16 Mayıs 2012 Çarşamba

Daha Kur'an Ne Desin?

 
Ey İnsan... Yaşıyorken hem de Kur'an çağında, 
Çırpınıp duruyorsun cehalet batağında,
Kalbin katı, gözün kör, başın kibir dağında,
Kur'an sana gel diyor bak bendedir adresin,
Ey şerefli mahlukat daha Kur'an ne desin?

Özgürce seçmen için iki yoldan birini,
Apaçık bildiriyor bütün ayetlerini,
Ya Peygamber, ya şeytan... seç diyor rehberini,
Öyle seçki sırattan rüzgar gibi geçesin,
İlle şeytan diyorsan daha Kuran ne desin?

Ya cennet bahçesidir, ya ateştir o mezar,
Mekan var mı dünyada öyle derin öyle dar?
Hiç bir şey yakın değil insana ölüm kadar,
Diyor ki hesabı var aldığın her nefesin,
Mesajlar konuşuyorken daha Kur'an ne desin?

Malın, mülkün, şöhretin, dünyada her şeyin var,
Ya dünyadan Rabbine götürecek neyin var?
Bana yeter diyorsan şu üç günlük itibar,
Bir başka gün vardır ki, çok çetindir bilesin,
Bunlar masal diyorsan daha Kur'an ne desin?

Ayet diyor ki; eğer dağa inseydi kur'an!
Paramparça olurdu dağ Allah korkusundan,
Hangi insan duyup ta ibret almaz ki bundan?
Sanki bir dağ yanında ne kadarda cücesin,
Haddini bilmen için daha Kur'an ne desin?

O münezzeh ruhundan ruh vermekle insana,
Erişilmez bir şeref bahşetti Allah sana,
Ne kadar sevildiğini burdan anlasana,
Sanki taparcasına kendine kul kölesin,
Nefsini put yapana daha Kur'an ne desin?

Bir gün var ki çok yakın, dağların yürüdüğü,
Göklerin güneşi önünde sürüdüğü,
Kainatı toz dumanın bürüdüğü,
Kıyamet senaryosu, oyun değil bilesin,
Hala ürpermiyorsan daha Kuran ne desin?

O büyük mahkemede bütün diller susacak,
Konuşacak bu defa, göz, kulak, el, bacak,
Uzuvlar birer birer haramları kusacak,
Açılacak önünde defterleri herkesin,
Kendine gelmen için daha Kur'an ne desin?

O gün!.. buyruk verenler, buyruğa baş eğecek,
Cehennem öfkesinden köpürüp kükreyecek,
Ve.. doydun mu deyince daha yok mu diyecek!
Yandıkça o deriler değişecek bilesin,
Hala secde yok ise daha Kur'an ne desin?

Gör ki dünya!.. Sırtında nice insan taşıyor,
Kimi yaşarken ölmüş, kimi ölmüş yaşıyor,
Kimi arş-ı alaya dolu dizgin koşuyor,
Diyor ki; İşte cennet! Gayret et ki giresin,
Ey!.. Şerefli varlık, daha Kur'an ne desin?
Cengiz NUMANOĞL                                                                                                                                                                           

15 Mayıs 2012 Salı

Eşekle Gelen Aydınlık - Mustafa Güzelgöz Mutlaka Okumalısınız..

Yıl 1943. Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar.
Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.
Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’e mektup yazar: “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.
Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mutlaka adım atmalısın.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.
İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.
VE GÜZELGÖZ’E ULUSLARARASI ÖDÜL
1963 yılında Amerika’da yapılan bütün dünya ülkelerinin yaratıcı insanlarının yarıştığı bir yarışma düzenlenir. Türkiye’nin de yarışmaya aday bildirmesi istenir. Yazı Devlet Planlama Teşkilatına ulaşır. DPT yetkilileri Güzelgöz’ün yaptığı çalışmaları düşünerek yarışmaya onun katılmasına karar verir…. Evrakların yarışma yetkililerine ulaştırılmasından kısa bir sure sonra Amerikan Haberler Merkezi’nden 3 kişi incelemeler yapmak üzere Ürgüp’e gelir. Konuklar köyün muhtarını da yanlarına alarak Güzelgöz’ü hiç işe karıştırmadan incelemelere başlarlar.
Köyde eşeğin sırtında gitmekte olan köylüyü durdurup ona bir kitap uzatarak kitap okumasını isterler, köylü okumaya başlar. Daha sonra sırasıyla köylü kadınlara, yaşlılara, gençlere kitap uzatırlar ve kimden uzattıkları kitabı okumasını isteseler hep olumlu sonuç alırlar. Bu rapora, inceleme esnasında çektikleri birbirinden ilginç ve güzel fotoğrafı da ekleyerek yarışma jürisine sunarlar.
Yarışma sonuçlanır ve Güzelgöz, “The Lane Bryant Uluslararası İnsanlık Hizmetinde Gönüllü Takdirnamesi” ni alır.
21 Kasım 1963 tarihinde bütün dünya ülkelerinin yaratıcı insanlarının eserleri toplanır. İlk eleme sonrasında geriye beş aday kalır. Bu beş adaydan geriye en kuvvetli iki aday İtalya ve Türkiye’nin adaylarıdır.
İtalya’nın adayı, ülkesindeki köprüaltı çocuklarını okutmuş, yetiştirmiş, üniversiteyi bitirmelerini sağlamış onların topluma kazandırılması için uğraşlar vermiş. Jüri üyelerinin yarısı büyük ödülün İtalyan adaya verilmesinden yana. Son ana kadar oyunun kimden yana olduğunu söylemeyen jüri başkanı Dwight Cooke söze şöyle başlar
“Benim oyum Türkiye’ye. Eğer İtalyan adayın eğittiği, yetiştirdiği çocuklara eşekle kitap gitseydi köprüaltı çocukları olmazdı. Türkiye’den katılan aday köprüaltı çocukları olmasın diye çalışmalar yapmıştır.”
Ve Türkiye birinci olur. Güzelgöz, olanaksızlıklardan dolayı gidemediği ödül töreninin sonucunu kütüphanede görevi başında iken gelen telefonla öğrenir. Telefondaki ses, Amerika’da Dünya Ülkeleri Yaratıcılar Birinciliğini aldığını bildirir.
Ulusal ve uluslararası basında çıkan yazılar sayesinde kütüphaneye destek yağmaya başlar.Amerikalı bir yardım kuruluşu Ürgüp ve çevresinde yapılan çalışmaları yakından takip eder ve çalışmaları çok sempatik bulur. Modern bir vasıtayla gezici kütüphane çalışmaları gerçekleşsin diye 1960 model yeni bir Jeep hediye edilir. Hediye edilen jeep sayesinde ulaşımı Jeeple rahat olabilecek köylere gidilir. Aynı zamanda eşek, katır ve atlarla yapılan gezici kütüphane çalışmaları da devam eder.
Çok yönlü bir kişilik olan Güzelgöz, Halkevi ve Belediye Başkanlığı da yapar ve yörede halıcılık kursları açar. Günümüze kadar gelen meşhur Ürgüp halılarının oluşmasının temelleri o yıllarda atılır.
Bir gün, Ankara’dan bir müfettiş gelir. Olayı Güzelgöz’den dinleyelim.
“Hakkımda şikayet olduğunu, başka işlerle uğraşıp kendi işimi yapmadığımı, savunmamı yazmam gerektiğini söyledi. Onca verilen ödüllerden, takdirnamelerden sonra böyle bir olaya çok üzüldüm. Teslim aldığım kitap sayısını iki bin üç yüzden iki yüz bine çıkardım. Kitaplığı genişletip ikinci katı çıktık.Okur sayısını arttırdık; insaf… Bugüne kadar saklayacak hiçbir şeyim olmadı.”
Bunun üzerine emekliliğini ister, Eşekli kütüphaneci. ….Köyde kendisine bir güzel jübile yapılır.
Onun bütün bu çalışmalarından Fakir Baykurt haberdar olur ve “Eşekli Kütüphaneci” isimli romanını yazmaya başlar ancak romanını tamamlayamadan 11 Ekim 1999 da Almanya’da vefat eder, kitabı tamamlamak Fakir Baykurt’un kızı Işık Baykurt’a düşer. Ve Baykurt’un ölümünden 11 ay sonra yayınlanır. Mustafa Güzelgöz, Fakir Baykurt’la olan tanışmalarını ve hakkında yazılan kitapla ilgili duygularını şöyle dile getiriyor.
“Almanya’da öğretmenlik yapan bir yeğenim vardı; Necile Delicioğlu. ‘Mustafa Güzelgöz ve Eşekli Kütüphaneci’ adlı bir kitap çıkınca, bir kitap da Almanya’ya yolladım. Fakir Baykurt, bu eseri okumuş; Necile’ye , ‘Okudum, okuduğuma doyamadım;bana da bir tane göndersin’ demiş. Ardından Fakir’in Cumhuriyet gazetesinde, ‘Çağdaş Bir Masal Kahramanı’ başlıklı yazısı çıktı. Sonra Ürgüp’e gelip bize konuk oldu. Bana,’ Bu. İnsanüstü bir çalışma. Bu kadar eşeği katırı bir araya getirip de nasıl başardın bunca işi ’diye sormuştu. Fakir Baykurt,bu ülkenin ender aydın insanlarından biri. Fakir’in kitabı, ailemizi derinden etkiledi. Torunlarıma kadar ailece okuduk. Bu roman , bizim için bir ‘ağlama’ duvarı oldu. Hanımım ‘Bey!Elli yıllık çalışman boşa gitmemiş’ deyip ağladı; ben de ağladım.”
alıntı

13 Mayıs 2012 Pazar

Hayat Uzun Bir Dua...


Hani bir büyük sıkıntı anında kırılır ya, yüreğinizdeki bütün aynalar: Kırılırda hani, kırık aynalarda oynaşır ya hayalleriniz.Ümitleriniz tökezler de hani, tereddütlere düşersiniz ya kimi zaman: Çırpınırsınız… 

Hani çırpınırken uzanacak bir dost eli ararsınız, fakat bulamazsınız bir türlü; ve kala kalırsınız ya hani dertlerinizle baş başa, kimsesiz, dostsuz…Ozaman bilin ki Allâh kimsesizlerin kimsesidir… Bilin ki Allâh dosttur: “Dost istersiniz Allâh yeter!” 



Hani en soluksuz deminizde hayallerinizin kıyısına çömelip başınız ellerinizin arasında sevginize ağıt yakarsınız ya… 

Hani çözümsüzlüğe çaresizliğe tıkanır da uçan kuştan teselli arar hale gelirsiniz ya bazen… 

Hani yıllarınızı verdiğiniz yerde soluksuz kalıp yıllara kurban olursunuz da bir türlü anlaşılamamanın hicranına düşersiniz ya… 

Hani kuşlar şen çığlıklarla uçup geçerken üstünüzden bir Zümrüd-ü Anka olup onlarla birlikte uçmak istersiniz ya: Uçmak değil, kendinizden kaçmak… 

Hani kendi garipliğinizden, yalnızlığınızdan kaçmak istedikçe yalnızlığınıza, garipliğinize saplanırsınız ya boylu boyunca… 

YALNIZ DEĞİLSİNİZ: Herkesin ve her şeyin bittiği anlarda da Allâh var! 

Öyle bir an gelir ki, koca kainatın içinde ufalıp zerreleştiğinizi idrak edersiniz.Bir yanınızda acziniz, bir yanınızda za’fınız, bir yanınızda fakrınız ve dolu dolu çaresizliğinizle baş başa kalırsınız… 

İşte o an insanca iradenin çözüldüğü ve insanoğlunun kendinde vehmettiği gücün ayaklarına dolaştığı andır: O an gerçekten kulluk anıdır. 

İradeniz çözülüp kendinizde vehmettiğiniz güçler ayağınıza dolandıkça derin aczinizle birlikte kulluğunuzu idrak edip Külli İrade Sahibine yönelin. 

ŞİMDİ VAKİT DUA VAKTİDİR: “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu” buyuran Yaratıcı’ya iltica vakti… 

Bütün kapıların kapandığını sandığınız anda dua kapısı ardına kadar açılır önünüzde, çarelerin bittiği yerde dua tek çare olarak karşınıza çıkar… 

Çözümsüzlüğe tıkanıp uyuyamadığınız uzun gecelerden bir gece kalkın. Şebnemlerin sabah meltemiyle kucaklaştığı bu hasret vaktinderahmetin ve şefkatin tecellisini yatakta bekleyin tembelliğinizi sürüyerek dirilin… 

Uykusuz geçirdiğiniz koca bir elem gecesinde hangi problemi çözdüğünüzü düşünün. Kendinizi hırpalamanın dışında neye yaramış ki kuruntularınız,dertlenmenizle neyi halletmişsiniz? 

Vah zavallı ben! Kendimde bir güç ve kudret vehmettikçe kudretim aczime çarpıp tuz-buz oluyor.Eğer idrak edebilseydim varlık sebebimi, gerçekten anlayabilseydim Rabbim gemisinde bir yolcu olduğumu,sırtımda dünya yüküyle kendime işkence eder miydim? 

İstesek de, istemesek de dünya dönüyor, güneş doğuyor, yağmur yağıyor, rüzgar esiyor, çiçek açıyor…İstesek de, istemesek de yaşlanıyoruz. 

Bir saniye öncesi kaybımız, bir saniye sonrası ise meçhulümüz: Elimizde sadece yaşadığımız “an” var. Ne kadar çaresisiz! 

Öyleyse bırakalım her şeye hükmeden versin hakkımızda en hayırlı hükmü. 

Atın sırtınızdan dünya elemini, durun Allâh’ın huzuruna; sonra diz çökün önüne, boyun bükün.Hükme tabi olup elemlerden kurtulmak varken, kendimizi hüküm mevkiinde sayıp rezil olmak niye?Üstelik takatımız yükümüzü taşımaya yetmiyor. 

Bir hamal gibi vehimlerimi ömür boyu taşımaktan bıktım; Artık Yaradan’a tümden teslim olup “kullukta varlık” aramak istiyorum. 

“Ya rab! Çaresi bulunan şeyde acze, bulunmayan şeyde ye’se düşürme bizi…” diye de dua ediyorum.Zaten hayat da uzun bir duadır! 

alıntı 


12 Mayıs 2012 Cumartesi

YILLAR ÖNCEKİ İZLENİMLERDEN...


Çok değil, bundan 20 yıl kadar önceydi. Muhasebeci olarak çalışmaya başladığım şirket binasının balkonunda kalarifer yakıt tankı ve buraya yuva yapmış güvercinler vardı. Uzunca bir zaman güvercinleri izledim. (James Watt adlı iskoçyalının bir çocukluk anısından etkilenmiştim) Haftalarca hatta aylarca izledim desem yalan olmaz. Gözlemlerimin sonuçları şu şekilde oldu. • Güvercin asla tek yumartaya kulaçkaya yatmıyor.
• Yumartalardan biri zarar görürse derhal diğerini kırıyor
• Yavrular yumurtadan çıkınca belli bir müddet sadece anne tarafından besleniyor
• Yavruların kanat tüyleri tamamlanınca anne güvercin uçuş talimine başlıyor
• Uçmamakta inat eden yavrunun ensesine tokatı yapıştırıyor anne.
• Uçuş çalışmalarında muhakkak nezaret ediyor. 
• Kendi hayatını yaşamayı başaracak olgunluğa gelen genç güvercini dualarla hayata yolluyor anne güvercin.
• Sonrası bize karanlık tabi. bizdeki gibi akrabalık ilişkisi vefa anlayışı var mı yok mu onu gözlemleme imkan ve ihtimalim yoktu.

Şu eklediğim resimden etkilendim. İnsan da aynı bunlar gibi değil mi? Dünyaya geliyorsun, ağızda diş yok kafada saç yok, hortumu da kesiyorlar zaten. Ama bir can, can veriyor o et yığınına kan veriyor, adam ediyor... koruyup gözetiyor, öğretiyor... 

Annemin şahsında tüm annelerin ellerinden öpüyorum. Anneler gününüz kutlu olsun.

EYÜP MERT


9 Mayıs 2012 Çarşamba

Urfa'nın Etrafı Dumanlı Dağlar Türküsü ve Hikayesi




Türkü Sözleri


Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar
Ciğerim yanıyor aney gözlerim ağlar
Benim zalim derdim cihanı yakar

Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar
Anandan babandan yardan ayrı koyarlar

Urfa dağlarında gezer bir ceylan
Yavrusunu kayıbetmiş ağlıyor yaman
Yarimin derdine bulmadım derman

Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar
Anandan babandan yardan ayrı koyarlar

Ceylan senin gibi yüreğim yara
Cihanda derdime aney bulmadım çare
Bir yavru kaybettim gözleri kara

Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar
Anandan babandan yardan ayrı koyarlar

Cemil Cankat - Urfa

Makale: A.Rezak Elçi 
Urfa Müzik Kültürü Evrensel bir değerdedir.
İnsanları aynı ezgide buluşturan ve bir araya getiren bir güce sahiptir.
Bugün Urfalı olsun-olmasın müzikle ilgilenen herkesin Urfa müziğine katkısı vardır az-çok emeği vardır. Bunu inkâr etmemiz mümkün değildir. 
Klasik form özelliği kazanmış olan türkülerimiz, geçmişten günümüze kulak süzgecimizden geçip her Urfa'lının gönül hanesinde arınmıştır.
Müziğimizin, ezgi yapısının güzelliği, söz zenginliğinin bolluğu, eser sayısının çokluğu, kaliteli ve sistemli bir şekilde icra edilmesi bakımından Türk Halk Müziği içersinde ayrı bir yeri ve ayrı bir değeri vardır.
Bu yönüyle Urfa müziği bugün kendini sadece Türkiye’de değil, Kafkaslardan, Türk-i Cumhuriyetlerine, Orta doğudan, Balkanlara kadar adını duyurmuş, kanıtlamış, her yaştan insana sevdirmiştir.
Müzik piyasasında bulunan Urfalı ses sanatçılarının çokluğu ve renkliliği sanırım bunun en güzel kanıtıdır.
Onun için Sevincimizi, kederimizi, ıstırabımızı, gönül yaramızı, duygu ve düşüncelerimizi, türkülere, hoyratlara, gazellere, manilere dökmüşüz, her şeyden önce şehrimizle özdeşleşmiş bir müzik makamının sahibiyiz.
Kökeni ortaçağa dayanan bu makama; “Rehavi” makamı denilmiş…
Yani “Urfalı” Urfa’ya özgü anlamı olan makam yüzyıllar boyu vücut bulmuş bu coğrafyada…
Yazının başında da dedik ya; müzik evrensel bir dildir.
Her ne kadar sanatkâr (okuyucu) anlamadığımız bir dil ve lehçede parçayı seslendirse de, ona eşlik eden enstrümanlar bize o dili anlama bahtiyarlığı bahşetmektedirler.
Parçayı dinlerken yabancısı olmadığımız, hoş bir duygu ve ahenk kaplar bedenimizi…
Sonra gevşer rahatlarız.
Çalınan parçanın bize evrensel bir mesaj verdiğini anlarız kendimizce…
Bu bile bize, daha önce bu tınları bir yerlerden dinlediğimizin birer ifadesi olur sanki… 
Türkü hikayesi 
Bu parçanın öyküsü şöyle:
“Bu parça Urfa’nın  eski, aynı zamanda geleneksel bir şarkısıdır.
Avcıların ceylanların nerede olduğunu meraklanıp bulmak için köpekleri ile (tazı) dağlarda gezmelerini, yani ceylanın peşine düşmelerini anlatır.
Ama şarkının anlattığı gerçekte bu değildir. Çocuğunu kaybeden bir annenin, bakış açısından şarkının seslendirilmesidir. Anne çocuğunu ceylana benzeterek parçadaki betimlemeyi yapar ve çocuğuna sürüden ayrılmaması için, uzaklara gitmemesi için onu uyarır. Oradan ayrılması halinde, onun avcılar tarafından öldürüleceğini, parçalanacağını söyler.
Bu şarkı da anne, Urfa’nın vahşi ve güzel dağlarının, tehlikeli bir yer olduğuna sık sık vurgu yapılır. Çocuğunu kaybetmeden önce, yaptığı uyarıların sonucunda çocuğun tehlikeli yolu asla görmediğini de belirtir. Anne çocuğunu kaybetmenin, korku ve hüznünü nasıl hissettiğini ona her baktığında daha iyi anlar.” Denilmekte (Parçanın İngilizce çevirisinden)
“Tüm şarkılar, türküler farklı dünyaların güzellikleridir.
Eğer bir şey sizin için kötü ise her zaman hüzün doludur ve siz de orada, yani o ortamda olursunuz hüzünle dolusunuzdur demektir.
Dünyanın en güzel yerinde olsanız da bu kaçınılmazdır. Dünyanızın, ne zaman ve ne şekilde değiştiğini ancak yaşayarak anlarsınız.
İyi veya kötü olan her “an”ınıza değer vermek sizin elinizde çünkü siz; iyinin mi-kötülüğü, ya da kötülüğün mü – iyiliği beslediğini asla bilmezsiniz.
Çağdaş iletişimin sonucu olarak hepimiz dünyanın değişik kültürlerinden etkilenip yararlanıyoruz. Bu kültürlerden besleniyoruz. Bende bunun olumlu taraflarını müziğimde yaşatmak istiyorum” Diyor sanatçı… 

Kaynak: rehavisanat.com 



7 Mayıs 2012 Pazartesi

Dostun Attığı Gül yaralar Bizi..


Bizi düşmanın attığı taş değil
Dostun attığı gül yaralar... 
Hallacı Mansur
Hallac-ı Mansur, cezbe ve sekir halinde söylediği ve mazur bulunduğu Ene’l-Hak cümlesi yüzünden idama mahkûm edilir. Onu asılacağı meydana getirdiklerinde etrafta mahşerî bir kalabalık vardır. Hallac-ı Mansur darağacını görünce güler ve kalabalık arasında gördüğü dostu Şibli’den seccade isteyerek iki rek’at namaz kılar. Ardından şöyle duâ eder: “’Allah'ım burada senin dinin uğruna gayrete düşüp beni öldürmek için toplananların suçlarını affet.” 
Bu esnada kalabalık içinden özellikle düşmanları, fırsat bu fırsat diye Hallac-ı Mansur’a taşlar atarlar. Hallac-ı Mansur bunlara ah bile demez hatta tebessüm eder, ama dostu Şibli ağlayarak kırmızı bir gül atınca Hallac-ı Mansur inler ve şöyle der: “Taş atanlar avam takımı,bilmiyorlar, halden anlamazlar. Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.” 
İnsan hayata daha çok dostlarıyla, sevdikleriyle tutunur. Sevinçlerini onlarla paylaşarak arttırırken, acılarını hüzünlerini yine onlarla paylaşarak azaltır. Kişi, tanımadığı kimselerden bir kötülük, bir haksızlık gördüğünde çok incinmez, en azından hayal kırıklığına uğramaz ama dostundan gördüğü küçük bir eziyete bile katlanması çok zor olur. 
Başkalarının, hakkında yanlış düşünmeleri insanı fazla üzmez, yıpratmaz; ama sevdiği birisi, hakkında yanlış düşünürse, zarar verecek bir davranışta bulunursa işte bu insanı üzer, incitir. O kişi sıradan biri değildir çünkü, belki en zor günlerinde yanında olmasını beklediği insandır. Her şartta desteğini umduğu, hayatta en çok güvendiği kimselerden biridir. Hani Temel deniz kenarında yürürken elinde bir yılan taşıyormuş. “Neden elinde yılan taşıyorsun?” diye sorulunca“Denize düşersem lâzım olabilir” cevabını vermiş… İşte dostluk, denize düştüğümüzde yılana sarılmak zorunda kalmayışımızdır. Elimizden tutup bizi çıkaracak birisini her zaman yanımızda bulabilmemizdir. 
Dostun gönlü, dostuna karşı hassastır, çok şeyler bekler ondan… Bu yüzden insan dostluk hukukuna çok dikkat etmelidir. Özellikle dostla hal ve harekete, konuşmaya özen göstermek gerekir. Çünkü bazı sözler,keskin kılıç gibidir, dostluğu keser, kalpte tedavisi zor yaralar açar,kalpteki muhabbet çiçeklerini kurutur. Bazen yerinde olmayan gereksiz bir istek, küçük bir tavır veya söz bile, çok büyük mutlulukların elden kaçırılmasına sebep olur. 
Dostluk, fedakârlık ve emek ister. Her şeyi karşısındaki insandan bekleyerek elde edilemez hakikî dostluklar. Dostluk; mutluluk, üzüntü,hastalık, sağlık, darlık ve bollukta dostunun yanında olabilmektir. 
Hayatımızda kaç tane güzel dostumuz var acaba? Ya da tersinden soracak olursak, şu kısa hayatta kaç kişi için gerçekten güzel bir dost, güzelbir kardeş olabildik? Dostlarımıza, kardeşlerimize karşı hareketlerimize çok dikkat edelim ve kalplerini kırdıysak hemen özür dilemeyi de asla ihmal etmeyelim. Çünkü yarın özür dilemek için çok geç olabilir... 
Ne mutlu şu kısa hayatta en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olabilenlere…

6 Mayıs 2012 Pazar

Çünkü Dünya...


Ve bir sabah uyanacağız ki bütün aynalarda kış. 
Ve bir gün bakacağız ki feri sönmüş gözlerimizin. 
Ve bir gün damarlarımızdaki çılgın deveran , yerini ölgün bir titremeye bırakacak. 
Artık tabiat sofrasından üstümüze gülücükler saçılamayacak. 
Ve gizli bir el yavaşça söndürüverecek kandilini ömrümüzün. 

Öyleyse kalkıp dünyanın eğip büküşüne, sömürüp hırpalayışına baş kaldırmalı. 
Hayatın ürküten kısalığı içinde ötelere bir pencere açmalı. 
Nasıl olsa geçip gidecek bir ömrü, bir çekirdekten; her mevsim meyve veren ağaca çevirmeli. 
Yazgımızın bizim yürüyüşümüzle çiçeklenecek kesitini dolu dolu yaşamalı. 
Gölgemizin değdiği zaman kesiti bizden kokular, tatlar saçmalı hayata. 
Ardımızda minnetle anılacağımız nice çiçek bahçesi bırakmalı. 

Çünkü “Dünya, bir ağaç gölgesinde dinlendikten sonra kalkıp yolumuza devam edecek kadar geçici.” 

Hiçbir sızlanışa, aman dileyişe karşı kılını kıpırdatmayacak kadar umursamaz ve katı ...
....alıntı

"BATIDA ON YIL" HÜSEYİN GÜZEL

  Merhaba sevgili blog dostlarım, Her ne kadar düzenli yazamasam da fırsat buldukça sayfamı ziyaret ediyor, sizlerin paylaşımlarını okumaya ...