30 Haziran 2012 Cumartesi

Kendini Sevmekle Başlar Bir İnsanı Sevmek



"Kendini sevmekle başlar; bir insanı sevebilmek" 
Bir insanın kendini sevebilmesi için öncelikle kendini çok iyi analiz etmesi, tanıması ve sevginin oluşmasını engelleyici unsurlar olan,bencillik, çıkarcılık,samimiyetsizlik, kibir gibi engellerden kurtulması gerekmektedir. Kendini nefsini terbiye eden, sevginin önündeki engelleri kaldırmayı başaran insan kendini seven insandır.Kendini seven, kendiyle barışık, dost olan insan, diğer insanları da sever onlara şefkat ve merhametle yaklaşır..

Acaba hangimiz kendimizi sevmeyi ve dost olmayı başarabildik, hangimizin hayatında halâ çocukluk ve okul yıllarından kalma dostlukları var.
Hangimiz, bir sokak çocuğunun veya bir yetimin başını okşuyor, onları sevindirebiliyoruz.
Hangimiz, hiç tanımadığımız bir insanın acısına ortak olup, acısını paylaşıp kendi acımız bilip gözyaşı dökebiliyoruz.
Hangimiz, sımsıkı sarılabileceği, başını omzuna koyabileceği, bütün sıkıntılarını anlatabileceği dostlara sahip..
Hangimiz, sevdiğimiz birinin doğum gününü kendi doğum günümüz gibi unutmuyoruz. Hangimiz, gerçek bir dost, bir sırdaş ve bir sevgili diye anıldık. Kaç kişi size sevdiğim, yüreğim, dostum, kardeşim iyi ki varsın ve hep yanımda ol diyebildi. Ve kaç kişi sizi ailesinden bir parça gibi görüp anne, baba, abla, abi, kardeş diyebildi. Bugüne kadar yüreğinizin kapısını kaç kişi çaldı ve siz yüreğinizi ona açtınız.
Hanginiz dost ve düşmanı birbirinden ayırıp dostunuzu düşmanınıza satmadınız. Hanginiz bir çiçeği dalında sevdiniz. Hanginiz yaralı bir hayvana şevkatle yaklaştınız. Hanginiz her gece ettiğiniz duâ da kendiniz için istediklerinizi sevdikleriniz için, yüzünü bile görmediğiniz insanların mutluluğu için dilediniz.
Hanginiz yüzünü bile görmediğiniz birine dostum dediğiniz için, onun sıkıntısından üzüntü duyup gözyaşı döktünüz.

Hanginiz bir hayali gerçekleştiğinde mutlu olduğunuz zaman, bende bir insanın hayalinin gerçekleşmesi için bir umut, bir ışık olacağım, diyebildiniz.
Hanginizin yıllar sonra bile anlatırken gülümsediği hatta gözyaşı dökebildiği anıları var.
Hanginiz size yapılan bir hatayı görmemezlikten gelip, bende yanlış yapabilirim, bende yanılabilirim diyerek o insanı affedebildiniz?
Aslında düşündüğümüzde bütün bunları yapmak bizi çok fazla yormayacaktır.Sadece biraz zaman,biraz yürek,sevgi, emek ve istek, hepsi bu..
Hayatta her şeyin bir bedeli var. Ama insanları sevmenin bedeli ise, yine sevgidir.
Hepimiz bu hayat yolunda bir şekilde giden yolcularız. Beraber yolculuğa çıktığımız ve hayatı paylaştığımız sevdiklerimizi gelip geçici değerler için ihmal etmeyelim.

Unutmayalım ki hayatımız da olan her insan yüreğimizin bir sahibi.
Hem kendimizi hem de sevdiklerimizi mutlu edelim.
Hayatta ki her şey ertelenebilir ama sevdiklerimiz ertelemeye gelmez.
Bizden beklenen sıcacık bir sevgiyi, bir tebessümü, bir merhabayı onlara çok görmeyelim. 

Çünkü; yaşamak için hayat çok kısa..
Hanife Mert

29 Haziran 2012 Cuma

Kaldırımlar 1

                                                 
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; 
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..


Necip Fazıl Kısakürek

18 Haziran 2012 Pazartesi

Gönlün Titremesidir haya

Gönlün titremesidir hayâ.Gönül ki kurtulmuştur da ağırlıklarından, bir yaprak kadar incelmiştir. İşte o nazenin yapraktır müminin gönlü.Titrer bir günah, bir yanlış, bir aykırı hal gördüğünde.Gün gelir, daha bir incelir de, görmek bir yana, işlemek bir yana, bir günahı düşünmek titretir, O'nu hakkıyla bilmemek titretir o nazenin gönlü. Rabbi'ni düşünür de titrer.Taşta-toprakta, insanda, kendinde Rabbi'ni görür de, taştan-topraktan, insandan, kendinden hayâ eder. Rabbim rahmetiyle esirgesin, akrabalardan bir Zehra teyzemiz vardı.Televizyonlu odada oturması gerektiğinde, her ne vakit televizyonda bir erkek çıksa başörtüsünü düzeltir, yüzünü örterdi.Gülerdik, “O seni görmüyor ki” diye. “Ben onu görüyorum ya” derdi. Çocukluk yıllarımızdı. “O seni görmüyor ki” dediğimizde kalmışız. Duymamışız, anlamamışız onun ne dediğini… Ben seni görüyorum ya... Yıllar sonra okudum: Hz. Aişe r.a. gözleri görmeyen İshak r.a. yanına her geldiğinde kendini sakınır, örtüsüne çeki-düzen verirmiş. Onun bu durumunu hisseden İshak r.a. bir gün sorar: - Ey Müminlerin Annesi! Ben âmâ olduğum halde benden de sakınıyorsun. Halbuki ben sizi görmüyorum! Hz. Aişe r.a. cevap verir: - Evet, sen beni görmüyorsun fakat ben seni görüyorum. Müjde, bir kudsî hadisle gelir, yetişir: “Ey Kulum!Sen her ne kadar günahkâr isen de, bu günahlarından korkup hayâ ediyorsun.İzzetim ve celalim hakkı için senin günahlarını insanoğlunun gözünden, gönlünden gizlerim.Gözünün hıyanetlerini, gizli kabahatlerini meleklerin anlayışından saklarım.Hatalarını ve günahlarını Levh-i Mahfuz'da Kiramen Kâtibin'den gizlerim.Kıyamet günü muhasebe makamına geldiğinde hesabını kolay görürüm.” Medeniyetimiz hayâ üzre kurulmuştur. Bu topraklar nakış nakış hayâ ve edeple işlenmiştir. Kur'an olan odada uyumaz, sabaha kadar uykusuz beklerdi, Arapça yazılı bir kağıt parçasını Kur'an yazısıdır diye yerde bırakmazdı bu toprağın insanları. “Burnunun ucunu göstermekten ar ederdi sütninem” Ve, sevgilinin yüzünde yabancı bir bakış okunurdu:
“A benim bahtı yarim

Başımın tahtı yarim

Yüzünde göz izi var

Sana kim baktı yarim.”


alıntı

10 Haziran 2012 Pazar

Nehir Gibidir İnsan... (6)

”Nehir gibidir insan, sadece yüzeysel bilinir; derinliklerinde ne saklar, ne fırtınalar kopar söylemez.. Sadece sessizce akar ve gider…” der Mevlana . 
İnsanı bir nehre benzetir...  Doğuşunda bir saflık vardır. Sadeliği ve berraklığı göz alıcıdır. O, doğduğunda gürül gürül akan bir pınardı. Pınar, bağrından koparak kendini dağların kollarına hoyratça bırakır. Dağlardan gelen ne varsa içine alır. Saklar onları istemez kimsenin görmesini.  Pınar, coşar bir çağlayan gibi hayata. Önüne engeller çıktığında ya o engeli aşıp geçecek ya da kendine başka bir yol bulacaktır. Zira hayatta iz bırakmak için ne olursa olsun yoluna devam etmelidir.. 
Zamanla nehir büyür, geçtiği topraklar onu değiştirmiştir. Artık kıvrılmayı da, geçtiği toprağın şeklini alarak  öğrenmiştir. Bir gün başka bir nehirle buluşur ve birleşir.. 

İnsan da öyle değil midir? Doğumu saf, temiz, berrak ve göz alıcıdır. Büyür gelişir kendini zorlu hayat mücadelesine bırakır. Önüne çıkan engelleri aşmak ve kendine bir yol bulmayı öğrenir. Yılmadan yorulmadan yoluna devam etmeli iz bırakmak için bu gerekli. İnsan da artık hayatla mücadeleyi öğrenmiş yolunu belirlemiş ve günün birinde  karşısına çıkan biriyle buluşur ve birleşir. Artık insan doğumundan ölümüne kadar geçen süreçte yoğun  mücadeleden yorulmuş,durağanlaşmıştır.Hızla  geçen zaman, tüketmiş olduğu ömür sermayesi onu  kendi iç dünyasına yöneltmiş ve yalnızlık hissi tüm benliğini kuşatmıştır artık ...Kendiyle yüzleşme iç hesaplaşma başlamıştır iç dünyasında.. 
Öyle ya, bu süreçte nice vedalarda boynu büküldü.. Kim bilir kaç gidenin ardında gözlerine yağmur bulutları çöktü. Kimi zaman   gözlerinden akıtamadığı yüreğini sele çevirdi.  Kaçıncı kez hazan mevsimi yaşadı. Sevdi, sevildi, özlemleri hasretleri büyüttü içinde. Kimi zaman ezildi, itildi, aşağılandı,dışlandı,horlandı kendini  anlatamadı,anlaşılamadı... Kendine sakladı her şeyini.

Takvimlerden kopanlar bir daha geri gelmedi... Sessizce öylece aktı gitti. Öyle bir akıştı ki, geri dönüşü olmadı. İşte bu akışın adı , geçerken insandan çok şeyi de beraberinde alıp götüren kimine göre her şeyin ilacı olarak bilinen zamandı... 

Neydi ki bu zaman? Ardından koşarken kanadına nice umutlar bağladığımız yücelerden uçan bir kuş mu? Yoksa çağlayarak akan ve hayallerimizin, amaçlarımızın içine düştüğü ve bizim ulaşmak için var gücümüzle koştuğumuz  boğulmaktan korktuğumuz, her şeye rağmen yetişmeye çalıştığımız bir türlü yetişemediğimiz çağlayarak akan bir ırmak mı? 
O ki, ne kanadına umutlar bağladığımız yücelerden uçan bir kuş, nede yetişmeye çalıştığımız ve içinde boğulmaktan korktuğumuz çağlayarak akan bir ırmak. 
O, şimdi geriye dönüp baktığımızda uzun uzun seyredebileceğimiz bir film şeridine dönüşmüş umutlarımız, hayallerimiz, hayal kırıklıklarımız, anılarımız ve tüm yaşanmışlıklarımızı gösteren bir şerit. O şeritte büyük bir mutlulukla seyredeceğimiz kareler olduğu gibi, keşke bir makasla kesip atabilsem dediğimiz görüntüler de mevcut..

Sularla birlikte akar insan ömrü. Ta ki son menzile varılır  öyle durulur. Sular kaynağında duruydu saftı. Sen kundağında… Sularla birlikte aktı hayatın. Kimi zaman bulandın kimi zaman duruldun. Sen yüreğinde biriktirdin, sakladın her şeyini ve yaşaman gereken her neyse onu yaşadın... 

Sular kadar berrak nehir kadar 

İnsan!!!





”Nehir gibidir insan, sadece yüzeysel bilinir; derinliklerinde ne saklar, ne fırtınalar kopar söylemez.. Sadece sessizce akar ve gider…” MEVLANA

7 Haziran 2012 Perşembe

MİHRİBAN TÜRKÜSÜ VE HİKAYESİ ABDURRAHİM KARAKOÇ



Koca bir yıldız daha kaydı.. Bir ozan daha Hak'ka yürüdü. Yürüdüğün yollar nur olsun.
                                               
MİHRİBAN TÜRKÜSÜ VE HİKAYESİ
Sarı saçlarına deli gönlümü/Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban” diye başlayıp her gönüle değen bir şiirin yazarı Abdurrahim Karakoç. 
Mistik bir olgunlukla, Son bir kez diyor, Son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.
Ne adı Mihriban, ne saçları sarı... 
O, Abdurrahim Karakoç’un Mihriban’ı... 
1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikayesi bu... 
Ya da, hayatlarını birleştirmek isterken, ümitsiz aşklarına ayrılık nikahı kıyan iki sevgilinin, ümitsiz, duygu yüklü hikayesi.... 
Ayrılık tadında hüzünlü... 
Mihriban’a olan aşkı, Karakoç’a farklı bir olgunluk kazandırmış. Hani şu yürek genişliği denilen şey var ya, öylesine bir yaklaşımı var Karakoç’un... 
Mistik bir olgunlukla, “Son bir kez” diyor, “Son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi... O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” 
Sarı saçlarına deli gönlümü, 
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban. 
Ayrılıktan zor belleme ölümü 
Görmeyince sezilmiyor Mihriban. 
Bu eşsiz duygu yoğunluğu olan dizelerle aşkın gücünü anlatan şairimiz, Mihriban’dan aldığı “Unutmak kolay değil” başlıklı mektup üzerine, şiirin devamını yazıyor... Yazıyor ama, yarasını sarmış bir Yunus Emre olgunluğu ile de bilgeliğini dışa vuruyor. 
Unutmak kolay mı? deme, 
Unutursun Mihribanım. 
Oğlun, kızın olsun hele, 
Unutursun Mihrabınım

Düzen böyle bu gemide, 
Eskiler yiter yenide. 
Beni değil, sen seni de, 
Unutursun Mihribanım. 
Nedir Mihriban’ın gerçek hikayesi? 
Bazıları “Gerçek mi” diyor. Gerçek diyorum. Ama adı Mihriban değil. O gençliğimde yaşanmış bir aşktı. Ama şimdi adını deşifre etmem, ayıp olur. Benim takmış olduğum sembol bir isimdirMihriban. 
Masa başında yazılmış, hayal bir aşk, bu tadı ve lezzeti vermez. Yaşayacaksın ki, yazacaksın. 
O zamanlar elektrik yoktu. Lamba ışığı altında yazıyordum. Şiire başladığımda lambadaki alev titremeye başladı. “Lambadaki alev üşüyor” çıktı.
-Hangi seneydi... ?
1960...
O aşkınıza kavuşamadınız... 
Yo olmadı. Seviyordum. Olmadı. Ayıp olur şimdi adını söylemem. Törelerimize aykırı. İkinci birMihriban şiirim var. Biliyorsunuz. “Unutmak kolay unutursun Mihriban” diye... O da öyledir. Bunlar hep gerçeğe dayalıdır. 
Güzel tertemiz bir sevgiydi, tertemiz de bir ayrılma oldu. 
Nerde olduğunu biliyor musunuz? 
Bilmiyorum. Zaten benim memleketlim de değildi... 
Yaşayıp yaşamadığını biliyor musunuz? 
Onu da bilmiyorum... Sivas’ta bir televizyona çıktım. Telefon bağlantısı var. Bir hanım çıktı, “Abi o yaşıyor mu” dedi. “Bilmiyorum” dedim. “Nasıl bilmiyorsun” dedi. “Bilmiyorum işte” dedim. O bayan, “Eğer yaşıyor da, bu türküyü dinliyorsa, Allah ona yardım etsin” dedi. Hanımların dayanışması işte! Yaşayıp yaşamadığını bilmiyorum vallahi. 
Hâlâ seviyor musunuz? 
Bazen aklıma düşüyor. Ben unutursun diyorum ama, insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. “Unutmak kolay mı” başlığı mektubun. “Unutmak kolay mı deme/Unutursun Mihriban’ım” diyorum. “Düzen böyle bu gemide/Eskiler yiter yeni de/Beni değil, sen seni de unutursun Mihriban’ım” dedim... 
Allah o hallere düşürmesin, insan kendini de unutur... 
Mihriban’dan başka aşkınız oldu mu? 
Yok. Mihriban’dan başka aşkım olmadı. 
Mihriban nasıl biriydi? 
Valla ne bileyim, sıradan insanlara benzer birisiydi
Çok mu güzeldi... Sarı saçlarına deli gönlümü/Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban diyorsunuz 
Saçı da sarı değildi... 
Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması... 
Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur. 
Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... 
Bundan 7-8 sene önce Cebeci’de bir düğün salonunda, sanatçı Mihriban’ı okudu. Karşımızda yaşlı bir çift oturuyor. 80’inden yukarı ikisi de. Tanıyanlar, hocam çok güzel yazmışsınız falan deyince, ihtiyar teyze, “Oğlum bunu sen mi yazdın” dedi. “Evet” deyince de... “Hay diline sağlık, ne kadar güzel” dedi. Yanındaki ihtiyar amcayı gösterdi, “Evde birisi bu şarkı çalarken birşey söylesin, üstüne yürür. Öyle dalar gider, dinler dinler, gözlerinden yaş akar, oturur” dedi. “Bunun derdi ne” dedim. “Oğul oğul, herkesin gençliğinde bir Mihriban’ı vardır” dedi.. “Öyle yazmışsın ki, herkes Mihribanı’nı buluyor o türküde” dedi. 
Musa Eroğlu da çok güzel bestelemiş... 
Beste de güzel olup güfteyle örtüşünce daha bir güzel oluyor... 
Bunlar birbirini tamamlayan şeylerdir. Bestelendikten sonra herkes hayret etti. “40 senedir okuyorsunuz” dedim. Ama bestelenince daha güzel oldu. 
>Bir gün Mihriban’ı göreceğinize inanıyor musunuz? 
Bilmiyorum, görmek de istemiyorum. Değişmiştir şimdi. Ben onun nazarında değiştim, o benim nazarımda değişti. Niye görelim? Öyle kalsın ya... İnsanların gönülde kalması, gözde kalması daha iyidir.

Kaynak: platformdergisi.net

3 Haziran 2012 Pazar

İçindeki Kapıyı Çal, Başka Kapıyı Değil!!


Bu günlerde kimin yüzüne baksam, bir mutsuzluk huzursuzluk, belirsizlik hakim.. Sebebine  baktığımda; bir çırpıda cevap bulmak pek kolay olmuyor..Çünkü  insanlar hayatın getirdiği zorluklar karşısında öylesine kendinden uzaklaşmış ki; bu durumdan kurtulması yine kendine bağlı..
Öncelikle hayatın getirdiği her türlü iyi ya da kötü günler karşısında, insanların yaşam sevinçlerini koruyabilmeleri onların sağlıklı bir ruh haline bağlı. 
Sağlıklı bir ruh haline sahip olabilmek için, insan önce kendi iç dünyasına yönelmeli ve kendini sorgulamalı .. Tıpkı Mevlana’nın “İçindeki kapıyı çal; başka kapıyı değil…” sözünde olduğu gibi. İçindeki kapıyı çalan kimse öncelikle kendiyle yüzleşmeyi başarabilmeli, şu soruların cevabını bulabilmeli..
-Ben kendimi ne kadar seviyorum? 
Gerçekten kendini ne kadar seviyor ve özen gösteriyorsun? Sabahları uyandığında o günün, kalan ömrünün ilk günü olduğu bilinciyle, önce kendine gülümseyebiliyor musun? Çünkü her şey insanın kendisini sevmesiyle başlar.
Sonra , başkalarını ne kadar seviyorsun? Bu sevgide, ırk, dil, din, cinsiyet, renk, giyim, makam, mevki, ünvan.. farkı gözetip, kimilerini farklılıklarından dolayı baş tacı edip, kimilerini  dışlıyormu sun? Yoksa yaradılanı severim Yaradan’dan ötürü deyip, insan olduğu için sevip onu bağrına basabiliyor musun? 
Sor içine; ait olmayı seviyor musun? Çünkü ait olmak sağlıklı bir ruh halinin göstergesi. 
Kendini evine,eşine, mahallene, apartmanına, sokağına,ülkene, milletine, dünyaya  ait hissediyor musun? … Eğer ait olmayı sevmezse insan mutlu olamaz. Mutlu olamayınca da sağlıklı bir ruh hali sergileyemez.
İnsan  ne kadar ait hissederse dünyaya, o kadar mutlu olur. 
Kapıyı tekrar çalalım, bu defa soralım bakalım, çalışmayı seviyor muyuz? Kendimiz için, ailemiz için, şehrimiz için, milletimiz için, ülkemiz için, dünya insanlığı için çalışmayı. Bir insan eğer çalışmayı sevmiyorsa mutlu olamaz ve sağlıklı bir ruh hali sergileyemez. 
Tekrar içimizdeki kapıyı çalalım ve soralım: “ Ne kadar inançlıyım? “ Neye, niçin, ne kadar ve ne kadar samimiyetle inanıyoruz? Bir şeylere inanmak sağlıklı bir ruh halinin diğer bir parçasıdır.
İnançlı olmak, iyi kötü günü kabul etmektir. İnançlı olmak suçlamamaktır. İnançlı olmak, başka inanç ve insanlara saygıdır, tahammüldür, hoşgörüdür. 
Sonra tekrar iç kapına yönel ve sor: “ Hayallerim var mı? Onları betona mı gömdüm kuma mı? “ 
Hayal yoksa umut yoktur, mutluluk yoktur. Hayallerinizle yüzleşin, sınırlarını zorlayın hayallerinizin… Size yetişmese bile başkalarına fayda sağlayacak hayallerinizi büyütün.
Nasreddin Hoca yol kenarında portakal ağacı dikiyormuş. Gelen geçen de acıyarak bakıyormuş, Hocaya. Biri dayanamayarak sormuş: Yahu Hocam, meyvelerini yemeğe ömrünün yetmeyeceği bir ağacı neden dikmeye çalışıyorsun?  
Hoca doğrulmuş: Ömrümün yetip yetmeyeceğini Allah bilir. Ama ben de sen de ömrü bu günleri görmediği halde fidan dikenlerin meyvelerini yiyoruz. 
Evet… Yanlış yerde yanlış kapı çalmayalım. İyi günde, kötü günde her zaman gülümsemek için içimizdeki kapıdan ayrılmayalım…


Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...