7 Mart 2013 Perşembe

"Hiç Yaşamamış gibi Öldürülen Kadınlarımız"

Nazım Hikmet "kadınlarımız" isimli şiirinde“…Anamız, avradımız, yârimiz. Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen… Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ...Ve ekinde, tütünde, odunda ve kara sabana koşulan kadınlarımız”... dizeleri ile özellikle, çileli cefakar vefakar Anadolu kadınını anlatmaktadır.
O, Atamızın ; "Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim."övgüsüne mashar olmuş  gizli kahramandır.
 O, ne yeri  öküzden sonra gelebilecek kadar değersiz ,ne de zulme uğramayı, horlanmayı hak edecek kadar zavallı  bir yaratılışa sahip.
O, insan olmanın en temel unsuru, hayatın can damarıdır …En güzel şekilde yaratılmıştır.İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En büyük dertlerin dertlisi, çilelerin çilelisi, en büyük mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, eştir, yardir. Lakin var oluşundan bu yana, hak ettiği yere hiç bir zaman konamayan, hep zarar gören ama kimseye zarar veremeyen kişidir. Çilekeştir. Zillete düşendir. Bir kenara itilen, canı çıkana kadar dövülendir. Her kabağın başına patladığı yazgısı kara talihsizlerin talihsizidir. Allah´ın kadını bir emanet olarak verdiğini unutan adamlara adam olmadıklarını anlatan sessiz aktörlerdir. 
"Sanki hiç yaşamamış gibi ölen, öldürülen kadınlar".
Ülkemizdeki kadınlar da, Tıpkı şiirdeki gibi hiç yaşamamış gibi ölüyor ve öldürülüyor.Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine, kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek öldürülüyor… 
Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı,parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. 
Önceki gün tv de haber sunucusu 8 martta 8 kadın öldürüldü diye haber verdi. Her defasında son olmasını dilediğim kadın cinayetleri her geçen gün artıyor.Gün geçmiyor ki, öldürülen şiddete maruz kalan kadın haberleri medyada öncelikli yerini almasın... Tıpkı çocukların oyun oynarken birbirlerine nispet yaptıkları gibi, sanki erkekler cinayet işlemede, şiddette birbirlerine nispet yapıyorlar... Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor... 
Sebep ister psikolojik, ister sosyolojik ve isterse toplumsal olsun, toplumun bu kanayan yarası biran önce tedavi edilmeli, çözüme kavuşturulmalı. 
Bu vesile ile kadınlara uygulanan şiddetin ve kadın ölümlerin son bulması, kadına anaya, eşe hak ettiği saygınlığın, değerin kazandırılması  dileğimle..
Dünya kadınlar gününüz kutlu olsun.

5 Mart 2013 Salı

Yalnızlık!!

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler. 

Orhan Veli Kanık 

27 Şubat 2013 Çarşamba

Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz ...



Fon Müziğini kapatmayı unutmayalım lütfen..
Türkünün hikayesi şöyle....
Rize'nin şimdiki adı Portakallık olan Haldoz mahallesindeki bir düğünde kardeşinin bıçakla karnından yaralanması üzerine, kendisine haber verilen Sandıkçı Şükrü olay yerine giderek kardeşini kanlar içinde bulur ve kardeşini yaralayan Abdi Ağa'nın uşağını (bir rivayete göre de Abdi Ağayı) orada vurur.
Bu olay üzerine hapishaneye düşen Sandıkçı Şükrü bir süre sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte hapishaneden kaçar ve dağa çıkarlar.
Sandıkçı Şükrü, dağa çıktıktan sonra, yönetimle işbirliği yaparak kendisini hileyle zehirlemek isteyen biriyle karısı Fadime'yi elinden almak isteyen başka birini öldürür. Sandıkçı Şükrü'nün adı bu olaylardan sonra daha da yaygınlaşır. Fakirlere bir şey yapmaması zenginlerle mücadele etmesi yüzünden halk tarafından da sevilir ve desteklenir. Bu ve benzeri erdemleri yüzünden kendisine yardım edenler günden güne çoğalmaktadır.
Sandıkçı Şükrü'nün türküde adı geçen Perilizade adında zengin birine haberler göndererek, yoksullara mısır dağıtmasını istediği, yoksa kendisini cezalandıracağı tehdidinde bulunduğu söylenir. Nitekim Sandıkçı Şükrü'nün isteğini yerine getirmeyen Perilizade'nin mısırlarını adamlarına toplattırdığı ve yoksullara dağıttırdığı yaşlılarca da anlatılır.
Rize'nin Camiönü (Arkotil) mahallesinden Hüseyin Kutlu adında Sandıkçı Şükrü dönemine yetişmiş bir yaşlı "Çevrede başı belaya giren Sandıkçı'nın yanına geliyordu. Sandıkçı hem geleni koruyor, hem yardım ediyordu" diyor.
Kardeşiyle birlikte, türküde adı geçen Urusba (şimdiki adı Uzunkaya) köyünde eski bir kahvede otururken, zaptiyeler çevresini sararl. Zaptiye Çavuşu Abbas Çavuş Sandıkçı'nın teslim olmasını ister, ancak Sandıkçı kabul etmeyerek Abbas Çavuş'tan çekip gitmelerini ister. Zaptiye Çavuşu da bunu kabul etmeyince aralarında  çatışma çıkar. Sandıkçı ve kardeşi Zaptiye Çavuşu ile birkaç zaptiyeyi öldürerek  dağa kaçarlar.
Sandıkçı Şükrü'nün bu olaydan sonra bir ara yakalanıp zincire vurularak batıya gönderildiği fakat kapatıldığı yerden atlayıp Rizeli sandalcılar tarafından kurtarıldığı anlatılır. Sandıkçı Şükrü'nün Sinop kalesinde tutukluyken denize atladığı ve kurtulduğu anlaşılıyor.
Sandıkçı Şükrü'nün yakalanmaması ve her geçen zaman içinde daha çok halk desteği sağlaması üzerine Trabzon Valisi Kadir Paşa önemli sayıda adam toplayarak Sandıkçı'nın üzerine gönderir. Sandıkçı'nın üzerine gönderilen süvariler, Kolcu kayıklarının Reisi Varilcioğlu Sadık'ı da yanlarına alırlar. Sandıkçı Şükrü Of ilçesinin İkizdere köyü yakınlarındaki Sanlı adlı bir mezrada bir yaşlı kadının evinde otururken ihbar edilir ve etrafı atlı birliklerce  sarılır. Varilcioğlu da yanlarındadır.
Sandıkçı Şükrü teslim olmak istemez lakin eskiden tanıştığı Varilcioğlu Sadık, teslim olursa öldürülmeyeceğini söyleyerek onu ikna eder. Sandıkçı Şükrü de buna inanarak  teslim olur. Fakat Varilcioğlu ile zabtiyeler teslim olarak önlerinde yürüyen Sandıkçı Şükrü'yü arkadan kurşunlayarak öldürürler.
Sandıkçı Şükrü'yü doğrudan gören ve tanıyan Refii Cevat Ulunay, ondan "Yaptıklarına pişman olmuş, fakat affedilmeyeceğini bildiği için teslim olmayan mert bir insan" olarak sözediyor.
1843-1909 yılları arasında yaşamış Rizeli Kahya Salih adında dinci ve tutucu bir şairin de Sandıkçı Şükrü'yle ilgili bir destanı bulunuyor. Karadeniz Türkçesiyle yazılan destanda "Şükri dedikleri bir merd eşkıya"nın "Devlet hükümatina" kurşun attığı için öldürüldüğü anlatılıyor.

Kaynak; Anonim

Türkünün  Sözleri.
Sene 1341 nevsime uydum
Sebep oldu şeytan bir cana kıydım
Katil defterine adımı koydum
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
Sen üzülme anam dertlerim çoktur
Çektiğim çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
Çok zamandır çektim kahrı zindanı
Bize de mesken oldu sinop'un hani
Firar etmeyilen buldum amanı
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç gün üç gece göründü Rize
Karşı ki dağlardan gel oldu bize
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
Bir yanımı sardı müfreze kolu
Bir yanımı sardı varilcioğlu
Beş yüz atlıylan kestiler yolu
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
 Genel anlam itibari  ile eşkiyalık  zorla ve hile ile başkasının hakkını-hukukunu gasp eden, yasa ve kural tanımayan kişi ya da kişiler için kullanılan bir ifadedir. Bunları yapanlara da eşkıya denir. Diğer bir ifade ile  genellikle bizim kuşaktan olanlar iyi bilir, bir zamanlar tıpkı hikayemizin kahramanı Sandıkçı Şükrü gibi dağda eşkıyalık yapan ancak fakir fukara insanlara dokunmayan kimseler de vardı...Bunların hedeflerinde varlıklı ağalar, zulüm yapan feodal güçler vardı...Bu nedenle bazen bu klasik eşkıyalar, “halk kahramanı” ya da “kahraman eşkıya” olarak da anılırlardı...Hikayemizin acıklı sonundan anlaşıldığı gibi, her ne amaç için olursa olsun; baskı, zulüm, ve zorbalık ile elde edilmek istenen başarı eninde sonunda hak ve adaletle yok edilmeye mahkumdur. 

26 Şubat 2013 Salı

Daha Ne Olsun...İllaki Sağlık Olsun!

               Varsın çorbanın tuzu az gelmiş olsun.
Varsın pilav birazcık lapa olmuş olsun.
Varsın en sevmediğiniz yemek, kereviz olsun masada.
Sofranızda sevgi var mı, ondan haber verin ..
Tadına var akşamının… 
Gece evinde, dostların olsun. 
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun… 
Arkadaşım, hayat bu. 
Daha ne olsun? 
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun! 
Can Yücel dizelerinde hayatı ne güzel özetlemiş. Sevgi, dostlar, mutluluk ve her şeyden önemlisi de sağlık. Bunların dışında oluşan eksiklikleri dert etmeye değmez. Dostları ile birlikte olmanın, sevgiyi paylaşmanın yaşamanın tadına varabilmeli. Yaşadığı anı güzelleştire bilmeli... Gereksiz ayrıntılarla gününü zehir etmemeli insan.Ama tüm bu güzelliklerin farkına varabilmek, yaşayabilmek ve tad alabilmek için “illa ki sağlıklı olsun!” 
Sağlık insan için en büyük nimet…Hayattan zevk alarak yaşamanın belki de ilk şartı. Vücudumuzun en küçük bir azasının bile ağrıması insana hayatı zehir ettirebiliyor. Dünyaları verseniz gözünde olmuyor. İşte insan o zaman anlıyor, sağlıklı bir nefes almanın dünyanın en büyük nimeti olduğunu… 
Genellikle hasta olduğumuz zaman hatırlarız, Kanunu Sultan Süleyman'ın Zigetvar kalesi alınırken hasta yatağında yazdığı dizeleri ;
"halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. "
(Halk için saygın olan, değerli olan valilik, genarallik, başbakanlık gibi...makamdır.
Ancak gerçekte ise dünyada bir nefes sıhhatten daha değerli hiç birşey yoktur...) 
Hafta sonu kızımı mide bulantısı ve isal şikayeti ile acile götürdük.Doktor muayenesinden sonra, yazdığı ilaçları almak hayli zor oldu. Hafta sonu olması sebebi ile nöbetçi eczane bulmak zaman aldı. Canım kızım bir günde rengi soluverdi! üstelik pazar günü onun 16. yaş günü idi. Gönlüne göre bir doğum günü olmadı. Ama yinede pasta ve mumunu ihmal etmedik.Önemli olan sağlığı... 
Çok şükür şimdi biraz toparladı kendini. Bir gün okula göndermedim. Bu gün de kendi ısrarı ile okuluna gitti. Kızım iyileşti diye sevinirken, bu defada eşimde aynı şikayetler oluştu. Farklı olarak onda ateş de vardı. Bu sabahta eşimi götürdüm doktora. Dizanteri olmuş. İlaçlarımızı aldık. Tedaviye başladık. Şükür şimdilik iyi gibi gözüküyor. Neyse ki, ben de bir şey yok. İkisine de bakıyorum... 
Bir baş ağrısı bile bazen canından bezdirmeye yetiyor insanı. Allah kimseye ciddi bir hastalık vermesin. Hastanede evinde yatan hastalara da sağlık ve şifa versin. 

Sağlıklı günler…

21 Şubat 2013 Perşembe

Neden Haber Vermedin ki?

Her ne kadar dünyanın cezbedici süsüne kendimizi kaptırarak; bizim için kaçınılmaz son olan ölüm gerçeğini gündemde tutmak istemesek de o hayatımızın bir parçası. Biz onu unutsak da o bizi hiç unutmaz, vakti geldiğinde kapımızı çalar. Ölümden korkmak veya korkulacak bir şey gibi görmek, içimizde ki iman eksikliğinin bir sonucu olsa gerek. İnsanca ve islamca bir hayat sürmek ölümün korkulacak bir şey olmadığını anlamamızı sağlar.
Üstat Necip Fazıl ne güzel söylemiş;
"Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber 
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?Ölüm dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. İnsanlar ölüm ve ölüm sonrası hayatın mahiyetini bilmediği için, hayatın bu dönüm noktasını soğuk ve itici bulur...
Ondan kaçamayız o bizi mutlaka gelir bulur. Yüce Allah “her nefis ölümü tadacaktır.”(Al-i İmran 3/185) buyurarak yaratılan her canlının ölümü tadacağını haber vermektedir. Öyleyse kaçmak niye?
Kaçmak yerine yapılacak en akıllıca iş onu beklemek...Giderken götüreceklerimizin hazırlığını yapmak olmalı.
Sadi Şirazi, Gülistan isimli eserinde bir hikaye anlatır. Hikaye şöyle başlıyor; adamın biri yıkılan evinin karşısına geçmiş bir yandan ağlıyor, diğer yandan da: "Ah evim! Çökmeden evvel bari bir haber verseydin de ona göre tedbir alsaydım" diye söylenip duruyormuş.
Birden o harabeden bir ses yükselmiş; "Be adam!.. Ben yıllardır sana, çatlayan duvarlarım ve dökülen sıvalarımla çöküyorum diye haber veriyordum. Fakat sen, her defasında bir avuç toprak ile çıka geliyor ve o çatlakları örterek verdiğim haberi adeta ağzıma tıkıyordun"
Hikaye manidardır. Çünkü bizim hayat evimizde de hızla tahripler, çatlaklar oluşmakta ve ömür binamızdan her geçen gün bir taş daha düşmektedir. Çok insaflıdır ölüm... Gelmeden önce nice haberler gönderir de, biz bir türlü dönüp bakmayız o ikazlara...Her birine bir bahane bulur , "hastalıktır geçer" der, önemsemeyiz.
Günbegün tükenip gittiğimizi görmeyiz... Ömür, bitmeyecek bir hazine gibi görünür gözümüze; Oysa her şeyin bir sona mahkum olduğuna inanmak istemeyiz. Aldanırız, ama kabul edemeyiz bunu bir türlü...
Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza... Şaşırır ve endişeli soru veririz; "Neden haber vermedin ki?"
Cevap vermek zorunda değildir ölüm... Çünkü o, haberini çoktan vermiştir...
Hanife MERT

18 Şubat 2013 Pazartesi

GÜNAYDIN!!!!

Bazen Allah'a dua ederken, Allah'ım hayırlıysa ver diyoruz. Sonra hakkımızda hayırlı olanı verdiğinde biz beğenmiyoruz.
 Hz. Ali şöyle dua edermiş; "Allah'ım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, hakkımda hayırlı olanları da gönlüme razı eyle.
Gününüz aydın, Allah gönlünüzde olanı hakkınıda hayırlı, hakkınızda olanları da gönlünüze razı etsin.Mutlu, huzurlu hayırlı sabahlar

15 Şubat 2013 Cuma

İnsanların Dine Bakışı..


Şurası  muhakkak ki; insanların din anlayışları değişir ama, din değişmez o tektir. Her ne kadar İslam dini katı değilse de sınırları bellidir. Ama insanın dinden anladığı farklıdır, herkesin dini düşüncesi farklıdır.
Şimdi bizim dini düşüncemiz, bilgimiz, dine  yakınlığımız  ne sınırdaysa dine bakışımız da o sınıra yakın oluyor. Dine yakınlığımıza göre ona bakışımız da değişir.
insan bir şeyin dinde olup olmadığını bilir,  ancak yapamıyorum ya da yapıyorum gibi bir durum ortaya çıkar. Ancak kendi dinden anladığını dinin kendisi zanneder, o şekilde yaşamaya çalışırsa, bu yanlış bir durum…
Bir de özellikle günümüzde din vicdanlara hapsedilmeye çalışılıyor. İçimiz temiz, kalbimiz gibi benzeri şeyler. Sanırım bu düşüncede olan insanlar dini  içe hapsetmeye çalışıyorlar. Dinleriyle övünmüyorlar, onun kıymetini bilmiyorlar. Bunun için de insanların özellikle  gençlerin, dine biraz özendirilmesi, dine  susuz kalmaları gerekiyor. İçinde bulundukları şartların azcık değişmesi gerekiyor.

Dağa çıktığımızda, izci çadırı kurduğumuz  yere 2 km uzakta bir çeşme var, suyumuzu oradan taşıyoruz. Gece saat 12 gibi su almak için ay ışığında ormanda suya gidiyoruz. Kurtlar uluyor etrafımızda dolanıyorlar. Biz de tüfek bile yok. Sadece ışığımız ve baltamız var. Suya vardık, buz gibi su akıyor ve oradan su aldık. Abdest de alalım dedik ve abdest aldık. O kadar tatlıydı ki; o abdest… Ben sabaha kadar bu abdesti kaybetmemek için uyumam dedim. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?
Gençlerimiz dinin   kıymetini pek bilmiyor. Hele bir de onu içimize hapsedelim dediler mi!  Kabullenmiyorlar dıştan dini bir görüntü.
Necip Fazıl’ın güzel bir söz ü vardır, şiirin hepsini bilmiyorum ama, “burnunu göstermekten utanırdı süt ninem” diye bir yeri var. Düşünün onlarda bizim ninelerimiz, onlarda Müslüman.Fransız askerleri bir baş örtülü bayanın başörtüsünü aldılar diye savaş çıkartmadı mı bu millet, biz  de onların torunları değil miyiz?
                                                                          
 YAŞAR GEDİKLİ
 (Rabbim  kabrini nur, makamını cennet etsin)
Cumanız Hayırlara vesile olsun..

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...