13 Mayıs 2012 Pazar

Hayat Uzun Bir Dua...


Hani bir büyük sıkıntı anında kırılır ya, yüreğinizdeki bütün aynalar: Kırılırda hani, kırık aynalarda oynaşır ya hayalleriniz.Ümitleriniz tökezler de hani, tereddütlere düşersiniz ya kimi zaman: Çırpınırsınız… 

Hani çırpınırken uzanacak bir dost eli ararsınız, fakat bulamazsınız bir türlü; ve kala kalırsınız ya hani dertlerinizle baş başa, kimsesiz, dostsuz…Ozaman bilin ki Allâh kimsesizlerin kimsesidir… Bilin ki Allâh dosttur: “Dost istersiniz Allâh yeter!” 



Hani en soluksuz deminizde hayallerinizin kıyısına çömelip başınız ellerinizin arasında sevginize ağıt yakarsınız ya… 

Hani çözümsüzlüğe çaresizliğe tıkanır da uçan kuştan teselli arar hale gelirsiniz ya bazen… 

Hani yıllarınızı verdiğiniz yerde soluksuz kalıp yıllara kurban olursunuz da bir türlü anlaşılamamanın hicranına düşersiniz ya… 

Hani kuşlar şen çığlıklarla uçup geçerken üstünüzden bir Zümrüd-ü Anka olup onlarla birlikte uçmak istersiniz ya: Uçmak değil, kendinizden kaçmak… 

Hani kendi garipliğinizden, yalnızlığınızdan kaçmak istedikçe yalnızlığınıza, garipliğinize saplanırsınız ya boylu boyunca… 

YALNIZ DEĞİLSİNİZ: Herkesin ve her şeyin bittiği anlarda da Allâh var! 

Öyle bir an gelir ki, koca kainatın içinde ufalıp zerreleştiğinizi idrak edersiniz.Bir yanınızda acziniz, bir yanınızda za’fınız, bir yanınızda fakrınız ve dolu dolu çaresizliğinizle baş başa kalırsınız… 

İşte o an insanca iradenin çözüldüğü ve insanoğlunun kendinde vehmettiği gücün ayaklarına dolaştığı andır: O an gerçekten kulluk anıdır. 

İradeniz çözülüp kendinizde vehmettiğiniz güçler ayağınıza dolandıkça derin aczinizle birlikte kulluğunuzu idrak edip Külli İrade Sahibine yönelin. 

ŞİMDİ VAKİT DUA VAKTİDİR: “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu” buyuran Yaratıcı’ya iltica vakti… 

Bütün kapıların kapandığını sandığınız anda dua kapısı ardına kadar açılır önünüzde, çarelerin bittiği yerde dua tek çare olarak karşınıza çıkar… 

Çözümsüzlüğe tıkanıp uyuyamadığınız uzun gecelerden bir gece kalkın. Şebnemlerin sabah meltemiyle kucaklaştığı bu hasret vaktinderahmetin ve şefkatin tecellisini yatakta bekleyin tembelliğinizi sürüyerek dirilin… 

Uykusuz geçirdiğiniz koca bir elem gecesinde hangi problemi çözdüğünüzü düşünün. Kendinizi hırpalamanın dışında neye yaramış ki kuruntularınız,dertlenmenizle neyi halletmişsiniz? 

Vah zavallı ben! Kendimde bir güç ve kudret vehmettikçe kudretim aczime çarpıp tuz-buz oluyor.Eğer idrak edebilseydim varlık sebebimi, gerçekten anlayabilseydim Rabbim gemisinde bir yolcu olduğumu,sırtımda dünya yüküyle kendime işkence eder miydim? 

İstesek de, istemesek de dünya dönüyor, güneş doğuyor, yağmur yağıyor, rüzgar esiyor, çiçek açıyor…İstesek de, istemesek de yaşlanıyoruz. 

Bir saniye öncesi kaybımız, bir saniye sonrası ise meçhulümüz: Elimizde sadece yaşadığımız “an” var. Ne kadar çaresisiz! 

Öyleyse bırakalım her şeye hükmeden versin hakkımızda en hayırlı hükmü. 

Atın sırtınızdan dünya elemini, durun Allâh’ın huzuruna; sonra diz çökün önüne, boyun bükün.Hükme tabi olup elemlerden kurtulmak varken, kendimizi hüküm mevkiinde sayıp rezil olmak niye?Üstelik takatımız yükümüzü taşımaya yetmiyor. 

Bir hamal gibi vehimlerimi ömür boyu taşımaktan bıktım; Artık Yaradan’a tümden teslim olup “kullukta varlık” aramak istiyorum. 

“Ya rab! Çaresi bulunan şeyde acze, bulunmayan şeyde ye’se düşürme bizi…” diye de dua ediyorum.Zaten hayat da uzun bir duadır! 

alıntı 


12 Mayıs 2012 Cumartesi

YILLAR ÖNCEKİ İZLENİMLERDEN...


Çok değil, bundan 20 yıl kadar önceydi. Muhasebeci olarak çalışmaya başladığım şirket binasının balkonunda kalarifer yakıt tankı ve buraya yuva yapmış güvercinler vardı. Uzunca bir zaman güvercinleri izledim. (James Watt adlı iskoçyalının bir çocukluk anısından etkilenmiştim) Haftalarca hatta aylarca izledim desem yalan olmaz. Gözlemlerimin sonuçları şu şekilde oldu. • Güvercin asla tek yumartaya kulaçkaya yatmıyor.
• Yumartalardan biri zarar görürse derhal diğerini kırıyor
• Yavrular yumurtadan çıkınca belli bir müddet sadece anne tarafından besleniyor
• Yavruların kanat tüyleri tamamlanınca anne güvercin uçuş talimine başlıyor
• Uçmamakta inat eden yavrunun ensesine tokatı yapıştırıyor anne.
• Uçuş çalışmalarında muhakkak nezaret ediyor. 
• Kendi hayatını yaşamayı başaracak olgunluğa gelen genç güvercini dualarla hayata yolluyor anne güvercin.
• Sonrası bize karanlık tabi. bizdeki gibi akrabalık ilişkisi vefa anlayışı var mı yok mu onu gözlemleme imkan ve ihtimalim yoktu.

Şu eklediğim resimden etkilendim. İnsan da aynı bunlar gibi değil mi? Dünyaya geliyorsun, ağızda diş yok kafada saç yok, hortumu da kesiyorlar zaten. Ama bir can, can veriyor o et yığınına kan veriyor, adam ediyor... koruyup gözetiyor, öğretiyor... 

Annemin şahsında tüm annelerin ellerinden öpüyorum. Anneler gününüz kutlu olsun.

EYÜP MERT


9 Mayıs 2012 Çarşamba

Urfa'nın Etrafı Dumanlı Dağlar Türküsü ve Hikayesi




Türkü Sözleri


Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar
Ciğerim yanıyor aney gözlerim ağlar
Benim zalim derdim cihanı yakar

Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar
Anandan babandan yardan ayrı koyarlar

Urfa dağlarında gezer bir ceylan
Yavrusunu kayıbetmiş ağlıyor yaman
Yarimin derdine bulmadım derman

Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar
Anandan babandan yardan ayrı koyarlar

Ceylan senin gibi yüreğim yara
Cihanda derdime aney bulmadım çare
Bir yavru kaybettim gözleri kara

Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar
Anandan babandan yardan ayrı koyarlar

Cemil Cankat - Urfa

Makale: A.Rezak Elçi 
Urfa Müzik Kültürü Evrensel bir değerdedir.
İnsanları aynı ezgide buluşturan ve bir araya getiren bir güce sahiptir.
Bugün Urfalı olsun-olmasın müzikle ilgilenen herkesin Urfa müziğine katkısı vardır az-çok emeği vardır. Bunu inkâr etmemiz mümkün değildir. 
Klasik form özelliği kazanmış olan türkülerimiz, geçmişten günümüze kulak süzgecimizden geçip her Urfa'lının gönül hanesinde arınmıştır.
Müziğimizin, ezgi yapısının güzelliği, söz zenginliğinin bolluğu, eser sayısının çokluğu, kaliteli ve sistemli bir şekilde icra edilmesi bakımından Türk Halk Müziği içersinde ayrı bir yeri ve ayrı bir değeri vardır.
Bu yönüyle Urfa müziği bugün kendini sadece Türkiye’de değil, Kafkaslardan, Türk-i Cumhuriyetlerine, Orta doğudan, Balkanlara kadar adını duyurmuş, kanıtlamış, her yaştan insana sevdirmiştir.
Müzik piyasasında bulunan Urfalı ses sanatçılarının çokluğu ve renkliliği sanırım bunun en güzel kanıtıdır.
Onun için Sevincimizi, kederimizi, ıstırabımızı, gönül yaramızı, duygu ve düşüncelerimizi, türkülere, hoyratlara, gazellere, manilere dökmüşüz, her şeyden önce şehrimizle özdeşleşmiş bir müzik makamının sahibiyiz.
Kökeni ortaçağa dayanan bu makama; “Rehavi” makamı denilmiş…
Yani “Urfalı” Urfa’ya özgü anlamı olan makam yüzyıllar boyu vücut bulmuş bu coğrafyada…
Yazının başında da dedik ya; müzik evrensel bir dildir.
Her ne kadar sanatkâr (okuyucu) anlamadığımız bir dil ve lehçede parçayı seslendirse de, ona eşlik eden enstrümanlar bize o dili anlama bahtiyarlığı bahşetmektedirler.
Parçayı dinlerken yabancısı olmadığımız, hoş bir duygu ve ahenk kaplar bedenimizi…
Sonra gevşer rahatlarız.
Çalınan parçanın bize evrensel bir mesaj verdiğini anlarız kendimizce…
Bu bile bize, daha önce bu tınları bir yerlerden dinlediğimizin birer ifadesi olur sanki… 
Türkü hikayesi 
Bu parçanın öyküsü şöyle:
“Bu parça Urfa’nın  eski, aynı zamanda geleneksel bir şarkısıdır.
Avcıların ceylanların nerede olduğunu meraklanıp bulmak için köpekleri ile (tazı) dağlarda gezmelerini, yani ceylanın peşine düşmelerini anlatır.
Ama şarkının anlattığı gerçekte bu değildir. Çocuğunu kaybeden bir annenin, bakış açısından şarkının seslendirilmesidir. Anne çocuğunu ceylana benzeterek parçadaki betimlemeyi yapar ve çocuğuna sürüden ayrılmaması için, uzaklara gitmemesi için onu uyarır. Oradan ayrılması halinde, onun avcılar tarafından öldürüleceğini, parçalanacağını söyler.
Bu şarkı da anne, Urfa’nın vahşi ve güzel dağlarının, tehlikeli bir yer olduğuna sık sık vurgu yapılır. Çocuğunu kaybetmeden önce, yaptığı uyarıların sonucunda çocuğun tehlikeli yolu asla görmediğini de belirtir. Anne çocuğunu kaybetmenin, korku ve hüznünü nasıl hissettiğini ona her baktığında daha iyi anlar.” Denilmekte (Parçanın İngilizce çevirisinden)
“Tüm şarkılar, türküler farklı dünyaların güzellikleridir.
Eğer bir şey sizin için kötü ise her zaman hüzün doludur ve siz de orada, yani o ortamda olursunuz hüzünle dolusunuzdur demektir.
Dünyanın en güzel yerinde olsanız da bu kaçınılmazdır. Dünyanızın, ne zaman ve ne şekilde değiştiğini ancak yaşayarak anlarsınız.
İyi veya kötü olan her “an”ınıza değer vermek sizin elinizde çünkü siz; iyinin mi-kötülüğü, ya da kötülüğün mü – iyiliği beslediğini asla bilmezsiniz.
Çağdaş iletişimin sonucu olarak hepimiz dünyanın değişik kültürlerinden etkilenip yararlanıyoruz. Bu kültürlerden besleniyoruz. Bende bunun olumlu taraflarını müziğimde yaşatmak istiyorum” Diyor sanatçı… 

Kaynak: rehavisanat.com 



7 Mayıs 2012 Pazartesi

Dostun Attığı Gül yaralar Bizi..


Bizi düşmanın attığı taş değil
Dostun attığı gül yaralar... 
Hallacı Mansur
Hallac-ı Mansur, cezbe ve sekir halinde söylediği ve mazur bulunduğu Ene’l-Hak cümlesi yüzünden idama mahkûm edilir. Onu asılacağı meydana getirdiklerinde etrafta mahşerî bir kalabalık vardır. Hallac-ı Mansur darağacını görünce güler ve kalabalık arasında gördüğü dostu Şibli’den seccade isteyerek iki rek’at namaz kılar. Ardından şöyle duâ eder: “’Allah'ım burada senin dinin uğruna gayrete düşüp beni öldürmek için toplananların suçlarını affet.” 
Bu esnada kalabalık içinden özellikle düşmanları, fırsat bu fırsat diye Hallac-ı Mansur’a taşlar atarlar. Hallac-ı Mansur bunlara ah bile demez hatta tebessüm eder, ama dostu Şibli ağlayarak kırmızı bir gül atınca Hallac-ı Mansur inler ve şöyle der: “Taş atanlar avam takımı,bilmiyorlar, halden anlamazlar. Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.” 
İnsan hayata daha çok dostlarıyla, sevdikleriyle tutunur. Sevinçlerini onlarla paylaşarak arttırırken, acılarını hüzünlerini yine onlarla paylaşarak azaltır. Kişi, tanımadığı kimselerden bir kötülük, bir haksızlık gördüğünde çok incinmez, en azından hayal kırıklığına uğramaz ama dostundan gördüğü küçük bir eziyete bile katlanması çok zor olur. 
Başkalarının, hakkında yanlış düşünmeleri insanı fazla üzmez, yıpratmaz; ama sevdiği birisi, hakkında yanlış düşünürse, zarar verecek bir davranışta bulunursa işte bu insanı üzer, incitir. O kişi sıradan biri değildir çünkü, belki en zor günlerinde yanında olmasını beklediği insandır. Her şartta desteğini umduğu, hayatta en çok güvendiği kimselerden biridir. Hani Temel deniz kenarında yürürken elinde bir yılan taşıyormuş. “Neden elinde yılan taşıyorsun?” diye sorulunca“Denize düşersem lâzım olabilir” cevabını vermiş… İşte dostluk, denize düştüğümüzde yılana sarılmak zorunda kalmayışımızdır. Elimizden tutup bizi çıkaracak birisini her zaman yanımızda bulabilmemizdir. 
Dostun gönlü, dostuna karşı hassastır, çok şeyler bekler ondan… Bu yüzden insan dostluk hukukuna çok dikkat etmelidir. Özellikle dostla hal ve harekete, konuşmaya özen göstermek gerekir. Çünkü bazı sözler,keskin kılıç gibidir, dostluğu keser, kalpte tedavisi zor yaralar açar,kalpteki muhabbet çiçeklerini kurutur. Bazen yerinde olmayan gereksiz bir istek, küçük bir tavır veya söz bile, çok büyük mutlulukların elden kaçırılmasına sebep olur. 
Dostluk, fedakârlık ve emek ister. Her şeyi karşısındaki insandan bekleyerek elde edilemez hakikî dostluklar. Dostluk; mutluluk, üzüntü,hastalık, sağlık, darlık ve bollukta dostunun yanında olabilmektir. 
Hayatımızda kaç tane güzel dostumuz var acaba? Ya da tersinden soracak olursak, şu kısa hayatta kaç kişi için gerçekten güzel bir dost, güzelbir kardeş olabildik? Dostlarımıza, kardeşlerimize karşı hareketlerimize çok dikkat edelim ve kalplerini kırdıysak hemen özür dilemeyi de asla ihmal etmeyelim. Çünkü yarın özür dilemek için çok geç olabilir... 
Ne mutlu şu kısa hayatta en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olabilenlere…

6 Mayıs 2012 Pazar

Çünkü Dünya...


Ve bir sabah uyanacağız ki bütün aynalarda kış. 
Ve bir gün bakacağız ki feri sönmüş gözlerimizin. 
Ve bir gün damarlarımızdaki çılgın deveran , yerini ölgün bir titremeye bırakacak. 
Artık tabiat sofrasından üstümüze gülücükler saçılamayacak. 
Ve gizli bir el yavaşça söndürüverecek kandilini ömrümüzün. 

Öyleyse kalkıp dünyanın eğip büküşüne, sömürüp hırpalayışına baş kaldırmalı. 
Hayatın ürküten kısalığı içinde ötelere bir pencere açmalı. 
Nasıl olsa geçip gidecek bir ömrü, bir çekirdekten; her mevsim meyve veren ağaca çevirmeli. 
Yazgımızın bizim yürüyüşümüzle çiçeklenecek kesitini dolu dolu yaşamalı. 
Gölgemizin değdiği zaman kesiti bizden kokular, tatlar saçmalı hayata. 
Ardımızda minnetle anılacağımız nice çiçek bahçesi bırakmalı. 

Çünkü “Dünya, bir ağaç gölgesinde dinlendikten sonra kalkıp yolumuza devam edecek kadar geçici.” 

Hiçbir sızlanışa, aman dileyişe karşı kılını kıpırdatmayacak kadar umursamaz ve katı ...
....alıntı

Geçip Giden Ömür..


Yorgun ayakları bedenini çekemez olmuş,kısa mesafelerde bile yoruluyordu artık.

Her yola çıkmak istediğinde,dizlerine vuran dünya yorgunluğu,yılgınlığını da aklına getiriyor,
vazgeçmek için yeterli sebep oluyordu kendisine.

Bazen yürürken bulduğu bir kaldırım taşına oturarak belinden ayaklarına vuran

sızının acısını dindirmek için çömeliyor,geçmişte kalan dinç günlerini birazda hayıflanarak aklına getiriyordu.
Bir süre oturması bile geçmişin bütün güzelliklerini gözlerinin önüne getirmeye yetiyor elem bulutları ufkunu kaplıyordu.Ne yaşlanmasına nede ağrılarına yanmıyordu,
bunlar hayatın gelen akışında zarurete binaen tezahür eden olaylardı.
Aklına en çok gelen ve kendisini üzen bom boş geçirdiği bir ömrün elle tutulur bir yanın olmamasıydı.
Hemen hemen bütün arkadaşları ebede göçmüş,kendisini dünyanın meydanında yalnız bırakmışlardı.
Yıllarca birlikte yaşadığı vefakar eşi de gideli epey olduğundan,hayat sahnesinde tek kişilik bir role soyunmuştu adeta.
Uzandığı yatağında,evin tavanına diktiği gözleriyle acılarını harmanlayıp,
sık sık eşinin namaz kıldığı seccadesine gözlerini iliştiriyordu.
Bu yaşına kadar hiç merak etmediği seccadenin efsunlu yanıyle yüzleşiyor,
tespihin imamesindeki vakara gıpta ediyordu.
Nasılda geçmişti yıllar hiç anlamadan,bir ikindi vakti kadar
kısaydı sanki zaman.
Düşünüyordu çoğu vakit şimdilerde;her ezan sesiyle birlikte ayağa kalkan eşini gördüğü halde kendisinin ne yaptığını?
Huşuu ve teslimiyetle boyun eğen secde eden kul olmaya çabalayan,secdenin ardından dakikalarca  dua eden biri vardı evinde bir zamanlar.Buna rağmen,kendisinin ne yaptığını düşünüyordu uzun uzun.
Ezan okuyan yanık sesli müezzinin,”haydin namaza,haydin kurtuluşa”
nidasını duyduğu halde geçip giden yıllarda ne işle meşguldü acaba?Neydi kendisini bunca bağlayan isyana,
dünyaya,bütün davetlere rağmen yüz çevirmeye yönelten?
Yine ağrıları arttı,ayak parmaklarına kadar sızlıyor bütün bedeni,bir bardak su içmeye takati yok gibi.
Geçmişte hoyratça harcadığı günlerinin elemi de eklenince üstüne daha bir dayanılmaz oluyor bu ağrılar nedense.
Geçmesi zor olan yılların su gibi akıp gittiği gerçeğiyle en acı
 şekilde yüzleşmekteydi artık.
Sadece mutfakta duruyordu,ne salona nede odasına gitmek istemiyor,
oda ile mutfak arası kendisine çok uzun bir yolmuş gibi geliyordu.
Ama yıllar yılı aksattıkları da hiç aklından çıkmaz devamlı yaşlı beynini meşgul eder olmuştu son günlerde.
Eşinden arda kalan,ilk evlendikleri yılda aldıkları bir boy aynası
 ve eşinin aldığı ilk seccadesiydi.
Yanında yeşil tespihi,üzerinden belki de binlerce zikir çekilmiş imamesiyele duruyordu.
Sabahları uykusundan uyandığında küçük pencerelerinin önünde oturmuş,
eşinin  Kur’an okuyan hali,sessiz sessiz içten kıraati,şimdilerde nedense özlediği hayıflandığı en güzel zaman dilimlerinden biriydi.
Uzun yıllar beraberce yaşadığı eski zaman kadınlarından olan ve güneş
doğmadan uyanan,her sabah namazında gözlerindeki yaşları sofrasına taşıyan,belki bir gün benim eşimde bana benzer
diye dua eden hali şimdilerde yüreğine sokulan bir hançer gibiydi.
Saatlerce gözyaşı dökerek yaad ettiği bu muazzam tablo geri
dönüşü olmayan zamanın en acımasız yanıydı.
Alçak sesle kendisine, eşinin,“ Bey,artık sende biraz dönsen,vakit geçiyor”
dediğini hatırlıyor,benliğinin en ücra köşesine kadar işleyen bu sözler bütün acılarını unutturuyor,
bu kez de pişmanlığın verdiği ezilmişlik dert olarak kendisine yetiyordu.
Daha önce evinin bütün her yanı kendisine açıktı,şimdi ise sadece mutfak,masa,bir sandalye ve gözlerini hiç ayırmadığı seccade,
seccadeye iliştirilmiş yarım asırlık yeşil tespih vardı kendisine ait olan.Böyle düşünüyordu.
Ne kadar geçte olsa,eşinin davetine icabet edebilirdi,başka da
neye ihtiyacı vardı ki?
Yalnızların yakınını yanında olduktan sonra.
Bir ömrü böyle geçirmişti,bir ömrü hiç geçmeyecek sanarak bitirmişti,bitirirken de çok şeyleri yitirmişti.
Şimdilerde çok daha iyi anlıyor,verilemeyecek hesapların
acısıyle ağlıyordu.Keşke diyordu,keşke…
Ama keşkesiz bir hayatı neden yaşamadığını da düşünüp suçu üstüne alarak mecburi bir boyun eğişle gözleri yaşarıyordu.
Belindeki ağrılar,dizlerindeki romatizmalar,
gözlerinin fersiz bakışı geç kalmış kulluğuna yeterince engel
olmaya yetiyor,şeytanın bir ömür bırakmadığı vesvesesi hala
devam ediyordu.
Bir asra çeyrek kalan ömründen geçen zamanın büyülü havası başını döndürdüğünden
dolayı olsa gerek,kendisini,amelsiz defterini eline almış gibi hissediyor,
üzüntüleri daha da artıyordu. Ne açlığı aklında artık nede susuzluğu.
Ne acılarını hissediyor nede ağaran saçlarına bakıyor boy aynasında.
Düşündüğü tek şey var şu günlerde,bir ömür  böyle avare geçti diyor.

alıntı

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Hıdrellez Nedir?

Hızır ve İlyas (a.s)'ın her bahar başlangıcında buluştuklarına inanılan milâdi 6 Mayıs, Rumî 23 Nisan'a rastlayan güne verilen isim. Söz konusu günde Hızır ve İlyas (a.s)'ın buluşarak sohbet ederler ve bu günlerde vakitlerini Allah yolunda olmanın ve birlikteliklerinin verdiği sevinçle kuvvet bulurlardı. Hızır (a.s)'ın Allah'ın lütfu ile dolaştığı yerde yeşillikler çıkar ve çorak yerler çiçeklere bezenirdi. İşte bu olaya dayanarak, halk zamanla bu günlerde buluşup Hızır ve İlyas (a.s) ın geleneğini sürdürmek amacıyla özel anda ve dua günleri tertib eder olmuşlar. Ancak bu zamanla aslî hüviyetinden çıkarılarak günümüzde olan şekliyle Hıdrellez adını almıştır. Günümüzde kullanılan mânası ise; İnsanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti ve bahar güneşinden faydalanma, piknik yapma, stres atma, eğlenme, nişan, düğün, sünnet törenleri tertip etme, uğursuzlukları giderme, adak adama, dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen "bahar bayramı" inancıdır ki tam bir bid'at olarak ortaya çıkmıştır. 


Hızır (a.s) Kur'ân-ı Kerîm'in Kehf suresinde "Kullarımdan birisi..." şeklinde geçmektedir. Veli olduğunu dahi kabul etsek, "İkinci Tabaka-i Hayatta bulunmaktadır. Bu mertebede aynı anda çok yerde bulunmak mümkündür."

İlyas (a.s) İsrailoğulları Peygamberlerinden olup Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Elia" diye zikrolunan Peygamberdir. M.Ö. IX. asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir.
Hz. İlyas (a.s) yada "İlyasîn" şeklinde ismi zikredilen (es-Sâffât, 37/130). Peygamberliği bildirilen "Hiç Şüphe yok ki İlyas gönderilen Peygamberlerdendir" (es-Sâffât, 37/123), şeklinde hitab edilen İlyas (a.s.) İsrailoğullarına Allah'ın elçisi olarak gittiğinde onlar "Ba'l" adında dört cepheli put'a tapıyorlardı. Hz. İlyas'ın bütün gayretlerine rağmen İsrailoğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş Hz. İlyas'ın Peygamberliğini yalanlayarak (es-Saffât, 37/ 124). Onu ülkeleri olan Ba'lbak'ten çıkarmışlardı. Fakat Allah'ın gazabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve İlyas (a.s)'ı geri çağırmışlardı. Ancak tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine İlyas (a.s) oradan uzaklaşmıştır.İlyas (a.s)'ın İsrailoğullarından ayrılması Hızır (a.s) ile buluşması gerçekleşti. Bu buluşma "Hızır İlyas" iken  sonradan Hıdrellez şeklinde değiştirilmiştir.


                                    Halk inançlarında Hıdrellez:

Hızır'da darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıflarını görmek mümkündür. Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır; öküzü arabaya koşmama... vb. gibi İslâm'la çelişen ve din ile ilgisi olmayan inançlara rastlanmaktadır. Aynı şekilde Hıristiyan inancına göre Saint Georges yortusu da bizim halk geleneklerimizle paralellik arzeder ve Hıdrellezle aynı günde kutlanmaktadır. Görüldüğü üzere İslâm'ın Tevhid bilinçliğinden uzak, sahte mitolojik dürtülerin ve şamanist kalıntılarını uzantılarını yansıtan günümüz Hıdrellez anlayışıyla, Hıristiyan Saint Yortusunun paralelliği de göstermektedir ki İslâm dışı her şeye yakınlık duyma ama İslâm'ın gerçek kimliğine karşı çıkma düşüncesinin neticelerini gözler önüne sermektedir.
 


Şu anda geçerli ve yürürlükte bulunan Hristiyan kültürüne paralel olarak İslâm dünyasının Secular rejimlerle yönetilmesi ve bu kültürlerinde İslâm Öncesi mitolojik özelliklerden oluşan geleneksel "Ulusal İslâm" anlayışıyla paralellik arzetmesi, müslümanların tevhidî bilinçlerinden uzak olmalarının bir neticesidir. Şüphesiz ki Allah'ın va'diyle İslâm dünyası kendini değiştirmedikçe Allah'ta müslümanların durumunu düzeltmeyecektir. Allah şöyle buyuruyor; "Kim İslâm'dan başka bir din (hayat Nizamı) ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır: Kendilerine apaçık deliller gelmiş, O Peygamber'in şüphesiz bir hak olduğuna da şahitlik etmişlerken imanlarının arkasından küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir (muvaffak eder)? Allah zâlimler gürûhunu hidâyete erdirmez. Muhakkak Allah'ın Meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerlerinedir. İşte onların cezaları" (Âli- İmrân, 3/85-87).

alıntı

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...