16 Kasım 2012 Cuma

GÜZ

Önce yapraklar döküldü minyatürlerinden yalnızlığımın
Kimi gördüysem o akşam, sessiz
O akşam gül vardı avuçlarında

Köklerinden servilerin ırmaklar geldi
Sarı sularında göründü yüzün

Nerede bulurum senin yurdunu
Hangi bağbozumu bekliyor beni

Sapsarı bulutlar, sümbül tarlası
Ruhumuza aşinaydı ellerin

Biliriz ki, her sonbahar bir göğün
O bembeyaz tohumlarıyla gelir
Anlarız ki, gökkuşağı renklerin
Yavaş yavaş tükendiği yerdedir

Bir zamanlar mevsim bizde, bahardı
İçinde sonsuzluk çeşmesi vardı
Önce dua döndü gittiği yerden
Sonra unutuldu tanyerinde köz
Her kıvılcım bir yangında şimdi
Dönüyoruz şimdi o son seferden

insanlar geldi duyulmamış ülkelerden
sonbaharın sabahında durdular
Sevgiye tutunup, sonra ansızın
Bir rüyanın esrarını sordular

Bir kadın gülmeyi unuttuğunda
Saçlarından süzülürmüş acılar
NURULLAH GENÇ

15 Kasım 2012 Perşembe

Mevlana'dan İnciler

"Uğraşma boşuna, seni ancak gördükleri ve duydukları kadar anlayacaklar. Kimse, bir sen daha olamayacak bu dünyada. Kimse tam anlamıyla sende seni bulamayacak. Gücün yetmeyecek herhangi bir icat edilmiş dilde kendini tam anlamıyla anlatmaya, gördükleri ancak kendi anladıkları kadarı olacak..."

- Hz. Mevlâna

14 Kasım 2012 Çarşamba

Derdim Çoktur Hangisine Yanayım Türkü ve Hikayesi




TÜRKÜ SÖZLERİ
Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yarası
Ben bu derde nerden derman bulayım
Meğer şah elinden ola çaresi

Türlü donlar giyer gülden naziktir
Bülbül çevreyleme güle yazıktır
Çok hasretlik çektim bağrım eziktir
Güle gelir gelir canlar paresi

Benim uzun boylu serv-i çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin yönüm sana dönerim
Mihrabımdır iki kaşın arası

Didar ile muhabbete doyulmaz
Muhabbetten kaçan insan sayılmaz
Münkir üflemekle çirağ söyünmez
Tutuşunca yanar aşkın çırası

Pir Sultan'ım kati yüksek uçarsın
Selamsız sabahsız gelir geçersin
Aşık muhabbetten niçin kaçarsın
Böyle midir ilimizin töresi

PİR SULTAN ABDAL
SİVAS/ BANAZ YÖRESİ


TÜRKÜNÜN HİKAYESİ
Pir Sultan Abdal, Alevi toplumunun bagrından cikan en büyük halk ozanlarindan biridir.Yasami boyunca haksizliklara karsi mücadele etmis, hatta asilacagini bile bile bu tutumundan vazgecmemistir. Siirleri ve direnisci tutumuyla nice kusaklara örnek olmustur. Pir Sultan’in siirleri ve deyisleri hala dilden dile ve agizdan agiza dolasiyor. Bu büyük insanin hayatina bakmakta yarar var.

Pir Sultan Abdal’in 1510/14 -1589/90 yillar arasinda yasadigi tahmin ediliyor. Öz adi Haydar olmasina karsi siirlerinde Pir Sultan mahlasini kullanir. Kendisi Sivas’in Yildizeli ilcesinin Circir bucagina bagli Banaz köyünde dünyaya gelmistir. Yirmi yasina bastiginda Seyit Ali Sultan Dede’nin dergahina baglanir ve ikrarini verir. Tam bes yil gece-gündüz demeyip, o dostluk ve muhabbet kapisina eli erdigince, gücü yettigince katkida bulunur. Odun tasir, su getirir, hasat kaldirir, konuklar agirlar, ac doyurur, harama el sürmez ve dergaha bir tek haram lokma getirmez. Eline, diline, beline sahip olmak; onun da diger canlar gibi hic aklindan cikarmadigi bir temel ilke olur. Haydar, dergaha ve dolasiyla halka hizmeti, Hakk’a hizmet sayar. Makamlari adim adim alir ve sonunda „Pir" makamina erisir. Pir Sultan Abdal Seyit Ali Sultan Dede’den dedelik hirkasini ve Pirlik nisanini aldiktan sonra canlari tek tek dolasir ve dertlerini dinler. O günlerde, Andadolu’da kötülük kol geziyor, zalim esen rüzgar ölüm türküleri söylüyordu.
Rüsvetci kadilar, yobaz müftüler, zalim pasalar ve niceleri halkin alin terine bakmadan insanlarin hayatini ceheneme dönüstürüyorlardi. Özellikle Alevi toplumunu kafirlikle, imansizlikla ve zindiklikla sucluyorlardi. gerek Selcuklu, gerekse Osmanli döneminde irili ufakli pek cok ayaklanma girisimi olmus, fakat hepsi basarisizlikla sonuclanmisti.Pir Sultan Abdal, zalimlere, ezenlere karsi siirlerini bir silah olarak kullandi, ömrünün sonuna dek türkülerini hem de yüksek sesle söylemekten kacinmadi. Anadolu Alevilerinin zulme karsi baskaldirmalarina önderlik eden Pir Sultan, Hizir Pasa tarafindan asilmistir. Yine söylentilere göre Pir Sultan Abdal’in Seyyid Ali, Pir Muhammed ve Er Gayib adli üc oglu ile Sinem adli bir de kizi vardi.

NOT:( PİR SULTAN ABDAL İLE İLGİLİ BU BİLGİYİ YİNE ONA AİT BİR TÜRKÜDE PAYLAŞMIŞTIM.)

Laf Lafı Açar..

Toplum olarak konuşmayı, sohbet etmeyi çok severiz. Özellikle hanımlar arasında bu durum daha sıklıkla görülür. Evde mutfak sohbetleri, kapıda ayak üstü sohbetler, iletişim aracı olarak kullandığımız telefonlarla yapılan sohbetler gibi türleri var. Bu sohbetler insanda adeta terapi etkisi yapar.
Sohbet ettiğiniz kişi bir de aranızda gönül bağı kurmuş, halden anlayan kafa dengi bir arkadaşınız ise, o sohbetin tadına doyum olmaz. Bir de sohbetlerin olmazsa olmazı çay ve kahve de ayrı bir renk katar. 
  Atalarımız boşuna dememiş” gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane.”Diye...
 Ben de kahveyi bahane ederek sevdiğim bir arkadaşıma uğradım. Hoş beş den sonra. Eşi ile ilgili bir olay anlattı. Arkadaşımın eşi simetri hastası. Bu hastalar çevrelerinde gördükleri her şeyi belirli bir simetri pozisyonuna getirmek zorunda hissederler. Yani bir nevi psikolojik takıntı. Arkadaşım da eşinin aksine rahat bir insan. Düşündüm de iyi ki arkadaşım rahat, aksi halde o evde hayat çekilmez olurdu.
  Bir gün arkadaşın abisi gelmiş misafirliğe. Bir müddet sohbet muhabbetin ardından lavabo ihtiyacını karşılamak için lavaboya gitmiş. Arkasından arkadaşın eşi vakit kaybetmeden, hemen örtüyü düzeltmiş, abi yerine döndüğünde örtünün düzeltildiğini fark etmiş. Tabi eniştesinin durumunu bildiği için ses çıkarmamış. Bir iki aynı şekilde. Bu defa abi, lavabodan döndükten sonra ayakta beklemeye başlamış. Neden oturmadığını sorduklarında; örtü bozulmasın, her kalktığımda arkamdan örtüyü düzeltiyordunuz. Bari oturmayayımda örtü bozulmasın demiş. Güldük, aynı zamanda da düşündük. Uzmanların görüşüne göre benzer psikolojik hastalıkların temelinde, kişinin çocukluk döneminde yaşadığı olumsuz davranışlar etkili oluyor. Kaldı ki psikologların, herhangi bir psikolojik vakada, ilk iş olarak kişilerin çocukluk dönemlerine baş vurmaları da, bu sebepten dolayı olsa gerek.

Lise dönemlerimde anneme yaptığım hiçbir işi beğendiremezdim. Ben de öylesine takıntı haline gelmişti ki; annemin her evden bir yerlere gidişinde, evde ne var ne yok her şeyi yıkayıp temizleme gayretine girerdim. O dönemlerde şimdi ki gibi çamaşır makinesi yoktu. Merdaneli çamaşır makineleri vardı. Sadece yıkar biz elimizle sıktırırdık. Kaldı ki bizde çamaşır makinesi bile yoktu.

Yine bir gün annem teyzemlerden birinin doğumu için şehir dışına çıktı. Bunu fırsat bilen ben, evde ne kadar yatak yorgan varsa hepsini yıkamaya başladım. Yorganlara şimdi olduğu gibi nevresim takılmıyordu. Ya da en azından bizde yoktu. Kaplama yorganları kullanıyorduk. Akşamdan beyaz çamaşırları ıslatıp sabah kalktığımda onları kazana koyup bir güzel tüpte kaynatıp elde yıkadım.. Sonra da serdim. Şimdi düşünüyorum da, çok yorucu olmasına rağmen nede temiz olurdu. Pırıl pırıl parlardı beyaz çamaşırlar. Sonra evdeki dolapları boşaltır temizler tekrar yerleştirirdim. Bu işleri yapmak için ders çalışmayı bile ihmal ederdim. Arkadaşım gelirdi, yazılıya birlikte çalışalım diye, bana kızar giderdi. Temizlik sevdası annem gelene kadar sürerdi. Annem içeri adımını atar atmaz söylediği ilk cümle; “bu evin pisliği ne?” olurdu. Bu söz üzerine halimi siz düşünün artık.

Evliliğimin uzunca bir döneminde bende temizlik takıntısı sürdü. Ne kendime ne de eşime ve çocuklara huzur vermiyordum. Evde terör estiriyordum.“Oraya ellemeyin”, “burayı bozmayın”, “kirletmeyin”... Olacak gibi değil bu durumdan kurtulmalıyım dedim.Ve psikolojik sorunlar kişinin kendini kontrol etmesi ve kendini telkin ve güdüleme yoluyla aşılacağını bildiğim için bende o şekilde kurtuldum.

Şurası çok önemli! Günümüzde çocuk yetiştirmek gerçekten büyük bir sanat. Bilinçli aileler bu durumun farkında. Bizim dönemimizde ise, çocuklar genellikle karnı tok, sırtı pek ise kendi kaderine terk edilirdi. İlgi alaka hak getire! Kimse çocuğun psikolojisini düşünmez öyle bir şeyin var olduğunun bilincinde bile değillerdi... Karnı toksa, sırtı da pekse iş bitmiştir. Gönder sokağa oynasın akşama kadar... 

  Şimdi öyle mi? Çocuklar çok bilinçli. Öyle sırtını pek yapamıyorsun. Kendi istemediği kıyafetleri asla giydiremiyorsun. İstemediği yemeği yediremiyorsun. 
  
  Büyük kızımla bu konuda hiç anlaşamazdık. Kreşe götürmeden önce isterdim ki; bir tane rafadan yumurta ile, bir bardak ballı süt içsin, isterse akşama kadar hiç bir şey yemesin, bunlar onu tutar diye düşünürdüm. Annelik iç güdüsü işte. Yumurta yedirmek ne mümkün.. Ağzında biriktirir yanağını şişirir yuttur yutturabilirsen. Ben görmeden çöpe tükürürmüş.

İlkokul birinci sınıfa başladığı sıralarda idi. Dondurma yemesine izin vermezdim. Çok çabuk hastalanan biri olduğu için. 15 Mayıstan önce dondurma yemesi yasaktı. Sanırım Mart yada Nisan ayı idi. Tesadüfen okuluna gittim. Teneffüste idiler. Kızım ortalarda yok. Arkadaşına sordum. Dondurma almaya gittiğini söyledi. Sen okuldan çık. Arabaların vızır vızır geçtiği yoldan karşıya geç. Büfeden dondurmayı almış Tam ağzına alacakken ben karşısındayım. Neye uğradığını şaşırdı. Yiyemedi tabi. Nerden haberim olduğunu sordu. Bana kuşlar söyledi ben de geldim dedim. Bir kaç gün sonra tekrar aynı eylemi yapmış Almış dondurmayı okula gelmiş. Orda da iki tane serçe.. Korkudan dondurmayı atmış yere.. Lütfen kuşlar anneme söylemeyin, ne olur bir daha almayacağım demiş…Küçükken koyduğum kurallara hala riayet eder.

Anne- babalar olarak çocuklarımızı küçükken aç bırakmayalım. Sevgiye, ilgiye, şefkate aç olan çocuklar büyüdüklerinde önüne geçilemeyecek derecede psikolojik  sıkıntılarla sorunlarla uğraşmak zorunda kalıyor.. Çocuk yetiştirmek öyle sanıldığı gibi doyur karnını, giydir üstünü gönder sokağa düşüncesi ile olmuyor. Ayrı bir bilgi, birikim, özveri, emek istiyor. Bazen tüm bunlar da yetmiyor. Öyle bir durumla karşılaşıyorsun ki; ne yapacağına, nasıl davranacağına karar vermede zorlanabiliyor insan. 


  Yavrularımız bizim geleceğimiz. Onları nasıl şekillendirirsek büyüdüklerinde verdiğimiz emeğin karşılığını o şekilde alırız. Çünkü çocuk ailenin  yansımasıdır. Mutlu huzurlu bir ailede sevgi ile  yetişen çocuklar,o huzuru mutluluğu kendi ailesine de taşıyacağı gibi, vereceği ya da alacağı kararların daha sağlam, sağlıklı,  makul, mantıklı olmasında da etkili olacaktır...

Bu gün laf lafı açtı…Gençler hayalleri ile yaşlılar anıları ile yaşarlarmış… Ben de yaşlanıyor muyum nedir?


Muhabbetle,
Hanife Mert

10 Kasım 2012 Cumartesi

Beni Görmek, Yüzümü Görmek Değildir..

1929 yılı 10 Ağustos günü, Atatürk, o zaman Paris Büyükelçisi olan Fethi Okyar’ın Büyükdere’deki yalısına misafir olmuştu. Fethi Okyar Cumhurbaşkanı için bir akşam ziyafeti hazırlamıştı. Cumhurbaşkanının yalıda bulunduğunu duyan halk, onu görebilmek için buraya toplanmıştı.

O günlerde Atatürk’ün çok hasta olduğu, yataktan çıkamayacak bir durumda bulunduğu söylentisi vardı. O gün Atatürk yalının balkonuna çıktı. Kendisini görmek için caddelerini dolduran halkı selamladı, sonra şöyle dedi:

-“Benim için zahmet ediyorsunuz, mahcup oluyorum. Beni görmek demek, behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.

Ankara’dan buraya gelmeden evvel işittim ki, hakkımda hastanededir, eli ayağı tutmuyor, ölümü mümkündür, demişlerdir.”

Bu sırada halk coşmuştu ve hep bir ağızdan:

-“Kahrolsun düşmanlarımız” diye bağırmışlardı.

Atatürk sözlerine şöyle devam etti:

-“İşte karşınızdayım. Sıhhatteyim, elim ayağım tutuyor. Kendi gözlerinizle görüyorsunuz ki, sapasağlamım, kuvvetim yerindedir. Sizlere eskiden beri olan sevgim yerindedir. Siz bu akşam benim karşımda milletin bir gölgesi, bir timsalisiniz. Size seslenirken, bütün millete sesimi işittireceğime inanıyorum. İşitiniz ve işittiriniz, sizin için sıhhatini, ömrünü bu göreve veren adam sahnededir, sizin için çalışacaktır. O, sizin için yaşıyor, benim kuvvetim size olan sevgim ve sizin bana olan sevginizdir. Bu millet, bu memleket dünyanın en geçerli bir varlığı olacaktır. Ben bunu kendi gözlerimle görmeden ölmeyeceğim.”

Halk:

-“Çok yaşayın, var olun” diye çılgın bir sevinçle Atatürk’ü alkışlıyordu.

Atatürk o gece son derece neşeliydiler.

O gece Ertuğrul yatı ile Marmara’da bir gezinti yapmayı arzu etmişlerdi.

-“Bu gezintimiz sabaha kadar sürecektir” dedi. Saat birde Denizyolları Genel Müdürü Sadullah Bey İstanbul Radyosu müdürlüğüne şu telsizi göndermişti:

“İstanbul telsiz telefon şirketine;

Gazi Hazretleri, radyo heyetine teşekkür ediyorlar ve kendi intihap edecekleri bir iki gazel ve şarkı okutulacak olursa, memnun olacaklarını ilave buyurmuşlardır.”

O gece radyoda emektar musiki heyeti tarafından Atatürk’ün neşesi için en güzel şarkılar ve seçme eserler okudular.1

1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul 1978, s. 15-16.

Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009

ATAMIZI MİNNET,RAHMET VE HASRETLE ANIYORUZ

17 Mart 1937 - Atatürk'ün, Çankaya'da Romanya Dış işleri Bakanı Antonesco'yu kabulü.

Atatürk'ün, gece Romanya Dışişleri Bakanı Antonesco şerefine Ankara Palas'ta verilen ziyafette konuşması: "...Milletler gam ve keder bilmemelidir. Şeflerin
vazifesi, hayatı neşe ve şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol gös­termektir! Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar mutsuzdur. Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun ve mesut olması için lâzım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir."
M.KEMAL ATATÜRK
ATAM RUHUN ŞAD MEKANIN CENNET OLSUN.

8 Kasım 2012 Perşembe

Çağdaşlaşma- Çelişki

Büyük Atatürk, Türklüğün unutulmuş medeni vasfı âtinin yüksek medeniyet ufkunda bir güneş gibi doğacaktır,diyor.Tabii ki dünyada en önemli aydınlatıcı gücün,yüksek Türk Medeniyeti olduğunu işaret etmektedir.Reçeteyi kendi Türk kültür dünyamızda aramalıyız. Büyük Atatürk, Türk Milletine hedef olarak,muasır(çağdaş) medeniyet seviyesinin üzerine çıkma azim ve iradesini göstermektedir.Oysa biz çağdaşlaşmıyor,batılılaşma adına Avrupalılaşıyoruz.Böylece Atatürk’ün gösterdiği çağdaşlaşma yerine Avrupalılaşırken benliğimizi kaybedip eriyor muyuz? Acaba farkında mıyız!?
Milli değerler eriyor,kimlik yozlaşıyor.Vatanı sadece ekonomik değer olarak gören,sadece domates,biber,patlıcan yetiştirilen toprak parçası olarak görenler çoğalıyor mu? Acaba farkında mıyız?!
Bayraklar yere atılıyor.Tepki cılız,sanki toplum uyuşmuş,donmuş durumda.Sanki toplum,İngiliz Muhipler Cemiyeti,Kürt Teâli Cemiyetinin istediği kıvama getirilmiş gibi.Acaba fark edebiliyor muyuz?
Türk’üm demekten mutluluklarını ifade etmek nerede ise,emperyalistlere şirin görünme adına suçlanıyor.Neredeyse bölücülerle eşdeğer gösterilmeye çalışılıyor.Acaba farkında mıyız?
Vatan sevgisini,millet sevgisini ifade etmek,Avrupa Birliği ve onların payandalarının neredeyse iznine mi bağlı,acaba farkında mıyız?
Milli mücadelede bir toplantıda Bursa Mebusu Dr.Baha Bey,” Düşman vatanın bağrına dayamış hançerini,yok mu kurtaracak Bahtı kara maderini “ sözünü söyleyince,olduğu yerde ayağa kalkan Mustafa Kemal,”Düşman vatanın bağrına dayasın hançerini,vardır kurtaracak Bahtı kara maderini” sözün söylemek zamanı geldi mi? Acaba farkında mıyız? 
Yoksa Necip Fazıl’ın;”Kendi ülkende garip,kendi ülkende parya, Ne oluyor ayağa kalk, ey Sakarya” sözünün zamanı mı geldi? Acaba farkında mıyız?
Bir olalım,diri olalım,güçlü olalım.Emperyalistlerin ve bölücülerin oyunlarını bozalım.Çağdaş uygarlığın üzerine çıkalım.

ZEKERİYYA İLLEEZ



Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...