etmekten vazgeç.
Bana benzemeyenler, benden daha çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı, beni ilgilendirmezdi. Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım.
Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için şükredin.
Tek bir hayatınız var ve bir gün sona eriyor.
Umarım, her gününüzü değerlendirirsiniz.” . . . .

Herkese Günaydın,

Gönlünüzden umutlar, yuvanızdan saadetler, sofranızdan bereketler eksik olmasın, gönlünüzce bir hafta  diliyorum...

Vefa nedir, bilir misin? Vefâ arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefâ; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefâ; ötelerin sonsuz mükafatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır.

Hz. Mevlana


Vefa hepimizin yüreğinde hissettiği bir borç..Kredi kartı borcuna benzemez..Kalmasa da günümüzde kredi kartı borcu kadar önemi, önemlidir vefa borcu… Gönül borcudur çünkü..kalbinden çıkar, en derinlerinden. Küçücük bir söz, bir iyilik unut...ulmaz vefa için, hatalar affedilir, gerekirse uğruna canlar verilir gözünü bile kırpmadan. Asil bir duygudur vefa..Yaradana duyulur, dosta duyulur, seni yetiştiren topluma, geçmişine duyulur..Bu asil his de, dostluk gibi, sevgi gibi, hatır.. gibi geçmişin tozlu raflarında yerini almaya hazırlanıyor.. Mevlana'nın bu güzel sözü ile tekrardan hatırlatmak istedim.. Hepimizin bizi insan olmakla şereflendiren Yaradanına, bizi yetiştiren toplumuna,tarihine, atalarına,milletine   ve dostlarına vefa borcu vardır, unutulmamalı...

20 Mayıs 2012 Pazar

Vefa Duygusu ve İhanet Açmazı..


Yavuz Sultan Selim, kıyafet değiştirip (tebdil-i kıyafet edip) Eminönü’deki kuşbazları (kuş satanlar) teftişe çıkmıştı...Altın kafes içinde satışa çıkarılan bir yaban ördeği dikkatini çekti...Fiyatını sordu...Kuşbaz fiyatını söyledi. Çok yüksekti. O fiyata rahat rahat bir ev alınabilirdi. “Bunun fiyatı diğer yaban ördeklerinden niçin bu kadar yüksek?..” diye sordu.“Çünkü” dedi kuşbaz, “bu çok özel bir kuştur. Hangi göle bırakırsanız bırakın öyle bir ötmeye başlar ki, çevredeki bütün yaban ördekleri göle doluşur. Siz de rahatlıkla avlarsınız.”Yavuz yaban ördeğini satın aldı. Yanındaki muhafızına verdi. Bir de kesin talimat ekledi: 

“Şunun kafasını kopar!”
Kuşbazın aklı bu işe ermemişti. Onca paraya kıyılıp satın alınan kuş, öldürülür müydü?
“Neden öldürüyorsunuz?” diye kekeledi.
Yavuz kuşbazın gözlerinin içine bakarak konuştu: “Kendi kanına ihanet edenin cezası ölümdür!”
Çaka Bey, Oğuzların Çavuldur Boyu’na mensup bir Türk’tü....Küçük yaşta Bizans’a esir düşmüş, “Çaka” olan ismi “Protonolilismus” yapılmış, Bizans saraylarında eğitilmiş, Bizans prensleri, prensesleriyle birlikte okumuştu...Askerlik mesleğini seçti. Dirayeti, zekası, kahramanlığıyla kısa süre içinde generalliğe yükseldi. 1081 yılında tahta çıkan Birinci Aleksi Komnen’in en yakın arkadaşı ve danışmanıydı.Bir gün İmparator Aleksi Komnen, Çaka Bey’i yanına çağırdı:
“Söyle bakalım arkadaşım” dedi, “bana yardıma hazır mısın?” 
 Çaka Bey tereddütsüz cevap verdi:
“Elbette. Size her zaman hizmete hazırım İmparator Hazretleri, emredin.”
“Bilmek istediğim şudur: Hiçbir ayırım yapmadan bütün düşmanlarıma karşı savaşır mısın?”
“Tabii savaşırım! Sizi korumak benim vazifem.”
“Düşmanlarım Türkler olsa da savaşır mısın?”
Çaka Bey, son soru karşısında durakladı. Ne cevap vereceğini birden kestiremedi. Sustu.
“Neden sustun? Türklerle savaşır mısın diye sormaktayım.”Başını iki yana salladı Çaka Bey: 
“Bunu benden istemeyeceğinizi umuyorum, İmparator Hazretleri...”
İmparator şaşırmıştı: “Ama niçin?..”
“Çünkü damarlarımda, savaşmamı istediğiniz ırkın kanı dolaşıyor. Kanıma ihanet edemem!”
“Hâlâ Türk olduğunu mu söylemek istiyorsun?”
“İnsan kendi soyunu sopunu belirleyemez İmparator Hazretleri. Bir kan bağıyla doğar ve aynı kan bağıyla ölür. Asıl hain kanına ihanet edendir! Kanına ihanet eden, kendine ihanet eder!”
İmparator hayal kırıklığına uğramıştı: “Seni iyi eğitememişiz” dedi öfkeyle, “bizi kandırdın.”
Çaka Bey, taşı gediğine koydu:
“Ben sizi değil, siz kendi kendinizi kandırdınız. Ne dinimden vaz geçtim, nede kanımdan. İnsan yeri geldiği zaman canından vaz geçebilir, ama dininden ve kanından asla vaz geçemez!” 
Dışarı çıktığında arkadaşları etrafını aldılar. Onlara göre yaptığı delilikti. İmparator’un dediğini yapıp Türklerle savaşsaydı, daha çok yükselebilir, hatta bir gün bir yolunu bulup imparator bile olabilirdi.“İmparator olmak istemiyorum!” diye cevap verdi, Çaka Bey, “Kendi canıma kılıç çekemem.”Ve bir ihtilâl esnasında Bizans’tan kaçtı. Eskiden kumanda ettiği adamlarının başına geçti (1081).
“Allah’ın bana gösterdiği yoldan yürüyeceğim; milletime ölünceye kadar hizmet edeceğim”diyordu.
İzmir’i ve çevresini fethedip “İzmir Beyliği”ni kurdu. Bir donanma vücuda getirdi, “İlk Türk Amiralı” oldu. Yıllarca Bizans’a kan kusturduktan sonra, kendi kanından biri (Kılıçarslan) tarafından öldürüldü (1097).
Yavuz Bahadıroğlu

18 Mayıs 2012 Cuma

19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN..


Bütün Ümidim Gençliktedir demiş Atam.. O gençlik Ata'sının izinde bundan kimsenin şüphesi olmasın.. Bu vesile ile kızımın (Merve Mert) İlköğretim7-8. sınıfta kendi  kaleminden dökülen o güzel temiz saf duyguların kağıda yansımasını  bir demet  halinde siz değerli dostlarımla  burada paylaşmak isterim, izninizle.


 ÇANAKKALE
  
Umutsuzluk almıştı dört bir yanı,
 Uğruna destanlar yazılan kötü bir anı
 Duyuldu dört bir yanda şanı
 Bakıp geçme Çanakkale’yi tanı!

          Mücadelenin en mukaddes örneği
          Çanakkale destanı Türk’ün yüreği
          Düşman öptü bükemediği bileği
          Sonunda oldu ulusun tek dileği…

 Orduları güçlü ve mağrurdular,
 Her bir yandan karşımıza durdular.
 Türkü yok etmek için pusu kurdular;
 Geçemeyince de hep kudurdular…

          Dünyalara bedel tek Türk neferi
          Atatürk’üm önde, gürler: İleri!...
          İman dolu göğüslerdi siperi,
          Dar ettik düşmana denizleri…

 İngiliz, Fransız, Anzak, fark etmez,
 Bin  ulustan asker bize kırk etmez;
 Türk oğlu bu vatanını terk etmez,
 Dünya bildi: Çanakkale geçilmez.

        Türk’ü küçük gördüler, ezmeye çalıştılar
          Dağları denizleri inatla dolaştılar
          Derslerini aldılar kaçmaya alıştılar
          Yalandan dost oldular yalandan barıştılar.

 Bir daha denemeyi isteyip gelirlerse
 Yurdumun her karışı olur bir Çanakkale
 Mavi gözlüm, Sarı Paşam canlanır
 Ay yıldız kalplerde yine şahlanır!..

                                                         Merve MERT
***********************************************
 BAYRAĞIMA…

 Uzanan hain eller
Birer birer kırılsın
Sana yan gözle bakan
Bütün gözler kör olsun

Kumaşındır kanımız
Yıldızındır şanımız
Hilalin imanımız
İlelebet var olsun

Kim güç yetirir sana,
Ben şaşarım usuna?
Kılıç ve ok vız gelir
Ulubatlı Hasan’a…

Bütün dünya bilir ki
Bir tek Türk kalsa bile
Al bayrak gönderinde
Dalgalanır şerefle

Her Merve bir Mehmetçik
Her Mehmetçik bir Kemâl
Geçmişte gelecekte
Türke yoktur izmihlâl…

MERVE MERT


MERSİN 12 Nisan 2005

AY YILDIZ

Göklerde dalgalan hep
Gölgen vatanım benim
Denizlerde kara ol
Resmin Limanım benim
Uğrundu ölmeyenler
Nasıl Ben Türk'üm desin
Geçmişim, geleceğim
Rengin kanımdır benim
Bayrak vatan demektir
Ay yıldız canım benim 

                                                MERVE MERT



 80. YAŞ GÜNÜ

 Gökyüzünde bir yıldız,

Hilalin kollarında;

Parlıyor gece gündüz

  Uygarlık yollarında.

             O yıldızın adıTÜRK,

             Soyadı CUMHURİYET !    

               Atamın emaneti,

               Yaşasın ilelebet…

 Dalgalansın ay yıldız,

Yüce dağlar başında;

Bir genç bin umut dolu ,

Bu genç seksen yaşında !..

                                          Düşmanına korkular,

                                           Dostuna güven verir,

                                            Karanlıklar, güçlükler;

                                            O tunç göğsünde erir.

Ey Türk genci sevin, coş,

Gururla dik başını.

Bu genç Cumhuriyet’in

Kutla SEKSEN Yaşını.

                  MERVE MERT

                 Mersin, Ekim 2003

 **********************************




NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!!


Hakan Evrensel emekli bir subaydır. Güneydoğu Anadolu''da terörle mücadele etmiştir. Evrensel daha sonra istifa ederek, Güneydoğu Öyküleri-1, 2, 3 adlı üç kitap yayınlamıştır. Bu kitapta subay, doktor, hakim, savcı, er Güneydoğu Anadolu''da emperyalizmin işbirlikçisi PKK''ya karşı mücadele edenlerin mücadele anıları anlatılır. Üç kitapta defalarca basılmıştır. Şimdi üç cilt bir arada "Güneydoğu Öyküleri" adı ile yayınlandı. Oğullarının yiğitliğini anlamak isteyen bir milletin okuması gereken bir kitaptır. Evrensel'' in kitabı. Bütün kitapçılarda bulmak mümkün. 

Bugün size bu kitaptan bir hakimin anılarını aktarmak istiyorum. Güneydoğu''nun küçük bir ilçesinde görev yapan hakim ilçe dışındaki lojmanından görünen karakolun bir gecesini şöyle anlatır:
 "Lojmanımızın balkonundan o karakol görünürdü. Yaklaşık bir aydır her istihbarat kaynağından karakolun basılacağı haberi geliyordu. Üstelik baskının şimdiye kadar yapılanlardan çok daha büyük olacağı söyleniyordu. Yakın birliklerden timler getirildi, karakolun etrafına mayınlar döşendi, ağır silahlarla takviyeler yapıldı ve baskın beklenmeye başlandı. En son gelen istihbaratta baskının saati ve baskına katılacak terörist sayısı bile veriliyordu. 22.10, beş yüz terörist.
 Karakol o gün basılmadı. Bir gün sonra, bildirilen saatte cehennem başladı. Balkonumuzdan izlediğim dehşet dolu manzarada, daire haline gelmiş teröristlerin, dairenin ortasına, gecenin karanlığında ateşleri parıldayan silahları ateşlediklerini görüyordum. Karakolun, havan ve roket mermilerinin patladığı yerde olduğunu biliyorduk. Tam anlamıyla çember içine almışlardı. Lojmandan ayrılıp doğruca jandarmanın binasına gittik. Karakolun merkezi, telsizle, sürekli timlerden durumlarını bildirmelerini istiyor; dış emniyette bulunan timler de bu çağrılara cevap veriyor, havan ve uçaksavar ateşi istedikleri yerleri de tarif ediyorlardı.
 Bir süre sonra telsiz konuşmaları, timlerden birinin üzerine yoğunlaştı. Timden bir türlü cevap alınamıyordu. Üst üste, defalarca çağrı yapılıyor ancak bir türlü timle irtibata geçilemiyordu. Konuşmaları takip eden askerler timden ümitlerini kesmişlerdi. Ama bir yandan da çağrılar devam ediyordu. Bir saat kadar sonra, telsizden bitkin bir ses duyuldu:
 "Yaralılarım var, yaralılarımı alın."
 Tüylerimiz diken diken olmuştu. Hemen cevap verildi. "Tamam Suat 3, sakin olun, az sonra birlik çıkacak." İlk yaralı haberi, bu saatlerdir aranan timden gelmişti. Tim komutanı konuşurken arkadan silah sesleri duyuluyordu. Herkes bu sözler üzerine yorum yapıyordu. Telsizin başındaki tim komutanlarından biri, bu timde şehit olduğundan emindi. Merkezden tekrar çağrı yapıldı.
 "Suat 3 , irtibatı kesme. Sakin olun!"
 Cevapta bir değişiklik olmadı :
 "Yaralılarım var. Kan kaybediyorlar. Yaralılarımı alın!"
Ve tam bir buçuk saat, beşer dakika arayla Suat 3 kodlu timle muhabere aynen bu sözlerle sürdü : "Yaralılarımı alın" , "Sakin olun, geliyoruz." Hepimiz o time kimsenin yardıma gidemeyeceğini çok iyi biliyorduk. Karakola düşen mermi sayısında azalma olmuyor, aksine, takviye alan teröristler baskının şiddetini gittikçe artırıyorlardı. Kimsenin, değil karakolun dışına çıkmak, mevzi değiştirebilecek fırsatı dahi olmadığı apaçıktı.
Bir süre sonra, Suat 3''ün telsizinden hırs dolu kelimelerini işittik:
 "Hemen gelip yaralılarımı almazsanız, karakola dönüp bölüğü tarayacağım."
 Hepimiz şok olmuştuk. Hemen tabur komutanı devreye girdi. Hemen hemen aynı sözcüklerle tim komutanına sakin olma çağrısı yaptı. Ama işe yaramıyordu. Tim komutanı "Yaralılarımı alın!" dışında başka bir şey demiyordu. Tabur komutanının da telsizi bırakmasıyla, bir saat kadar daha tim komutanından ses çıkmadı. Birer dakika arayla yapılan yoğun çağrılara cevap vermedi. Hepimiz tim komutanının da şehit olduğunu düşünüyorduk. İçim burkuluyor, başım dönüyor, tanık olduğum bu anlardan nefret ediyordum. Telsizin başına tim komutanının okuldan devre arkadaşı geldi. Son bir ümitle eline mikrofonu alıp, cevap beklemeden, telsizin kodlarını da kullanmadan, konuşmaya başladı :
 "Devrem ben Hüseyin. Geçmiş olsun devrem. Biraz daha dayan olur mu? Bak destek timleri yola çıktı. Sana doğru geliyorlar. Devrem aman pes etme olur mu?"
 Telsizin mandalını bırakıp beklemeye başladı. Hepimiz Motorola marka, duvara monteli telsiz cihazının hoparlör kısmına gözlerimizi dikmiş bekliyorduk. Ve konuştu :
 "Devrem, bölük komutanı nerde?"
 Hepimiz derin bir "Oh!" çektik. Telsizden, "İzinde devrem" yanıtı verildi. Suat 3 , artık tükenen bir sesle konuşmayı sürdürdü :
 "Ne olur yaralılarımı alın. Bende yaralıyım."
O ana kadar kendisinin de yaralı olduğunu söylememişti. Hepimiz donup kalmıştık. Telsizin başındaki devre arkadaşı da bu sözü üzerine mikrofonu fırlattı ve odadan çıktı. Ben kapının hemen eşiğinde ayakta duruyor, duyduklarım ve gördüklerimle bir tarihe tanıklık ettiğimi düşünüyordum. "Ben de yaralıyım" dan sonra yine ses kesildi. Sabaha kadar hiç konuşmadı Yüzlerce kez yapılan çağrılara cevap vermedi. Artık onun şehit olduğuna ben de inanmıştım.
Gün ağarırken hepimiz yorgun düşmüş, telsizden yapılan "Suat 3, Konuşan Suat , Cevap ver!" çağrısından bıkmış halde bir köşede yığılmışken, birden telsizin mandalına basıldığını fark ettik. Telsizden silah sesleri geliyordu. Ve on on beş saniye sonra hayatım boyunca unutamayacağım bir İstiklal Marşı dinlemeye başladım. Mandala sürekli basıldığı için bütün telsizlerin konuşma imkanı durmuştu.
Çatışmanın altında yaralı bir tim komutanının, makamıyla söylediği İstiklal Marşı''nı dinliyordum. Gözlerim dolmuştu. O ana kadar duyduğum en güzel İstiklal Marşı''ydı. Birinci dörtlüğü bitirdi. İkinci dörtlükte sesi çatallaştı. Kelimeler uzadı. Ama marşı söylemeyi bırakmadı. Bozuk bir ses tonuyla, kendini zorlayarak okumaya devam etti. Marşı bitirdiğinde, ben de bitmiştim. Hemen orayı terk ettim.
Bir daha onun sesini hiç duymadım. Toplam 22 şehidin verildiği o baskın gecesinde, vücuduna saplanmış 7 merminin acısıyla söylediği İstiklal Marşı''nı ruhuma işleten tim komutanının ölmediğine ise hala inanamıyorum."
 Hakimin anıları burada sona eriyor. İşte benim Türk subayından anladığım budur. Vücudunda yedi mermi olduğu halde makamı ile İstiklal Marşı söyleyen adamdır. İstiklal Harbi''ni kazanan, Kocatepe''den Mustafa Kemal ile İzmir''e akan ruh bu ruhtur. Bu ruh, alp eren akıncı ruhudur. Bu ruh Kürşad ile Çin Sarayı basar. Alp arslan ile Anadolu''yu yurt eder. Mohaç''ta bir devleti birkaç saat içinde yüzlerce sene için yok eder. Gazi Osman Paşa ile Tuna''yı durdurur. Gazi Mustafa Kemal ile emperyalizmi Anadolu''da boğar. Ve onlar göğüslerinde Kocatepe''de Atatürk''ü taşırlar.
_Alıntı__


Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...