Allah (c.c) katında zamanların değerleri birbirine eşittir. Ancak öyle zamanlar vardır ki o zamanlarda öyle hadiseler olur ki, o vakte diğer zaman dilimlerinden daha üstün bir değer kazandırır.İşte Şaban ayının ondördünü onbeşine bağlayan gece berat gecesi de bu üstün gecelerden biridir.. Berat kelimesi; borçtan kurtulma, temize çıkıp aklanma, ceza veya sorumluluktan kurtulma gibi anlamlara gelmektedir. Berat kandili, Allah"ın ekstra rahmet, lütuf ve mağfiretiyle tecelli ederek, kullarına bağışlanma, kapılarını ardına kadar araladığı; müminlerin dualarına icabet ettiği, günahlarını affettiği, yapılan ibadetleri normal zamanlardan kat kat fazla mükâfatlandırdığı gecedir. Müslümanlar bu geceyi ibadet ve taatle geçirmenin pek çok sevabı ve feyzi olduğuna inanır. Bu konuda peygamber Efendimiz (S.A.V)şöyle buyurmuştur: "Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu zaman, gecesinde ibadete kalkın. Ve o gecenin gündüzünde (kandilden sonraki gün) oruç tutunuz. Çünkü o gece güneş batınca Allah Teâlâ o andan fecir oluncaya kadar: 'Benden mağfiret dileyen yok mu, onu mağfiret edeyim. Benden rızık isteyen yok mu, onu rızıklandırayım. (Bir belâ ile) müptelâ olan yok mu, ona kurtuluş vereyim' buyurur." (İbn Mâce) Berat gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfuzdan dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna inzal denir. Kadir gecesinde ise Peygambere ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da Tenzil denir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de' Apaçık Kitaba yemin olsun ki, Biz Kur'an-ı mübarek bir gecede indirdik. Biz, gerçekten uyarıcıyız. O mübarek gecede, her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir...'(Duhan, 44/1-4) Ayette geçen, 'mübarek gece'den maksat; Berat Gecesidir. Kur'ân bu gecede, Yedinci semadan dünya semasına indirildi. Kadir gecesinde ise ilk kez Peygamber Efendimize indirilmeye başlandı. Resûlullah (sas): "Allah Tealâ tüm şeyleri Berat Gecesi’nde takdir eder. Kadir gecesi gelince de bu şeyleri sahiplerine teslim eder." buyurmuştur. Berat gecesinde eceller ve rızıklar; Kadir Gecesi’nde ise hayır, bereket ve selametle alâkalı işler takdir edilir. Kadir Gecesi’nde sayesinde dinin güç-kuvvet bulduğu şeylerin takdir edildiği; Berat Gecesi’nde ise o yıl ölecek olanların isimlerinin kaydedilip ölüm meleğinin teslim edildiği de söylenmiştir. (12) İslâm Alimlerine göre Berat Gecesi’nin için de beş özellik bulunmaktadır: 1- Her önemli işin bu gecede hikmetli bir şekilde ayrımı ve seçimi yapılır. 2- Bu gece yapılan ibadetin (kılınan namazların, okunan Kur'ân'ların, yapılan dua ve zikirlerin, tevbe ve istiğfarların), gündüzünde tutulan oruçların fazileti çok büyüktür. 3- İlâhî ihsan, feyiz ve bereketle dopdolu bir gecedir. 4- Mağfiret (bağışlanma) gecesidir. 5- Resul-i Ekrem'e şefaat hakkının tamamı (şefaat-ı taamme) bu gece verilmiştir. (13) Bazı hadis-i Şerifler de ise bu gece her tarafı kaplayan rahmet ve mağfiretten ve ayrıca aşağıdaki kimselerin tövbe etmezlerse affedilmeyecekleri ve Allah’ın rahmet ve sonsuz şefkatinden mahrum bırakılacakları haber verilmektedir. 1- Allah'a ortak koşanlar. 2- Kalpleri düşmanlık hisleriyle dolu olup insanlarla zıtlaşmaktan başka bir şey düşünmeyenler. 3- Müslümanların arasına fitne sokanlar. 4- Akraba bağını koparanlar. 5- Gurur ve kibir sebebiyle elbiselerini yerde sürüyenler. 6- Anne ve babalarına isyanda devam edenler. 7- Devamlı içki içenler. (14) Şayet, bu kimseler Allah’a tövbe eder ve günahlarından vazgeçerlerse, elbetteki ilahi rahmet onları da saracak ve şu ayetin müjdesi onlara da ulaşacaktır. Yüce Allah"ın Kur"an-ı Kerim"de; “De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah"ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O,çok bağışlayan, çok merhamet edendir” müjdesinin farkına vararak kendi özüne dönmeli, ümitlerini canlandırmalı,bağışlama ve bağışlanma duygularını güçlendirmelidir. ‘Allah’ım! azabından afvına, gazabından rızana sığınıyorum. Sen’den yine Sana iltica ediyorum. Şânın yücedir. Sana yaptığım senayı Senin kendine yaptığın senaya denk bulmuyorum. Sana lâyık bir surette hamd etmekten âcizim.’ Allah’ın rahmet ve mağfiretinin bizleri kuşatacağı, bütün manevi kirlerimizden temizlenme imkanı bulabileceğimiz ve Ramazan ayının son müjdecisi Mübarek Berat Kandili ülkemize, milletimize ve tüm islam alemine barış kardeşlik adalet ve hayırlara vesile olsun... Beratimiz olsun... Dualarda buluşmak ümidi ile, kandilimiz mübarek olsun... Kaynak: Derleme |
Bu sitede yayınlanan öykü şiir ve makalelerimi izinsiz kopyalamak ve yayınlamak, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca suçtur!
23 Haziran 2013 Pazar
Berat Kandiliniz Kutlu Olsun...
10 Haziran 2013 Pazartesi
Yemen Türküsü- Hikayesi
1839 yılında Aden'i ele geçiren İngiltere Yemen halkını Osmanlı yönetimine karşı kışkırtmaya başladı. 1871'deki Yemen isyanını bastırmak için İstanbul hükümeti bir ordu gönderdi. Harekat 1873 yılına kadar sürdü. Bir çok vatan evladının kanı pahasına isyan bastırıldı.
Yemen'in dağlık kesiminde yaşayan Zeydiler, Osmanlı Devleti'ne düşmandılar. Kendi imamlarının yönetiminde yaşamak istediklerini öne sürerek 1889 yılında isyan ettiler. Hicaz valisi Müşir Ahmet Feyzi Paşa tarafından bastırılan isyan neticesinde Feyzi Paşa Yemen'e hakim oldu. Bir süre temin edilen asayiş, 1895'te Zeydiler tarafından çıkartılan ikinci bir isyan ile tekrar bozuldu. Hüseyin Hilmi Paşa'nın komutasındaki Osmanlı ordusu iki yıl süren şiddetli mücadele sonunda isyanı bastırabildi. Yemen'de otoritesi zayıflayan Osmanlı, zaman içinde burayı terk etmek zorunda kaldı.
Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şu Yemen'de can verenler
Biri Mehmet biri Memiş
Yemen savaşlarında Anadolu'dan gönderilen vatan evlatları çok kayıplar verdiler. Yemenlilere Türk askerinin koynunda Osmanlı parası aratan İngilizler, para çıkmayan şehit düşmüş Türk evlatlarının karnını yardırıp sarı lira arattılar. Yemen, Anadolu insanı tarafından gidip geri dönülmeyen, adeta bir cehennem olarak nitelendirilmeye başlandı. Anadolu yiğidi buralarda Arabın ihaneti, açlık, mühimmatsızlık nedeniyle eridi gitti. Birçok gelin, kız, sevdiğini, ana-baba fidan gibi evlatlarını bu hain topraklarda yitirdi. Küçük körpe yavrular babasız kaldı. Aşağıdaki türkü o günleri yaşayan Anadolu insanının yüreğinde kopan bir acı feryattır.
Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne figandır
Şu Yemen elleri nede yamandır
Adı Yemen'dir
Gülü dikendir
Giden gelmiyor
Acep nedendir
Kışlanın önünde redif sesi var
Açın çantasını acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var
Burası Huş'tur
Yolu yokuştur
Giden gelmiyor
Acep ne iştir
Mızıka çalındı düğün mü sandın
Yemen'e gideni gelir mi sandın
Kahpe Yemen yari elimden aldın
Adı Ali'dir
Nazlı yarimdir
Giden gelmiyor
Nasıl ölümdür
Anadolu insanının kolay kolay belleğinde silinmeyen Yemen faciası bir çok türkü ve ağıda konu olmuştur. Kırşehir'den gidip Yemen'de şehit olanlar için, Kırşehirli Âşık Hüseyin ile Âşık Said'in söylemiş olduğu türkülerin mısraları oldukça düşündürücüdür.
Yemen 1
Bir alay askerdik bindik gemiye
O gemi götürür bizi Yemen'e
Şükür o Yemen'de geri dönene
Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Ateş düştüğü yeri yakar kime ne
Susmuş konuşmuyor ağzında dili
Yirmisinde solmuş tomurcuk gülü
Ne yaman yer imiş Yemen'in çölü
Yemen'e de koç yiğidim Yemen'e
Kendim ağlar kendim söyler kime ne
Kalkmıyor sırt çantam cephanem ağır
Kimimiz kör olduk kimimiz sağır
Her yana oynuyor İngiliz gavur
Aman padişahım imdat Yemen'e
Şu Yemen'in gailasi bize ne
Yemen'de de kara haber geliyor
Nice koç yiğitler telef oluyor
Hain Arap arkamızda vuruyor
Türk uşağının kanı akar Yemen'e
Analar bacılar ağlar kime ne
Hüseyin akıtır kanlı yaşını
Bit pire üşüşmüş yiyor döşünü
Akbabalar konar oyar başını
Gitti gelmez ağam emmim Yemen'e
Ölen ölür kalan sağlar kime ne
***
Yemen 2
Yemen nere sıla nere
Dağlar girdi ara yere
Yitirmedim umudumu
Gözlüyorum Memet gele
Yemen bizim neyimize
Figan düştü evimize
Çocukların yetim kalır
Sen güvenme beyinize
Yemen yolu çukur olur
Karavanam bakır olur
Zenginimiz bedel verir
Fakirimiz asker olur
Kalmadı anayın sabrı
Taş kesti babayın bağrı
İnsafa gel padişahım
Gönder Memet'imi gayrı
Başta kalpak soldu m'ola
Gün vurdu da uldu m'ola
Memed'imin gözlerine
Karıncalar doldu m'ola
Güvenme Arap hayına
Ateş atar ocağına
Yemen'e gittin gideli
Oğul gelmez kucağıma
Yavruların zarleniyor
Bu hasretlik külleniyor
Küçük körpe Hüseyin'in
Babam diye dilleniyor
Yemen 3
İstanbul'da bindik derya yüzüne
Hasret ile figan indi gözüme
Dinleyin kardeşler bakın sözüme
Aman kaptan gidiyok mu Yemen'e
Yemen'den karalı haber geliyor
Nice yiğitlerde hasret ölüyor
Şen İstanbul gerilerde kalıyor
Aman kaptan iyi bakın dümene
Deniz üstü kara duman bürüdü
Nice yiğit ölümlere süründü
Kırk yedi gün Yemen çölü göründü
Arkadaşlar işte geldik Yemen'e
Durmadan söylüyor Said'in dili
Bahçeler açtı mı kırmızı gülü
Neye mahzur derler Yemen'in çölü
Kendin ağlan kendin gülen kime ne
Kaynak: Rifat Uçarol, Siyasi
Tarih, III. İst. 1985, s.259; D. M. İsa Salahiye, El-Osmaniyim fi
Cenubi'l-Cezireti'l Arabiye, 1977. Yemen Salnamesi, Sana 1324; Prof. Dr. H.
Dursun Yıldız, Büyük İslam Tarihi, Çağ Yay. İst. C.12, s.123; Baki Yaşa
Altınok, Âşık Hüseyin, 69, Ocak Yay. Ank. 2000, s. 68; Muzaffer Ergün, Toklumenli Aşık Said, Kırşehir Basımevi
1938, s. 10; Öyküleriyle Kırşehir Türküleri, Destanları, Ağıtları - Baki Yaşa
Altınok, Oba Yayıncılık, Mayıs - 2003, Ankara, s.161-162-163-164-165
http://www.turkudostlari.net/hikaye.asp?turku=18261
Not; Atatürk'ü ağlatan ve "Yemen ellerinde Türk çocuklarının ne işi vardı? dediği Yemen Türküsü'nün hüzünlü hikayesi...
http://www.turkudostlari.net/hikaye.asp?turku=18261
Not; Atatürk'ü ağlatan ve "Yemen ellerinde Türk çocuklarının ne işi vardı? dediği Yemen Türküsü'nün hüzünlü hikayesi...
7 Haziran 2013 Cuma
Bir Ayet, Bir hadis HAYIRLI CUMALAR...
AYET; BİSMİLLAHİRRAHMENİRRAHİM
"Allah o İlahtır ki Kendisinden başka ilah yoktur. Haydır, kayyûmdur. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine? Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahlûklar ise O'nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O'na ağır gelmez, O öyle ulu, öyle büyüktür. {Bakara, 255 - Ayetü'l-kürsî}
Hay: Her zaman var olan, diri olan, ezelî ve ebedî hayat sahibi.
Kayyûm: Kendi zâtı ile var olup, zeval bulmayan ve bütün kâinatı varlıkta tutup onları yöneten, demektir.
Bu âyete ayetü'l-kürsî denilir. Bu ayet, Allah'ın hükümranlığının son derece açık ve özet bir anlatımını ihtiva eder. Fazilet ve sevabına dair hadisler vardır.
"Kur'ân'da en büyük âyet, Âyetü'l-kürsî'dir. Bunu kim okursa Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. İçinde okunduğu evi şeytan otuz gün terkeder. O eve kırk gün sihir ve sihirbaz giremez. Ey Alî! Bunu evladına, ailene ve komşularına öğret
"Zandan uzak durun! Çünkü zan, sözün en yalanıdır.
Başkalarının gizli konuştuklarını yaymayın!
Birbirlerinizin ayıplarını araştırmayın!
Gereksiz yere rekabete girmeyin!
Birbirinizi kıskanmayın!
Birbirinize kin tutmayın!
Birbirinize sırt çevirmeyin!
Ey ALLAHın kulları, ALLAHın size emrettiği gibi kardeş olun!
Müslüman müslümanın kardeşidir.
Ona ne zulmeder, ne de onu yüzüstü bırakır.
Ona hakaret de etmez."
Sonra kalbini gösterdi:
"Takva buradadır, takva buradadır, takva buradadır!
Kişinin, müslüman kardeşini hor görmesi, kötülük bakımından kendisine yeter de artar bile.
Müslümanın herşeyi müslümana haramdır: kanı, şerefi, malı...
ALLAH, sizin ne bedenlerinize, ne biçimlerinize ve ne de amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar."
HZ. MUHAMMED (S.A.V)
Ebû Hureyre radıyALLAHu anh. Buhârî.
"Allah o İlahtır ki Kendisinden başka ilah yoktur. Haydır, kayyûmdur. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine? Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahlûklar ise O'nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O'na ağır gelmez, O öyle ulu, öyle büyüktür. {Bakara, 255 - Ayetü'l-kürsî}
Hay: Her zaman var olan, diri olan, ezelî ve ebedî hayat sahibi.
Kayyûm: Kendi zâtı ile var olup, zeval bulmayan ve bütün kâinatı varlıkta tutup onları yöneten, demektir.
Bu âyete ayetü'l-kürsî denilir. Bu ayet, Allah'ın hükümranlığının son derece açık ve özet bir anlatımını ihtiva eder. Fazilet ve sevabına dair hadisler vardır.
"Kur'ân'da en büyük âyet, Âyetü'l-kürsî'dir. Bunu kim okursa Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. İçinde okunduğu evi şeytan otuz gün terkeder. O eve kırk gün sihir ve sihirbaz giremez. Ey Alî! Bunu evladına, ailene ve komşularına öğret
"Zandan uzak durun! Çünkü zan, sözün en yalanıdır.
Başkalarının gizli konuştuklarını yaymayın!
Birbirlerinizin ayıplarını araştırmayın!
Gereksiz yere rekabete girmeyin!
Birbirinizi kıskanmayın!
Birbirinize kin tutmayın!
Birbirinize sırt çevirmeyin!
Ey ALLAHın kulları, ALLAHın size emrettiği gibi kardeş olun!
Müslüman müslümanın kardeşidir.
Ona ne zulmeder, ne de onu yüzüstü bırakır.
Ona hakaret de etmez."
Sonra kalbini gösterdi:
"Takva buradadır, takva buradadır, takva buradadır!
Kişinin, müslüman kardeşini hor görmesi, kötülük bakımından kendisine yeter de artar bile.
Müslümanın herşeyi müslümana haramdır: kanı, şerefi, malı...
ALLAH, sizin ne bedenlerinize, ne biçimlerinize ve ne de amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar."
HZ. MUHAMMED (S.A.V)
Ebû Hureyre radıyALLAHu anh. Buhârî.
Sevgili Dostlarım!
Bu mübarek cuma günün ülkemize, milletimize barış, huzur, kardeşlik,sevgi, hoşgörü, adalete vesile olmasını diliyorum.
Sevgi ve muhabbetle,
6 Haziran 2013 Perşembe
Cahil Meyvesiz Ağaca Benzer...
Cahil
kelime olarak; bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve
halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan yoksun olan kimse olarak
nitelendirilir.
Cahil kimse erdemli, doğru ve araştırıp öğrenmeyi kendine ilke
edinmiş, akıllı bilgili kimselerden uzak durur. Çünkü, kendini olduğundan daha
fazla büyük görme hastalığına tutulmuş, tevazudan
yoksundur. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her
şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Dediğim dedikçidir, yanıldığını
asla kabul etmez. Çünkü o, etrafı ancak gördüğü gibi değerlendirir. Fazla
detaya girmez. Ben bilirim, benim dediğim doğrudur zihniyetindedir,kendi
düşüncesinde olmayanı ötekileştirir. Kitleleri birleştirmek yerine ayrıştırıcı
politikalar üretir. Cahil kimse meyve vermeyen ağaca benzer atasözünde ifade
edildiği gibi kimseye fayda
sağlayamazlar. Eğitim almak ya da almamak bu kimselerin cehaletinin
üzerinde olumlu rol oynamaz. Öyleleri vardır ki, mektep medrese görmüş,
mürekkep yalamış ama kendini geliştirememiş yetiştirememiş cahil kalmıştır.
Kimileri de vardır, okul yüzü görmemiştir ama kendisini en iyi şekilde eğitmiş
hayata hazırlamış bilge kimseler kategorisine girmiştir. Günlük yaşamımızda bu
özelliklere sahip kimselerle,kimi zaman iş yerinde arkadaşımız, şefimiz,
müdürümüz, patronumuz; sokağımızda, mahallemizde, sitemizde, apartmanımızda
komşumuz,iş yaptırmak zorunda olduğumuz bir kurumda yardımına ihtiyaç
duyduğumuz kurum çalışanı olarak karşılaşırız. Bu kimseler davranışlarıyla
öylesine cahilce bir tutum sergiler ki; işgal ettiği makam yer ve konum
birbiriyle tamamen zıttır.
Hatta
tv de izlediğimiz düşünmeden cahilce söylemlerde bulunan bizi şaşırtan,
adam nasıl bakan, milletvekili, vali olmuş dediğimiz kimseler...Bir
İşgal ettiği makama, konumuna bir de hareketlerine bakarız! bu insan bu
makama, bu duruma nasıl getirilmiş? diye, kendimize sorarız...
İlk bakıldığında kendilerinden kattıkları çok fazla
bir nitelikleri olmamasına rağmen, hasbel kader sahip olduğu durumu kendi
lehlerine çevirme de üstlerine yoktur. Cahilce tutumlarını kabul edilmez
bulursunuz.. Her hareketlerinde düşünme, kontrol etme eğitim, bilgi gibi
olgulardan uzak özgürce davranış sergilerler. Karşı tarafın bilgisi, eğitimi
tecrübesi bu kimselerin gözünde önemsenmeye değer bulunmadığı gibi,aksine onları
küçük düşürücü davranışlardan kaçınmazlar.
İki psikiyatri uzmanının, 10 yıl önce
ortaya attığı bir teoriye göre;
"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine
olan güvenini artırır."
Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik
ve zihinsel alanda yapılan çeşitli araştırmaların sonucunda Dunning-Kruger
Sendromu'nun metni yazıldı: Buna göre;
“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’
kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında
yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin
hakkı olduğunu düşünür!
Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı
mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.
‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.
Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her
yerde daha hızlı yükselirler…
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar
çalışma hayatında ‘fazla alçak gönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere
kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii
beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri
tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar..."
Bertrand Russel'in ifade ettiği gibi;
Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku
içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”
Şuan gerek ülkemizin ve gerekse içinde bulunduğumuz
dünyanın yaşanılmaz hale getirilmesinin belki de en önemli nedeni, cahillerin
akıllılardan daha özgür ve küstahça hareket etmesidir...
sevgi ve muhabbetle
Hanife Mert
28 Mayıs 2013 Salı
Atatürk'ü Koruma Kanunu
Son dönemlerde iktidarda olanlar ve yandaşları gerek medya gerekse internet üzerinden, Milli değerlerimize ve özellikle, gösterdiği üstün liderlik vasfı ve başarılı stratejileri ile yok olmanın eşiğine gelmiş bir Milleti ayağa kaldırmış, gücünü tüm dünyaya ispatlamış ve kendisi dünyaya mal olmuş bir lider olan Atatürk'ümüze gerek söz, gerek büst ve heykellerine yapılan sinsice, haince, cahilce ve nankörce oluşturulan saldırılar karşısında bizlerin duyarsız ve tepkisiz tavırları en az saldırıyı yapanlar kadar nankör ve vefasız bir toplum olduğumuzun göstergesi... Hal böyle iken, vatanına, bayrağına, Atasına ve tarihine gönül bağı ile bağlı vatanseverlere sorumluluğunu hatırlatmaktır görevimiz.
Biz Atamızı yüreğimizde koruyoruz... Lakin yapılan bu saygısız tavırların yasal bir müeyyidesi olmalı diye araştırırken aşağıda eklediğim kanunu buldum ve siz değerli arkadaşlarımla paylaşmak istedim.
Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun:
yayın : resmi gazete
yayım tarihi ve sayısı : 31/07/1951 - 7872
numarası : 5816
madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır. madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır.
birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.
madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
madde 5- Bu kanunu adalet bakanı yürütür.
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, hakareti ya da kamu malını tahribi cezalandıran kanunlar yapmanın bireysel hakları tehdit eden herhangi bir yönü yoktur. Hakaretin artık aramızda olmayan bir insana yöneltilmiş olması da, mazur görülmesini elbette gerektirmez.
Ancak bütün bunlar, Atatürk'ü Koruma Kanununun hatasız bir şekilde tasarlandığı anlamına gelmiyor.
Bu tür kanunların bireysel haklar ve düşünce özgürlüğü adına en büyük tehlikesi, eleştiri-hakaret ayrımında oluşacak içtihatların niteliği. Zira bu ayrım sağlıklı bir şekilde yapılmadığı müddetçe, kanunun belli düşüncelerin susturulmasına hizmet edecek şekilde kötüye kullanılabilmesi de mümkün olabilir. Bir başka deyişle, uzun yıllardır Atatürk'ün 'tartışılamaz' ve 'aşılamaz' kılınmaya çalışılması yönündeki çabaların oluşturduğu algı, yargıya hakim olduğu ölçüde, Atatürk'ün düşünceleri ve uygulamalarına yöneltilen 'olumsuz eleştirilerin de 'hakaret' olarak değerlendirilmesi fazlasıyla mümkün.
Kanunun 'tuhaf' olarak nitelendirilebilecek bir yönü de yok değil. Zira kanun, Atatürk'ün şahsına yönelik hakaretlerden çok, heykellerini korumaya odaklanıyor. Kanunda, Atatürk'ün şahsına hakaret etmenin cezası maksimum üç yıl olarak belirtilmişken, heykeller için öngörülen maksimum ceza 'ağır hapsi' de içermek üzere beş yıla kadar çıkabiliyor.
kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır. madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır.
birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.
madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
madde 5- Bu kanunu adalet bakanı yürütür.
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, hakareti ya da kamu malını tahribi cezalandıran kanunlar yapmanın bireysel hakları tehdit eden herhangi bir yönü yoktur. Hakaretin artık aramızda olmayan bir insana yöneltilmiş olması da, mazur görülmesini elbette gerektirmez.
Ancak bütün bunlar, Atatürk'ü Koruma Kanununun hatasız bir şekilde tasarlandığı anlamına gelmiyor.
Bu tür kanunların bireysel haklar ve düşünce özgürlüğü adına en büyük tehlikesi, eleştiri-hakaret ayrımında oluşacak içtihatların niteliği. Zira bu ayrım sağlıklı bir şekilde yapılmadığı müddetçe, kanunun belli düşüncelerin susturulmasına hizmet edecek şekilde kötüye kullanılabilmesi de mümkün olabilir. Bir başka deyişle, uzun yıllardır Atatürk'ün 'tartışılamaz' ve 'aşılamaz' kılınmaya çalışılması yönündeki çabaların oluşturduğu algı, yargıya hakim olduğu ölçüde, Atatürk'ün düşünceleri ve uygulamalarına yöneltilen 'olumsuz eleştirilerin de 'hakaret' olarak değerlendirilmesi fazlasıyla mümkün.
Kanunun 'tuhaf' olarak nitelendirilebilecek bir yönü de yok değil. Zira kanun, Atatürk'ün şahsına yönelik hakaretlerden çok, heykellerini korumaya odaklanıyor. Kanunda, Atatürk'ün şahsına hakaret etmenin cezası maksimum üç yıl olarak belirtilmişken, heykeller için öngörülen maksimum ceza 'ağır hapsi' de içermek üzere beş yıla kadar çıkabiliyor.
LÜTFEN DUYARLI OLALIM ATATÜRK'E YAPILAN ÇİRKİN SALDIRILARA KARŞI YASAL HAKKIMIZI KULLANALIM!!!
26 Mayıs 2013 Pazar
Ye Kürküm Ye Devri
Ye Kürküm Ye…
Nasreddin Hoca’nın meşhur bir fıkrası vardırya hani; ye kürküm ye diye. Hoca bir gün günlük kıyafetiyle bir meclise gitmiş. Pek itibar hürmet görmemiş, sofraya da davet edilmemiş. Hocamız bu tabi, irfan ve feraset sahibi bir insan, sebebini anlamış bu durumun. Evine gitmiş güzel kıyafetlerini giymiş, üstüne de kürkünü. Tekrar aynı meclise gitmiş. Bu defa hocaya büyük itibar etmişler, hürmet göstermişler ve sofranın başucuna oturtmuşlar. Hocaya her yemek ikram edildiğinde Hoca önce kürkünü uzatıp “ye kürküm ye” diyormuş. Tabi çevresindekiler anlam veremeyip, “Hoca kürk yemek yer mi?” diye soruyorlarmış. Hoca da biraz önce normal kıyafetlerimle geldim, sofraya oturamadım, kürküm ile geldim sofranın başucuna oturdum. Yemek onun hakkı mealinde bir cevap vererek anlayanlara güzel bir ders vermiş.
Her ne kadar yıllar,yüzyıllar da geçse, bilim ilerlese de, atların, eşeklerin,develerin, katırların yerini arabalar, trenler, uçaklar, helikopterler alsa da, bilgisayar, internet icat edilse de, bilgi çağına girmiş olsak da, insanların değer yargıları, yaşam felsefeleri ve zihniyetleri değişmiyor.
İnsanlar kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne,kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları, şekil, görünüş ve madde üzerine bina edilmiş. Şeklin güzelse adamsın, paran varsa adamsın, zenginsen adamsın, mevki makam sahibi isen adamsın gibi.. Demek bu Nasreddin Hoca zamanında da böyleydi şimdi de böyle. Halbuki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. En değerli varlıklar olarak bunları kabul ederdi. Ahlak, ilim, irfan artık yok, para, ev, araba, mevki, makam var.
Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz.
Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi, yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen, kimseye yardım etmek yerine sadece bakıp geçen kişileri görüyoruz. .
Beni üzen; kendini dindar olarak tanımlayan ve görünüşte dini hassasiyetleri diğer insanlardan daha fazla olanlar da aynı. Onlar da tamamen saygılarını, hürmetlerini madde, para odaklı hale getirmişler.
Belki çok genelleyici, karamsar ve kötümser bir yazı oldu. Ancak değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanlar olduğunu biliyorum ve benim saygı ve hürmetim onlara... Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, fakiri güçsüzü ezenlere, yetimi yerenlere değil...
sevgi ve muhabbetle
sevgi ve muhabbetle
Her Çocuk İslam Fıtratı Üzere Doğar
İnsanın kendisi ile barışık olması 2 şekilde olur. Birincisi, hani her insan islam fıtratı üzere doğar. Bu şekliyle bu fıtratını devam ettirmesi kendisiyle barışık olması demektir. Orjinal halini koruması ona sahip çıkması ve onunla yaşamaya çalışması gibi. Diğeri de normal yaşamı boyunca, dini inancı gereği yaşantısı ile gurur duyması ve kim olursa olsun karşısında, onurlu ve dik durmayı başarması. Kendisini sevmesi güzel görmesi gibi...
Kibir değildir bu, gurur değildir bu. İnancıyla yaşantısıyla elinden geldiğince övünç duymasıdır. Bir yerde şükretmesidir, hamd etmesidir. Bir kalıba girmek ne kadar yetersiz, yani sadece namaz kılmak, sadece oruç tutmak, sadece kapanmak gibi... İnsanın bilgili olması neyi niçin yaptığını bilmesi, bir şekilde yaşayan din olması. Zaten İslamın da istediği bu değil mi?
(Yaşar Gedikli)
Demişti rahmetli Yaşar Hocam bir sohbetimizde. Hocama Allah'tan rahmet diliyorum, mekanı cennet olsun inşa Allah... Peki öyleyse İslam fıtratı nedir?
her insan yaradılış itibariyle günahsızdır, lekesiz tertemiz olarak iman ve İslam'a yatkın bir şekilde doğar.Daha sonraki yaşlarda kişi yolunu anne -babası ve çevrenin etkisiyle ya bu orijinal halini korur İslam'ın gereğine göre yaşar. Ya da başka bir dinin gereklerine göre yaşamını sürdürür.Bu konuda peygamberimiz (s.a.v) bir hadisinde;"Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hırıstiyan, Yahudi veya Mecusi...yada başka bir dine mensup yapar."buyurmuştur.
Dünyanın her neresinde olursa olsun hayata gözlerini açan çocukların bedeni ve ruhi yapılarında ortak olan bir özellik vardır. Bu ortak özellik fıtri bir özelliktir. Ülkeler, kıtalar, ırklar, renk ve diller insanlar üzerinde farklılıklar meydana getirdiği halde ve birinin vatanı Arjantin, diğerinin Japonya, bir başkasının ki Habeşistan, İngiltere olmasına rağmen hepsinin, doğdukları andan itibaren aynı yaratıcı kuvvete tabii olmaları; tek bir gerçeğe işaret etmektedir. Bu da her doğan çocuğun Allah'ın birliği üzerine ilahi tarzda kendiliklerinden Allah'ın varlığını kabule müsait olmaları, yani yaratılışta İslam fıtratı üzerine doğmuş olmalarıdır.
Yaşar Hocamın bahsettiği; Kişi günah işlemez ise en azından büyük günahları işlemekten kaçınır, Allah'ın emirlerine riayet eder. Edepli, güzel ahlaklı, adil, sevgi, şefkat ve vicdanlı, yoksula, yetime, düşküne yardım eden, ana babasına merhametle yaklaşan onlara iyi davranan yaratılanlara merhametli, şefkatli ve sevgi ile yaklaşan kimselerdir.Kaldı ki bu mizaca sahip kimseler vicdanlarını sızlatacak, onları rahatsız edecek,herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadıkları için pozitif bir kişiliğe sahip olmaları kaçınılmaz. Dolayısıyla kendisi ile barışıktır.Doğuştan kazandırılmış bu orjinal halini koruyan kimse mutlu ve huzurludur.
Diğer taraftan dini inancının gereğini yerine getiren bunu yaparken başkalarının etkisinde kalmayan bu halini kimseden çekinmeden, sadece Allah'ın rızasına uygun olarak sürdüren, dinin gereğini yerine getirirken de şekle takılıp kalmadan neyi ne için yaptığını araştıran öğrenen ve bilgisinin gereğini yapan, yaşayan kimse kendisi ile barışık kimsedir. Zaten dinin istediği de budur...
Sevgi ve muhabbetle,
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Toplumsal Çürüme ve Vicdanların Sessizliği
Bir toplumun yetiştirdiği her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcu vardır. Bu anlayışla, yaşadığı toplumu güzelle...

-
TÜRKÜ SÖZÜ Bin cefâlar etsen almam üstüme Gayet şirin geldi dillerin dostum Varıp yad ellere meyil verirsen Kış ola...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Derdim çoktur hangisine yanayım Yine tazelendi yürek yarası Ben bu derde nerden derman bulayım Meğer şah elinden ola çar...
-
TÜRKÜ SÖZLERİ Ela Gözlüm Ben Bu Elden Gidersem, Zülfü Perişanım Kal Melül Melül. Kerem Et, Aklından Çıkarma Beni, Ağla Göz Yaşı...