28 Eylül 2024 Cumartesi

Utanmayı Unuttuk mu?


 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı yapmaktan çekinmez. Eğer toplum da bu duruma kayıtsız kalıyor ve "Bana değmesin, ne yaparsa yapsın" anlayışıyla yaklaşıyorsa, kötülükler önlenemez hale gelir. Maalesef, bugün de durum böyle.

Geçmişte, insanlar yanlış yapmaktan ve suç işlemekten çekinirdi. Suç işleyen kişi utanır, yüzü kızarırdı. “El âlem ne der?" diye düşünür, vicdanının sesini dinlerdi. Toplumun kınaması, çoğu zaman bir mahkemenin verdiği cezadan daha etkili olurdu. Suçlu kişi, yaptığını gizleyemezdi.

Oysa utanmak, insanın en güzel süsüdür. Utanmak, insanın kalitesini gösterir. Utanan insan saygılıdır, edeplidir, vicdan sahibidir. Merhametli olur hem insanlara hem de doğaya karşı duyarlıdır. Emeği olmayan bir şeye sahip olmayı istemez. Hak ve adaleti gözetir, sorumluluk sahibidir.

Ancak ne yazık ki, bu değerler günümüzde önemini yitiriyor. Utanmak bile utanılacak bir şey haline geldi. Toplum böyle de yöneticiler farklı mı? "Balık baştan kokar" derler. Yönetenlerin haksızlıklara sessiz kalması, suç işleyenlere caydırıcı cezalar vermemesi, toplumu daha da kötüye götürüyor. "Nasıl yaşarsanız öyle yönetilirsiniz" der büyüklerimiz. Artık toplum olarak ne korkumuz ne de utanacak yüzümüz kaldı. Edep, adalet, hak ve hukuk unutuldu.

Her gün haksız yere öldürülen çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Çöp konteynerlerine atılan bebekler, birkaç kuruş için cana kıyan insanlar… Kaza geçirip acı çeken insanları sadece izleyen, yardım etmekten çekinen vicdan yoksunları… Sokak hayvanlarına eziyet eden caniler… İnsanların çöpten yiyecek topladığı görüntüler… Bunlar hepimizin vicdanını sızlatması gereken olaylar. Ama toplum, vicdanını devre dışı bıraktığı sürece bu manzaralar artarak devam edecek.

Artık biz de her şeyimizi paraya adadık. Tüm değerlerimizi paraya endeksledik. Paran varsa değerlisin, yoksan değersizsin. İnsana saygı kalmadı. Merhamet, vicdan, yardımseverlik, paylaşmak unutuldu. Toplum olarak utanmayı unuttuk ve hep birlikte bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete... Haksız mıyım?

 


11 Eylül 2024 Çarşamba

Hüzünler Arasında Gelen Güzellik


Her zaman söylerim, insanın yaşamı tekdüze değildir. Dünya, bir denge üzerine kurulmuştur. İyi ve kötü, güzel ve çirkin, mutlu ve mutsuz, haklı ve haksız... Her biri birbirine zıt gibi görünse de aslında birbirini tamamlayan olaylar ve hikayelerle örülüdür yaşam.

Ancak bu dengeyi toplumumuzda görebilmek neredeyse olanaksız hale geldi. Özellikle son yıllarda toplumumuzda görülen toplumsal çöküş, cehalet temelli bozulmalar bizi öyle yıprattı ki  insanlığımızı sorgular hale geldik. Bu sorunlar beraberinde sıkıntı, stres, kaygı, huzursuzluk, mutsuzluk, sevgisizlik gibi duysal bozulmayı da tetikledi. Adeta sorun yumağı haline gelmiş bir toplum olduk. Hiç bir sorunumuz çözüme ulaştırılmıyor. Günü birlik önlemlerle, etkisiz politikalarla gün kurtarılmaya çalışılıyor.

Çözüme ulaşmayan bu sorunlar içimizde öyle büyük bir bir yara haline geldik ki kendime her fırsatta şu soruyu soruyorum;" biz nasıl bir dönem yaşıyoruz? Acaba bu sıkıntılar ne zaman son bulacak? Ne zaman huzura kavuşacağız? Ne zaman adil, çağdaş eğitimi yakalamış, ekonomik açıdan istikrarlı, refahı yakalamış, ahlaklı, sevgi ve saygının hüküm sürdüğü bir ülke olacağız?" 

Benim fikrimi sorarsanız, “bu çok olanaksız gibi görünüyor.” diye düşünürken hemen ardından, Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim." sözü aklıma geliyor ve yüreğime ferahlık serpiliyor, umutlanıyorum.

Son günlerde hepimizi derinden sarsan olaylara şahit oluyoruz. 8 yaşındaki yavrumuz Narin ve daha binlerce öldürülen istismara uğrayan çocuklarımızın şüpheli ölümü, hayvanların uyutularak katledilmesi, kadın cinayetleri gibi içimizi parçalayan pek çok olay yaşanıyor ülkemizde. Bildiğiniz şeyler bunlar…

Tüm bu sıkıntılar arasında, yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştığım ve dokuz aydır da yayınevleriyle mücadelesini verdiğim Sarı Kulplu Fincan adlı öykü kitabım nihayet çıktı. Herdem yayınevinden çıkan kitabım cumartesi günü elime ulaştı. Birazcık içimi rahatlatmak istediğimdeyse Narin'in masum yüzüyle karşılaştıkça sevinemedim. Yada buruk bir sevinç yaşadım...

Neyse size kitabımdan kısaca bahsetmek isterim. Sarı Kulplu Fincan iki ana öykü ve iki yardımcı öyküden oluşuyor. Konularını gerçek yaşamdan alıyor. İlk öykü olan Bir Düşüş Hikayesi'nde, İstanbul Üniversitesi Makine Mühendisliği öğrencisi Aydın'ın, anne ve babasını bir trafik kazasında kaybetmesiyle başlayan hikayesini ve tek başına hayatta kalma mücadelesini okuyacaksınız. Aydın, Şule adlı bir kıza âşık olur ve evlenir. Ancak Şule'nin lüks düşkünlüğü, Aydın'ın tüm mal varlığını tüketmesine ve entrikalarla her şeyi kendi ailesinin üzerine geçirmesine neden olur… Beş parasız ortada kalan Aydın'ın hüzünlü hikayesi sizleri bekliyor.

İkinci ana öykü olan Sarı Kulplu Fincanın Gözyaşları ise birçok kişiye tanıdık gelecektir… Kaderci bir anlayışla yetiştirilen Ayla ve Şebnem, çocukluk arkadaşıdır. Kadının hor görüldüğü, aşağılandığı, erkeğin üstün olduğu bir kültürde büyürler. Ayla, on yedi yaşında Timuçin adında bir gence âşık olur. Timuçin, Ayla'nın kafasında yerleşmiş olan kaderci, dayatmacı anlayıştan kopması kolay olmamaktadır. Timuçin uzun bir uğraştan sonra Ayla’ya kadın ve erkek eşitliğini, yasa önündeki hak ve sorumlulukları hakkında anlattıkları Ayla'nın kafasını karıştırır. Zamanla Timuçin’in haklı olduğuna inanır ve ailesinin dayatmalarına sevdiği gencin desteğiyle karşı çıkar. İki genç, ailelerinin itirazlarına aldırmadan evlenirler.

Şebnem ise Ayla kadar şanslı değildir. Doğduğu andan itibaren babası tarafından istenmeyen bir çocuk olarak büyütülür. Lise ikinci sınıfta okuldan alınıp, kendisinden sekiz yaş büyük biriyle evlendirilir ve Hollanda’ya gelin gider.Şebnem’in Hollanda’daki zorlu yaşamı, kitapta tüm gerçekliğiyle anlatılıyor.

Ayrıca Türkiye'ye döndüğünde arkadaşı Ayla'yı ziyaret eden Şebnem; Ayla’nın evliliklerinin ilk yıllarında aldığı ve kendileri için sadakatin, mutluluğun simgesi olan sarı kulplu ince belli fincanla içtiği kahve ve devamında Şebnem’in kendi falında gördüğü olumsuzluklar nedeniyle fincanı kırması sonucu yaşanan trajik bir cinayetin Ayla üzerindeki etkisini okuyacaksınız bu kitapta...

Arkadaşlar Sarı Kulplu Fincan kitabım; D&R, Kitapyurdu, İdefix gibi pek çok kitap satış sitelerinde satışta.

Okurlarıma keyifli okumalar dilerim.

 


19 Ağustos 2024 Pazartesi

RABBENA HEP BANA


 Dostoyevski, Budala adlı eserinde, ilk bakışta biraz ağır gelse de şöyle der:

“Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse, herkes gülüyor: ‘Yahu, bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?’ Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor...”

Yüzyıllar önce yaşamış Dostoyevski’nin dönemindeki insan profiliyle bugünkü insanın düşünce, huy ve karakteri ne kadar da birbirine benziyor. Bu da gösteriyor ki insan, dün neyse bugün de o; yarın da aynı kalacakmış gibi görünüyor.

Bu düşüncenin gerçekliğini bakın Nasrettin Hoca fıkrasında görüyoruz.

Bir gün Nasreddin Hoca yol kenarında portakal ağacı dikiyormuş. Gelen geçen de acıyarak bakıyormuş Hocaya. Biri dayanamayıp sormuş: “Hocam, meyvelerini yemeğe ömrün yetmeyecek bir ağacı neden dikiyorsun?” Hoca da doğrulup cevap vermiş: “Ömrümün yetip yetmeyeceğini Allah bilir. Ama ben de, sen de ömrü bu günleri görmeye yetmemiş insanların diktiği fidanların meyvelerini yiyoruz.”

Bu da bize gösteriyor ki insan her dönemde aynı insan. Onun düşüncesini, zihniyetini değiştirmesi için ne yaparsanız boşuna Her ne kadar yıllar, yüzyıllar geçse ve bilim ilerlese de; atların, eşeklerin, develerin yerini arabalar, trenler, uçaklar alsa da; bilgisayar ve internet çağına girmiş olsak da, insanların zihniyetleri değişmediği sürece sorunların çözümünde pek bir ilerleme kaydedilememiştir. Geçmişte yaşananlardan ders alınmamış ve tarih hep tekerrür etmiştir.

Özetle, insanın “Rabbena hep bana” bencilliği her dönemde revaçta. Kimse kimsenin kimsesi olmak istemiyor, kimse kimsenin ne durumda olduğunu bilmek istemiyor, kimse kimseyi umursamıyor! Zaman değişse de, insanlığın yararına geliştirilen teknoloji, bilgisayar ve uzay çağı bile insanın bencilliğini azaltamıyor. Aksine, hırs ve bencillik kol kola girip başarı naraları atıyor.


22 Temmuz 2024 Pazartesi

SARI KULPLU FİNCAN ÇOK YAKINDA OKURLARIYLA!


Daha doğmadan belirlenirmiş insanın kaderi. Sonradan bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmezmiş. Doğmadan belirlenmiş bir kaderin insanın yaşamını nasıl şekillendireceğini merak ederdim. Bu gerçekle yüzleştiğimde, kendimi çaresizce kaderin insafına terk etmiştim. Hayatıma ne şekilde yön vereceğim konusunda herhangi bir etkimin olamayacağını ise baştan kabullenmiştim.

Annemin bozuk plak gibi her fırsatta söylediği: “Yuvayı dişi kuş yapar. Evi çekip çeviren, çocukları yetiştiren kadındır. Yorgun argın işten gelen kocaya hizmet etmek ve ona huzurlu ortamı sağlamak da kadının görevidir..” gibi sözleri zihnime mıh gibi kazınmıştı.

Bu duruma karşı çıkmak, neden böyle olduğunu sorgulamak gibi bir lüksüm yoktu. Bunun aksini düşünmek ve bu fikri değiştirmek aklıma bile gelmezdi. Ta ki on yedi yaşında iken aşık olduğum gencin, bana dayatılan hiç bir öğretinin adil olmadığını söylemesine kadar. Bu genç adamın; " bir yuva kurmanın ve sürdürmenin kadın ve erkek arasında eşit haklara dayandığını" anlatmasıyla duygu ve düşüncelerim kökten sarsılmıştı. Bugüne kadar öğrendiklerimden vazgeçmek benim için hiç kolay olmadı…

 Alıntı yaptığım bu metin, Sarı Kulplu Fincan adlı öykü kitabımdan. Yeni kitabım Sarı Kulplu Fincan okuyucusuyla buluşmak için gün sayıyor.

Düş Batımı ve Bakış Acısı adlı kısmen otobiyografik romanım, Fırçadaki Son Şiir / Bir Orhan Veli Romanı adlı Orhan Veli Kanık'ın yaşam öyküsünü anlattığım kurmaca biyografik romanım ve Yolculuk adlı kişisel gelişim tarzındaki kitaplarımdan sonra, beşinci kitabım Sarı Kulplu Fincan adlı kitabım çok yakında okurlarıyla buluşacak. 

Sarı Kulplu Fincan adlı kitabımın türü öyküdür. Kitapta "Bir düşüş hikayesi ve Sarı Kulplu Fincanın Gözyaşları adlı ana öykü, Telefondaki Ses ve Mutluluğu Beklerken adlı yardımcı öyküler bulunmaktadır... Daha fazla spoiler vermek istemiyorum...

Şu an, bebeğini kucağına almayı bekleyen anne gibi çok heyecanlıyım. Kitabı olan arkadaşlarım bilir, bir yazar için kitabı evladı gibi değerlidir. Her ikisinde de büyük bir emek, mücadele, sabır, özveri vardır...


Değerli blog arkadaşlarım şimdi de sizlerle kitabımın arka kapak yazısını paylaşıyorum:

Ayla; mutluluğun ve mutsuzluğun ne anlama geldiğini kavramadan kaderci bir anlayışla büyümüş genç bir kadındır. On yedi yaşında iken Timuçin'e âşık olduğunda gerçek mutluluğu tatmış ve içindeki farklı duyguları keşfetmiştir.

Genç adamın toplumsal normlara meydan okuyan sözleri, Ayla'nın hayata bakış açısını değiştirmiştir. Ona kaderin ötesinde bir dünya keşfetmesini ve kendi kaderini kendisinin değiştirebileceğine olan inancını sağlamıştır.

Evliliklerinin ilk yıllarında, maddi zorluklarla mücadele ettikleri bir zamanda satın aldıkları sarı kulplu özel bir fincan, onlar için mutluluk ve umudu simgeler.
Ancak Ayla'nın okuldan arkadaşı olan Şebnem'in ziyareti sırasında yaşanan korkunç bir olay, bu mutluluk sembolünü paramparça eder.

Şebnem'in kendi falında gördüğü olumsuzluklar sebebiyle fincanı fırlatarak kırmasıyla yaşanan trajik bir cinayetin ardından, Ayla'nın hayatı altüst olur. Ancak bu olay, ona mutluluğun ve mutsuzluğun arasındaki ince çizgiyi hatırlatır.

Bu hikâyede, mutluluğun kırılgan doğasını ve yaşamın beklenmedik dönemeçlerini keşfedeceksiniz. Aşkın, umudun ve trajedinin iç içe geçtiği bu hikâye, sizi duygusal bir yolculuğa çıkaracak.

“Sarı Kulplu Fincan" sizi, mutluluğun ve mutsuzluğun arasındaki dengeyi sorgulamaya ve hayatın karmaşıklığını keşfetmeye davet ediyor.

Siz bu keşfe var mısınız?

Özetle, Sarı Kulplu Fincan kitabımın tüm okurlarıma hayırlı olmasını ve keyifle okumalarını diliyorum.

Hanife Mert

18 Nisan 2024 Perşembe

Halimiz Ortada


 

Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kaptırdık ki; ne eş-dost -arkadaş, ne akraba, ne yaşlı, ne büyük- küçük umurumuzda bile olmuyor artık.

Umurumuzda olmuyor derken yanlış anlaşılmasın. Kendimizi yaşam denilen bu keşmekeşte öylesine kaybettik ki, akıl edemiyoruz  diyelim sadece.  Hoş aklımıza gelse de şu yaşam kaygısı ruhen ve bedenen öylesine sardı ki benliğimizi, kimseyi düşünecek takatimiz kalmıyor... Konumuz bu değil tabii.

Sevdiğim bir arkadaşımdı arayan kişi. Geçmişe dair pek çok güzel anılarımız vardı. Lisede, üniversitede birlikte okuduk. Aşağı yukarı aynı dönemde çalışma hayatına başladık, aynı dönemde evlendik ve yaklaşık aynı dönemde de emekli olduk. 

Arkadaşımın sohbetini severim. Hani, "gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül sohbet ister, kahve bahane." cinsinden, sohbet etmesini iyi bilen biri. O, hem konuşmasını hem de dinlemesini bilir. Yani, her lafa maydanoz olan, fikri olsa da olmasa da konuşmaya çalışan, ancak karşıdakini dinlemeye tahammülü olmayan, yalnızca ben konuşayım, beni dinlesinler mizacında olanlardan değil.

Sohbet kısa bir hal hatırın ardından, yönünü direkt tüm sohbetlerin ortak noktası olan ekonomiye çevirdi. Artık kimse öyle iyi misin? Hoş musun? Derdin sıkıntın var mı? diye sormuyor. Öyle laf lafı da açmıyor artık. Çünkü sorun tek ve ortak... Konu,  sebze- meyve fiyatları, et fiyatları, elektrik –doğal gaz faturaları, benzine-mazota- motorine gelen zamlar ve enflasyonun hız kesmeyen yükselişi... Doğal olarak da yılbaşında aldığı zammın aynı ay içinde erittiği  cebindeki paradan dert yanmaya başlıyor insan.

Artık günümüzde ekonomist olmak için öyle yıllarca üniversitelerin iktisat- işletme fakültelerinde dirsek çürütmeye gerek kalmadı. Türkiye'de yaşamanız yeterli... Şartlar size kafanıza vura vura öğretir ekonomiyi...

Arkadaşımla geçmişle bugünü karşılaştırdık. Emekli olduğumuz dönemlerde aldığımız emeklilik tazminatıyla rahatlıkla orta halli bir ev ve ikinci el bir de araba alınırdı. Şimdi öyle mi? Eşimden biliyorum, Ağustosta emekli oldu. Aldığı tazminatla bunların hiç birinin yanına bile yaklaşılmadı...

Arkadaşım çok endişeliydi. Çünkü onun bu sorunlarının yanında bir de üniversitede okuyan bir oğlu vardı. Eşiyle birlikte aldığı pula dönen emekli maaşıyla nasıl zorlandığını ve zaman içinde nasıl zorlanacağını düşünüyordu kara kara. O haklıydı... İlkokul, ortaokul ve lisede bile çok zorken, üniversitede çocuk okutmak ailelerin iyice belini kıracağa benziyor... 

Bu sorunları aşıp okulu bitirse bile karşılığında işsizler ordusuna dahil olduktan sonra, ne kıymeti var diyesi geliyor insanın. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş. Bizler elimizden geldiği hatta gelmediği kadar bile olsa mücadeleye devam etmek zorundayız. Pes etmek bize yakışmaz.

Arkadaşımla uzun ancak keyifli demeyim de kaliteli bir dertleşme yaptık. Yine de laf lafı açtı. Eee sorun ortak. Çözüm olamasak da sıkıntımızı paylaştık. Eskilerin dediği gibi, sıkıntılar paylaşılırsa hafiflermiş ya...

Zaten bizde sorun bitmez. Hani deveye sormuşlar; "Neden boynun eğri?" diye, o da "nerem doğru ki?" demiş ya, işte öyle bir şey bizde haller durumlar.

Okurlarıma sevgilerimle,

Hanife Mert

10 Ocak 2023 Salı

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!




Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. Sebebine gelince; kısmen özel ancak temelde genel...

Bildiğiniz gibi insan yaşamı tek düze değildir. İnsanın kimi zaman sevinç, kimi zaman hüzün, kimi zaman da tatlı heyecanlar yaşayacağı gibi, vicdanını sızlatacak, canını acıtacak, hatta kanını donduracak kadar üzüntü, öfke yaşaması da muhtemel... Ülkemizin içinde bulunduğu durum hepinizce malum. Onları tekrar dillendirmeye ne gerek var...

 Benimle ilgili olan değişimden bahsedeyim sizlere. Fırçadaki Son Şiir/ Bir Orhan Veli Romanı adlı kurmaca biyografik romanımı biliyorsunuz. Geçen yıl temmuz ayında çıkarmıştım. Ardından vakit kaybetmeden dördüncü kitabımın hazırlıklarına başladım. "Bu ne acele? Ardından atlı mı kovalıyor? diye düşünebilirsiniz. Bu durum sanırım edebiyat dünyasına geç girmiş olmanın eksiğini hissediyor olmamdan kaynaklı olsa gerek.

Düş Batımı, Bakış Acısı ve Fırçadaki Son Şiir kitaplarımda olduğu gibi  "Yolculuk"  kitabımın da yayımlatma süreci beni oldukça zorladı. İnanın ülkemizde kitap çıkartmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor. Her şeyde olduğu gibi artık yayınevleri de işi ticarete dökmüşler. Kitap basımı için istedikleri paraları duysanız dudaklarınız uçaklar. Onların benden istedikleri parayla biz şuan ki  oturduğumuz evi satın almıştık. Varın ötesini siz düşünün...

Yayınevlerinin istediği parayı ödemedim tabi ki. Bunun olanağı yoktu. Aralarında vicdanlı yayınevleri de yok değil hani. Uyanış Yayınevi bunlardan biriydi. Makul bir sözleşmeyle anlaştık. Tabi bu arada benim sevincime diyecek yoktu...

Kitabım 22 Aralık 2022'de raflardaki yerini aldı. Çiçeği burnundaki yeni kitabım "Yolculuk" diğerlerinden farklı olarak kişisel gelişim tadında bir kitap. Bu kitabı yazma nedenimden kısaca bahsedeyim. Toplum olarak, bireyler olarak hayat gailesine öylesine kaptırdık ki, “kendimizi” unuttuk... Yaşamın amacını  sadece yemek yemek, para kazanmak, işte çalışmak ve günlük rutine bağladığımız işleri yapmak olarak algıladık ve bundan öteye gidemedik.

 Oysa yaşamımızı sağlıklı bir şekilde sürdürmek için, sağlıklı bir ruh yapısına ihtiyacımız vardır.  Bunun için se kendimize zaman ayırarak vicdanımızın sesini dinlemek, ruhumuzu dinlendirmek, onun isteklerine kulak vermek gerekir. Yaşamı anlamlı kılmanın temel nedeni sağlıklı bir ruh yapısına sahip olmak  değil mi? Bu yaşam şartlarında pek olası gibi gözükmese de olanaksız değildir...

Ben de bu düşünceyle okurlarıma nefes aldırmak amacıyla “Yolculuk” kitabımda kişiye kendine yönelmesini, kendini tanımasını, kendisine zaman ayırmasını, kendini sevmesi ve kendisiyle barışık yaşaması için kapı aralamaya çalıştım. Anlayacağınız bu kitapla okur kendi iç dünyasına yolculuk yapacak...

Kitabımı  yaşanmış öykülerden kurguladım, filozofların sözleriyle de süslemeye çalıştım. Uyanış Yayınevinden çıktı. 160 sayfalık çabuk okunabilecek bir kitap. Kişisel gelişim kitaplarını sevenlerin beğenebileceği bir kitap diye düşünüyorum.

Tekrar aranızda olmaktan mutluluk duydum.

 Yolculuk Kitabı Arka Kapak Yazısı:

Hani bazen hayat üzerimize  çöreklenir de  nefes alamaz hale geliriz ya, her şey üst üste gelmiştir. Bundan dolayı iç dünyamızda tarif edemeyeceğimiz sıkıntılar, hüzünler yaşarız. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen, içimizden hiçbir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz. Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani... Bizi tanıyan bilen olmayan bir yere kaçıp gizlenmek, yok olmak isteriz.  

Bu düşünce insanın kendinden kaçma isteğidir. Peki ama insan kendinden kaçabilir mi? Ya da insan neden kendinden kaçmak ister?

İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, onun yaşadığı toplumun dayattığı yaşam tarzı ve devamında oluşan duygu birikiminin insan ruhunda yarattığı olumsuz etkinin bir sonucudur.

Her insan, hayatını kendi istediği şekilde özgürce yaşamak, onu istediği gibi düzenlemek ve denetlemek ister. Peki kaçımız yaşamak istediğimiz hayatı yaşama cesaretini  gösterebiliyoruz? Yaşadığımız hayat gerçekte yaşamak istediğimiz hayat mı? Hayatımızla ilgili verdiğimiz kararlarda özgür müyüz?

İşte tüm bu ve benzer soruların yanıtını bu kitapta bulacaksınız. Ayrıca bu kitapta okurlarıma; iç dünyasına yolculuk yaptırarak oradaki kendini tanımasına, anlamasına, sevmesine ve kendisiyle barışarak, mutlu yaşaması için bir kapı aralamaya çalıştım. Peki siz  kendinizi tanımaya, anlamaya ve sevmeye var mısınız?



 

 

 


28 Eylül 2022 Çarşamba

Üç Kuruşluk Çıkar İçin Heba Ettiğimiz Değerler




Bir toplumun yetiştirdiği her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcunun olduğunu savunanlardanım. Bu anlayışla, yaşadığı toplumu güzelleştirmek temel değerlerine sahip çıkmak, onları yaygınlaştırmak, geliştirmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve kendinden sonra gelecek kuşaklara en güzel şekilde bırakmak onun asli görevidir.

Kaldı ki dünya değişim ve gelişim çağındadır.  Bu değişime paralel olarak  teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle  insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. Bu değişim insanı asli görevinden uzaklaştırmakta hatta unutturmaktadır.

 Özellikle son yıllarda toplumumuzda yaşanan örnekler alışılagelmiş bazı değerlerimizin göz ardı edildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir. Nasıl mı? Örnek çok.  Örneğin; artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle, hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor da... Hal böyle iken bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz dediğimiz  değerlerin yerini mevki - makam, para ve güç almış durumda.  Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen değme keyfine, el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani nitelikleri üstünde taşı, ağzınla kuş tut, eğer paran yoksa hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde. Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor. Kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..

Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki, bütün değer yargıları;  şekil, görünüş ve madde üzerine kurulmuş durumda. Şeklin güzelse değerlisin, paran varsa saygınsın, zenginsen önemlisin, mevki makam sahibi isen adamsın gibi..

  Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, hak, adalet, güzel ahlak ve edeple inşa edilmiştir. 

   Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.   İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, ötekileştirme diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. Güçsüz insanlara reva görülen zulümleri, haksız yere cana kıyanları, çocuklara yapılan eziyetleri, hayvanlara, doğaya yapılanları söylemiyorum bile...

Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz. İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz. 

Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve sevgim onlara. Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil.

 

Hanife Mert


Utanmayı Unuttuk mu?

 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı y...