14 Kasım 2012 Çarşamba

Laf Lafı Açar..

Toplum olarak konuşmayı, sohbet etmeyi çok severiz. Özellikle hanımlar arasında bu durum daha sıklıkla görülür. Evde mutfak sohbetleri, kapıda ayak üstü sohbetler, iletişim aracı olarak kullandığımız telefonlarla yapılan sohbetler gibi türleri var. Bu sohbetler insanda adeta terapi etkisi yapar.
Sohbet ettiğiniz kişi bir de aranızda gönül bağı kurmuş, halden anlayan kafa dengi bir arkadaşınız ise, o sohbetin tadına doyum olmaz. Bir de sohbetlerin olmazsa olmazı çay ve kahve de ayrı bir renk katar. 
  Atalarımız boşuna dememiş” gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane.”Diye...
 Ben de kahveyi bahane ederek sevdiğim bir arkadaşıma uğradım. Hoş beş den sonra. Eşi ile ilgili bir olay anlattı. Arkadaşımın eşi simetri hastası. Bu hastalar çevrelerinde gördükleri her şeyi belirli bir simetri pozisyonuna getirmek zorunda hissederler. Yani bir nevi psikolojik takıntı. Arkadaşım da eşinin aksine rahat bir insan. Düşündüm de iyi ki arkadaşım rahat, aksi halde o evde hayat çekilmez olurdu.
  Bir gün arkadaşın abisi gelmiş misafirliğe. Bir müddet sohbet muhabbetin ardından lavabo ihtiyacını karşılamak için lavaboya gitmiş. Arkasından arkadaşın eşi vakit kaybetmeden, hemen örtüyü düzeltmiş, abi yerine döndüğünde örtünün düzeltildiğini fark etmiş. Tabi eniştesinin durumunu bildiği için ses çıkarmamış. Bir iki aynı şekilde. Bu defa abi, lavabodan döndükten sonra ayakta beklemeye başlamış. Neden oturmadığını sorduklarında; örtü bozulmasın, her kalktığımda arkamdan örtüyü düzeltiyordunuz. Bari oturmayayımda örtü bozulmasın demiş. Güldük, aynı zamanda da düşündük. Uzmanların görüşüne göre benzer psikolojik hastalıkların temelinde, kişinin çocukluk döneminde yaşadığı olumsuz davranışlar etkili oluyor. Kaldı ki psikologların, herhangi bir psikolojik vakada, ilk iş olarak kişilerin çocukluk dönemlerine baş vurmaları da, bu sebepten dolayı olsa gerek.

Lise dönemlerimde anneme yaptığım hiçbir işi beğendiremezdim. Ben de öylesine takıntı haline gelmişti ki; annemin her evden bir yerlere gidişinde, evde ne var ne yok her şeyi yıkayıp temizleme gayretine girerdim. O dönemlerde şimdi ki gibi çamaşır makinesi yoktu. Merdaneli çamaşır makineleri vardı. Sadece yıkar biz elimizle sıktırırdık. Kaldı ki bizde çamaşır makinesi bile yoktu.

Yine bir gün annem teyzemlerden birinin doğumu için şehir dışına çıktı. Bunu fırsat bilen ben, evde ne kadar yatak yorgan varsa hepsini yıkamaya başladım. Yorganlara şimdi olduğu gibi nevresim takılmıyordu. Ya da en azından bizde yoktu. Kaplama yorganları kullanıyorduk. Akşamdan beyaz çamaşırları ıslatıp sabah kalktığımda onları kazana koyup bir güzel tüpte kaynatıp elde yıkadım.. Sonra da serdim. Şimdi düşünüyorum da, çok yorucu olmasına rağmen nede temiz olurdu. Pırıl pırıl parlardı beyaz çamaşırlar. Sonra evdeki dolapları boşaltır temizler tekrar yerleştirirdim. Bu işleri yapmak için ders çalışmayı bile ihmal ederdim. Arkadaşım gelirdi, yazılıya birlikte çalışalım diye, bana kızar giderdi. Temizlik sevdası annem gelene kadar sürerdi. Annem içeri adımını atar atmaz söylediği ilk cümle; “bu evin pisliği ne?” olurdu. Bu söz üzerine halimi siz düşünün artık.

Evliliğimin uzunca bir döneminde bende temizlik takıntısı sürdü. Ne kendime ne de eşime ve çocuklara huzur vermiyordum. Evde terör estiriyordum.“Oraya ellemeyin”, “burayı bozmayın”, “kirletmeyin”... Olacak gibi değil bu durumdan kurtulmalıyım dedim.Ve psikolojik sorunlar kişinin kendini kontrol etmesi ve kendini telkin ve güdüleme yoluyla aşılacağını bildiğim için bende o şekilde kurtuldum.

Şurası çok önemli! Günümüzde çocuk yetiştirmek gerçekten büyük bir sanat. Bilinçli aileler bu durumun farkında. Bizim dönemimizde ise, çocuklar genellikle karnı tok, sırtı pek ise kendi kaderine terk edilirdi. İlgi alaka hak getire! Kimse çocuğun psikolojisini düşünmez öyle bir şeyin var olduğunun bilincinde bile değillerdi... Karnı toksa, sırtı da pekse iş bitmiştir. Gönder sokağa oynasın akşama kadar... 

  Şimdi öyle mi? Çocuklar çok bilinçli. Öyle sırtını pek yapamıyorsun. Kendi istemediği kıyafetleri asla giydiremiyorsun. İstemediği yemeği yediremiyorsun. 
  
  Büyük kızımla bu konuda hiç anlaşamazdık. Kreşe götürmeden önce isterdim ki; bir tane rafadan yumurta ile, bir bardak ballı süt içsin, isterse akşama kadar hiç bir şey yemesin, bunlar onu tutar diye düşünürdüm. Annelik iç güdüsü işte. Yumurta yedirmek ne mümkün.. Ağzında biriktirir yanağını şişirir yuttur yutturabilirsen. Ben görmeden çöpe tükürürmüş.

İlkokul birinci sınıfa başladığı sıralarda idi. Dondurma yemesine izin vermezdim. Çok çabuk hastalanan biri olduğu için. 15 Mayıstan önce dondurma yemesi yasaktı. Sanırım Mart yada Nisan ayı idi. Tesadüfen okuluna gittim. Teneffüste idiler. Kızım ortalarda yok. Arkadaşına sordum. Dondurma almaya gittiğini söyledi. Sen okuldan çık. Arabaların vızır vızır geçtiği yoldan karşıya geç. Büfeden dondurmayı almış Tam ağzına alacakken ben karşısındayım. Neye uğradığını şaşırdı. Yiyemedi tabi. Nerden haberim olduğunu sordu. Bana kuşlar söyledi ben de geldim dedim. Bir kaç gün sonra tekrar aynı eylemi yapmış Almış dondurmayı okula gelmiş. Orda da iki tane serçe.. Korkudan dondurmayı atmış yere.. Lütfen kuşlar anneme söylemeyin, ne olur bir daha almayacağım demiş…Küçükken koyduğum kurallara hala riayet eder.

Anne- babalar olarak çocuklarımızı küçükken aç bırakmayalım. Sevgiye, ilgiye, şefkate aç olan çocuklar büyüdüklerinde önüne geçilemeyecek derecede psikolojik  sıkıntılarla sorunlarla uğraşmak zorunda kalıyor.. Çocuk yetiştirmek öyle sanıldığı gibi doyur karnını, giydir üstünü gönder sokağa düşüncesi ile olmuyor. Ayrı bir bilgi, birikim, özveri, emek istiyor. Bazen tüm bunlar da yetmiyor. Öyle bir durumla karşılaşıyorsun ki; ne yapacağına, nasıl davranacağına karar vermede zorlanabiliyor insan. 


  Yavrularımız bizim geleceğimiz. Onları nasıl şekillendirirsek büyüdüklerinde verdiğimiz emeğin karşılığını o şekilde alırız. Çünkü çocuk ailenin  yansımasıdır. Mutlu huzurlu bir ailede sevgi ile  yetişen çocuklar,o huzuru mutluluğu kendi ailesine de taşıyacağı gibi, vereceği ya da alacağı kararların daha sağlam, sağlıklı,  makul, mantıklı olmasında da etkili olacaktır...

Bu gün laf lafı açtı…Gençler hayalleri ile yaşlılar anıları ile yaşarlarmış… Ben de yaşlanıyor muyum nedir?


Muhabbetle,
Hanife Mert

10 Kasım 2012 Cumartesi

Beni Görmek, Yüzümü Görmek Değildir..

1929 yılı 10 Ağustos günü, Atatürk, o zaman Paris Büyükelçisi olan Fethi Okyar’ın Büyükdere’deki yalısına misafir olmuştu. Fethi Okyar Cumhurbaşkanı için bir akşam ziyafeti hazırlamıştı. Cumhurbaşkanının yalıda bulunduğunu duyan halk, onu görebilmek için buraya toplanmıştı.

O günlerde Atatürk’ün çok hasta olduğu, yataktan çıkamayacak bir durumda bulunduğu söylentisi vardı. O gün Atatürk yalının balkonuna çıktı. Kendisini görmek için caddelerini dolduran halkı selamladı, sonra şöyle dedi:

-“Benim için zahmet ediyorsunuz, mahcup oluyorum. Beni görmek demek, behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.

Ankara’dan buraya gelmeden evvel işittim ki, hakkımda hastanededir, eli ayağı tutmuyor, ölümü mümkündür, demişlerdir.”

Bu sırada halk coşmuştu ve hep bir ağızdan:

-“Kahrolsun düşmanlarımız” diye bağırmışlardı.

Atatürk sözlerine şöyle devam etti:

-“İşte karşınızdayım. Sıhhatteyim, elim ayağım tutuyor. Kendi gözlerinizle görüyorsunuz ki, sapasağlamım, kuvvetim yerindedir. Sizlere eskiden beri olan sevgim yerindedir. Siz bu akşam benim karşımda milletin bir gölgesi, bir timsalisiniz. Size seslenirken, bütün millete sesimi işittireceğime inanıyorum. İşitiniz ve işittiriniz, sizin için sıhhatini, ömrünü bu göreve veren adam sahnededir, sizin için çalışacaktır. O, sizin için yaşıyor, benim kuvvetim size olan sevgim ve sizin bana olan sevginizdir. Bu millet, bu memleket dünyanın en geçerli bir varlığı olacaktır. Ben bunu kendi gözlerimle görmeden ölmeyeceğim.”

Halk:

-“Çok yaşayın, var olun” diye çılgın bir sevinçle Atatürk’ü alkışlıyordu.

Atatürk o gece son derece neşeliydiler.

O gece Ertuğrul yatı ile Marmara’da bir gezinti yapmayı arzu etmişlerdi.

-“Bu gezintimiz sabaha kadar sürecektir” dedi. Saat birde Denizyolları Genel Müdürü Sadullah Bey İstanbul Radyosu müdürlüğüne şu telsizi göndermişti:

“İstanbul telsiz telefon şirketine;

Gazi Hazretleri, radyo heyetine teşekkür ediyorlar ve kendi intihap edecekleri bir iki gazel ve şarkı okutulacak olursa, memnun olacaklarını ilave buyurmuşlardır.”

O gece radyoda emektar musiki heyeti tarafından Atatürk’ün neşesi için en güzel şarkılar ve seçme eserler okudular.1

1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul 1978, s. 15-16.

Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009

ATAMIZI MİNNET,RAHMET VE HASRETLE ANIYORUZ

17 Mart 1937 - Atatürk'ün, Çankaya'da Romanya Dış işleri Bakanı Antonesco'yu kabulü.

Atatürk'ün, gece Romanya Dışişleri Bakanı Antonesco şerefine Ankara Palas'ta verilen ziyafette konuşması: "...Milletler gam ve keder bilmemelidir. Şeflerin
vazifesi, hayatı neşe ve şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol gös­termektir! Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar mutsuzdur. Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun ve mesut olması için lâzım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir."
M.KEMAL ATATÜRK
ATAM RUHUN ŞAD MEKANIN CENNET OLSUN.

8 Kasım 2012 Perşembe

Çağdaşlaşma- Çelişki

Büyük Atatürk, Türklüğün unutulmuş medeni vasfı âtinin yüksek medeniyet ufkunda bir güneş gibi doğacaktır,diyor.Tabii ki dünyada en önemli aydınlatıcı gücün,yüksek Türk Medeniyeti olduğunu işaret etmektedir.Reçeteyi kendi Türk kültür dünyamızda aramalıyız. Büyük Atatürk, Türk Milletine hedef olarak,muasır(çağdaş) medeniyet seviyesinin üzerine çıkma azim ve iradesini göstermektedir.Oysa biz çağdaşlaşmıyor,batılılaşma adına Avrupalılaşıyoruz.Böylece Atatürk’ün gösterdiği çağdaşlaşma yerine Avrupalılaşırken benliğimizi kaybedip eriyor muyuz? Acaba farkında mıyız!?
Milli değerler eriyor,kimlik yozlaşıyor.Vatanı sadece ekonomik değer olarak gören,sadece domates,biber,patlıcan yetiştirilen toprak parçası olarak görenler çoğalıyor mu? Acaba farkında mıyız?!
Bayraklar yere atılıyor.Tepki cılız,sanki toplum uyuşmuş,donmuş durumda.Sanki toplum,İngiliz Muhipler Cemiyeti,Kürt Teâli Cemiyetinin istediği kıvama getirilmiş gibi.Acaba fark edebiliyor muyuz?
Türk’üm demekten mutluluklarını ifade etmek nerede ise,emperyalistlere şirin görünme adına suçlanıyor.Neredeyse bölücülerle eşdeğer gösterilmeye çalışılıyor.Acaba farkında mıyız?
Vatan sevgisini,millet sevgisini ifade etmek,Avrupa Birliği ve onların payandalarının neredeyse iznine mi bağlı,acaba farkında mıyız?
Milli mücadelede bir toplantıda Bursa Mebusu Dr.Baha Bey,” Düşman vatanın bağrına dayamış hançerini,yok mu kurtaracak Bahtı kara maderini “ sözünü söyleyince,olduğu yerde ayağa kalkan Mustafa Kemal,”Düşman vatanın bağrına dayasın hançerini,vardır kurtaracak Bahtı kara maderini” sözün söylemek zamanı geldi mi? Acaba farkında mıyız? 
Yoksa Necip Fazıl’ın;”Kendi ülkende garip,kendi ülkende parya, Ne oluyor ayağa kalk, ey Sakarya” sözünün zamanı mı geldi? Acaba farkında mıyız?
Bir olalım,diri olalım,güçlü olalım.Emperyalistlerin ve bölücülerin oyunlarını bozalım.Çağdaş uygarlığın üzerine çıkalım.

ZEKERİYYA İLLEEZ



6 Kasım 2012 Salı

Kalp Kırmak..


Konuşurken hani, istemeden de olsa çıkar ya bazen yanlış bir kelime ağzınızdan…Aslında öyle demek  istememişsinizdir; ama geri dönüşü yoktur artık.Hele bir de kırmış iseniz muhatabınızın kalbini; işte o an yazık etmişsinizdir; hem sevdiğinize, hem kendinize, hem de duygularınıza… O kelimenin söylenmemiş olmasını bin bir pişmanlık içinde dilersiniz, fakat sözünüz bir ok gibi yüreğine saplanmıştır bir kere muhatabınızın…
Hani en masumane bir sözünüz, iyi niyetle söylediğiniz, hiç art niyet taşımadan kurduğunuz sıradan bir cümleniz, muhatabınızın gönül dünyasına bir bomba gibi düşer ya bazen… Siz farkında bile olmadan; sevdiğinizi, dostunuzu, arkadaşınızı, kardeşinizi, eşinizi, çocuğunuzu,ana veya babanızı kırmışsınızdır artık. Söylediğiniz basit bir söz, kurduğunuz hesapsız bir cümle ya da ağzınızdan öylesine çıkıveren bir ifade; hiç tahmin etmediğiniz manalar yüklenerek en sevdiğinizin yüreğinde volkan gibi patlar da bundan haberiniz bile olmaz çoğu zaman… Sizin haberiniz olmamıştır; ama en sevdiğiniz, uğruna canınızı hiç düşünmeden feda edebilecek kadar değer verdiğiniz, "ona değil de bana gelsin" diyerek göğsünüzü kurşunlara, bela ve zorluk oklarına hedef   kılarak   isar ve fedakârlıkta bulunduğunuz insanın kalbi parça  parça  olmuştur bir kere...
Hani bazen beklemediği bir insandan, beklemediği bir söz işitir ya insan… Ya da en basitinden beklemediği bir davranış veya hiç beklemediği bir anda yüzünde farklı anlamlar çıkarabileceği mimikler bulur ya bazen… Böyle bir karşılığa maruz kalan bir insanın gönül dünyasının altüst olmaması, kalbinin kırılmaması, yüreğinde korkunç fırtınaların kopmaması, gücenip darılmaması hiç mümkün müdür?
Hem kıran, hem de kırılan olarak zaman zaman  bu tip durumların ve duyguların tam merkezinde; bazen etken,bazen de edilgen olarak odak noktasında yer almadık mı çoğumuz?..
Kalp kırılmalarının, küskünlük, dargınlık, kırgınlıkların çoğunun yanlış anlaşılmaktan veya yanlış sonuçlar çıkarmaktan kaynaklandığı da bir gerçektir. En iyi dostlarımızı ve en sevdiğimiz insanları bir yanlış anlamaya kurban verebiliyoruz ne yazık ki bazen… Ya da söylenen hak ve doğru bir söz; üslup ve ses tonumuza bağlı olarak bazen en dar anlamıyla algılanıp bir hakaret gibi görülebilir muhatabımız tarafından… Hassasiyetler, özellikle dostlar ve aralarında sevgi bağı olan kişiler arasında çok daha fazladır.

 İşte bu nedenle dilimizin keskin bir kılıç, davranışlarımızın tahrip edici bir gülle,mimiklerimizin delici bir mızrak olmaması için çok dikkatli olmak zorundayız ilişki ve konuşmalarımızda…

Kalp kıran ve kalbi kırılanlardan olmamanız dileğiyle..

Hayatın İçinden Satır Araları -BURS

Emekli olmadan önce çalıştığım kurum, maddi ihtiyacı olan üniversite öğrencilerine karşılıksız burs veriyordu.. O dönemlerde özellikle eylül ayının gelmesini hiç istemezdim. Çünkü burs için müracaatlar eylül ayında başlıyordu. Bu esnada çok farklı, çok üzücü durumlarla karşılaşıp yardıma ihtiyacı olan öğrencilerin durumları beni çok üzerdi..
Müracaat için gelenler kimi annesi, kimi babası, babaannesi, anneannesi ile gelirlerdi. Öğrenciler değil de yanlarında gelenlerin bursu alabilmek için sarf ettikleri çaba ve her birinin ayrı ayrı anlattıkları hikayelerini dinlemek servis çalışanları olarak bizi çok üzerdi.Müracaat eden öğrenciler genellikle anadoludan okumaya gelmiş, kimi işçi, kimi çiftçi, kimi memur çocukları... Kimileri de geçmişinde bırakın burs almayı, bizim kurumun verdiği ğrenci sayısı kadar, öğrenciye karşılıksız burs verecek düzeyde zenginliğe sahipken, herhangi bir nedenle fakirleşmiş, kendi çocuğu bursa ihtiyaç duyar hale gelmiş. O durumda olan insanların durumu sanırım diğerlerine göre daha üzücü. Hani şöyle bir sözümüz var; “Allah kimseyi attan indirip eşeğe bindirmesin” diye. Hal böyle iken . Kimisi kara ar olmaz mantığı ile yaklaşıp,kendi evinde hizmetçi, uşak çalıştırır düzeyde iken, durumundan ötürü, çocuk bakmak, evelere temizliğe gitmek için iş talebinde bulunan, kimisi de bu durumu kabullenemeyip, istemekten utanan bu durumdan dolayı da gözyaşı döken insanlara şahit oldum..
Kurum yetkililerimiz burs alabilecek öğrencileri belirleme konusunda olabildiğince titiz davranırlardı. Ailenin gelir durumu, anne, babanın sağlık durumu, yaşayıp yaşamadığı, boşanmış olup olmadıkları gibi durumları kıstas alırlar. Değerlendirmeye almadan önce, adaylar hakkında bağlı bulundukları muhtarlıktan belge isterlerdi. Hatta müracaat eden ticari bir işletme sahibi ise, bir personel görevlendirip geliri hakkında da bilgi edinirdi. Torpil yapılmaması konusuna da ayrıca özen gösterilirdi.
Yine burs müracaatlarının başladığı eylül ayının birinde işe geliyorum. Merdivenlerde eskiden tanıdığım bir tanıdıkla karşılaştım. Hal hatırın ardından ne yaptığını sordum. Bizim üst katımızda bulunan kurum da üniversite öğrencilerine karşılıksız burs veriyor. Oraya müracaat için geldiğini söyledi. Bu tanıdığım hakkında çok detaylı olmasa da genel bilgim var. Kendisi öğretmen. Elektirik mühendisi olan eşini bir iş kazasında kaybetti. Bir oğlu bir de kızı var. Oğlu maliye okuyor, kızı da Ankara’da mimarlık kazanmış ancak, istemediği için tekrar sınava girip eczacılık fakültesini kazanmış, orada okuduğunu söyledi. Bizim kurum da veriyor geçerken uğra, hem çayımı içersin hem de bize de müracaat edersin dedim.
Ablamız müracaatını yapmış geldi. Çay ısmarladım bir taraftan sohbet ediyoruz. Bu arada söylediği bir söz bende adeta şok etkisi yarattı. Hani derler ya “ üzerimden kaynar su döküldü” aynen öyle hissettim. Söz şu idi; aslında benim buradan alacağım paraya çocuklarımın hiç ihtiyacı yok. Maddi durumum çok iyi.Ben çok rahat onların ihtiyacını karşılayabiliyorum.Lakin herkes alıyor ben neden almayayım.. Böyle mi düşünüyorsun dedim. Bu sözü söyleyenin bir eğitimci, öğretmen olması daha çok üzdü beni. Madem ihtiyacın yok neden ihtiyacı olan birinin almasına mani oluyorsun. Bu paraya öyle çok ihtiyaç duyan öğrenciler var ki. Bırak onlara engel olma dedim. Hatta Nazilli’den bir öğrenci vardı. O öğrenciyi örnek verdim. Beni affetsin.Umarım şuan çok güzel ona yaraşır bir makamda bulunuyordur. Bu öğrencinin ailesi çiftçi idi ve maddi durumları iyi değildi. Çocuk çok zor şartlarda okuyordu. Üzerine giydiği penye bir tişört vardı. Sürekli giyilip yıkanmaktan renk desen birbirine girmiş, hatta bir yeri sökülmüş ve dikilmiş belli. Öyle ki bu penye tişörtü genç bir delikanlının giymesi şöyle dursun, paspas bezi dahi yapılacak durumda değildi. Bu öğrenciden bahsettim. Böyle çirkin bir taleple gelen öğretmen ablamıza içten içe çok kızdım. Sonuçlanınca biz seni ararız, kılişe şözle gönderdim. Arkadaşa da dilekçeyi sümen altı yapalım dedim.
Ülkemde benzer örnekler çok fazla. Öyle insanlar da vardı ki, çocuğunu Ankara’da çok rahat bir şekilde okutan, bırakın devlet yurdu, özel yurdu, apart evi. Kızına dayalı döşeli ev alan buna rağmen utanmadan, belki onun kuaför masrafı bile olmayan üç kuruşluk bursa tamah eden insanlara şahit oldum.
Biz nasıl bu hale geldik diye başkasına değil de kendime sordum. Nerde kaldı bizim yardımseverliğimiz, kadirşinaslığımız, paylaşımcı ruhumuz? Yapılan yardımı gerçekten ihtiyacı olmasına rağmen, bir başkasına teklif eden gözü tok, gönlü cömert insanlarımız. Bu anlattığım sadece bir örnek. Belediyelerin, sosyal dayanışma fonlarının dağıttığı yardım malzemeleri, para yardımı gibi ayni ve nakti yardımları ihtiyacı olmamasına rağmen almaktan çekinmeyen, “herkes alıyor ben neden almayayım, “Rabbena hep bana” zihniyetinden ne zaman vazgeçeceğiz?. Bu zihniyette olan insanların çoğalması durumunda zenginin daha zengin, fakirin ise daha fakirleşmesi kaçınılmaz değil midir?

Unutmayalım ki, bu fani dünyada baki değiliz. Sahip olduklarımız biz bu dünyadan göçtükten sonra burada kalacak. Bize ait olmayan şeyleri biriktirmekten ziyade, ihtiyacımız fazlası edinimlerimizi, başkaları ile paylaşma huzuru ve dinginliğini yaşamaktan mahrum olmak, insanın kendisine yapacağı en büyük kötülük olsa gerek..
Hayatı paylaşalım, çünkü hayat paylaştıkça güzeldir.

Hanife Mert

3 Kasım 2012 Cumartesi

Cehennem Sevgisiz Yüreklerde Yaşanır..

   
Bu yazımı 3 Kasım 2012 de paylaşmışım. Bu gün sevgi Müjde'nin (bücürükveben) Facebookta paylaştığı her yıl mart sonu itibarı ile yapılan  hükümet destekli fok avı caniliğini anlatan resim ve son günlerde ülkemizde özellikle küçük çocuklara yapılan taciz ve tecavüzlerin sonucunda öldürülmeleri, yine aynı şekilde arkası bitip tükenmek bilmeyen kadın tacizleri ölümlerine dikkat çekmek adına tekrar paylaşmak istedim. Biliyorum  bu paylaşımım belki bir derde derman olmayacak. Ancak insan olarak elimden gelenin bu olduğu bilinci ile en azından tepkimi göstermiş olabileceğimi düşündüm.

SEVGİ, varlığı ile insana hayat veren özü hoş görü,şefkat, merhamet, güven, dostluk, kardeşlik, saygı gibi, kaynağını Allah’tan alan yüce bir duygu.. Çünkü kainatın yaratılış gayesi ve insanın mayası sevgidir. Allah insanı, dünyayı ve tüm evreni sevgi üzerine yaratmıştır.

Bu kutsal duyguyu özünde barındıran insanın hayata bakışı, olayları değerlendirmesi, insanlara ve diğer canlılara davranışı sevgi ile olacaktır. Çünkü her insan, diğer insanlarla bir arada yaşamayı ve kendi yalnızlığından kurtulup, başkaları ile birlikte olmayı ister. İnsan, kendini ve diğer insanlarla olan ilişkilerini anlayabilmek için sevme güçlerini geliştirebilmeli ve tüm canlılarla beraber sevgisini paylaşabilmelidir. Dünya ile olan ilişkisini düşünce ve sevgi üzerine kuran bir kişi kendini tüm evrenle bir olmuş gibi hisseder. Sevgiyle yaklaşır her şeye. Evrende yaşayan tek canlının kendisi olmadığını bilir, diğer canlılara yaklaşımı sevgi ile olur..
Sokakta titreyen bir köpeğe merhamet edebilecek kadar, yaralı bir kediye merhem olacak kadar, aç bir kuşa yem, soğuktan titreyen bir yaşlıya ısı, kimsesiz yavrulara kimse, dalındaki çiçeği koparmaya kıyamayacak kadar şefkatli, yaratılanları Yaradan’dan ötürü sevecek kadar merhametli...

Yaşam, bu insanlar için tabiri caizse dünyada cenneti yaşamaktır. Zor durumda olanların yardımına koşmak, sıkıntıda olanların sıkıntısını paylaşarak gidermek, güçsüzlere, fakirlere, çaresizlere, dertlilere çare olabilmek insanı mutlu, huzurlu hissettirir. Özünde huzuru duyabilen insan, kendisi ile barışık, pozitif bir hayat yaşayan insandır..
Böyle insanların sayıca çok olması o toplumda acı, gözyaşı,yakmak, yıkmak yok etmek olan savaşların daha asgari düzeyde yaşanması anlamına gelmektedir. Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Sevgiyi yüreğinde hissetmeyi başaramamış insanlar, sevginin özünü oluşturan unsurlardan uzak kalmış demektir. Böylelikle kendilerinden ve toplumdan uzaklaşarak yalnız kalmak, kendisini zayıf ve çaresiz hissederek özgüven kaybı yaşarlar.. Çünkü özgüvenin en önemli unsurlarından biridir sevgiye layık olabilmek. Kişi, kendisinin sevgiye layık olmadığı inancıyla baş edemez ve güçsüz düşer. Bu duygu ise insanı günden güne zayıflatır. Ruhu  Hata yapma riskini arttırır. Kin, nefret, kıskançlık,maddi tatminsizlik duygularının yoğun yaşanmasına neden olur.

Ruhun gıdasıdır sevgi.Nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir müddet sonra, biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz ise, ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.

Böyle bir durumda hoşgörü , sevgi ve evrensel dostluğun timsali Mevlana’nın "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya.
Sık sık şahit olduğumuz çirkin olaylar, örneğin bebeklere, çocuklara, yaşlılar ve  kadınlar gibi savunmasız insanlara, hayvanlara yapılan insanlık dışı davranışların temel sebebi sevgisizliktir. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; pişman mısın? diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. 
Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerde, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor. Sevelim ki sevilebilelim. Sevilebilelim ki kendimize,insanlara,yaşama güvenebilelim.“Sevgi yoksa güven, güven yoksa doyum yoktur”. 
Kısaca sevgi her şeydir.
Hanife Mert

Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...