31 Ağustos 2017 Perşembe

Kurban Bayramınız Kutlu Olsun...




Bayramlar bireylerin toplum olarak bir arada yaşamasına olanak sağlayan, onlara paylaşmayı, yardımlaşmayı, saygı duymayı, sevmeyi, şefkat ve merhametli olmayı sağlayan manevi harçlarımızdır. Bu harcı her yıl bir üst seviyeye çıkarmamız gerekirken, çıkarmak şöyle dursun onları her defasında gözardı etmekten çekinmedik. Bayramları bayram tadında yaşamaktan uzaklaştık.

 Bayramlaşmak tek kişiyle yapılacak bir eylem değildir. Birbirimizle, her birimizle ayrı ayrı bayramlaşarak, onun hazzını yaşayarak gerçekleştirilecek bir ibadettir. Bizler bu paylaşımdan tamamen uzak kendi halimizde kendi derdimizde telaşımızda etrafımızdan uzak yapayalnız kaldık.

  Klışeleşmiş bir söz vardır, hani hepimizin geçmişe olan özlemini ifade etmek için kullanırız. ”Nerede o eski bayramlar” cümlesi ile başlayan; her birimizin hayalinde farklı anıları çağrıştıran bir söz. Biz bu özlemi dile getirirken, hiç birimiz eski bayramları bayram yapan o dönemlerde yaşayan insanımızın kültürel, milli ve manevi değerlere olan bağlığını sorgulamayız. 

Elbette eski bayramlar çok güzeldi, çok heyecan vericiydi. Bayramdan bayrama alınan bayramlık elbiselerimizi başucumuzda saklar, heyecanla sabahın olmasını beklerdik. 
Annelerimizin babalarımızın gözünde hissederdik o heyecanı o telaşı... 

Özellikle arefe günlerinde kıyasıya bir hazırlık yapılırdı. Onların heyecanı telaşı herkese her yere yansırdı. Çünkü o güzel insanların güzel düşünceleri ve güzel zihniyetleri ile güzelleşirdi eski bayramlar... İnsanların düşünce ve hayat felsefeleri değiştikçe bayramların da ifade ettiği anlam değişime uğradı.
Bayramları bayram yapan örf ve adetlerimiz, aile sevgi ve bağlılığımız, konu komşu düşüncelerimiz ve en önemlisi dini emirleri göz ardı etmememiz iken şimdi her şeye bir cevap bularak geçiştiriyoruz. Kurban kesmeyi hayvan eziyeti olarak görmek yada derin dondurucuları etle doldurup 6 ay o eti yemek marifetmiş gibi, el öpme yerine mutat cep mesajlarından atma, cafelerde oturma, tatile kaçma olarak algılıyoruz. 

Her şeyi unuttuğumuz gibi bayram keyfini, sıcaklığını, samimiyetini, ruhani değerlerini unutup, geleceğe aktarmayı ihmal edip sonrada ''nerdeee o eski bayramlar'' diye yakınıyoruz. Kabahat kimde hızla koşan zamanda mı, o koşan zamanı yakalayacağım derken eldeki kuşu uçuran bizde mi?


Dileğim odur ki; her şeye rağmen bayramlarımızın özlemini çektiğimiz eski bayramların tadında, sevincinde yaşanması, küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran, açları doyuran, savaşları sonlandıran, çocukları sevindiren, ülkeme, milletime tüm İslam ve insanlık alemine barış, sevgi, saygı, kardeşlik, güven, adalet, huzur ve mutluluğu hakim kılan bir dünyada bayramı yaşamak...


Bayramlarınız bayram tadında geçsin...


Muhabbetle
Hanife Mert

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Çifte Mutluluk



Bir kadına "mutluluğu iliklerine kadar ne zaman hissettin?" diye sorsalar, hiç şüphesiz anne olduğum zaman diyecektir. İstisnaları elbette vardır. Ancak istisnalar kaideyi bozmaz mış.
Bana sorsanız mutluluğu ne zaman iliklerine kadar hissettin? diye; ilk olarak tarifini kelimelerle ifade edemeyeceğim bir acının ve yorgunluğun ardından Mersin Devlet Hastanesi doğum servisindeki ebenin, beyaz kundakta daha gözleri bile açılmamış halde ilk kızım Merve'yi, bir müddet sonra da küçük kızım Hande'yi kucağıma verdikleri an derim.

Çocuklarımdan sonra ise, ona benzer bir mutluluk yaşadığım, hissettiğim anım, "DÜŞ BATIMI" kitabımı yayımlattığım yayın evinin kitabımı kargo aracılığıyla elime vermesi derim. Bazılarınız "daha neler" diyebilir. Ama inanın öyle... Öyle sanıyorum ki, kitap çıkaran arkadaşlarım da bu konuda benimle hemfikir olacaktır... Bu bağlamda, elinde malzemesi olduğu halde yayınlatmayan dostlarıma en kısa zamanda bu mutluluğu yaşamalarını tavsiye ediyorum...

Özetle; kitabımı okuyan, okumayan, benim için paha biçilmez değerli yorumlarını gerek blğunda ve gerekse farklı platformlarda paylaşarak, ya da paylaşmadan desteklerini esirgemeyen tüm dostlarıma teşekkür ederim. Birinci baskı tamamen bitmiş olup, şuan ikinci baskıya geçilmiştir. Bu aşamada da desteklerinizi bekliyorum...

Muhabbetle
Hanife Mert

24 Haziran 2017 Cumartesi

Bayramımız Kutlu Olsun


Yine bir bayram arifesindeyiz.Bayramı bayram tadında, bayram sevincinde yaşamak; küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran, çocukları sevindiren, Ülkeme, Milletime barış, sevgi, güven, adalet, huzur ve mutluluğun hakim kıldığı bir bayramda bayramı yaşamak en büyük dileğim..

Klışeleşmiş bir söz vardır, hani hepimizin geçmişe olan özlemini ifade etmek için kullanırız. ”Nerde o eski bayramlar.” Her birimizin hayalinde farklı anıları çağrıştıran bir söz..Oysa hiç birimiz eski bayramları bayram yapan o dönemlerde yaşayan insanımızın kültürel, milli ve manevi değerlere olan bağlığını sorgulamayız.. Elbette eski bayramlar çok güzeldi. Çünkü eski bayramları güzelleştiren
güzel zihniyette olan güzel insanlardı. İnsanların düşünce ve hayat felsefeleri değiştikçe bayramların da ifade ettiği anlam değişime uğradı. Eski örf ve adetlerin yerine modern dünyanın makineleşmiş düşünceleri , kuralları hakim olunca da eski bayramların saflığını, güzelliğini, sevincini, yardımseverliliğini insanı huzura mutluluğa boğan günlerini özler olduk..
Nerde, o günler öncesinden özene bezene seçilen tebrik kartları ve yine aynı hassasiyetle gönlünden yüreğinden gelen ifadelerle yazılıp gönderilen ve beklenen tebrikler? ..Nerde o arife günü alınan
bayramlıklarla birlikte yattığımız, günler öncesinden içimizin kıpır kıpır olduğu, çocukça saf, tertemiz bir heyecan ve coşkuyla beklediğimiz bayram sabahı? .. Arife günü herkesi bir telaş alır, ev temizlenir, banyo yapılır, çamaşır yıkanır. Bir taraftan bayramda ikram için baklava ve su böreği yapılır.Elde yapılan baklava ve su böreğinin tadına doyum olmaz..O telaşın arasına bayram alış verişi de sıkıştırılır. Sonra ilginç bulduğum yöresel bir adet diyeyim. Yoğurt, yumurta, un karışımından oluşan, elde açılan yağda kızartılan adına bişi dediğimiz hamur kızartması yapılır.. İlginç bulduğum nokta herkes yapar ve herkes yaptığı bişiden birbirine göndermesi.. Sanırım insanlar arası paylaşımın güzel bir örneği olsa gerek..

Bayram sabahı erken kalkıp bayramlıkları giydiğimizde, o sevinci anlatmaya sanırım kelime yetmezdi. Anne ve babamızın elini öpüp aldığımız harçlığın sevinciyle, kendimizi dışarı atar, mahalledeki diğer çocuklarla bir araya gelip bir taraftan kıyafetlerimizi karşılaştırır, kimlere gideceğimizi planladıktan sonra komşuları gezmeye başlardık. Bu gezme bir çoğumuzun çocukluk anılarını süsleyen şeker toplama . .Bazı komşular şekerle birlikte mendilin arasında bayram harçlığı da verirlerdi.. Topladığımız paralarla lunaparka gider bayram sevincini son demine kadar yaşardık...
Hanımlar sabahın erken saatinde kalkıp eşini bayram namazına gönderir, kendisi de evin önünü
balkonu bir kez daha yıkar ve o günün yemeğini, erkekler camiden çıkmadan hazırlardı. Çünkü, bayram namazı sonuna kadar çeşmelerden akan suyun zemzem suyu olduğuna inanırlardı.. İnanç hurafe yada batıl olabilir..Sonrasında büyüklerin elleri öpülür, bayramlaşma merasimleri bayram sonuna kadar devam ederdi. Ben aynı geleneği kendi evimde de uygulamaya çalışıyorum..Ne güzel günlerdi o günler..
Günümüzde ise metropolleşmenin sonucu ortaya çıkan şehirlerimizde, insanlar kendini hayatın keşmekeş çarkına öylesine kaptırmış ki. Kimine göre sadece bir tatil, kimine göre ise anne baba akraba ziyareti için bir vesileden öteye gitmiyor..Hissedemiyor bayramı bayram sevincini,kendini bu güzelliği yaşamaktan mahrum ediyor..Dolayısıyla bayramlar da, ramazanlar da eski heyecanını kaybetmiş durumda..

Velhasıl bayram büyük bir heyecan dalgası, mutluluk patlamasıdır. Kanaatin zirvesi, bereketin ta kendisidir.
İşin doğrusu, kendimiz ve çocuklarımızın bu mutluluk ve bereketten yoksun kalmamasını ve gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamak, bayram sevincini yaşama ve yaşatma bizim elimizde..
Tadı bayramlarda değil kendimizde aramak lazım. Çocukluğun verdiği sayfiyette. Onun getirdiği küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarabilme yeteneğinde...

SİZCE DE ÖYLE DEĞİL Mİ?

Bayramınız bayram tadında geçsin...
Hanife Mert

Bir Umut İşte


Mersin Yazarlar Derneği(MYD)'nin çıkardığı 4 Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat ve Haber Dergisinde yayınlanan yazımı siz değerli dostlarımla paylaşmak istiyorum... Keyifli okumalar.

Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne vuran alev alev yakıcı güneş ışığının etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu. Lakin derenin kenarındaki dut ağacının yapraklarının hışırtısı, dalların arasından dalga dalga etrafa yayılan ışık huzmesi ile masmavi gökyüzü, ruhu dinginleştiriyordu. Küme halinde uçan serçelerin cıvıltıları ve çekirge sesi insana yaşama sevinci aşılıyordu.
Her zamanki gibi bebeğini kucağına alıp derenin kıyısına, dut ağacının dibine oturdu. İnsana huzur veren güzelliklerin farkında bile değildi. Zira aklı kocasında idi… Derenin kıyısında bir müddet oturdu. Başını önüne eğdi. Gürül gürül akan suya bakıyordu. Sanki suyun binlerce metre derinindeki bir noktayı görüyordu. Başını kaldırdı, önce yavrusunun gözlerinin ta içine, sonrada ufka baktı:
-Sanırım bugün de gelmeyecek! Baban dedi sanırım artık gelmez… Bakışlarını akan suya sabitledi. Uzaktan gelen minibüsün korna sesi ile irkildi. Bebeğini kucakladığı gibi koşarak yola çıktı. Minibüs tam da önünde durdu. İnenlere baktı soran gözlerle… Artık son kişi de inmişti. Kimse kalmamıştı. Kapının yanına geldi. Şoföre baktı umutla…
-Yok bacım, kocan bu gün de yok! Dedi.
İstanbul’a çalışmaya gitmişti. Gidiş o gidiş... Bir daha haber alamamıştı kocasından... O, her şeye rağmen umudunu yitirmeden, sabırla çaresiz bekleyişini sürdürüyordu. Gelmeyeceğini bile bile, onu çaresizlik içinde her gün yavrusu ile birlikte, dere kenarına getiren, içinde kaybetmediği umuttu.

 Neydi umut dediğimiz şey? Çıkmayan candan vazgeçilmeyen inanç mı?Yada aza kanaat eden fakirin sofrasındaki katık mı? Umut sabırdır, mücadeledir, heyecandır, hüzündür, inanmaktır, hayal etmektir kısaca insanı hayata bağlayan ölüm ile hayat arasındaki köprüdür…

  Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla desteklenerek hayat bulur. Kimi zaman bir fakirin sofrasındaki çorbada, kimi zaman zenginin bankadaki hesabında, bir hastanın ilacındaki şifada, bir öğrencinin notunda, bir gencin geleceğinde, bir aşığın vuslatında, bir memurun emeklisinde, bir kuşun kanadında, bir toplumun savaşsız, barış, kardeşlik sevgi duyguları ile bezenmiş çağdaş uygarlığı yakalamasında, soğukta titreyen evsiz bir yetimin sıcacık huzurlu bir evinde, huzuru tüketmiş bir ailenin saadetinde gizli…
  İnsan umuda en fazla çaresizliğin pençesinde çabalarken ihtiyaç duyar. Çünkü umut çaresizliğin girdabında çabalarken anlamlıdır. Umut öyle bir şey ki, çaresiz kaldığın en zor anlarda görülen küçük bir ışığa, tıpkı pervanenin ateşe koştuğu gibi koşmaktır.
Yapmak istediklerinizin peşine düşmek! Bu uğurda zorluklar, engeller, önünüze çıkan her ne varsa umutla, sabırla, kararlılıkla, azimle ve inançla mücadele etmek…
Bu çok kolay değil elbet… Hatta hiç kolay değil! Zaten önemli olan zoru başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen hedefe ulaşıldığında duyulan mutluluğu tarif edebilmek mümkün mü? Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o istediğiniz şeye ulaşmanın kıymetini anlayabilir miydiniz? Her karşılaşılan engelde, zorlukta vazgeçmek yerine umudunu güçlendirerek “olay daha bitmedi” diyerek mücadeleye ve yola yeniden devam etmek. Yılmadan, yorulmadan…

  Kimi zaman da umut eder, hayal eder, sabreder, mücadele eder ama istediğimize ulaşamayabiliriz. Karamsarlığa kapılıp umuttan, hayalden vaz geçmek yaşamaktan vaz geçmek demek değil midir? Çünkü insan umut ettiği ölçüde yaşar. Aydınlık karanlığın bittiği yerde başlar.

Yaşamınızda umut ışığınız hiç sönmesin…!

Muhabbetle,

Hanife MERT

16 Haziran 2017 Cuma

Bir Kereden Çok Şey Olur!!!


Televizyondan akşam haberlerini izlemek, benim için uzun zamandır vazgeçemediğim ve alışkanlık haline gelen bir durum oldu. Nur içinde yatsın dedem de babam da haberleri hiç kaçırmazdı. Çocukluğumun anıları arasında dedemin bize "susun çocuklar, acans dinliyorum" diyen sesi kulaklarımda hala. Belki de onlardan gelen bir alışkanlıktı bu...
Eşim ve kızlarım her fırsatta haberleri izlememem konusunda tepki gösterseler de, ben ısrarla izlemeye devam etmek istiyorum. Onların tepkisi benim üzülmem ve kendimi strese sokmamdan dolayıydı.
Güzel ülkemin durumu hepimizce malum. Hangi birini yazayım ki… Hani deveye sormuşlar; “senin boynun neden eğri? O da nerem doğru ki?" Diye cevap vermiş. Bizde de öyle değil mi? Nereyi tutsak elimizde kalıyor. Her defasında son olur inşaallah diye dileklerde bulunduğum ve neredeyse her gün toprağa verdiğimiz gencecik fidanlarımız, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, hırsızlık olayları, haksızlık hukuksuzluk olayları, eğitimdeki çarpıklıklar, kavgalar, tacizler ne bileyim, eksiğimi siz tamamlayın lütfen...
Haberleri elbette internette gazetelerden de okuduğum oluyor arada. Ama illaki televizyondan izlemek beni rahatlatıyor. Sanki bir şehit haberlerinde şehit yakınlarıyla birlikte ağlamak, annesi ölen bir çocuk için üzülmek, ağlamak, yapılan bir haksızlığa birebir tepki vermek, kızmak hakaret etmek, eleştirmek, az da olsa güzel bir olaya sevinmek… Daha da önemlisi toplumun içinde olduğumu hissettirmekti, beni televizyonda izlemeye çeken. İzlemediğim zaman kendimi toplumdan soyutlanmış gibi hissediyorum...
Yaklaşık üç gün önce izlediğim bir haberden bahsetmek istiyorum. Daha önceden örneklerini çok gördük. İllaki hepimizce bilinen bir konu... Haberlerde; sokak aralarında, park köşelerinde, apartman boşluklarında, yıkık harabelerde dünyadan bihaber, yerlerde sere serpe yatan gençlerimizi gösteriyordu haber muhabiri. Bu çocukların durumu içimizi kanattı. Bu gençlerimize neden sahip çıkılmıyor? Devlet neden bunları koruma altına almıyor? Diye hayıflandım kendi kendime. Sonra bu gençler üzerinden milyonlar kazananlara verdim veriştirdim. Hiç mi içiniz sızlamıyor? Bu gençler de ana kuzusu! Bir çocuk kolay yetişmiyor… Haber muhabiri bonzai illetini kullanma yaşının 10- 12 yaş gurubuna kadar indiğini söylüyordu. "BİR KEREDEN BİR ŞEY OLMAZ!!" diyerek kandırıyorlarmış çocukları...
Ülkemizde yeşillikler yok edilerek devasa AVM ler yapılıyor. Büyük iş merkezleri açılıyor. Açılsın elbette, denizde yüzen cami planları projeleri yapılıyor. Yapılsın ülkemiz güzelleşecekse, çağı yakalayacaksak olsun. Ama lütfen bu uyuşturucu tacirleri ile etkili mücadele yöntemleri de arttırılsın. Ayrıca uyuşturucu belasının kollarına atılmış bu gençlerimizi tedavi edecek rehabilitasyon merkezlerinin sayıları da arttırılsın. Uyuşturucu bağımlılarının sayılarının hızla arttığı ülkemizde, uyuşturucu bağımlılarıyla mücadele eden 12 kurum olduğunu http://www.hurriyet.com.tr/uyusturucu-bagimliligiyla-mucadele-eden-12-kurum-var-38557465 linkten okudum..
Bir kereden bir şey olmaz demeyin. Bir anda hayalleriniz son bulur, düşler kabusa döner, umutlarınız yok olur, beklentileriniz biter, hayat hikayeniz son bulur... Kısaca bir kereden sayamayacağınız kadar çok şey olur.

Muhabbetle,
Hanife Mert

11 Haziran 2017 Pazar

Düşünmek ve Konuşmak Üzerine

Şüphesiz insan düşünen bir varlıktır. Onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği düşünmesi fikir sahibi olmasıdır.
  Ünlü Fransız filozof Descartes'in "Düşünüyorum öyleyse varım" sözünden yola çıkarak; var olmanın ve insanı yaratılmış diğer canlılardan ayıran özelliğinin düşünmesi olduğunu anlamak yanlış olmasa gerek.Var olan yaşayan insan aynı zamanda düşünebilen akıllı insandır.
 
 Basit anlamıyla düşünmek; sorgulamak, incelemek, düşünce üretmek, fikir etmek, aklından geçirmek, zihninde göz önüne getirmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamıyla baktığımızda toplumumuzda elbette düşünebilen fikir üretebilen, kafa yoran ve çok başarılı işler ortaya koyanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Pek ilgi görmeseler de, önemsenmeseler de...


 İnsan, aklıyla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydayı zarardan ayırt eder. Çevresinde olup bitenleri anlar ve değerlendirir. Olaylar arasında neden –sonuç ilişkisini kurar. Karşılaştığı güçlüklere çözümler üretir, böylece yeni şartlara uyum sağlayarak yaşamını kolaylaştırır. Bilim aklın bir meyvesidir. İnsan aklı sayesinde diğer varlıklardan kolayca yararlanır, araç, gereçler üretir ve buluşlar yapar. En küçük şehirlerden dev sanayi ürünlerine, güzel sanatlardan mimariye kadar pek çok şeyi aklı sayesinde yapabilmiştir.
   Tüm bunlara rağmen ne yazık ki; aklını kullanmayan, kolaycılığa kaçan, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, düşünmeyen, üretmeyen insanların sayılarının da günden güne arttığını yaşanan akıllara zarar olarak değerlendirdiğimiz olaylardan anlamak zor değil...
  Hal böyle iken cehalet tırmanışını hiç bir engelle karşılaşmadan sürdürmektedir. Toplumda belli bir yer edinmiş, kelli felli dediğimiz isminin önüne "prof" ünvanı almış kimselerin bile toplumun kurtuluşunu fertlerin cahilleştirilmesinde gördüğünü ifade etmesi geldiğimiz noktayı gözler önüne sermektedir.
  Toplum olarak rahatı, ağzımıza geleni konuşmayı severiz. Severiz sevmesine de bir de dinlemeyi, konuşulanı anlamayı, anladığımızı idrak etmeyi bilsek. Belki de bir çok sorunumuz hallolacak ama nerde!! Dinlemeye sabrımız yok. Buna karşın konuşmaya mecalimiz hep var. Yerli yersiz gerekli gereksiz hep konuşuyoruz. Konuşmuş olmak için, laf ebeliği yapmak için, söylenen sözün altında kalmamak için konuşuyoruz...

Fikir üretmek, bilgi üretmek yerine laf üretiyoruz. Hani ağzı olan konuşuyor derlerdi ya! Benim doğrum senin doğrundan üstün, benim sözüm doğru... Kimi zaman da bir yerde söylediğimiz sözü, bir başka yerde inkar edebiliyoruz. Çevir gazı yanmasın...

Toplum böyleyken, seçtikleri farklı olur mu? Hani balık baştan kokarmış ya! Hükümetiyle muhalefetiyle laf üretmekte üstümüze yok. Lafa gelince mangalda kül bırakmayız, icraata gelince sorumluluğu başka yerlerde arar işi kapatmanın yoluna bakarız...

Konuşabilme yeteneği, insana yaratılışıyla birlikte verilmiş ve onu diğer canlılara üstün kılmış en önemli özelliklerinden biridir. İnsan elbette konuşmalı. Zira konuşarak kendini ifade eder. Kişiliğini bu şekilde ortaya koyar. Çünkü kişiliği konuşmasında gizlidir. Bu demek değildir ki hep konuş ama boş konuş...

Çocukluğumuzda büyüklerin karşısında çok konuşmamamız öğütlenirdi. "İki düşün bir konuş, sana sorarlarsa, söz verilirse konuş, konuşacaksan da dilin doğruyu hakkı konuşsun. Zira haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" denirdi.               



Böyle bir kültürün, medeniyetin varisleri olan bizler, özellikle son dönemlerde yaşadığımız onca haksızlıklara, olumsuzluklara, adaletsizliklere, yolsuzluklara, yoksulluklara, yoksunluklara, zulümlere, ölümlere, tacizlere, tecavüzlere karşı hep sustuk. Asıl konuşulması, neler oluyor? Diye yetkililerden yetkisizlerden hesap sorulması gerekirken sesimiz soluğumuz kesildi. Konuşamaz olduk. Belki korktuk, ürktük. Bana dokunmasınlar da, işime aşıma, kurduğum düzene zarar gelmesin de... Bana değmeyen yılan bin yaşasın gibi felsefelerle kabuklarımıza çekildik. Bireysel çıkarlarımız her zaman toplumsal çıkarlarımızın önüne geçti.
                                                       
Bu durumlar karşısında susan ağzımız, göz göre göre insan onur ve haysiyetini zedeleyen kadın programlarını, yarışma programlarını, Türk aile yapısı ile uzaktan yakından alakası olmayan evlilik programlarını, dizileri, kime ne yakışır gibi anlamsız faydasız programları ve gazetelerin magazin sayfalarını konuştu. Bu programlar vaktimizi ve zihnimizi meşgul etti. Düşünme üretme yetisi devre dışı kaldı.
Pusu kurularak kalleşçe şehit edilen Mehmetçiklerimize, polisimize, gerekli önlemlerin alınmadığı için şehit verdiğimiz komutanlarımız, toprağa verdiğimiz onca canlarımız, neredeyse her gün şiddete uğrayarak canından olan kadınlarımız, yetim hakkı yiyenlerin, haksızlık, yolsuzluk yapanların, adaleti kişiye göre işletenlerin durumu, milli ve manevi değerlerimize, Atatürk'ümüze yapılan haince saldırılar, iftiralar, eğitim sistemimizdeki düzensizlikler, dışarıda aç ve perişan durumda olanların durumları yukarıda saydıklarım kadar insanımızın zihnini meşgul etmedi...
Okumaktan, düşünmekten, bilgi üretmekten çağı yakalamak ve çağdaş seviyeye ulaşmak için çaba harcamaktan, yaşamı ve yaratılışımızı anlamaktan uzak geçen, geri gelmesi imkansız olan haybeye geçen günler...

Aydınlığın önünü kesen, keşkelerle örülmüş kara bir duvar gibi karanlık dikilince karşımıza, kaçacak sığınacak bir bahane fayda vermez olur.

Sözün özü; zalimin zulmünün susturulduğu, hakkın, doğrunun, sevginin, barışın, kardeşliğin, özgürlüğün, insan haklarının, kadın haklarının, hayvan haklarının insanca yaşamın konuşturulduğu, uygulandığı bir dünyada yaşamak dileğiyle...

Muhabbetle,
Hanife Mert

26 Nisan 2017 Çarşamba

Dünyanın Sorunu Cahillerin Özgür ve Küstahça Hareket Etmesidir



Cahil kelime olarak; iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan yoksun olan kimse olarak nitelendirilir.

Cahil kimse, erdemli doğru ve araştırıp öğrenmeyi kendine ilke edinmiş, akıllı bilgili kimselerden uzaktır. Çünkü kendini olduğundan fazla büyük görme hastalığına tutulmuş olup, tevazudan yoksundur. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Dediğim dedikçidir, yanıldığını kabul etmez. Çünkü o, etrafı ancak gördüğü gibi değerlendirir. Fazla detaya girmez. Ben bilirim, benim dediğim doğrudur zihniyetindedir. Kendi düşüncesinde olmayanı ötekileştirir. Kitleleri birleştirmek yerine ayrıştırıcı politikalar üretir.

"Cahil kimse meyve vermeyen ağaca benzer" atasözünde ifade edildiği gibi, etrafına pek fayda sağlayamaz. Eğitim almak ya da almamak bu kimselerin cehaletinin üzerinde pek de etkili olmaz. Günlük yaşamımızda bu özelliklere sahip kimselerle, kimi zaman iş yerinde arkadaşımız, şefimiz, müdürümüz, patronumuz; sokağımızda, mahallemizde, sitemizde, apartmanımızda komşumuz, iş yaptırmak zorunda olduğumuz bir kurumda yardımına ihtiyaç duyduğumuz kurum çalışanı olarak diyalog halindeyiz. Öylesine cahilce bir tutum sergiler ki; işgal ettiği makam yer ve konum birbiriyle tamamen zıttır.

Hatta kimi zaman tv de izlediğimiz, gazetede okuduğumuz, hasbelkader bir yere gelmiş olan ve düşünmeden cahilce söylemlerde bulunan, bizi şaşırtan, "adam nasıl bakan, milletvekili, vali, amir, memur" olmuş dediğimiz kimseler görürüz. Bir işgal ettiği makama, konumuna bir de hareketlerine bakarız da, bu insan bu makama, bu duruma nasıl getirilmiş? Diye, kendimize sorarız.

İlk bakıldığında kendilerinden kattıkları çok fazla bir nitelikleri olmamasına rağmen, hasbel kader sahip olduğu durumu kendi lehlerine çevirmede üstlerine yoktur. Cahilce tutumlarını kabul edilmez bulursunuz. Her hareketlerinde düşünme, kontrol etme, bilgi gibi olgulardan uzak özgürce davranış sergilerler. Karşı tarafın bilgisi, eğitimi tecrübesi bu kimselerin gözünde önemsenmeye değer bulunmadığı gibi, aksine onları küçük düşürücü davranışlardan kaçınmazlar.


Bertrand Russel'in ifade ettiği gibi;


Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”


Şuan gerek ülkemizin ve gerekse içinde bulunduğumuz dünyanın yaşanılmaz hale getirilmesinin belki de en önemli nedeni, cahillerin akıllılardan daha özgür ve küstahça hareket etmesidir...



Muhabbetle
Hanife Mert







Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...