Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne alev alev vuran yakıcı
güneş ışığının etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu. Lakin derenin kenarındaki dut
ağacının yapraklarının hışırtısı, dalların arasından dalga dalga yayılan
ışık huzmesi ile masmavi gökyüzü, ruhu dinginleştiriyordu. Küme halinde uçan
serçelerin cıvıltıları ve çekirgelerin sesi insana yaşama sevinci aşılıyordu.
Her zamanki gibi yine bebeğini kucağına alıp derenin kıyısına,
dut ağacının dibine oturdu kadın. Öyle dalgındı ki etrafını kuşatan
güzelliklerin farkında bile değildi. Çünkü onun aklı çok
uzaklardaydı… Derenin kıyısında dizlerini bükmüş, sol elini çenesine yaslamış
bir vaziyette otururken,
sağ eliyle de
çocuğunu kucaklamıştı... Başını önüne eğdiğinde bendini aşmış, önüne çıkan
her şeyi alıp götüren, gürül gürül akan nehiri fark etti. Bakışlarını akan
suyun binlerce metre derinindeki bir noktaya sabitledi. Gözlerinin
önünden film şeridi gibi geçiyordu çileli hayatı. Birden şerit kopuvermiş, film
bitmişti. Başını kaldırdı, dalgın gözlerini zorla
çekti akan sudan... Önce beyaz kundakta
sarılı yavrusunun üzüm karası gözlerinin ta içine, sonra da masmavi ufka baktı:
-Sanırım bugün de gelmeyecek! dedi. Sanki bebek ne dediğini anlamış da
" Kim" diye sormuşcasına cevap verdi.
-Baban, dedi sanırım artık gelmez…
Sonra tekrar gürül gürül akan berrak suya baktı dalgın
dalgın... Uzaktan gelen minibüsün korna sesi ile irkildi. Bebeğini kucağına
aldı, bir taraftan saçından düşen yazmasını acelece düzeltti. Yokuş toprak
tepenin üzerinden koşarak yola çıktı. Minibüs tam da kadının önünde
durdu. Kadın kenara çekilerek inenlere baktı soran gözlerle… Artık son kişi de
inmişti. Minibüste şöförden başka kimse kalmamıştı. Çekinerek kapının yanına
geldi. Şoföre baktı, umutla…Sadece baktı...
Şoför:
-Yok bacım, kocan bu gün de yok! dedi...
İstanbul’a çalışmaya gitmişti kocası. Para kazanacak, ev tutacak ve
sonra gelip bebeği ile birlikte onları da götürecekti. Gidiş o gidiş... Bir
daha haber alamamıştı kocasından... O, her şeye rağmen umudunu yitirmeden,
sabırla çaresiz bekleyişini sürdürüyordu. Gelmeyeceğini bile bile...
Onu çaresizlik içinde her gün yavrusu ile birlikte, dere kenarına getiren,
içinde kaybetmediği umuttu.
Neydi umut dediğimiz şey? Çıkmayan candan vazgeçilmeyen inanç
mı? Ya da aza kanaat eden fakirin sofrasındaki katık mı? Yoksa gelmeyecek
kocasını bekleyen kadının yuvasındaki saadet miydi?
Umut çıkmayan canda saklı olan sabırdı,
mücadeleydi, heyecandı, hüzündü, inanmaktı, hayal etmekti, istemekti,
beklemekti. Kısaca insanı hayata bağlayan ölüm ile hayat arasındaki uzunca köprüydü.
Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır,
yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla, inançla
desteklenerek hayat bulur. Kimi zaman bir fakirin sofrasındaki çorbada, kimi
zaman zenginin bankadaki hesabında, bir hastanın ilacındaki şifada, bir
öğrencinin notunda, bir gencin geleceğinde, bir aşığın vuslatında, bir memurun
emeklisinde, bir kuşun kanadında, bir toplumun savaşsız, barış, kardeşlik sevgi
duyguları ile bezenmiş çağdaş uygarlığı yakalamasında, soğukta titreyen evsiz
bir yetimin sıcacık huzurlu bir evinde, huzuru tüketmiş bir ailenin saadetinde,
haksızlığa uğramış bir mazlumun adaletinde gizli..
İnsan umuda en fazla çaresizliğin pençesinde çabalarken ihtiyaç
duyar. Çünkü umut çaresizliğin girdabında çabalarken anlamlıdır. Umut öyle bir
şey ki, çaresiz kaldığın en zor anlarda görülen küçük bir ışığa, tıpkı
pervanenin ateşe koştuğu gibi koşmaktır.
Yapmak istediklerinizin peşine düşmek. Bu uğurda zorluklar, engeller,
önünüze çıkan her ne varsa umutla, sabırla, kararlılıkla, azimle ve inançla
mücadele etmek…
Bu çok kolay değil elbet… Hatta hiç kolay değil. Zaten önemli olan zoru
başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen hedefe ulaşıldığında duyulan mutluluğu
tarif edebilmek mümkün mü? Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o istediğiniz
şeye ulaşmanın kıymetini anlayabilir miydiniz? Her karşılaşılan engelde,
zorlukta vazgeçmek yerine umudunu güçlendirerek “olay daha bitmedi” diyerek
mücadeleye ve yola yeniden devam etmek. Yılmadan, yorulmadan…
Kimi zaman da umut eder, hayal eder, sabreder, mücadele eder ama
istediğimize ulaşamayabiliriz. Karamsarlığa kapılıp umuttan, hayalden vazgeçmek
yaşamaktan vazgeçmek demek değil midir? Çünkü insan umut ettiği ölçüde yaşar.
Aydınlık karanlığın bittiği yerdedir.
Yaşamınızda umut ışığınız hiç sönmesin…!
Muhabbetle,
Hanife MERT