1890 yılından sonra 1 Mayıs, bütün ülkelerde uluslararası işçi bayramı olarak kutlanmaya başlandı. Birçok ülkede 1 Mayıs, tatil günü olarak kabul edildi. 1919 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) kuruluş kongresinde 8 saatlik işgünü karara bağlandı. İşçilerin işgünü savaşı kanlı fakat büyük bir mücadelenin sonunda zaferle sonuçlanmış oldu. TÜRKİYE'DE AMELE BAYRAMI Dünya'da yaşanan tüm bu olaylardan sonra Türkiye'de 1 Mayıs ilk olarak 'Amele Bayramı' adıyla 1921 yılında kutlandı. İstanbul'un işgal edildiği yıllarda kutlanan 1 Mayıs, 1923 İktisat Kongresi'nde "1 Mayıs Amele Bayramı" adıyla yasalaştı. 1 Mayıs 'Amele Bayramı' olarak kabul edilmesine rağmen 1925 yılındaki kutlamalarda dağıtılan bir bildiri gerekçe gösterilerek yasaklandı ve gösteriyi düzenlenler tutuklanmaya başladı. 1935 yılına gelindiğinde "1 Mayıs Amele Bayramı" ismi "Bahar Bayramı" olarak değiştirilerek genel tatil ilan edildi. 2008 Nisan'ında ise "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilmiştir. 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmiştir.
Ancak 21. yüzyıl Türkiye’sinde bile hala yüz binlerce çocuk, 19. yüzyıl Avrupa’sının koşullarında çalıştırılıyor. Özelleştirilen limanlarda birbiri ardından ölümcül kazaya uğrayan işçilerin çalıştırıldığı insanlık dışı koşullar, 1885’te ABD’de, 1889’da İngiltere’de greve başlayan “docker”lardan farklı değil. Umarım 1 Mayıslar işçinin emeğinin karşılığını aldığı, gerçek bir bayram havasında kansız ve şiddetsiz kutlanır, bu durum ise insanlığın gerilemesine değil, ilerlemesine yol açar.
Bu vesileyle 1 Mayıs (AMELE) İşçi ve Emekçi bayramınız ve benim doğum günüm kutlu olsun...
Muhabbetle,
Hanife Mert
Bu sitede yayınlanan öykü şiir ve makalelerimi izinsiz kopyalamak ve yayınlamak, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca suçtur!
1 Mayıs 2019 Çarşamba
5 Nisan 2019 Cuma
Kibir Hırs ve Kıskançlık İnsana Yüktür
“İnsanoğlu dünyayı zincirleyen bütün güçlerden, iradesini
kazandığında kurtulur.” Goethe
Hiç şüphesiz insan şerefli, onurlu ve değerli
bir biçimde yaratılmıştır. Onurlu olarak yaratılan insanı onurlu veya
onursuz kılan temel ölçü ise, onun iradesini kullanış biçimi olan
davranışlarıdır. İradesini olumlu yönde kullanan insan onurlu, uyumlu, mutlu,
olgun aranılan insan olurken, olumsuz davranışlar sergileyen kimse ise, toplum
dışı sevilmeyen, istenmeyen biri oluverir
Her ne kadar son
dönemlerde toplumumuzda, onursuzca davranışlar sergileyenler kabul görmüş, baş tacı edilmiş gibi gözükse
de, onursuzluk yapmaktan uzak değildir. Hal böyle iken, insanı toplum
dışı yapan olumsuz davranışların başında kendini beğenme, büyüklenme,
kendini diğer insanlardan üstün görme ve üstün tutma olarak tanımlanan
çağımızın hastalığı olan kibir gelmektedir. Kibirli insan özünde mücadele
edemeyen, sevgiden, merhametten, şefkatten yoksun, bencil, çıkarcı, kıskanç,
ben bilirim, benim dediğim doğru gibi egosunu ön plana çıkaracak düşüncelere
sahip biridir. Bu haliyle kibir kişinin iradesini doğru kullanma ve
olgunlaşmasındaki en büyük engeldir. Kibirli olan insan eksik ve
yanlışlarını görmek ve onlarla yüzleşmek yerine karşısındaki
insanların eksik ve yanlışlarına müdahil olarak kendi yanlışlarından
kaçar. Sevgi, saygı, tevazu, vefa, şefkat, hoş görü gibi
erdemlerden tamamen uzaktır. Temelde bakıldığında kibir, hırs ve
kıskançlık öz güven eksikliği ve irade zayıflığının bir sonucudur.
Kibri artan insanın
hırsı da artmaktadır. Kibir ve hırs para, makam ve gücün getirdiği
davranış bozukluklarının başında gelir. Kibirli insanların sözlerine
güvenilmez. Yalan ve riya ile elde ettiği başarısı bir de kabul görürse değme
keyfine... Kibrini, hırsını arttırdıkça arttırır. Kendince geliştirdiği güya
akılcı ve alçak gönüllülük de yine kibrin bir parçasıdır. Bu kendine karşı
dürüst olamayıp kendi ile yüzleşemeyenlerin giydiği bir kılıftır.
Günümüzde de hırs, kibir ve kıskançlık yüzünden;
savaşlar, ölümler, zulümler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, cinayetler, tacizler
gibi insan onuruna haysiyetine yakışmayan suçlar işlenmektedir.
Nietzsche'nin dediği gibi; “Kibir ruhu kaplayan
deridir.” Bu yönüyle gerçekten tamamen uzak ve habersizdir.
Özetle unutulmaması gereken bir konu var ki, hangi makama gelirsek gelelim, ne kadar çok maddi kazanımlarımız olursa olsun bunlar büyüklenecek kibirlenecek şeyler değildir. Hepimiz insanız yaratılış itibariyle üstünlüğümüz yoktur. Önemli olan hoşgörülü mütevazi olmak ve öyle yaşamımızı sürdürmektir. İnsan olmanın insanca yaşamanın gereği bu olsa gerek. Aksi halde kibir hırs ve kıskançlık insan ruhuna yüktür. İnsanı mutsuz ve huzursuz eder. Huzurlu ve mutlu bir yaşam
düşleyen kibir hırs ve kıskançlık yükünden uzak durmalıdır.
Muhabbetle,
Hanife MERT
17 Mart 2019 Pazar
Çanakkale Zaferi'nin 104. Yılı Kutlu Olsun
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı...”
Bastığımız bu topraklar ki birçok destana, zorlu mücadelelere şahitlik etmiştir. Bu topraklar ki her metre karesi aziz şehitlerimizin kanıyla sulanmış, yüz binlerce vatansevere mezar olmuştur. Bu topraklar ki yedi düvele meydan okumuş halkımızın mertliği, yiğitliği, hak ve adaleti, sabrı, insani duyguları ile harmanlanmış kutsal topraklardır. Bu topraklar ki insan olmanın, zor şartlarda top yekün mücadelenin, insanlık derslerinin örneklerinin verildiği topraklardır.
Aşağıdaki örnek sadece bir tanesidir;
Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
-"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün".
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..."
Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları komutanı.
Çanakkale zaferi; çelikleşmiş bir millet iradesinin, vatan, millet, bayrak aşkının, geleceğe olan güvenin, hürriyet sevdasının, Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde eriyle, komutanıyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, kızıyla top yekün olarak yazdığı şanlı bir yeniden dirilişin destanıdır. Türk milletinin bir diriliş mücadelesidir! Bu destan artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni ve güçlü bir filizin doğmasıyla sonuçlanmıştır.
Yüz binlerin kanıyla vatan yapılan bu topraklarda,Türk ve dünya tarihinde benzersiz bir deniz ve kara savaşlarının yapıldığı yerdir Çanakkale. Hepsinden önemlisi, bir milletin kutsal saydığı değerler ve vatan toprağını savunmada gösterdiği eşsiz bir kahramanlık mücadelesidir.
Her karesi buram buram kahramanlık, mertlik, insanlık, vefa kokan Çanakkale Zaferinin milletimiz için ne anlam ifade ettiği,vatan, bayrak, devlet sevgisinin ve bağımsızlığın önemi iyi idrak edilmeli. Çanakkale ruhu yeniden canlandırılmalı gençlerimize ve bu ruhtan bihaber insanlarımıza iyi anlatılmalı...
Destanlar yazarak zafer kazanan Cennet vatanımız ve kutsal değerlerimiz uğruna canlarını feda eden, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyoruz. Ruhları şad olsun.
Muhabbetle,
Hanife Mert
Bastığımız bu topraklar ki birçok destana, zorlu mücadelelere şahitlik etmiştir. Bu topraklar ki her metre karesi aziz şehitlerimizin kanıyla sulanmış, yüz binlerce vatansevere mezar olmuştur. Bu topraklar ki yedi düvele meydan okumuş halkımızın mertliği, yiğitliği, hak ve adaleti, sabrı, insani duyguları ile harmanlanmış kutsal topraklardır. Bu topraklar ki insan olmanın, zor şartlarda top yekün mücadelenin, insanlık derslerinin örneklerinin verildiği topraklardır.
Aşağıdaki örnek sadece bir tanesidir;
Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
-"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün".
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..."
Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları komutanı.
Çanakkale zaferi; çelikleşmiş bir millet iradesinin, vatan, millet, bayrak aşkının, geleceğe olan güvenin, hürriyet sevdasının, Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde eriyle, komutanıyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, kızıyla top yekün olarak yazdığı şanlı bir yeniden dirilişin destanıdır. Türk milletinin bir diriliş mücadelesidir! Bu destan artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni ve güçlü bir filizin doğmasıyla sonuçlanmıştır.
Yüz binlerin kanıyla vatan yapılan bu topraklarda,Türk ve dünya tarihinde benzersiz bir deniz ve kara savaşlarının yapıldığı yerdir Çanakkale. Hepsinden önemlisi, bir milletin kutsal saydığı değerler ve vatan toprağını savunmada gösterdiği eşsiz bir kahramanlık mücadelesidir.
Her karesi buram buram kahramanlık, mertlik, insanlık, vefa kokan Çanakkale Zaferinin milletimiz için ne anlam ifade ettiği,vatan, bayrak, devlet sevgisinin ve bağımsızlığın önemi iyi idrak edilmeli. Çanakkale ruhu yeniden canlandırılmalı gençlerimize ve bu ruhtan bihaber insanlarımıza iyi anlatılmalı...
Destanlar yazarak zafer kazanan Cennet vatanımız ve kutsal değerlerimiz uğruna canlarını feda eden, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyoruz. Ruhları şad olsun.
Muhabbetle,
Hanife Mert
14 Mart 2019 Perşembe
Çıkmayan Candan Umut Kesilmez
Önceki gün sabah kahvaltı hazırlarken ekmeğin olmadığını fark ettim. Evdeki herkes yatıyordu. Bayram bayram kimseyi rahatsız etmek istemedim. Üşenmeden üzerimi değiştirip maskemi de taktıktan sonra, sitemizin az ilerisinde pide pişirim fırınından sıcak pide almak için evden çıktım. Sitenin giriş kapısının önünde komşumla karşılaştım. İlk dikkatimi çeken dışarıda olmasına rağmen maskesiz olmasıydı. Beni maskeli görünce tedirgin olduğunu gözlerinden anladım. Bozuntuya vermedim mesafemi koruyarak bayramını kutladım. O anlamıştı anlayacağını. Bazen sözün anlatamadığını gözler çok güzel anlatır...
Komşumla ayak üstü biraz sohbet ettik. O üzgün ve endişeli gözüküyordu. Ona; " sabahın bu erken vaktinde burada ne yaptığını" sordum? "Hiç sorma" dedi, devam etti: "kafam çok karışık, canım sıkkın" dedi. Komşumun kızı bu yıl üniversite sınavlarına girdi. Kızının sınavının iyi gitmediğini beklediği puanın gelemeyeceğini dolayısıyla da istediği bölüme yerleşmesinin neredeyse imkansız olduğunu söyledi. Ardından, benim için sorun değil. Ancak kızım çok kafasına takıyor. Zaten sınava girmeden önce psikolojik sorunlarımız vardı. Çocukta panik atak başlamıştı. Uzmandan yardım alıyorduk. Aynı hatta daha yoğun bir şekilde sıkıntılarımız devam ediyor." dedi. Çocuğunun dudaklarının morardığını, yüzünün sarardığını, sürekli bir panik halinde olduğundan bahsetti.
Komşumun söylediklerini dinlerken içim acıdı. Komşumdan çok gence gençlerimize üzüldüm. Yaz boz tahtasına çevrilen ve değişen her milli eğitim bakanının sistemi beğenmeyip değiştirdiği eğitim sistemimizin ceremesini çocuklarımız, geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimiz çekiyordu. Endişeli, özgüveni olmayan, gelecek kaygısı taşıyan gençlerimizle geleceğimizi nasıl güvence altına alacağız ki? diye bir düşünce geçiverdi içimden. Kaldı ki gerekli alt yapı sağlanmadan Covit 19 nedeniyle okullar kapatılmış, eğitim online üzerinden yapılmıştı. Basında gördüğüm şekliye pek çok okul internet erişim sorunu yaşamışken, üniversite veya lise giriş sınavlarının yüz yüze yapıldığı yetmiyormuş gibi soruların yüz yüze eğitim verilmiş gibi zor sorulması da gençlerimizi ve ailelerini üzmüştür.
Komşum kızını tekrar bir uzmana götüreceğini söyledi. Üzüldüm... Geçmiş olsun dileklerimi ilettikten sonra yanından ayrıldım. Kafamın içinde düşünceler cirit atmaya başladı.
Hiç şüphesiz her anne baba çocuklarının iyi bir hayat sürmesini, hayat standartlarının yüksek olmasını ister. Bunun için de elinden geleni de gelmeyeni de yapmak için canla başla mücadele eder. Bunun için en temel şey iyi kaliteli bir eğitim alması gerektiğini bilir. Daha okula başladığı andan itibaren başlar kaygısı. Hangi okul daha iyi, hangi öğretmen daha başarılı onun arayışına girer. O da yetmez hangi özel hoca, özel okul, özel etüt merkezi vs. göndermekten çekinmez. Hatırlıyorum da benim arkadaşım, emekli olduğunda aldığı emeklilik tazminatını kızına her dersten aldırdığı özel ders için kullanmıştı. İş sadece maddiyatla bitmiyor ki. Kalitesiz, plansız programsız yap boz tahtasına çevrilen eğitim sistemimizin çocuklarımızın sağlığının üzerinde yaptığı olumsuz etki hayatının her dönemini etkileyecek boyuta gelebiliyor.
Çocukları yarış atı gibi gören, çocuğu sadece sınavlara hazırlayan ve sınavların bitmesiyle öğrenilen bilgilerin de son bulduğu garip bir eğitim sistemimiz var. Hal böyleyken, çocukluklarını yaşamayan, sevgiden saygıdan yoksun, milli ve manevi değerlerinden uzak bir gençlikle karı karşıyayız. Bunu devlet ve aile olarak el birliğiyle başarıyoruz. Sonra da bize neler oluyor? diye yakınıyoruz.
Günümüzde çocuk yetiştirmek zor sanat. İlmek ilmek işlemek lazım hayatı. Sözcük sözcük öğretmeli zorlukları. Tüm bunları yaparken eğitime önce kendimizden başlamalı. Çünkü kendi kabuğumuzdan çıkamıyoruz. Verdiğimiz ya da vermeye çalıştığımız eğitim kendi çocukluk dönemimizi yansıtan eğitimden ileri gidemiyor. "Ben sizin yaşınızdayken" cümlesiyle başladığımız anda kopuyor tüm ipler. Gençler okul kaygısı, iş kaygısı, eş kaygısı derken kaygı yumağı içinde bocalamakta. Güvensiz, mutsuz, gergin bir gençlik; gergin, mutsuz, sorunlu bir topluma hazırlık demektir.
Günümüzde çocuk yetiştirmek zor sanat. İlmek ilmek işlemek lazım hayatı. Sözcük sözcük öğretmeli zorlukları. Tüm bunları yaparken eğitime önce kendimizden başlamalı. Çünkü kendi kabuğumuzdan çıkamıyoruz. Verdiğimiz ya da vermeye çalıştığımız eğitim kendi çocukluk dönemimizi yansıtan eğitimden ileri gidemiyor. "Ben sizin yaşınızdayken" cümlesiyle başladığımız anda kopuyor tüm ipler. Gençler okul kaygısı, iş kaygısı, eş kaygısı derken kaygı yumağı içinde bocalamakta. Güvensiz, mutsuz, gergin bir gençlik; gergin, mutsuz, sorunlu bir topluma hazırlık demektir.
Nereye el atsak elimizde kalan, sorun yumağına dönmüş bir toplumdan, sorunlarını asgariye indirmiş, kıyıdan köşeden huzura el atmış bir topluma dönüşür müyüz? Ben de bilmiyorum. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş... Tüm bunlardan sonra iştah mı kalır insanda..?
Her şeye rağmen LGS, YKS sınavlarına giren gençlerimize başarılar diyor, her birinin istedikleri okullara yerleşmelerini diliyorum.
Muhabbetle,
Hanife Mert
Her şeye rağmen LGS, YKS sınavlarına giren gençlerimize başarılar diyor, her birinin istedikleri okullara yerleşmelerini diliyorum.
Muhabbetle,
Hanife Mert
11 Mart 2019 Pazartesi
Hıçkırıklardan Geriye Kalan
Zehra
kocasından boşandıktan sonra, daha doğrusu kocası olacak adam onu döverek üç defa
boş ol! boş ol! boş ol! deyip sokağa attıktan sonra çaresiz, beş yaşındaki kızını
ve kızından iki yaş büyük zihinsel engelli oğlunu alarak iki gözü iki çeşme baba evine döner.
Allah kimseyi çıktığı kapıya
geri döndürmesin, çok zor. Bunu yaşayan bilir. Zehra burada bir yabancıdır. Diken
üstünde oturuyormuş gibi batar her şey ona. Evlenmeden önce de annesi babası
misafir gözüyle bakardı. Kız çocuğu değil mi, biri alıp
götürecektir sonuçta. Zehra da öyle oldu. Daha on beşine girmemişti
istendiğinde. Bu adam seni istiyor kabul eder misin? diye sorulmamıştı bile.
Babası tamam dedikten sonra üzerine kimse laf söyleyemezdi. Kaldı ki babası
yüklüce bir de para almıştı damadın ailesinden... Baba evinde misafir, koca evinde el
kızı görülen Zehra, hiç bir zaman kendi olamadı kendini ait
hissedeceği bir yer bulamadı. Aslında iki çocukla baba evine dönmezdi,
dayaklara, hakaretlere, horlanmalara sabrediyordu. Hatta üzerine kuma
getireceğini söyleyen kocasına bile karşı çıkamamıştı. Ta ki kocası
tarafından öldüresiye dövülüp sokağa atılana kadar. Çaresizdi Zehra
nereye gideceğini bilmiyordu. Baba evine dönmeyi düşündü. Annesinin, daha
gelinliğinin içinde evden çıkmadan önce bir köşeye çekip; aman kızım'larla
başlayıp, " gelinlikle çıktığın bu eve, ancak kefeninle dönersin’le
bitirdiği" sözünü hatırlamıştı. Zehra'nın olmayan özgürlüğüne daha en
baştan ipotek koymuştu annesi. Eve dönemezdi, gidecek başka yeri de yoktu. Abla
gibi sevdiği komşusu Nurten’in tavsiyesi üzerine devlete sığınmaya karar verdi.
Devletin şefkatli kolları bizi de sarar dedi ve bulunduğu yerdeki Kadın Sığınma
Evine sığındı. Oradaki kadınların durumunu görünce içini bir korku sarıverdi.
Çünkü orada bulunan kadınların her birinin diğerinden dertli, sorunlu,
psikopatça tavırları vardı. Ne yapalım sabredeceğiz dedi çaresizce. Bir gece
orada kaldı. Ertesi gün gördüğü manzara dehşete düşürmüştü Zehra'yı.
Birilerinin gizli konuşmalarını duymuştu habersizce. Bir pazarlığa şahit
olmuştu Zehra. Bu durum karşısında gördüklerine inanamamıştı. Çareyi
evlatlarını alarak kimseye görünmeden oradan kaçmakta buldu.
Doğruca baba evine gitti. Dayak da yese, eziyet de görse
ailesiydi...
Hikayemizde anlatılan olayın benzeri, maalesef ülkemizde çokça yaşanıyor. Bu uğurda yuvalar yıkılıyor, çocuklar anneli babalı öksüz- yetim kalıyor. Hatta sebepli sebepsiz kadınlar öldürülüyor.
Bir
yandan çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ya da evlendirilen, o yaşta sorumluluk
almaya çalışan kız çocukları, diğer yandan “töre” denen ortaçağ
kalıntısı bir kültür anlayışı içinde bocalayanlar. Gözü moraran, kaşı patlayan,
saçları yolunan, cinayete kurban gidenler.
Kadını aşağılayan, şiddet
uygulayan, hatta en kutsal hak olan yaşama hakkını elinden alma hakkını
kendinde bulan, kadını el kiri gören, saçı uzun aklı kısa, karnından sıpayı
sırtından sopayı eksik etmeyeceksin gibi kadını hor gören özellikler daha çok erkek egemen toplumlarda görülmektedir. Bu zihniyetteki toplumlarda kadın
alabildiğine değersiz ve yok hükmündedir. Yaşadığımız bu çağda, 21. yüzyılda
kadının insan olup olmadığının fütursuzca tartışma konusu yapıldığı
toplumlardır. Ortaçağın karanlık zihniyetinden cehaletinden kendini
soyutlayamayan bu toplumlar tarihte kız çocuklarını diri diri toprağa gömmüş, kız
çocuğu babası olmayı utanç kaynağı saymıştır.
Kadınları köleleştiren mal gibi alıp satan
zihniyet, bugün de güncelliğini korumaktadır.
Ülkemizde de kadınlar zulüm görüyor, öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek, öldürülüyor.
Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta
eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı,
kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler,
yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı
elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. Kadın cinayetlerinin ardı arkası
kesilmiyor.
Bu ülkede "Adın Kadın" olunca her türlü çileye, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe gebesin... Şamar oğlanına çevirirler alimallah.
Oysa Gazi Mustafa Kemal
Atatürk; "Dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının eseridir.” sözüyle
kadının ne kadar değerli ve önemli olduğunu göstermektedir.
Kadın
değerlidir, kadın saygındır. Her şeyden önce o bir insandır. Kadın; adam
olmadan önce insan olabilmenin en temel unsuru, var oluşumuzun ardındaki sır, hayatın can damarıdır. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En güzel
şekilde yaratılmıştır. En büyük dertlerin çilelerin baş kahramanı. En büyük
mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, bacıdır, eştir, yardır. O
büyük bir nimettir tabi kıymetini bilene.
Toplumun bu önemli sorunu bizi yönetenler tarafından ciddiye alınmalı ve çözüme
kavuşturulmalı. Öncelikle kadının eğitimine önem verilmeli. Kadın öğrenirse
çocuklarına da öğretir. Kadının istihdam edilmesi için gerekli ortam hazırlanmalı.
Kadın ekonomik açıdan özgür olursa, özgür çocuklar yetiştirir. Özgür çocuklar
özgür güçlü toplum demektir. Önce erkekler eğitilsin bilinçlensin dediğinizi
duyar gibiyim. Haklısınız şuan için belki onların bilinçlenmesi zor gibi
görünebilir. İpin ucu kaçmış olabilir. Ancak gelecek nesillerimizin bu hatalara
düşmemesi için bu gerekli. Çocuklarımızı cinsiyet ayırımcılığından uzak
tutmalı. Erkek çocuklarımıza annesine kız kardeşine saygılı olması gerektiği
gibi onların dışındaki kadınlara kızlara da saygılı nazik olması öğretilmeli. Kadın saygınlığını
eğitimle taçlandırmalıdır.
Muhabbetle
Hanife Mert
18 Şubat 2019 Pazartesi
Biliyorsan konuş, bilmiyorsan sus!
Konuşmayı ne çok severiz. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, bilsek de bilmesek de, fikrimiz olsa da olmasa da... Konuşmalarımız eleştirilerimiz başkaları hakkındadır. Yapıcı değil yıkıcıdır çoğu zaman. Hele de son zamanlarda gerek etrafımızda diyalog halinde olduğumuz kimseler ve özellikle sosyal medyada ne çok karşılaşıyoruz. İnsanlar birbirini görmüyor tanımıyor diye ağzına geleni yazıyor... Takdir edip teşvik etmeyi unuttuk maalesef. Bir konu, meydana getirilmiş bir eser ya da karşı bir fikir hakkında illaki eleştiri olacak, olmalı da. Karşıdakinin bakış açısını değiştirecekse, göremediği bir durumu göstermek adına eleştiri olmalı. Bu yapıcı eleştiridir. Lafı uzatmadan, bu yazıyı yazma amacım, okuduğum bir hikayeyi sizlerle paylaşmak ve bu konudaki görüşlerinizden faydalanmak istememden başka bir şey değil. Hikaye şöyle başlıyor;
Hindistan'da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz bulup çok beğenirmiş. Ona 'Renklerin Ustası' anlamına gelen Ranga Çeleri adını takmışlar. Ama, kısaca Ranga Guru derlermiş. Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş; ondan resmini değerlendirmesini istemiş.
Ranga Guru, "Sen artık ressam sayılırsın Raciçi. Senin resmini halk değerlendirecek" diyerek, resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. "Yanına kırmızı bir kalem bırak; halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymasını rica eden bir yazıyı da yanına iliştir" demiş.
Raciçi denileni yapmış ve birkaç gün sonra bakmaya gittiğinde görmüş ki, bütün resim çarpılar içinde. Çok üzülmüş. Emeğini ve yüreğini koyarak meydana getirdiği tablo kıpkırmızı çarpılarla doluymuş. Gene Ranga Guru'yu ziyaret etmiş. Ne kadar müteessir olduğunu ona iletmiş.
Ranga Guru, üzülmemesini, resim yapmaya devam etmesini tavsiye etmiş. Raciçi yeni bir resim yapmış ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya ve birkaç fırça ile birlikte... "İnsanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazıyı resmin yanına koy" demiş. Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış; fırçalar da, boyalar da kullanılmamış. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş.
Ranga Guru olayı şöyle yorumlamış:
"Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda, onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarına fırsat verdin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi. Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma."
Hindistan'da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz bulup çok beğenirmiş. Ona 'Renklerin Ustası' anlamına gelen Ranga Çeleri adını takmışlar. Ama, kısaca Ranga Guru derlermiş. Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş; ondan resmini değerlendirmesini istemiş.
Ranga Guru, "Sen artık ressam sayılırsın Raciçi. Senin resmini halk değerlendirecek" diyerek, resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. "Yanına kırmızı bir kalem bırak; halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymasını rica eden bir yazıyı da yanına iliştir" demiş.
Raciçi denileni yapmış ve birkaç gün sonra bakmaya gittiğinde görmüş ki, bütün resim çarpılar içinde. Çok üzülmüş. Emeğini ve yüreğini koyarak meydana getirdiği tablo kıpkırmızı çarpılarla doluymuş. Gene Ranga Guru'yu ziyaret etmiş. Ne kadar müteessir olduğunu ona iletmiş.
Ranga Guru, üzülmemesini, resim yapmaya devam etmesini tavsiye etmiş. Raciçi yeni bir resim yapmış ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya ve birkaç fırça ile birlikte... "İnsanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazıyı resmin yanına koy" demiş. Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış; fırçalar da, boyalar da kullanılmamış. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş.
Ranga Guru olayı şöyle yorumlamış:
"Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda, onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarına fırsat verdin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi. Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma."
Muhabbetle,
Hanife Mert
14 Şubat 2019 Perşembe
Sevmek yürek işi bilek işi değil
Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygu. O öyle bir duygu ki paylaşıldıkça azalmaz. Aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Onun yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır. Zira hayatın anlamı,ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir. Öyle güçlü bir duygu ki; Şirinine kavuşmak için Ferhat'a dağları deldirmiş, Leyla'sını ararken çöllere düşen mecnuna Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre'yi hak ateşiyle coşturup diyar diyar gezdirmiş, Mevlana'yı cezbeden asıl güneşin Şems kılığına bürünmüş halidir sevgi.
Tüm bunları biliyordu. "Peki ben neden yıllarca özene bezene yüreğimde büyüttüğüm sevgimi ona söyleyemiyorum. Neden ben de bir Ferhat olamıyorum" diyor içten içe kendine kızıyordu. Aynı sokakta aynı okulda olmak da kolaylaştırmıyordu işini. Gizliden gizliye platonik bir sevda yüreğini yakıp kavuruyordu. Artık bu sevgiyi tek başına taşımaktan yaşamaktan bıkmıştı. Ağır geliyordu yüreğine. Paylaşmalıydı... Bilmek onun da hakkıydı. Bir kaç kere teşebbüs etmiş, hatta bir defasında mektup yazmış arkadaşı ile göndermeyi düşünmüştü. Bu durumdan başkaları haberdar olur, hakkımızda dedi kodu çıkar. Ona zarar gelebilir düşüncesi ile yazdığı bu mektup da diğerleri gibi çöp kutusundaki yerini almıştı.
Karar vermişti,kendisi söyleyecekti. Neler söyleyeceğinin provasını da yapmıştı. Kararlıydı... Ama olmadı. Karşısına geldiğinde boğazı düğümlenmiş, dili tutulmuştu yine, elleri ayakları titremişti. Yüzü kızarmıştı bir suçlu gibi. Unutmuştu yazılıya çalışır gibi ezberlediği sözlerini... Olmadı, bu defada beceremedi. Olsun dedi, asla onu sevmekten vazgeçmeyeceğim, yapamam istemem de... Nasılsa o gün gelecek diyordu. Ümidini kaybetmemeliydi asla..
Lise bitmişti. Artık ikisi de üniversiteli olmuştu. Farklı şehirlerde aynı bölümü okuyorlardı. Farklılıklar arasında bir ortak yönü bulmuştu. Aynı bölüm okuyordu. Bu kaderin cilvesi mi diye düşündü. Günden güne sevgisi büyümüş ve tutku haline gelmişti...
Bir kerecik yüzünü görebilmek, sesini duyabilmek umuduyla,tek katlı müstakil beyaz badanalı evlerinin önünden geçerken aşındırdığı parke yollar, evinin duvarları, sabahlara kadar gözlerini alamadığı tavan şahitti sevgisinin büyüklüğüne. Artık onlar da harekete geçmesini istiyordu.
Sabahtan beri, bahar havası gibi etrafı ısıtan güneş biranda kaybolmuş, yerini siyah ve kurşuni renge bürünmüş bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağıp yağmamakta kararsızdı. Hava bir açıyor bir kapatıyordu. Rüzgar da çıkmıştı. Uğultular etrafı sarmıştı. Havada hüzünlü hatta kasvetli bir hal vardı. Okuduğu magazin dergisinden; ondört Şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti. Ülkemizde yeni kutlanmaya başlanmış olması sebebiyle, kimse bilmiyordu. Tarih on dört şubattı neden olmasın, tam sırası diye düşündü. Kırtasiyeden aldığı kenarları gül, karanfil ve kalp resimleriyle süslenmiş pembe kağıda ona olan sevgisini yıllarca sabırla yüreğinde nasıl besleyip büyüttüğünü, artık tek başına taşıyamadığını yazacaktı. Yazdı da... Sıra mektubu vermeye gelmişti. Kendisi veremezdi. Cesareti yoktu. Gözü koltuğun üzerinde işlengi işleyen kız kardeşine ilişti. Beyninde şimşekler çakmıştı. "İşte kız kardeşimden başkası olamaz!" dedi. Ona bunu kabul ettirmek de zordu. Çekinerek kız kardeşinin yanına geldi. Yüzüne bakıyordu masum masum Sonra yanağına bir öpücük kondurdu. Kardeşi şaşırmadı. Kendisinden bir şey isteyeceğini anlamıştı."Söyle bakalım ne istiyorsun?" dedi. Elindeki zarfı göstererek "bunu ona götürmeni" dedi. Kardeşi önce reddetti. "Ben yapamam, kızın annesi burada yok. Duyarsa kızar. Hem arkadaşımla aram açılır. Vazgeç bu sevdadan ağabey. Bu sevdanın sonunu iyi görmüyorum. Yol yakınken vazgeç" dedi. Lakin ağabeyinin kararlılığı karşısında direnemedi. Çaresiz mektubu aldı elinden. Arkadaşına ağabeyinin mektubunu vermek üzere evden çıktı.
Kız evde yalnızdı. Çayını demlemiş, tek katlı evlerinin yola bakan odasının penceresinin önündeki kanepeye oturmuş, radyoda istekleri dinliyordu. Radyoda da çalan şarkı manidardır. "Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, hiç karşılık vermez misin komşu kızı..." şarkısı çalıyordu." Şarkıyı dinlerken, bir ses duydu. Kulak kesildi kapı çalıyordu. Kapıyı açtığında karşısında arkadaşı duruyordu. Kız, şarkının da etkisiyle heyecanlanmıştı. İçeri davet etti. Birlikte şarkı eşliğinde havadan sudan sohbet ettiler. Sohbet güzel de orada bulunmasının asıl sebebi sohbet değildi. Ağabeyinin gönderdiği mektubu vermesi gerekiyordu. Zaman zaman vermekten vazgeçmeyi düşünüyordu. "Ağabeyime ne derim? bana kızar" düşüncesi vazgeçmesini engelliyordu. Heyecandan ellerinin içi terliyor, ateş basıyor, yüzü kızarıyordu. Artık sona gelmişti. Nereye kadar sohbet edecekti... "Kalkmam lazım arkadaşım, evden beklerler"diyerek izin istedi. Birlikte kapıya geldiklerinde, ceketinin iç cebine koyduğu mektubu çıkardı. " Bunu sana ağabeyim gönderdi. İçinde ne yazıyor bilmiyorum." deyip gitmekti amacı. Kız mektubu aldı. O anda arkadaşının "içinde ne yazdığını bilmiyorum" cümlesini hatırladı. Arkadaşını içeri davet etti. "Gel birlikte öğrenelim," dedi. Kız zarfı açtığında elleri titremeye başlamıştı. Dili dolaşıyordu. Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmişti.
Kenarları gül ve kalp figürleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektuptu. Kağıdın sağ üst köşesinde:
"Her halinle her şeyinle güzelsin,
hata bulmak kusur bulmak güç sende" dizeleri yazıyordu. Devamında da ona olan sevgisinden, sevgisinin büyüklüğünden bahsediyordu. Sevgisini yüzüne söyleyecek cesaretinin olmadığından, niyetinin ciddiliğinden ve hayatının geri kalanını birlikte geçirmek istediğinden bahsediyordu...
Kız mektubu okurken duygularını gizlese de şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Mektubun tamamını okuyamadı. Mektubu tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi arkadaşına uzattı "biz onunla sadece arkadaşız, bu mektubu sen kendisine ver" dedi.
Arkadaşı mahcup olmuştu, üzülmüştü ... O da kızdan böyle bir davranış beklemiyordu belli ki. Seslenmeden oradan ayrıldı.
Kız her ne kadar mektupla gelen teklifi reddetse de etkilenmişti. Zira o da erkeğe karşı bir şeyler hissediyordu. Evlerinin önünden gelip geçtikçe, okulda gördükçe heyecanlanıyordu. Bu teklif onun iyice karma karışık bir ruh haline bürünmesine sebep olmuştu. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki? Lakin yapamazdı... O, sevgi denen bu asil, güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı... İçinde aşamadığı bir korku vardı. Annesi ve babası birbirini deli gibi severken sonları hüsran olmuştu. Acı ve göz yaşına maruz kalmıştı. Kendisinin sonunun da aynı olacağı endişesi engelliyordu kızı... Kendini şartlandırmıştı. Daha çok erkendi...
Reddedildiğini öğrenen genç çok şaşırmıştı. Yıllarca yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgisi karşılık bulmamıştı. Üzülmüştü, taş kalpli, kalpsiz diye isyan etti. Kardeşinin elinden aldığı duygu yüklü mektubu, evin orta yerinde yanan sobanın içine attı ve evden çıktı...
Kız pencerenin önüne oturmuş onun geçmesini bekliyordu... Pişman olmuştu... İş işten geçmişti artık. Kendince bahaneler üretiyordu. Neden diyordu? Neden kendisi gelmedi? Sevgisini ifade etmek için neden bir aracıya gerek duydu?..
Erkek de mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Kızı üzdüğü için kendini affedemiyordu. Kızla bir kez de kendisi görüşmeyi düşündü,bunu yapamadı. İkinci kez reddedilmeyi yüreği kaldıramazdı. O kendini inandırmıştı, bu sevdadan hayır yoktu. Vazgeçmeliydi. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptı. Pılını pırtısını toplamış ve bir daha dönmemek üzere memleketini terk etmişti...
Hikayemizde okuduğumuz gibi kız da erkeği sevmesine rağmen gerek aile ve gerekse toplum baskısı yüzünden sevdiğinin sevgisine karşılık verememiş, belki de kurulacak olan mutlu bir yuva engellenmiştir.
Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle, dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizliğin yattığını söylüyor uzmanlar. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Tıpkı Erich Fromm’un "Sevme sanatı" isimli kitabında ifade ettiği gibi, "doktorluğu, mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor.
Yazımı Sait Faik Abasıyanık'ın " Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözüyle bitirmek istiyorum. Bu vesileyle Dünya sevgililer ve dünya öykü gününüz kutlu olsun..
Tüm bunları biliyordu. "Peki ben neden yıllarca özene bezene yüreğimde büyüttüğüm sevgimi ona söyleyemiyorum. Neden ben de bir Ferhat olamıyorum" diyor içten içe kendine kızıyordu. Aynı sokakta aynı okulda olmak da kolaylaştırmıyordu işini. Gizliden gizliye platonik bir sevda yüreğini yakıp kavuruyordu. Artık bu sevgiyi tek başına taşımaktan yaşamaktan bıkmıştı. Ağır geliyordu yüreğine. Paylaşmalıydı... Bilmek onun da hakkıydı. Bir kaç kere teşebbüs etmiş, hatta bir defasında mektup yazmış arkadaşı ile göndermeyi düşünmüştü. Bu durumdan başkaları haberdar olur, hakkımızda dedi kodu çıkar. Ona zarar gelebilir düşüncesi ile yazdığı bu mektup da diğerleri gibi çöp kutusundaki yerini almıştı.
Karar vermişti,kendisi söyleyecekti. Neler söyleyeceğinin provasını da yapmıştı. Kararlıydı... Ama olmadı. Karşısına geldiğinde boğazı düğümlenmiş, dili tutulmuştu yine, elleri ayakları titremişti. Yüzü kızarmıştı bir suçlu gibi. Unutmuştu yazılıya çalışır gibi ezberlediği sözlerini... Olmadı, bu defada beceremedi. Olsun dedi, asla onu sevmekten vazgeçmeyeceğim, yapamam istemem de... Nasılsa o gün gelecek diyordu. Ümidini kaybetmemeliydi asla..
Lise bitmişti. Artık ikisi de üniversiteli olmuştu. Farklı şehirlerde aynı bölümü okuyorlardı. Farklılıklar arasında bir ortak yönü bulmuştu. Aynı bölüm okuyordu. Bu kaderin cilvesi mi diye düşündü. Günden güne sevgisi büyümüş ve tutku haline gelmişti...
Bir kerecik yüzünü görebilmek, sesini duyabilmek umuduyla,tek katlı müstakil beyaz badanalı evlerinin önünden geçerken aşındırdığı parke yollar, evinin duvarları, sabahlara kadar gözlerini alamadığı tavan şahitti sevgisinin büyüklüğüne. Artık onlar da harekete geçmesini istiyordu.
Sabahtan beri, bahar havası gibi etrafı ısıtan güneş biranda kaybolmuş, yerini siyah ve kurşuni renge bürünmüş bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağıp yağmamakta kararsızdı. Hava bir açıyor bir kapatıyordu. Rüzgar da çıkmıştı. Uğultular etrafı sarmıştı. Havada hüzünlü hatta kasvetli bir hal vardı. Okuduğu magazin dergisinden; ondört Şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti. Ülkemizde yeni kutlanmaya başlanmış olması sebebiyle, kimse bilmiyordu. Tarih on dört şubattı neden olmasın, tam sırası diye düşündü. Kırtasiyeden aldığı kenarları gül, karanfil ve kalp resimleriyle süslenmiş pembe kağıda ona olan sevgisini yıllarca sabırla yüreğinde nasıl besleyip büyüttüğünü, artık tek başına taşıyamadığını yazacaktı. Yazdı da... Sıra mektubu vermeye gelmişti. Kendisi veremezdi. Cesareti yoktu. Gözü koltuğun üzerinde işlengi işleyen kız kardeşine ilişti. Beyninde şimşekler çakmıştı. "İşte kız kardeşimden başkası olamaz!" dedi. Ona bunu kabul ettirmek de zordu. Çekinerek kız kardeşinin yanına geldi. Yüzüne bakıyordu masum masum Sonra yanağına bir öpücük kondurdu. Kardeşi şaşırmadı. Kendisinden bir şey isteyeceğini anlamıştı."Söyle bakalım ne istiyorsun?" dedi. Elindeki zarfı göstererek "bunu ona götürmeni" dedi. Kardeşi önce reddetti. "Ben yapamam, kızın annesi burada yok. Duyarsa kızar. Hem arkadaşımla aram açılır. Vazgeç bu sevdadan ağabey. Bu sevdanın sonunu iyi görmüyorum. Yol yakınken vazgeç" dedi. Lakin ağabeyinin kararlılığı karşısında direnemedi. Çaresiz mektubu aldı elinden. Arkadaşına ağabeyinin mektubunu vermek üzere evden çıktı.
Kız evde yalnızdı. Çayını demlemiş, tek katlı evlerinin yola bakan odasının penceresinin önündeki kanepeye oturmuş, radyoda istekleri dinliyordu. Radyoda da çalan şarkı manidardır. "Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, hiç karşılık vermez misin komşu kızı..." şarkısı çalıyordu." Şarkıyı dinlerken, bir ses duydu. Kulak kesildi kapı çalıyordu. Kapıyı açtığında karşısında arkadaşı duruyordu. Kız, şarkının da etkisiyle heyecanlanmıştı. İçeri davet etti. Birlikte şarkı eşliğinde havadan sudan sohbet ettiler. Sohbet güzel de orada bulunmasının asıl sebebi sohbet değildi. Ağabeyinin gönderdiği mektubu vermesi gerekiyordu. Zaman zaman vermekten vazgeçmeyi düşünüyordu. "Ağabeyime ne derim? bana kızar" düşüncesi vazgeçmesini engelliyordu. Heyecandan ellerinin içi terliyor, ateş basıyor, yüzü kızarıyordu. Artık sona gelmişti. Nereye kadar sohbet edecekti... "Kalkmam lazım arkadaşım, evden beklerler"diyerek izin istedi. Birlikte kapıya geldiklerinde, ceketinin iç cebine koyduğu mektubu çıkardı. " Bunu sana ağabeyim gönderdi. İçinde ne yazıyor bilmiyorum." deyip gitmekti amacı. Kız mektubu aldı. O anda arkadaşının "içinde ne yazdığını bilmiyorum" cümlesini hatırladı. Arkadaşını içeri davet etti. "Gel birlikte öğrenelim," dedi. Kız zarfı açtığında elleri titremeye başlamıştı. Dili dolaşıyordu. Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmişti.
Kenarları gül ve kalp figürleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektuptu. Kağıdın sağ üst köşesinde:
"Her halinle her şeyinle güzelsin,
hata bulmak kusur bulmak güç sende" dizeleri yazıyordu. Devamında da ona olan sevgisinden, sevgisinin büyüklüğünden bahsediyordu. Sevgisini yüzüne söyleyecek cesaretinin olmadığından, niyetinin ciddiliğinden ve hayatının geri kalanını birlikte geçirmek istediğinden bahsediyordu...
Kız mektubu okurken duygularını gizlese de şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Mektubun tamamını okuyamadı. Mektubu tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi arkadaşına uzattı "biz onunla sadece arkadaşız, bu mektubu sen kendisine ver" dedi.
Arkadaşı mahcup olmuştu, üzülmüştü ... O da kızdan böyle bir davranış beklemiyordu belli ki. Seslenmeden oradan ayrıldı.
Kız her ne kadar mektupla gelen teklifi reddetse de etkilenmişti. Zira o da erkeğe karşı bir şeyler hissediyordu. Evlerinin önünden gelip geçtikçe, okulda gördükçe heyecanlanıyordu. Bu teklif onun iyice karma karışık bir ruh haline bürünmesine sebep olmuştu. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki? Lakin yapamazdı... O, sevgi denen bu asil, güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı... İçinde aşamadığı bir korku vardı. Annesi ve babası birbirini deli gibi severken sonları hüsran olmuştu. Acı ve göz yaşına maruz kalmıştı. Kendisinin sonunun da aynı olacağı endişesi engelliyordu kızı... Kendini şartlandırmıştı. Daha çok erkendi...
Reddedildiğini öğrenen genç çok şaşırmıştı. Yıllarca yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgisi karşılık bulmamıştı. Üzülmüştü, taş kalpli, kalpsiz diye isyan etti. Kardeşinin elinden aldığı duygu yüklü mektubu, evin orta yerinde yanan sobanın içine attı ve evden çıktı...
Kız pencerenin önüne oturmuş onun geçmesini bekliyordu... Pişman olmuştu... İş işten geçmişti artık. Kendince bahaneler üretiyordu. Neden diyordu? Neden kendisi gelmedi? Sevgisini ifade etmek için neden bir aracıya gerek duydu?..
Erkek de mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Kızı üzdüğü için kendini affedemiyordu. Kızla bir kez de kendisi görüşmeyi düşündü,bunu yapamadı. İkinci kez reddedilmeyi yüreği kaldıramazdı. O kendini inandırmıştı, bu sevdadan hayır yoktu. Vazgeçmeliydi. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptı. Pılını pırtısını toplamış ve bir daha dönmemek üzere memleketini terk etmişti...
Hikayemizde okuduğumuz gibi kız da erkeği sevmesine rağmen gerek aile ve gerekse toplum baskısı yüzünden sevdiğinin sevgisine karşılık verememiş, belki de kurulacak olan mutlu bir yuva engellenmiştir.
Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle, dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizliğin yattığını söylüyor uzmanlar. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Tıpkı Erich Fromm’un "Sevme sanatı" isimli kitabında ifade ettiği gibi, "doktorluğu, mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor.
Yazımı Sait Faik Abasıyanık'ın " Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözüyle bitirmek istiyorum. Bu vesileyle Dünya sevgililer ve dünya öykü gününüz kutlu olsun..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Utanmayı Unuttuk mu?
Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...
-
TÜRKÜ SÖZÜ Bin cefâlar etsen almam üstüme Gayet şirin geldi dillerin dostum Varıp yad ellere meyil verirsen Kış ola...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Derdim çoktur hangisine yanayım Yine tazelendi yürek yarası Ben bu derde nerden derman bulayım Meğer şah elinden ola çar...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Ela Gözlüm Ben Bu Elden Gidersem, Zülfü Perişanım Kal Melül Melül. Kerem Et, Aklından Çıkarma Beni, Ağla Göz Yaşı...