25 Mayıs 2014 Pazar

Miraç Kandili (Bin Yıllık Yanılgı)


Miraç kelime anlamı olarak merdiven, yükselmek, yukarı çıkmak anlamına gelmektedir..
Miraç olayı Kuranda “ Kulu Muhammedi, geceleyin, Mescid’i Haram’dan, kendisine bazı Ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid’i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Her şeyi hakkıyla işiten hakkıyla gören O’dur. “ (İsra suresi)  geçmektedir.
      Üç aylar diye bilinen ve bu aylarda kutlanılan Miraç kandili, Regaip kandili ve Beraat kandili kutlaması ülkemizde ve tasavvuf kültürünün yoğun yaşandığı bazı İslam ülkelerinde, Kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibadetle geçirilmesi bir gelenek haline gelmiştir. Bu gelenek Osmanlı dönemine dayanmaktadır. Osmanlı padişahı 2. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için "kandil" olarak anılmaya başlanmıştır.
  Kandil kutlamalarının dinde sonradan ortaya çıkarılmış bir bidat olduğunu "Kandil Geceleri ve Bin Yıllık Yanılgı” isimli kitabında anlatan Mehmet Emin Akın, Kandil geceleri ve üç aylarla ilgili yüzyıllardır  yanlış bilinen ibadetlere dikkat çekmektedir. Kitabında İslam dininin iki temel dayanağı Kur'an ve Sünnetler de bu kutlamaların yer almadığını ayetlerle ve hadislerle anlatmaktadır
  Allah Azze ve Celle bize kitabında dinini kemale erdirdiğini ve kullarına verdiği nimetlerini tamamladığını haber vermiştir.
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve size nimetimi tamamladım ve din olarak ta sizin için İslam’dan razı oldum.” (Maide:3)
 Bu dinin nasıl yaşanması gerektiğini de, O’nun Rasulü Muhammed (s.a.v) bize apaçık biçimde Sünneti ile öğretmiştir. Öyleyse yolumuzu bize tanıtan, aklımıza, kalbimize ve tüm hayatımıza yön verip onu terbiye edecek olan Kur’an ve O’nun Rasulü (s.a.v) tarafından anlaşılıp hayata uygulaması demek olan Sünnet-i Nebeviye gibi iki rehberimiz var.
Kur’an Allah Rasulü’nü hem imanda, hem de amelde bizim için uyulması gereken yegane örnek olarak tanıtır. Allah O’na “Usve-i Hasene” adını vermiştir.
“Andolsun ki sizin için Allah’ın Rasul’ünde en güzel bir usve vardır.” (Ahzab:21)
Allah böyle söyledikten sonra İslam’ın yaşanmasında kim O’ndan daha iyi bir örneğin olduğunu söyler veya kim O’nun getirdiklerine yine bir şeyler eklenmesi gerektiğini iddia ederse, kendisine Allah’ın dinininden başka bir din seçmiştir.
“Rasul size neyi getirmişse onu alınız ve sizi neden de alıkoymuşsa ondan da sakınınız.” (Haşr:7)
Ey iman edenler Allah’a itaat edin ve Rasul’e de itaat edin ve sizden olan Ulu’l emre de.
Eğer herhangi bir şeyde çekişmeye düşerseniz, onu Allah’a ve Rasul’e götürünüz” Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bu sizin için işleri aslına çevirmede en iyisidir.” (Nisa:59)
Her hangi bir meselede bile onu Allah ve Rasul’üne götürmemiz emredilirken, bunu eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsak yapmamız gerektiği vurgulanmakta.
  Kuran'a ve Rasul’ün (s.a.v.) Sünneti’ne iman ettiğini söyleyipte Kitap ve Sünnet’te olmayan (İçtihadi amel hariç) bir amel veya ibadeti İslam’a maletmeye çalışanlar ise bid’at ehlidirler. Bunların bir kısmı kafirdir, diğer bir kısmı ise kebair (büyük günah) sahibidirler. Ne yazık ki Müslümanlar arasında bin yıldan fazladır sayısız bid’at ve hurafelerle amel edile gelinmektedir. Bunun ortaya çıkmasının yegane nedeni, insanların heva ve heveslerine uyup, Kitap ve Sünnet’te yaptıklarına bir delil olmadığı halde; yeni ibadet, dua, zikir ve tevessül türleri icad etmeleridir.
    Kabir ve türbeleri ziyaret, Mevlid, Reğaib, Mirac ve Beraat gecelerini kutlama, artık dini bir ibadet ve zaruret halini aldı. Ve böylece avam halk zamanla bunu dindenmiş zannetti. Halbuki, bu ibadetlerin veya amellerin kaynağı Sünnet değil Allah Rasulü (s.a.v.) adına uydurulmuş “Mevzu” hadislerdi.
 Mesela; her ne kadar Receb ve Şa’ban aylarının faziletlerine delil olacak zayıf, Hasen ve kısmen de kimi alimlerin dediğine göre, sahih hadisler olmasına rağmen, bu konuda hiç aslı ve eseri olmayan hadislerle de amel edile gelindi.
Ne yazık ki burada siyasi fırkaların (Bermekiler, Fatimiler vb.) eli olduğu gibi, özellikle de tasavvufi kurumların etkisi vardır. Bunu IV. Hicri asırdan itibaren yazılmış olan yüzlerce kaynakta çok açık olarak görmekteyiz.
 Böylece Muhammed (s.a.v.) Ümmeti uydurma veya çok zayıf hadislerde bize dini ibadet gibi gösterilen şeylerle, amel ede ede, hem Rasul’ün Sünnet’ini saptırdı hem de ibadette Tevhid-i İlahiyeye şirk karıştıracak bir hale geldi.
  Hepimiz biliyoruz ki, ne Allah Rasulü ve ne de O’nun ashabı ne Mevlid-i Nebevi’yi ne Miracı, ne Reğaibi ve ne de Beraat Gecesini kutladılar. Belki bu günlerden bazıları geldiğinde, bunun fazilet ve nimetini hatırlıyorlardı. Ama yaklaşık olarak Hicri IV. yüzyıldan bu yana kesintisiz olarak devam eden bu merasimlerin hiçbirisini yapmıyorlardı. Çünkü Sünnet, Kur’an’î bir yaşayışı tanzim etme ve ve beyan etmede henüz etkisini yitirmemişti.
  Ancak hadis uydurucuların her tarafta çoğalarak, bid’at olan bir çok ibadeti yaymaları ile bugünkü şekliyle dini birer hurafe bayramları koleksiyonu haline getirdi. Daha sonra sultanlar ve emirler de bunu çeşitli biçimlerde istismar etmeye başlayarak, sultanlıklarını daha da kökleştirmek amacıyla şehirlerde cadde ve camiler de bu geceleri kutlamak için “Kandil” geceleri ihdas ettiler.
  Zamanla ahlaki bozukluklara bile sebep olan törenler her tarafa yayıldı. Öyle ki kimi İslam beldelerinde, kimi evliyayı anmak için binlerce insan dergah ve makamlara, türbelere akın edip, sanki küçük bir “Hac ibadeti” eda ediyorlarmış gibi bir konuma geldiler. Üzülerek belirtmek gerekir ki, bu törenler tıpkı hıristiyanların dini kutlamalarına benziyor. Hele tarihi kaynaklarda, Mısır, Kuzey Afrika, Irak, Şam diyarı, Endülüs, Pakistan, Hindistan ve İran’da olanlar bunun önemli örnekleri arasındadır.
Ne ilginçtir ki gerçekten bu gecelerin “Kandil” adı altında kutlanması ve bu gecelere özgü ibadetlerin uydurulması, özellikle de o gün Irak, Şam, Kudüs ve Kahire gibi İslam beldelerinde Hıristıyanların yoğun oldukları yerlerde ortaya çıkmıştır.
  Sonra, bütün bu tarihi ve sosyal birikimlerde insanların farkında olmadan birbirlerinin kandillerini kutlamalarının Sünnet dışı bir davranış olduğunun farkına varmaları elbette mümkün olmazdı. Çünkü, tüm Osmanlı Saltanatı boyunca bugünler kutlanmış ve kutsal bir özen görmüştür. Daha önceleri olduğu gibi.

  Hele günümüzde dine karşı kayıtsız olmasına rağmen milyonlarca insanın “kandiller”için hazırlık yapması, çörekler ve börekler hazırlayıp,yılın çoğunda hiç Allah için alınlarını yere koymadıkları halde, bu gecelerde yüzlerce rekat namaz kılıp sabahlamaları gerçekten içler acısı ve ağlanacak bir durumdur. Öte yandan farzlar inkar edilircesine ihmal edilmekte. Din insanların hevasına uydurulmakta, bunun ızdırabı ise çok az duyulmakta.

Ülkede milyonlarca insan sefil, aç, açık, mazlum konumdayken yüz milyonlar belki de milyarlar harcayarak “kandil” kutlamalarını hangi İslami vicdan ve yürek, İslam adına yapılmış bir hareket olarak görebilir. Bunlar bazıları tarafından tıpkı bir günah çıkarma günleri olarak algılanmaktadır. Hatta pavyonlarda Müslüman kızlarının ırzlarını ve vücutlarını satanlar dahi bu gecelerde günah çıkarmayı ihmal etmezler. Üzülerek ifade etmek gerekir ki cami ve mescidlerini kabir haline getirip, Kur’an’a hayatlarında sırt dönenlere, gaflet ve isyan içinde yaşayanlara, Kandiller, Mevlidler değil, Kur’an gerekir. Bu insanlar camilerin yönetimini ve ibadetlerin edasını, İslam’a hayat hakkı tanımayan bir sisteme teslim etmeye razı olduktan sonra, ne “kandiller” onları kurtarır ne de “Mevlidler”.
 Bu toplum, Kitap ve Sünnete muhalefetten ötürü, bir karanlığın içine gömülmüştür. Beş vakit namazların, bile bile terk ettikleri halde Cuma günü camilere doluşanlar, kandillerde ucuz ve sahte telaşlar içine giren, yılbaşlarında piyango, ihmal etmeyen, birasından veya çıplaklıklarından vazgeçmeyen insanlar acaba bu törenlerle mi İslami emirleri yerine getirmiş olacaklar?
Müslüman düşünürlere, aydınlara ve ilim adamlarına düşen; insanları, Kur’an’ı ve onun ilmini, ahkamını öğrenmeye çağırmak ve bunu teşvik etmektir. Hayatı boyunca belki hiç Kur’an okumamış veya bir tek Nebevi sözü bilmeyen insanları, böyle şeylerle uğraştırmanın hiçbir değeri yoktur.

Öyleyse bu insanların önce Rabblerini ve O’nun kitabını ve Rasulü’nün (s.a.v.) Sünnetini tanımaya ihtiyaçları vardır. İçine düştüğümüz bu cehalet ve zilletin tek nedeni “İlim”den elimizi çekmemiz ve ona sırt dönmemizdir.
İnsanları “üç aylar” adına sünnet dışı ibadetlere ve hayır işlemeye davet edenler bir bakıma, Allah Rasulü (s.a.v.) adına yalan hadis uyduranların çizgisini ve geleneğini devam ettirmektedirler. Dikkat edilirse insanlar Hristiyanlıktaki gibi, tamamen pasif olan ve Müslümanı, Kur’anî görevinin dışındaki amelleri işlemeye teşvik edilmişlerdir. 
  
 Görünen o ki, bize bin yıldır bir gelenek- görenek din olarak dayatılmış ve öyle yaşamaya teşvik edilmiş. Ülkenin en büyük din otoritesi olan Diyanet işleri başkanlığının hazırladığı İslam Ansiklopedisinde bu kandillerin gelenekleştirilmiş olduğu ifade edilmiştir. Buna rağmen  Kandil gecelerini bizzat organize eden, camilerde mevlid ve dua merasimleri düzenleyen, bu geceler münasebetiyle kutlama mesajları yayınlayan ve halkın kandilini kutlayan da yine Diyanet’in kendisi. Anlaşılır gibi değil...

Yararlanılan Kaynak:Kandil Geceleri ve Bin Yıllık Yanılgı(Mehmet Emin Akın)
              

Muhabbetle
Hanife Mert



21 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma'da Yanan Ateş...

       
Konuşacak sözlerin çokluğu, insanı bazen dilsiz yapar. Konuşamaz olursun. Kızgınlığını, küskünlüğünü, kırgınlığını, üzüntünü, kederini, çaresizliğini yüreğine gömer tüm çığlıkların sessizleşir. Ne zordur için kan ağlarken çığlıklarını yüreğine gömmek.Tıpkı kömürleşmiş bedenlerin kızamaz hesap soramaz olması gibi.Tıpkı gözlerinden boncuk boncuk akan yaşı silemeyen bir yetimin çaresizliği gibi. Yavrusunu o kara madende kaybeden ananın, babanın, kardeşin, eşin "bu maden beni de benim canımı da  alsın" diye haykıranların, semaları inleten ahları vahları gibi...                        

 İşte böyle musibetler ortaya koyuyor eksiğimizi, yanlışlarımızı, kusurlarımızı. Keşke bu acılara sebep olan yanlışlar, ihmaller önceden tahmin edilerek önlemler alınabilse idi. Maalesef keşkeler sorunu çözmüyor... 

 Ne çok acılar yaşadık topluca ne çok canlar verdik toprağa. Yakın zamanda Van depremi, Gölcük depremi, maden ocaklarında gruzi patlaması sonunda giden binlerce canların izi hala hafızalarımızda.Görünen o ki, yaşanan onca musibetler ders olmamış, etkili olmamış ki, Soma'da da aynı sebeple facia başımıza geldi. Acaba cezalar mı yetersiz, vicdanlar mı katılaşmıştı ki; biraz daha fazla kazanabilmek uğruna başka alternatifi olmayan çaresiz insanlar, önlem alınmadan, gereği yapılmadan uygunsuz ortamlarda çalıştırılmaya devam ediliyor.
  Soma'da acı ve şokun yanında; şaşkınlığı ve yok artık! Diyecek kadar  kızgınlığı da yaşadık...
 Eskiden, mahallemizde yakın komşularımızdan tanıdıklardan veya akrabalardan birinde cenaze olduğu zaman annem bize evde televizyon, radyo, teyp gibi eğlenceyi çağrıştıran aletleri açtırmazdı. Cenaze evine saygısızlık olur der biz de onlarla birlikte üç gün yas tutardık. Ne güzeldi bizim örflerimiz adetlerimiz. İnsanların birbirlerine, acılarına, yaslarına saygı duyması.
    Şimdi bırakın birlikte yası acıyı paylaşmayı saygı duymayı yüreği yanan acısı çöreklenmiş bir cenaze sahibinin tepkisine tahammül gösteremeyecek kadar vicdanı katılaşmış olan müşavirin tekme ile vurması, başbakanın tokat atması ve bir çoklarında bu çirkin davranışı haklı göstermeye çalışması, vicdanları daha çok yaralamıştır. Zaten devlete, insanların birbirine karşı olmayan güvenini tamamen yok etmiştir.
  Başsağlığı ziyaretinin amacı gideni geri getiremeyiz, lakin acınızı paylaşıyoruz. Bu manada elimizden ne gelirse yapmaya hazırız. Yanındayız yakınındayız mesajı vermektir. Acıları, stresi gerginliği arttırmak değildir. 
   Onlar yürek yakan hikayeleri ile göçtüler bu dünyadan. Kimi oğluna sarılarak can vermiş, kimi ölmeden "hakkını helal et oğlum" notunu bırakmış, kimi "Abi beni bırakın Mahmut'u alın onun karısı hamile" diyerek kendi hayatını feda etmiş, kimi bilmem ne şekilde ölüme giden  güzel yürekli insanlar...Tüm bu güzel hasletler, erdemler aslında var olan ancak kendimizi hayat gailesine fazla kaptırdığımızdan dolayı unuttuğumuz Çanakkale, Kurtuluş savaşlarını kazandıran ruhu hatırlattı bizlere. Onlar bu dünyadan göçerken unuttuğumuz insanlığımızı da hatırlattılar.   
   Bu acıların son olmasını, artık cennet gibi güzel ülkemde insanların yok yere pisi pisine ölmesini engelleyecek önlemlerin en kısa zamanda alınmasını ve insana saygının, adaletin, hak ve hukukun, güven içinde yaşamanın her şeyden önemli ve öncelikli olduğu bilincinin yaygınlaşmasını diliyor ve umut ediyorum.
 Bu vesile ile Soma maden işletmesinde hayatını kaybeden maden şehitlerimize rahmet, geride bıraktıkları gözü yaşlı yakınlarına sabır, metanet ve mücadele ile geçirecekleri bir yaşam diliyorum.

Muhabbetle

Hanife Mert

19 Mayıs 2014 Pazartesi

19 Mayıs Atamızı Anma Gençlik ve Spor Bayramımız Kutlu Olsun.



"Bütün ümidim gençlerdedir" diyerek ülkemizi umut dolu yarınlara taşıyacağına inandığı gençliğe , 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını armağan eden Atamızı, onun silah arkadaşlarını ve bu vatana canını feda eden tüm şehitlerimizi rahmetle, şükranla ve sevgi ile anıyorum. Ayrıca, Soma' da şehit olan kardeşlerimizi de rahmetle anıyor, Milletimizin böyle bir acıyı tekrar yaşamamasını ve milletimizin hak ettiği barış, kardeşlik, hak ve adaletin sağlandığı bir geleceğe bayram coşkusuyla ulaşmasını diliyorum.



19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.


11 Mayıs 2014 Pazar

İlkbaharın ilk Coşkusu

Zorlu geçen kış, köylüye illallah dedirtmişti. Artık soğuklar sona ermiş, bahar gelmişti. Güneş sıcak yüzünü yavaş yavaş gösteriyor, lakin tamamen ısıtmıyordu. Sadece havanın donduran ayazını almıştı. Doğa da, yavaş yavaş uyanmaya başlamış, kışın bembeyaz karın örttüğü akasya, ıhlamur, erik, elma ağaçlarının dalları baharın gelmesiyle rengarenk çiçeklerle bezenmiş, narin zarif bir gelin gibi göz kamaştırıyordu. Etraf insanın yüreğine canlılık huzur veren bir hale bürünmüştü.
   Hasan, tam da baharın gelişi ile doğanın canlandığı bir dönemde, kıvrım kıvrım virajları ile hiç bitmeyecek sandığı uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğunun ardından köyüne gelmişti. Köyde karşılaştığı renk cümbüşünün yaşandığı  bu manzara ruhuna bir dinginlik, gönlüne ise bir  huzur veriyordu. Köyünü çok seviyordu. Zira her taşında, toprağında, bağında, bayırında, dağında ormanında güzel olduğu kadar canını yakan acı anılarının izini taşıyordu. Onlara baktıkça tüm yaşanmışlıkları bir film şeridi gibi geçiveriyordu gözünün önünden...İşte o zaman anlıyordu insan; ne kadar uzağa giderse gitsin, yeni hayatlar, yeni yüzler, yeni yaşanmışlıklar, bir sırt çantası gibi üzerinde taşıdığı geçmişini unutturamıyordu. Her ne kadar üzerine, sünger çektiğini sansa da...Zira yaşadığı müddetçe hayat ona hatırlatacak bir ortam sağlayacaktı. Kimi zaman yanık yanık söylenen bir türküde, bir ağacın dallarında, bir meyvenin çiçeğinde, bir kuşun nazlı nazlı uçuşunda,bir derenin akışında ve kimi zaman da,  küçük Elifciğin mahsun mahsun bakışında anımsayacak, pişmanlığını vicdanının en derin yerinde duyumsayacaktı. 
  Hasan yolda fazla oyalanmak istemiyordu. Bir an önce anasına, kızına akrabalarına kavuşmak için adımlarını hızlandırdı. Zira onları çok özlemişti. Mektup yazıp geleceğini de bildirmemişti. Gelişi sürpriz olsun istedi.
 Hatice Ana ve Mustafa Emmi ise, ayağı hafif aksak olduğu için  köylünün Çot Selver dediği komşusunun toprak damlı evinin  duvarının dibinde kendileri gibi bir kaç ihtiyarla birlikte, güneşe karşı bükülmüş belini çevirmiş, bastonuna yaslanarak güneşli bahar havasının tadını çıkarmaya çalışıyordu. Aralarında kendi hallerince konuşup birbirlerine dertleniyordu. Zira dertleri, kaygıları, kederleri ortaktı.
Mustafa Emmi:
-Bekir Çavuş, bu yıl zemheri ortalığı kırdı geçirdi. Biraz daha devam edeydi kazma kürek sapını da yaktıracaktı mazaallah...
-He ya haklısın Mustafa Onbaşı, doğru dersin. Bu yıl kış çok çetin geçti.  Biz de olan tezeği, odunu yaktık da zor ısındık. Senin Ali’den ne haber?
-İyiymiş, işe başlamış  arada bize de para gönderiyor. 
-Allah iyilik versin,
-Amin.
 Bu yaşlı İki ihtiyar, bahar güneşinin bedenlerini ısıtması ile   gevşemiş, kendilerini iyice rahatlamış hissediyordu. Laf lafı da açtıkça sohbet keyifli hale gelmişti...
 Hatice Ana  duvarın dibindeki büyükçe taşın üstüne güneşten tarafa koyduğu kalın küçük kilimin üstüne oturmuş konuşmaları dinliyordu. Ali'nin lafı geçince yüreği sızladı. Evlat işte! Hasretine dayanmak çok zor. "Geleydi hele bir" diye düşündü. Sonra "daha nereden gelecek", gideli altı ay oldu. Bir yıl geçmeden gelemez, diye geçiriyordu zihninden.
   Elif ise, arkadaşı Yıldız ile birlikte yere çizgi çizmiş taş atlatmaca oynuyordu.Yerden taşı aldı atacaktı ki, uzaktan gelene  takıldı gözü. Dikkat kesildi: 
-Babam geliyor! Dedi. 
Hatice Ana:
-Ne babası gız, babanın ne işi var bu zamanda? Diyerek Elif'in hayal görmüş olacağını düşündü. Elif ısrarla eliyle karşısını işaret ederek:
-Bak hele şuraya...
Hatice Ana  merakla kalktı baktı. Elif haklıydı. Oğlu elinde valizi ile kendilerine doğru geliyordu. Heyecanlanmıştı.Eli ayağı birbirine dolaştı. Mustafa Emmi de o tarafa yöneldi. Hasan gerçekten gelmişti. Hatice Ana yavrusuna sarılıp yüreğini kor gibi yakan özlemini soğutmaya çalışıyordu. Göz pınarlarından damla damla yanaklarına doğru iniyordu yaşlar... 
  Şu insanoğlu ne garip! Sevinir ağlar, üzülür ağlar, hasret çeker ağlar, kavuşur yine ağlar. Yüreğimizin sessiz çığlıklarıdır gözyaşlarımız. Kimi zaman kaçıp sığındığımız limanımız, kimi zaman yüreğimizi alabildiğince coşturduğmuz rahmet deryamızdır. Onlar, kelimeler duygularımızı anlatmakta kifayetsiz kaldığında çıkarlar ortaya...
  Analarımız! Dünyada var oluşumuzun sebebi, yüreği yanık, gözü yaşlı analarımız. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En büyük dertlerin dertlisi, çilelerin çilelisi, en büyük mutlulukların ardındaki sırdır. Her ne yapsak hakkını ödeyemeyeceğimiz çileli analarımız...Bizim analarımız çilekeştir. Yavrusunun rızkını temin etmek için gece gündüz demez çalışır. Güneşin kavurucu sıcağının altında, çocuğu sırtında tarladadır, bağdadır, bahçededir, dairededir. Kendisi yemez yedirir, giymez giydirir. Özetle yavrusu için her türlü çileye katlanır. Anadolu’muzunn anası fedakârdır. Vatanı için, bu vatanda yaşayan ve yaşayacak olan evlatlarının huzuru için gerektiğinde cephelerde savaşmış, sırtında mermi taşımıştır. Vatan ve bayrak uğrunda feda ettiği en sevdiği varlıkların acısını içine gömmeyi bilmiş vakarından da hiçbir şeyi kaybetmemiştir.

Bu vesileyle tüm annelerimizin ve anne adaylarımızın anneler günü kutlu olsun. Ahirete göç etmiş annelerimize de Allah'tan rahmet diliyorum.

Muhabbetle
Hanife MERT


4 Mayıs 2014 Pazar

Gerçeğin Acıtan Yüzü!

Ne zordur yalnızlık! Mezar gibi soğuk ve ürkütücü… Duvarlar üstüne üstüne gelir. Gözün çalmayan telefonda, kulağın ise kapı zilinde takılıp kalmıştır. Beynini küçük kurtçuklar gibi kemiren düşünceler, bir türlü rahat bırakmaz olur. Düşündükçe bunaltır, bunaldıkça vicdanla birleşerek benliğini esir alır. Kendinle konuşur, kendinle paylaşır, kendinle dertleşirsin. Kendini sorgular, yine kendini kendin yargılarsın. Sanık da sen, yargıçta sen, avukatta…


   Tek katlı damı ve duvarları betondan yapılmış, önünde teneke saksıda susuzluktan kurumuş şeker çiçeği, karanfil, ve hanım eli gibi birkaç çiçekten ibaret olan küçük bakımsız bir bahçesi vardı. Bir göz odalı evinde her zamanki gibi yine tek başına ve yine kendisi ile yapayalnızdı… Ne arayanı soranı, ne de geleni gideni vardı.
Şairin: “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge. Ne açar kimse kapım bâd-ı sâbâdan gayrı.” Dediği gibi kendini sadece yine kendisi düşünüyordu. Kapısını çalanı, arayanı soranı, geleni gideni yoktu.

   Bir zamanlar karıncanın şekere üşüştüğü gibi, etrafını saran onca insanlar nerede şimdi? Nerede dostları, arkadaşları, akrabaları, yakınları sevdiğim dediği insanlar? İnsan düşmeye görsün. Arasan ilaç namına bulamazsın kimseyi. En yakının bile kaçar senden öbek öbek…

  Canı sıkılmıştı. Sabah demlediği çayı ısıttı. Bardağa doldurduktan sonra tek odalı evinin yola bakan küçük balkonuna, tahta tabureyi alarak oturdu. Gözleri nemli, gönlünü hüzün kaplamıştı. Gömleğinin cebinden paketteki son sigarasını çıkardı ve yaktı. Keyifle çekti dumanını ciğerlerine. Tadını çıkarmalıydı. Zira başka sigara alacak parası yoktu…

   Yoldan geçen insanları izlemeye başladı. Her birini ayrı ayrı izliyordu. Her birinin yüzü mahkeme duvarı gibi. Soğuk, mutsuz, umutsuz, gergin, karamsar ve yalnızlığın yüzlerine bir yafta gibi yapıştığı insanlar. Onca kalabalığın içinde insanları böyle mutsuz, karamsar, yapayalnız hissettiren sevgisiz, vefasız, nankör yapan bencilce yaklaşımlarından başkası değildi. Daha önce nasıl da fark edememişti? Zira insan çoğu şeyi yaşayarak öğreniyor ve ancak yaşadıklarından ders alabiliyordu. Ders alabilmesi için, önce musibete maruz kalmalı idi. Bir musibetin bin nasihatten etkili olması gibi. Hayat da dersini yaşatarak veriyordu.

  Hayalinde bir bir canlandı yaşanmışlıkları… Gözleri nemlendi… Anne babası ona hayatı öğretmediler. Özel kolejde okuttular. Lakin kendisinin özel olduğunu hissettirmediler. Her istediğini para ile elde edebileceğini öğrettiler, paranın satın alamayacağı değerleri öğretmediler. Paranın yaşamak için bir amaç değil, sadece bir araç olduğunu öğretmediler. Ona çalışsın diye iş buldular. Sebat etmesini öğretmediler. Yuvası olsun diye bir eş, bir ev verdiler. Lakin o yuvanın bekası için gerekli olan en önemli şeyin sevgi, saygı ve sorumluluk bilincinin önemli olduğunu öğretmediler. Her düştüğünde el verip kaldırdılar, bir defada” kendin düştün, kendin kalk” demediler.
   Her şeyden önemlisi ona karakterini sağlamlaştıracak bir fırsat vermediler. Her şeyini, işini, eşini, yuvasını, kızını, dostlarını kaybettiğinde anlamıştı bütün bunları. 


   Düşmüştü..! Yine eskiden olduğu gibi anne ve babasının el vermesini bekledi. O el uzanmamıştı. Zira anne ve babası da onu yapayalnız bırakmıştı.” Öğreneceğim” diyordu hayatı geç de olsa… Kalacak yeri yoktu. En son çocukluk arkadaşı ile kalmıştı. Bir müddet sonra o da yol verdi. Artık dışarıda parklarda kalıyordu. Hatta bir arkadaşı onu uzaktan görmüştü. Kimseye göstermeden çöp kutusundan ekmek aldığını da, gözyaşlarını tutamamıştı... 

  Bir zamanlar jöleli saçların ve Rayban marka gözlüğün yerini, kirden yağlanmış saçlar ve gözlerinin altındaki morluklar almıştı. En pahalı mağazalardan aldığı kıyafetlerin, ayakkabıların yerini kirden, pislikten rengi seçilmeyen, kimi yeri yırtılmış tişört, pantolon ve ayakkabı almıştı...

   İnsan ne oldum dememeli. Bu gün sahip olduğu sağlığa, zenginliğe, güzelliğe güvenmemeli. Her birinin bir anda yok olabileceği bilincine sahip olmalı.

  Anne ve babalar da her şeyden çok sevdiği evlatlarını yetiştirirken onları hayata hazırlarken, güçlü bir irade sağlam bir karakter ve hayatta mutlu olabilmesi için ruhunu sevgi ile doyurmalı. Sevgiyi, sabrı, kanaati, mücadele etmeyi ve mutlu olmayı öğretmeli.

  Yaşanmış her hayat içinde ders verici bir kıssa bulundurur, hisse almasını bilirsen…
Muhabbetle.
Hanife MERT

“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge.
Ne açar kimse kapım bâd-ı sâbâdan gayrı.”
(Fuzuli)
Anlamı:
Gönlümün ateşinden başka bana kimse yanmaz, acımaz.
Sabah rüzgarından başka da kimse kapımı açmaz.

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...