12 Mart 2014 Çarşamba

Allah Bu Millete Bir Daha İstiklal Marşı Yazdırmasın!


  İstiklal Marşımız bağımsızlığımızın,dimdik ayakta var oluşumuzun  en önemli göstergesidir. Marşımızı diğer milli marşlardan ayran en önemli özelliklerinden birisi de yurdumuzun düşman işgaline uğradığı felaket günlerini yaşadığı dönemde hazırlanmış olmasıdır. 
  Saldırgan düşmana karşı Anadolu’da tutuşan heyecanı alevlendirecek, vatan sevgisini ve inancını canlı tutacak bir marşın hazırlanması düşüncesi, Genel Kurmay Başkanı İsmet (İnönü) Paşa dan geldi. İsmet İnönü böyle bir marşın Fransız ordusunda mevcut olduğunu ve bizim ordumuz için de faydalı olacağını Milli Eğitim Bakanlığına iletti. Milli Eğitim Bakanlığı da bu düşünceyi benimseyip bir yarışma düzenledi. Beğenilen güfte için 500 lira ödül verilecekti. Yarışma için 734 şiir gönderildi. Bir kurulca bunlar titizlikle incelenip 6 tanesi ayrıldı. Ama hiçbiri beğenilmedi; marş olacak değerde bulunmadı. O zaman Burdur Milletvekili olan Mehmet Akif’in para ödülünden rahatsızlık duyduğu için yarışmaya katılmadığı öğrenildi. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi şairin Meclis’teki sıra arkadaşı Balıkesir Milletvekili Hasan Basri Bey’in yardımını istedi. 
Hasan Basri Bey bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
‘‘Akif Bey’in yanımda olduğu bir zaman, elime bir kağıt parçası alarak,onun dikkatini çekecek bir tarzda yazmaya başladım.
                                                                                                                           


- Ne yazıyorsun?

- Marş…İstiklal Marşı yazıyorum.

- Yahu sen ne adamsın? Seçilecek şiire para ödülü verileceğini bilmiyor musun? İçinde para olan bir işe nasıl katılıyorsun?
- Yarışma kaldırıldı? Seçilecek şiire ne para verilecek, ne de her hangi bir ödül. Milli Eğitim Bakanı bana güvence verdi.
- Ya, o halde yazalım.
İşte böylece yazılmaya başlanan ve 48 saatte bitirilen İstiklal Marşı, imzasız olarak Milli Eğitim Bakanlığının seçici kuruluna sunuldu. Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, daha önce seçilen 6 şiirle birlikte yeni şiiri Ordu Komutanlarına gönderdi. Onlardan, şiirlerin askerlere okunmasını, beğenilenleri sıralamalarını istedi. Komutanlar, kısa sürede sonucu bildirdiler: Hepsi de Mehmet Akif’in şiirini birinci sıraya almıştı. Bundan sonraki iş, İstiklal Marşı’nın T.B.M.M’ne getirip kabul ettirmekti. Marş, ilkin Meclis’in 1 Mart 1921 günü yaptığı ikinci oturumunda ele alındı. Başkan Mustafa Kemal’in söz vermesi üzerine Hamdullah Suphi kürsüye gelerek, sık sık alkışlarla kesilen şiiri okudu ve son seçimin Meclis’e ait olduğunu söyledi. O gün oylama yapılmadı. Şiirle ilgili konuşmalar ve oylama, Meclis’in 12 Mart 1921 günü öğleden sonraki oturumunda yapıldı. Bazı milletvekilleri, bir komisyon kurularak şiirin yeniden incelenmesini, bazıları da hemen görülüp karara bağlanmasını istediler. Uzunca tartışmalardan sonra, şiirin kabulü için verilen 6 önerge benimsendi ve İstiklal Marşı çoğunlukla kabul edildi.

ALLAH BU MİLLETE BİR DAHA İSTİKLAL MARŞI YAZDIRMASIN
Mehmet Âkif'in rahatsız bulunduğu, Alemdağı'nda son günlerde içlerinde Târık Us'un da bulunduğu bir grup üstadın ziyaretine gitmişler, Mehmed Âkif bitkin bir hâlde yatağında yatıyordu. Konuşma esnasında söz İstiklâl Marşı'na intikâl ettirilmiş, gelen ziyaretçilerden biri:
— Acaba İstiklâl Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? Demiş bu söz üzerine yatağında bitkin bir hâlde yatmakta olan Akif; birdenbire başını kaldırmış ve ona:
— Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!
O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Allah, bir daha bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın
Evet:
— Allah bir daha bu memleketin, bu milletin istiklâlini tehlikeye düşürmesin! Bir daha onu istiklâl Marşı yazmaya mecbur etmesin, sözüyle ziyaretçileri susturmuş, o büyük insanın ne demek istediği herkes tarafından anlaşılmıştı.
Milletçe aynı kararlılıkla, İstiklal Marşımızda en güzel ifadesini bulan ortak değerler ve amaçlar etrafında birleşerek, daha iyi, daha mureffeh bir gelecek için azimle, inançla çalışmaya devam edeceğiz. Bugün hepimize düşen en büyük görev, geçmişte gösterilen çabaların anlam ve öneminin bilincine vararak, atalarımızın emaneti olan yurt topraklarına sahip çıkmak, Cumhuriyetimizi sonsuza değin yaşatmaktır.

İstiklâl Marşı’mızın TBMM tarafından milli marş olarak kabul edilişinin 93. Yıldönümü kutlu olsun. Bu vesileyle başta Büyük Atatürk olmak üzere, Kurtuluş Savaşı’nın tüm kahramanlarını ve Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u rahmet ve minnetle anıyoruz." Ruhları şad olsun.






4 Mart 2014 Salı

Dombra Türküsü ve Efsaneleşmiş Hikayesi(Daha önceki paylaşımımdan)




Son günlerde ülkemizde yaşanan yolsuzluk, hırsızlık, seçim telaşı, ses kayıtları gibi ülke insanımı yoran kaygılandıran, umutsuzluğa düşüren yoğun gündemin arasına birde; Akp nin seçtiği yerel seçim şarkısı olan "Dombra"adlı türkünün kendisine ait olduğunu savunan Kazak şarkıcı Arslanbek Sultanbekov ile  Uğur Işılak arasında yaşanan tartışma da katılmıştır. Onlar tartışa dursunlar. Size, bir nebze de olsa ülke dertlerine biraz ara verip, dombra türküsü eşliğinde,  dombra çalgısı  ve onun hüzünlü  efsaneleşmiş hikayesini okumanızı tavsiye ediyorum.

Eskiden bir hanın kızı fakir bir delikanlıya âşık olur ve gizli gizli buluşurlar. Bu durumu fark eden han, delikanlıyı öldürtür. Ölen delikanlıdan hamile kalan kıza  bir kız ve bir oğlan doğurur. Dedikodudan korkan han, çocukları jalmavuza, yani cadıya öldürtmeyi düşünür. Jalmavuz çocukları gözün görmediği, kulağın duymadığı bir yere götürüp yemyeşil yüksek bir ağacın başına; kızı doğuya, oğlanı batıya doğru çevirip bağlar. Çocukların gözyaşlarının ağaca değdiği yer çürümeye başlar…İki bebeğin kalp atışı durduğunda bu ağaç da yaşamını durdurur. 
Orta Asya Türk toplulukları pek çok alanda zengin bir kültürel kimlik oluşturmuştur. Efsane ve diğer anlatılar sayesinde de köken bilgilerini günümüze kadar taşımışlardır. Türkler kullandıkları müzik aletlerinin değişik sebeplerle meydana geldiğine ve her aletin kendine ait bir tarihi olduğuna inanmaktadırlar. Bu manada Kazakistan’da yaygın olarak kullanılan ve hatırı sayılır bir geçmişe sahip olan “Dombıra ve Kopuz”un çıkışı ile ilgili bir çok efsaneden söz etmek mümkündür. Günümüz Kazakistan’ında kullanılan müzik aletleri içinde dombıra ve kopuz, artık müzik yapımcılarımızın sık kullandığı, dizi müziklerimizin vazgeçilmez enstrümanları hâlini almıştır. Telli çalgılar arasında önemli bir yere sahip olan dombıra ile yaylı çalgılar grubuna giren kopuz, en yaygın kullanılan ve üzerine birçok efsaneler yazılarıdır. 

İki Telli Dombıra Evlerin Duvarlarını Süsler

Kazak Türkleri arasında dombıra en yaygın, değerli telli çalgılardan sayılmaktadır. Halk arasında bu çalgıdan atalarının kalbinin sesini, gönül şarkısını dinledikleri inancı yaygındır. O yüzden Kazakistan’da duvarında dombıra asılı olmayan ev yoktur. Bu aletin bu kadar yaygın olmasının en başta gelen nedeni kolay taşınabilir olmasıdır; ikinci nedeni ise yapılışının kolay oluşudur. Bu çalgı uzun ince saplı olup sap başından gövde ucuna kadar iki tel gerilmektedir. Gövde oyuk, üzeri ince tabakayla kaplıdır. Dombıra mızrapsız, parmak uçlarıyla çalınır. Gövdesi Kazak motifleriyle süslenen bu çalgı, bütün ağaçtan içi boşaltılarak yapılır. Telleri bağırsaktandır. Eski şeklinde kulak bulunmamakta, maytap yerine aşık kullanılmaktaymış. Müzikçilerin teknikleri arttıkça telli aletlerin eski şekli korunarak gelişmeye başlamış.

Ağacın İçindeki İki İp ve Hüzün Nağmeleri

Dombıranın çıkışıyla ilgili yaygın olan efsane hüzünlü bir hikâyeyi barındırır. Eskiden bir hanın kızı fakir bir delikanlıya âşık olur ve gizli gizli buluşurlar. Bu durumu fark eden han, delikanlıyı öldürtür. Ölen delikanlıdan hamile kalan kız, bir kız ve bir oğlan doğurur. Dedikodudan korkan han, çocukları jalmavuza, yani cadıya öldürtmeyi düşünür. Jalmavuz çocukları gözün görmediği, kulağın duymadığı bir yere götürüp yemyeşil yüksek bir ağacın başına; kızı doğuya, oğlanı batıya doğru çevirip bağlar. Çocukların gözyaşlarının ağaca değdiği yer çürümeye başlar. İki bebeğin kalp atışı durduğunda bu ağaç da yaşamını durdurur.

Kız ise halk arasında söylenenlere dayanamayıp ikizlerini aramaya yola çıkar. Gitmediği yer, çıkmadığı dağ kalmaz. Üzüntüyle günleri geceleri uykusuz geçer; umutla ayları, ağlamakla yılları geçer.

Sonunda yorgun, hâlsiz kalan kız dinlenmek için çürümekte olan ağacın altına gelip uzanır. Uyuyakaldığında onu büyüleyici bir ses uyandırır. İyice dinleyince sesin ağaçtan geldiğini fark eder. Kız gündüz ikizlerini arar, gece ise bu ağacın altında hem dinlenir hem de ağaçtan gelen sesle gönlünü avutur. Günün birinde etrafına bakmak için ağaca tırmanırken onu devirir. Çok geçmeden rüzgâr esince ağaç tekrar canlanır. Kız onun sırrını araştırınca ağacın tepesinden dibine kadar oyuk olduğunu görür. Ağacın tepesinde incecik çekilmiş ipi görür. Bu ipler onun iki çocuğundan kalan iplerdir. Batıdaki ip serbest, doğudaki ip ise sert çekilerek bağlanmıştır. Ölmüş ikizinin ipleri olduğundan haberi olmayan kız ağacın bu şekilde bu güzel sesleri verdiğini anlar. Sonra kendisi de ağacı oyup iki ip bağlayıp çalmaya başlar. Çalınca çok güzel ses çıkarır alet. Kız, ipin gevşek olanına hüzünlü sesinden dolayı oğluna koyacağı Munlık (hüzün) ismini, sert çekilmiş ipe de sesinin acı olmasından dolayı kızına koyacağı Zarlık (aşırı üzüntü, hüzün) ismini verir. Aleti gece gündüz elinden bırakmayıp, ezgi besteleyip, halk arasında dolaşıp ikizlerini ararmış.

Dombırayı İki Telli Hâle Getiren Cengizhan’ın Evlat Acısıdır

Dombıranın oluşumuyla ilgili başka efsane ise şu şekildedir: Cengizhan’ın büyük oğlu Joşıhan ava çıkar. Yaralı ceylanın peşini kovalarken vefat eder. Oğlundan habersiz kalan Cengizhan onun öldüğünü sezerek “Kim bana bu acı haberi söylerse onun boğazına kurşun dökeceğim.” der. Cengizhan’ın sertliğinden korkan vezirleri haberi vermeye cesaret edemezler. Buna daha çok sinirlenen Cengizhan tüm kahrını, acısını halktan çıkarmaya başlar ve halka zulmeder. Bu kadar ağır eziyetin altında kalan halkını bu ıstıraplardan kurtarmak ümidiyle Kerbuğa-küyşi Hanın huzuruna gelir, bildiklerini gizlemeden anlatmasını ister. Kerbuğa da bildiklerimi ben değil iki telim anlatsın der; “Aksak Ceylan” küyünü yazar ve dombırasıyla Cengizhan’a anlatır. Küyde Hanın katılığı, acımasızlığı, halkın çektiği ağır işkenceler, avcılık hayatı ve Joşıhan’ın ölümü anlatılır. Bunun hepsini çok iyi anlayan Cengizhan Kerbuğa’nın boğazına kurşun dökülmesini emreder. Fakat Kerbuğa acı gerçeklerin kendisi değil dombırasının ağzından çıktığını söyler. Böylece kurşun dombıranın gövdesine dökülür. Sıcak kurşuna dayanamayan dombıranın birkaç teli kopar, eskiden altı telli olan dombıra bugünkü iki telli hâlini alır.

Efsaneden anlaşıldığı gibi müzik dilinin derinliği, ustalığı gerektiren alet çalma tekniğinin gelişmesi, müzik aletleriyle ilgili efsanelerde önemli bir role sahiptir. 



Faydalanılan Kaynak: Bibigül OSPANALİYEVA

2 Mart 2014 Pazar

Bazen;

Bazen hayat zor gelir insana,
Nefes almak bile güçleşir bazen.
Alıp başını gitmek istersin çok uzaklara...
Güzel bir söz, güzel bir göz tutar seni ayakta!

Bazen de bir dostun sıcacık gülümsemesi
bağlar insanı hayata
Bir de dudaklarından dökülen iki kelime
İyi ki varsın! Der, benim hayatımda...

Siz de iyi ki varsınız...


Muhabbetle,

Hanife Mert

9 Şubat 2014 Pazar

Hayatın İçinden Satır Araları ( BATIRIK)

Bizi biz yapan bir çok özelliğimiz vardır. Bunların içinde  bizi diğer toplumlardan ayıran ve bizi farklı kılan önemli özelliklerimizden biridir misafirperverliğimiz. Evimize gelen misafirimizi en güzel şekilde ağırlamak, ona en güzel şekilde ikramda bulunmak, evimizden memnun bir şekilde ayrılmasını sağlamak bizi mutlu eder.
    
 Özellikle lisede okuduğum yıllardı. Annem eve gelen misafire ikram konusunda çok hassas davranırdı. Kendisinin şunu yapın bunu yapın demeden, önceden verdiği talimatların hatırlatılmadan yerine getirilmesini isterdi.
  Haberli misafirlerde pek sorun olmazdı. Zira  Yapılması gereken gerektiği zaman harfiyen yerine getirilirdi. Sıkıntı habersiz gelen misafirlerde yaşanırdı. Eve gelen misafir  henüz oturmuştur. Daha hal hatır  bile etmeden annem kaş göz işaretine başlardı. Kaşlarını kaldırır gözünü çevirirdi.  Anlamı  "kalkın  çayı koyun"dur. Ben de bunu hazmedemezdim. Gençlik işte... Annemin istediği şeyi emir telakki eder, ben yapmam gerekeni gerektiği zaman yaparım derdim kendi kendime.  Hani genciz ya… Bazen de muzipliğe verir, annem aynı şekilde kaş göz hareketine başlayınca görmezden gelir, annemin yüzüne bakmazdım. Nasılsa misafirin yanında bir şey demez der muzipçe davranırdım.  Misafirler gittikten sonra bize nasihat ederdi. Evinize gelen misafiri asla ikramsız göndermeyin derdi. O günlerde annemi pek anlamazdım ancak, annemin nasihatleri  bilinç altına öyle yerleşmiş ki, şuan bile onun istediği şekilde  davranmaya özen gösteriyorum.
       Bu hafta sonu mesai arkadaşlarımdan çok sevdiğim ve yıllarca birlikte çalıştığımız arkadaşım bana gelmek istediğini söyledi. Ben de memnuniyetle kabul ettim. Çünkü uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. ilk olarak ne ikram edeceğim geçti zihnimden. Onun en çok sevdiği ve çalıştığım dönemlerde diğer arkadaşlarımla birlikte bana gelip  yapmamı istedikleri şey geldi aklıma. Kısmen Anamur’lu olmam hasebiyle benden batırık yapmamı isterlerdi.   

    Batırığın ne olduğunu bilmeyenler vardır mutlaka. O nedenle tarifini sizlerle paylaşmak isterim. Aslına bakarsanız yemek tarifi konusunda çok başarılı değilim. Yinede denemek isteyen hanım arkadaşlarım tarif konusunda dilerlerse yardımcı olmaya çalışırım.

    Batırığın tarihçesi konusunda pek bilgim olmamasına rağmen, Anamur, Mut, Silifke, Gülnar, Mersin, Konya, Karaman ve  Ermenek de  yapıldığını biliyorum.

 Öğleden sonra yapılan ev gezmelerinde ev sahibinin mutlaka ikram ettiği bol vitaminli ve besleyici özelliği olan kimi yerde kısırın alternatifi olarak ikram edilen bir yiyecektir.
İlgilenenler ve denemek isteyenler için tarifini veriyorum.

MALZEMELER

1 su bardağı Bulgur(ince ,esmer)
½ çay bardağı Tahin
1 çay bardağı Yerfıstığı(kavrulmuş)
1 Çorba kaşığı biber salçası
Kuru domates (arzuya göre)
1 adet kuru soğan
2 Adet domates
2 Adet salatalık
Yarım demet maydanoz
Yarım demet nane
2 adet yeşil biber
3 yaprak marul
3adet taze soğan
Lahana (kıyılmış arzuya göre,haşlanmış)
½ çay bardağı limonsuyu
1 tatlı kaşığı kırmızı pul biber
1 çay kaşığı kimyon
5-6 su bardağı soğuk su
2 çay bardağı sıcak su
Nar ekşisi
Tuz

HAZIRLANIŞI
Tüm sebzelerimizi yıkayıp ,hazırlayalım.Tahini küçük bir teflon tavaya alıp hafif kavuralım,bulgurumuzu 1,5 çay bardağı sıcak su ile ıslatalım,yerfıstığımızı robottan geçirelim veya bildiğiniz yöntemle küçük parçalar haline getirelim(Havanda da dövebilirsiniz)
Tahin,bulgur,yerfıstığı,kimyonu derin yoğurma kabında kaşıkla karıştıralım.
Bu tarifin özelliği tüm sebzelerin en ince boyutta ve küçük boyutta doğranmasıdır.Salatalıklar cacıklık,domatesler minik küp,biber, taze soğanlar,nane maydonoz,marul ince kıyılmış hazırlanır.
Bulgur karışımımıza kurusoğanı rendeleyin,salçayı ekleyin(bu aşamada önceden ıslatılmış kurutulmuş domateste ekleyebilirsiniz)
Karışımı 1-2 dk birer tutam nane ve maydonozla yoğurun,sebzeleri hırplamadan şu sıra ile ekleyin.Yeşil biber ,taze soğan,nane, maydonoz,domates, salatalık.Zeytinyağı limon suyunu,pul biberi,tuzunu ekleyin.Elinizle hafifçe karıştırın.
Batırığı ,susuz tüketmek istiyorsanız,kısır halindeyken bir tabağa ayırın,kalanını soğuk suyla sulandırın.Tamamını sulandırmak için 5-6 bardak su ekleyin.Ekşiden hoşlanıyorsanız nar ekşisini ekleyin.
Çukur tabağa aldığınız batırığı ince kıyılmış marul veya lahana ekleyerek servis yapın.
Afiyet olsun.



29 Ocak 2014 Çarşamba

Halimiz Ahvalimiz...

                     

   Her insanda bir yere ait olma duygusu vardır. Doğuştan getirdiğimiz bu duyguya insan, türünü devam ettirebilmek ve diğer canlılarla ortak yaşam alanını paylaşmak için gereksinim duyar. Zira her insan bir yere ait olmak ister. Bir aileye, bir mahalleye, bir bölgeye, bir millete, bir devlete, bir dine, bir spor kulübüne ya da bunların tamamını karşılayabileceği bir toplumun ferdi olmak ister. Zira bu aidiyet bağı insanı mutlu eder, ve ona bir takım hak ve sorumluluklar yükler.
Öncelikle ait olduğu ülke  çıkarlarını korumak, milli ve manevi değerlerine sahip çıkmak önde gelen sorumluluklarındandır. 
 Acaba vatandaşlık bağı ile bağlı olduğumuz ülkemize karşı sorumluluklarımızın ne kadarını yerine getirebildik? Ülkemizin çıkarlarını ne kadar koruyabildik?  Milli ve manevi değerlerimize ne kadar sahip çıkabildik? 
Zira, özellikle son yıllarda milli ve manevi değerlerimiz göz ardı edildi. Yok sayıldı. Yüzyıllarca bir arada sorunsuz yaşadığımız farklı etnik guruplarla aramıza nifak tohumları atıldı. Ayrıştırıldık, ötekileştirildik, farklılaştırıldık.  Olmayan sorun sorun haline getirildi. Tüm bu olanlara karşı bizler  ne yaptık? Sadece izledik, dinledik ve sustuk. Bana değmesinler de... İşime, aşıma, kariyerime, sahip olduğum yaşam standardıma bir zarar gelmesin de... Sadece sustuk ve izledik. Konuşanlar da tesirli olamadı.
 Özellikle son dönemlerde idarecilerimizin seçiminde önceliği  kişisel çıkarlarımıza verdik.Toplumsal çıkarlarımız geri planda kaldı. Verdiğimiz oyumuzun akibetini araştırmadık, sormadık, sorgulamadık. Başa getirdiklerimizi efendimiz, kendimizi maraba kabul ettik. Oysa efendi olanın kendimiz olduğunu hissettiremedik.
 Oyumuzu alana kadar halkı tanıdılar bildiler. Seçildikten sonra kendilerini seçenleri unutup, koltuk derdine düştüler. Kendilerini ilgilendiren kararları bir çırpıda, halkın menfaatine olanlar ise sürüncemede  bıraktılar.
 Özellikle 17 aralıkta maruz kaldığımız olaylar,neredeyse 17 Ağustos depremini aratmayacak türden can yakıcı endişe verici idi.Hırsızlık,yolsuzluk, kumpas, balyoz, Ergenekon, cemaat- hükümet arası sürtüşmeler ve akabinde de hükümet yetkilerinin aklanma çabaları,hakimlerin, savcıların, emniyet birimlerinin yerlerinin değiştirilmesi, kan gölüne dönen şehitsiz bir gün geçmeyen, olmadı canlı bombalarla hayatlarına son verilen masum insanlar, kaçırılan tecavüz edilen hırsını alamayıp yakılan gençlerimiz, kelli felli insanların küçük çocuklara yaptıkları akıl almaz, vicdanlar kabul etmez halleri, kendi gibi düşünmeyenleri yok sayma, yok etme çabaları bunlara karşı sessiz tepkisiz izlemek... Artık insanlarımız yarınından değil bu gününden endişeli. Bu ve benzer nedenlerden dolayı pamuk ipliğine bağlı olan ekonomimiz tehlike sinyalleri vermeye başladı. 
Doların, euronun Türk Lirası karşısında değer kazanması enflasyonun tırmanması ile kriz endişesi, hükümete, güvenlik güçlerine, adalete olan güvensizlik gibi nedenler halkımızı  olumsuz etkilemiştir.Yarınından umutsuz,gelecek, iş- aş, yer, yurt kaygısı taşıyan,stresli, gergin, agresif insanların bir arada olduğu bir toplum haline getirmiştir. 
 Gün geçmiyor ki, sıradan nedenlerle birbirini bıçaklayan, öldüren, intihar eden, kadına, çocuğa şiddet uygulayan, açlıktan, soğuktan sefillikten ölümlerin yaşandığı, sevgi,şefkat, merhamet yoksunu, araştırmayan, okumayan, üretmeyen kendini karanlığa cehaletin bağrına teslim etmekten çekinmeyen insanların sayısı artmasın... Bu artış alınan önlemlerin yetersizliğinin göstergesi.
Bir kaç gün önce tv kanalının birinde sabah haberlerinde bir uzmanın "Panik atak" hastalarına haberleri izlememeleri yönünde uyarısını izledim.Uzmanın bu uyarısı ilginçti. Acaba bu uzmanlar toplumun s.o.s veren gidişatı hakkında  idarecileri de uyarıyor muydu? 
İnsanımız uyanmalı gözünü açmalı. "Nasıl olsa battık, bir daha düzelmez" tarzı cahilce düşüncesinden vaz geçmeli. Zararın neresinden dönülürse kardır. Düşüncesinde olmalı. Vatandaşlıktan doğan sorumluluğunu mutlaka yerine getirmeli ve üzerinde ki kamburdan kurtulmak için gereğini yapmalı.
Muhabbetle
Hanife Mert

24 Ocak 2014 Cuma

Veda Hutbesi'nin Evrensel Mesajı...(Hayırlı Cumalar)

Peygamberimizin ölmeden önce yaptığı son haccında, Müslümanlara yaptığı son konuşmaya veda hutbesi denir. Peygamberimiz yirmi yıldan fazla bir süredir sürdürdüğü İslam'ı yayma mücadelesinde önemli bir başarı elde etmiş Arabistan yarımadasının her tarafına İslam'ı yaymıştı. Yüce Allah dinini tamamlamış, insanlara iletmekistediği ayetler tamamlanmıştı. Peygamberimiz görevinin bittiğini, yakında Yüce Sevgili'ye kavuşacağını umuyordu. Bu nedenle İslam'ın evrensel değerlerini özetleyen bir hutbe verdi.
Peygamberimiz bu hutbede Allah'ın birliğine vurgda bulunarak, tekrar putperestliğe ve onun batıl uygulamalarına dönmemeleri konusunda uyardı. Herkesin Rabbinin huzuruna kavuşacağını ve yaptıklarndan dolayı hesap vereceğini bir kez daha hatırlattı.
İslam'ın en önemli özelliklerinden biri hak ve adalet konusudur. Bu nedenle Peygamberimiz insanların birbiri üzerindeki haklarını hatırlattı. Bu haklar konusunda dikkatli olmalarını istedi.
Cahiliye döneminin en büyük kötülüklerinden biri, kadınları değersiz görmeleri, kız çocuklarnı diri diri gömmeleriydi. Peygamberimiz kadınların haklarına bir kez daha dikkat çekti ve onları gözetmelerini istedi.
İslam'dan önceki dönemin bir başka kötülüğü, soy üstünlüğünü iddia etmeleri bu nedenle birbiriyle sürekli savaşmalarıydı. Peygamberimiz bütün insanların Adem'den geldiğini hatırlattı ve üstünlüğün ırk ve soyla değil, yapılan güzel iş ve davranışlarla olduğunu vurguladı.
Peygamberimiz, iki emanet bıraktığını bunlara sımsıkı sarıldıkları sürece hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını, bu iki emanetin Kur'an ve kendisinin uygulamaları olduğunu bildirdi ve en son şöyle dedi:
İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz? Orada bulunanlar hep birlikte şöyle dediler: "Allah'ın elçiliğini ifa ettiniz,vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz,bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz diye şehadet ederiz." Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz(sav) şehadet parmağını kaldırdı,sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:
"Şahid ol yâ Râb! Şahid ol yâ Râb! Şahid ol yâ Râb!"
Veda Hutbesinde Hz. Peygamber, Sözümü iyi dinleyiniz! İyi anlayınız… Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup ta işitenden daha iyi anlayarak, muhafaza etmiş olur diyerek bizden söz almış ve tüm söylediklerine Yüce Allah’ı şahit tutmuştu.
Bu hutbe, İslam'ın temel konularına temas etmesi, Cahiliye adetlerini ortadan kaldırması, eşitlik, hürriyet, kan davaları, fâiz, emanet, özellikle insan hakları, aile hukuku içinde yer alan karı-koca hakları, vasiyet, nesep, zina, borç ve kefalet gibi hukukî meselelere yer vermesi açısından oldukça önem taşır. Hz. Peygamber'in (s.a.v) bu hutbesi, yalnız Müslümanlara okunmuş sıradan bir hutbe olmayıp, bütün insanları kapsayan tarihî bir hutbe ve bir insan hakları evrensel beyannâmesidir.
Şimdi bu bağlamda hutbede yer alan evrensel prensipleri maddeler halinde ortaya koyalım:
1. Paragraf başlarını oluşturan 'Ey İnsanlar!' ifadesi hutbenin sadece Müslümanlara değil bütün insanlara hitap eden yönünü, başka bir deyişle hutbenin evrenselliğini ortaya koymaktadır.
2. 'Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur.
3. Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu hemen sahibine versin!
4. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır.
5. Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır.
6. Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların, aile mahremiyetinizi sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde her türlü giyim ve yiyimlerini temin etmenizdir.
7. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Meğer ki, gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
8. Ashabım! Nefsinize (kendinize) zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
9. Ey İnsanlar! Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Varise vasiyete lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankördür.
10. Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise, topraktandır. Allah yanında en kıymetliniz, takvası çok olanınızdır. Arabın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak takva iledir.
Bahsedilen bu konular cihanşümul nitelikte olan evrensel hukuk kaideleridir. Batı dünyası bu değerleri ancak 1950'li yıllarda elde etmiştir. Nice savaşlar, zulümler, işkenceler, sınıf ayrımları ve nihayetinde insan haklarına uzanan uzun bir yol…


Alıntı

16 Ocak 2014 Perşembe

Güzel Gören Güzeli Düşünür...


Her ne kadar güzellik göreceli bir kavram olup kişiye göre farklılık gösterse de, insan sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi için iç güzelliğine, ruh güzelliğine önem vermeli. Ruhunu güzelleştiren ona uygun gıdalar veren insan, yaratılan her şeyde güzeli arama, güzeli görme ve güzelleştirme eğilimindedir. 

   İnsan her ne yaparsa yapsın illaki öncelikle sağlıklı bir ruh yapısına sahip olmalı. Bu durum kişinin kendi ile  barışık yaşamasını, insanları, birlikte yaşamak zorunda olduğu diğer  canlıları ve hayatı sevmesini, onlara karşı sorumlu, saygılı, dürüst şefkat ve merhametli davranmasını gerekli kılar. Bu bağlamda insan Pozitif düşünmeli, kendini çıkmaza sokacak eylemlerden uzak durmalı. Zira" Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayattan tat alır."

   Her insan  huzur ve güven içinde yaşamak, dostluğun ve sevginin var olduğu ortamlarda olmak ister. Bulundukları yerlerde sevgi, saygı huzur, mutluluk, barış,kardeşlik,  hak ve  adaletin   özlemini duyar.  Lakin özlediği bu ortamın oluşması yönünde  kendisi gayret  göstermek istemediği gibi, dostluğu, güler yüzü, güzel sözü  karşısındaki  kişilerden bekler ya da bu ortamları sağlayacak birilerinin çıkmasını bekler durur. Bu yönüyle de insan toplumsal bir varlıktır. Yaşadığı  toplumun  olmazsa olmaz  taşlarından biridir. Kendini yaşadığı toplumdan ve o toplumu ilgilendiren değerlerden soyutlayamaz. Hal böyle iken toplumun bir parçası konumunda olan   her birey de, özlemini duyduğu  değerlerin oluşması, yerleşmesi, gelişmesi ve devamlılığının sağlanması adına  üzerine düşeni yapması gerekli değil mi? Herkesin  imkanları doğrultusunda, büyük küçük, az çok yapabileceği mutlaka bir şeyler vardır. Bunun için biraz duyarlı olması yeterli...
   Yolda gördüğü kırık bir cam parçasını kaldırıp çöpe atmak, bu soğuk kış gününde açlıktan susuzluktan takatı kesilmiş hayvanlar için evinin bir köşesine bir tabak yemek veya su koymak, yaşlı ve kimsesizleri ziyaret edip gönlünü almak, birilerine selam vermek, tebessüm etmek,  insanlara iyi niyetli dürüst davranarak dostluk için küçük kapılar aralamak,  birliği güçlendirmek, milli manevi değerlere sahip çıkılması yönünde önderlik ve örneklik ederek  teşvik etmek, haksızlık karşısında onurlu ve dik duruşunu muhafaza etmek, evinde sokağında, mahallesinde hoş olmayan göze hoş görünmeyen olumsuzlukları düzeltmek gibi yükte ağır pahada hafif  erdem sayılan güzel davranışları yapmak insana ne kaybettirir?  Hiç bir şey... Yapıldığında hem kendine ve hem de yaşadığı çevreye çok şey kazandırır. Nedendir bilinmez,  bunları yapmak  insana zor geliyor. Kolay değil elbet  gönüller  arasında pencere açmak sevgi, dostluk bağları kurmak emek ister, sabır ve özveri  ister.
Eğer herkes kendi çıkarlarını düşünerek hareket eder, konuşur ve  kendi çıkarlarına göre davranışlarda bulunur, yalnızca kendi rahatını düşünerek yaşarsa, bencil, huzursuz, mutsuz, agresif insanlardan oluşan bir toplum halini alır.
Hak hukuk adaletin kişilere göre farklılık   gösterdiği bozuk ve bozguncu bir düzen hakim olur. 
Zira, toplumun yetiştirdiği  her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcu vardır. Yaşadığı toplumu güzelleştirmek,temel değerlere sahip çıkmak, yaygınlaştırmak, geliştirmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve  kendinden sonra gelecek kuşaklara  en güzel şekilde bırakmak insanlık görevidir. Fıtratı bunu gerektirir.   
    Oysa  biz  ney yapıyoruz? Kapitalist dünyanın aldatıcı büyüsüne  kaptırdık kendimizi gidiyoruz. Her türlü kazanımlarımız "BEN" merkezli...Hayatımızda yer eden her şeyi maddi bir değerle ölçüyor, her insana bir etiket yapıştırıyoruz. Son yılların iletişim ve teknoloji çılgınlığı, televizyonların ışıltılı dünyası da bizim maddeciliğimize çanak tutuyor. Pahalı en iyi son moda olan ne varsa alıyoruz, ve doymak bilmiyoruz. Hep bir tarafımız aç. Giderek hep tatminsiz, mutsuz ve yalnız insancıklar olduk. Bizler küçüldükçe faturalarımız büyüdü, borçlarımız kabardı ama biz hala küçücüğüz, büyüyemedik.
Biz bu yaşama alıştık veya alıştırıldık. Artık kazanmanın yerini  emek sarf etmeden, alın teri dökmeden  kolay yoldan kazanmak aldı. Güçsüzü ezmek, zalimi alkışlamak,güçsüzün  kafasına vurup elinden ekmeğini almak,kolay kazanmak uğruna başkalarını kullanmak, kırmak  başarılı akıllı insan oldu. Hak hukuk hak getire...
    İçimizde büyüttüğümüz hırslarımız, bizi küçülttü. İnsanlığımızı, dostluğumuzu, dostlarımızı, saygınlığımızı, toplumsal benliğimizi   kaybettirdi. Düzensiz, sistemsiz, kalitesiz bir yaşam sürmemize neden oldu. İnsana verilen değer neredeyse kalmadı. İnsanın kazandığı paranın değil, paranın kazandığı insanların değeri arttı…Araç amacın önüne geçti...

Gözlerin, kulakların zihinlerin açılması ve  insanlığın kazandığı insani değerlerin  artması,göreceğiniz güzelliklerin çoğalması dileğiyle.

Muhabbetle,

Hanife Mert



Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...